tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2023 Pazartesi

Xena ile Mitoloji Saati 5 : Xena:TWP 101 - Sins of the Past


Mitoloji Saatlerimizin bu beşincisinde nihayet asıl Xena bölümlerine gelebildik. 4 Eylül 1995'te yayınlanan "Sins of The Past", adından da anlayabileceğimiz gibi geçmişinin günahlarıyla yüzleşen bir Xena gösteriyor bize. Aslında bu bölüm, toptan hikayesiyle, elementleriyle bize koca bir Xena evreninin asıl dayandığı temeli özetliyor. Doğup, büyüdüğü kasabadan/köyden ayrılıp, bir savaş lordu olarak geçirdiği yıllardaki halinden sıyrılmaya ve günahlarının bedelini ödemeye çalışan bir Xena. Kendini günahlarından arındırdıkça değişen, kendisi değiştikçe dünyayı da değiştiren bir Xena. Ve o Xena'nın, kendi hikayesinin bile önüne geçebilecek kadar büyüyen yol arkadaşı, dostu, ailesi olan bir Gabriel. Ama oraya geleceğiz. Durun.

En son Hercules'in ilk sezonunun finalinde, atına atlayıp, yavaşça uzaklaşırken izlediğimiz Xena'yı bu bölümün başında tepe bayır, atı Argo ile yol alırken buluyoruz. Yakılıp yıkılmış bir köye rastlıyor, Antik Yunan'da her an birileri bir yere saldırmış olabilir çünkü, bu insanlar nasıl gündelik hayatlarına devam edebiliyor belli değil. Neyse, Xena yıkıntılar arasında bir çocuğa denk geliyor, çocuk burayı savaşçı prenses Xena'nın yıktığını yaktığını söyleyince eski günahkarımız yeniden tövbeye başlıyor. Tüm zırhını, silahlarını çıkarıp toprağa gömüyor ve yola öyle devam ediyor. Ama dedik ya burası antik dünya, burada her an birisi hıırrrr diyerek birilerinin üstüne atlıyor. Nitekim Xena bu şekil 90'lar büstiyerle dolaşma modasına geçmişken başka bir köye saldırıldığını, oradaki kızların götürülmeye çalışıldığını görüyor. Tabiki müdahale ediyor, ancak büstiyerle çok zor. Bu aşamada Xena, günahlarından kurtulma ile ilgili ilk dersini alıyor. İyilik de yapacaksan silahınla, zırhınla ve kendin olarak yapacaksın. Bundan sonraki 6 sezon boyunca da bu derse göre davranıyor.


Xena yerdeki silahlarını kuşanıp, bir şekilde köylüleri bu saldırganlardan kurtarırken kendisi de, biz de Gabriel ile tanışmış oluyoruz. Bu minik köyde karşılaştığımız pembe yanaklı, geveze kız sonradan hem Xena için hem de bizim için öyle bir önemli olacak ve kendi başına öyle kocaman bir hikaye anlatacak ki bize, hayal edemiyoruz. Evet, bu Xena'nın dizisi. Ama kötü taraftan günahlarını tek tek ödeyerek iyi tarafa geçmeye çabalayan bir savaşçının hikayesinin yanında, ufak bir köyden saf hayat dolu bir genç kızın da adım adım, mücadele ede ede, hayal ettiği hayatı yaşayabilmek için çıktığı yolda değişmesinin, gelişmesinin, büyümesinin de hikayesi. Aslında objektif olarak baktığımızda, hikaye anlatıcılığı açısından bu belki de daha çok Gabrielle'in hikayesi. Çünkü Xena'yı 134 bölüm boyunca hemen hemen hep aynı karakter olarak izliyoruz. Hep geçmişine dair hikayelerle çözülmeler yaşıyoruz. Oysa Gabrielle, çok farklı bir karakterden çok daha başka bir şeye dönüşüyor tüm bu süre boyunca. Ve bunu, izlediğimiz hikayelerde yaşadığı şeylerle başarıyor. Geçmişinden getirmiyor, kendine gelecek oluşturuyor. Bunu şimdi, bu yaşımda görebiliyorum. Ama küçükken çok gıcık olurdum Gabrielle karakterine. Keşke hep Xena'yı izlesem diye bakardım ekrana. Demek ki çocukken, gerçekten de bir şeyleri anlayamıyormuşuz.


Gabrielle'in köyünde yaralarını sardıran Xena'yı köylüler tabiki ardından köylerinden kovuyor, çünkü ünü dört bir yana nam salan savaşçı prenses bu. Bu sırada Gabrielle'in köyünün resmen sazlardan yapılma, üflesek yıkılacak evlerden ibaret olduğunu fark edip, buradan neden kaçmaya çalıştığını da anlıyoruz (şaka şaka, ama cidden prodüksiyon açısından bakıldığında sanki zerre önem vermemişler ile bilerek bu kadar acınası yapmışlar'ın arasında bir yerde Gabrielle'in evi). Annesi babası ve kız kardeşi Lila ile tanışıyoruz. Bir de nişanlısı Perdicus ile kısa bir tanışma yaşıyoruz ki yanlış hatırlamıyorsam sonraki bir zaman yine karşılaşacağız onunla. Bu ilk tanışmada Gabrielle'in, köyündeki diğer normal antik dünya insanlarından farklı olduğu için uyum sağlayamadığını anlıyoruz. O, hikayeler dinlemekten, anlatmaktan, gezip görmekten, keşfetmekten hoşlanıyor. Ömrü boyunca bir köyde kalıp, çiftçilik yapmak, kendisine uygun görülen adamla evlenip, çocuk yapmak istemiyor. Xena'nın peşine takılıyor bu dürtüyle Gabrielle, maceralara atılabilmesinin tek yolu bu çünkü.


Bu arada köye saldıran adamların, Xena'nın eski romantikliklerinden/savaştıklarından Draco'nun adamları olduğunu öğreniyoruz. Xena gidip Draco'yla samimi bir konuşma yapıp, saldırma o köye benim güzel gözlerimin hatrına diyor. Ama bu bir savaş lordu, Draco aksine hırs yapıp, Xena'nın köyüne saldırmaya karar veriyor. Xena ise önce her şeyden habersiz köyüne doğru yola koyuluyor. Çünkü öğreniyoruz ki Hercules'in sonunda Xena şöyle karar vermiş: Köyüme döneyim, annemden köylülerden özür dileyeyim, oturayım uslu uslu. Xena'nın köyü Amphipolis'e Draco saldırınca da Xena köyünü savunmak için kolları sıvıyor haliyle. Böylece tüm dizideki en ikonik dövüş sahnelerinden birini izleme şansımız oluyor: Önce bambu direklerin, ardından insanların kafaları ve omuzlarının üzerinde gerçekleşen Xena ile Draco arasındaki teke tek dövüş. Sonunda tüm bir bölüm içinde, tüm bir Xena hikayesi boyunca bize neyi anlatacaklarını özetlemiş olduktan sonra, Xena ve Gabrielle yepyeni bir yolculuğa başlıyorlar.

Siyah figürlü krater üzerinde sağda Hector, solda Achilleus
Yaklaşık M.Ö.490-460
British Museum'dan


Bu bölümde önceki izlediğimiz Hercules sezon finaline göre biraz daha Antik Yunan'dan, mitolojiden öğeler bulabilir haldeyiz. Mitolojideki gerçek hikayeleriyle alakasız olarak karşılaşsak da. İlk karşılaştığımız isim Hector. Gabrielle'in köyüne saldıran adamların başında böyle bir karakter var. Draco'nun sağ kolu gibi bir şey, bu bölümde amacına hizmet edip, ölüyor. Hector ismi "ἕκτωρ" kelimesinden türemiş, anlamı sıkı tutmak. Bu kelime de aslında "ἔχω" kelimesinden türemiş, echo gibi okunan bu kelimenin anlamı ise - tahmin edin ne - tutmak, sahip olmak. Troya Savaşı'nın asil kahramanı, Troya kralı Priamos ile Hekabe'nin oğlu, cesur prens Hector'un isminin tutmaktan türemiş olması mantıklı aslında. Çünkü Hector sayesinde, Hector'un Achilleus'u tutması, oyalaması sayesinde Troya biraz daha dayanabilmiş, savaş uzamıştı.

İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki İskender Lahdi'ndeki
karakterlerden biri, Perdiccas olabilir denileni.

Sonraki adımda Gabrielle'in kız kardeşi Lila ile tanışıyoruz. Leila isminin bir değiştirilmişi bu. Değişik yazılmışı yani. Ki bu da - evet doğru tahmin - Arapça gece anlamına gelen Layla'dan çarpılmış. Kız kardeşinin nispeten koyu saçları ve lacivert gözlerine uyumlu bir isim olmuş. Hemen orada Gabrielle'in nişanlısı Perdicus geliyor. Mitolojide değil ama tarihte Perdiccas olarak yazılan bu isim, Büyük İskender'in generallerinden birine ait (meşhurluk açısından). İskender'in ölümünün ardından ortalıkta dolaşan generallerin aslında ilk etapta en kuvvetlisiydi bu abi. İlk başta imparatorluk ordusunun başına geçmişti, ayrıca varissiz ölen İskender'in koca imparatorluğunun da ilk vekaleten yöneticisiydi. Haliyle tüm imparatorluğu ve gücü tek elde, kendi elinde toplamaya karar verince de diğer generaller buna karşı birleşip, vay sen misin bir akıllı diyerek savaşa tutuştu bununla (tek sebep bu değil tabi bir şeyler bir şeyler ama anlatmaya başlayınca susmuyorum). En son bizim dombili Ptolemy, Mısır'daki rahat koltuğundan nanik nanik yapınca, Perdiccas hışımla Mısır'a yürüdü. Ama işte kader ağlarını yine örmüştü, askerleri isyan etti ve koskoca Perdiccas'ı öldürüverdi.

Xena'nın eskisilerinden savaşçı Draco'nun ismi ise dizideki karakterine az buçuk yakışır bir anlam taşıyor. Yunanca Drakon'dan türemiş, bu kelimeyi de biliyorsunuz, yılan ya da büyük deniz yılanı demek, bu yüzyılda daha çok ejderhalar için kullanılsa da. Aslında kökündeki "derk" görmek demekmiş, bu hayvanın ölümcül bakışlara sahip olmasına atıfta bulunur gibi. Aslında Eski Yunan'da M.Ö.7.yy.da yaşamış pek ünlü bir kanun koyucu var bu isimde. Atina şehir devleti vatandaşlarınca demokratik bir şekilde seçilmiş, ilk kanun koyucu. Drakon'un yasaları ilk etapta karman çorman bir şekilde ilerleyen kanunsuz ortama yeni bir soluk, bir düzen getirmiş olsa da sonradan oldukça katı ve sert oldukları fark edildiği için sonraki zamanlarda ismiyle de bağdaşmış bu katılık. Kanla yazıldığı hakkında acı acı insanları öksürten bu kanunları daha sonraki yüzyılda gelen Solon alabildiğine yumuşatmış mesela.


Xena'nın köyü Amphipolis'e doğru ilerlerken geçtiği köprünün bulunduğu yer dizide Strymon Geçidi olarak adlandırılmış. Amphipolis tarihte yer alan gerçek bir Yunan şehri. Günümüzde Orta Makedonya'da yer alıyor. Edoni ismi verilen halkın yerleştiği şehir, M.Ö.437'de kurulup, en son M.S.8.yy.da terk edilmiş. Orijinalinde bir Atina kolonisi olarak geçiyor. Günümüzde Roma dönemine ait yerleşimi hala görülebilir durumda. 2012 yılında burada, Yunanistan'ın en büyük mezar höyüğü bulunmuştu (burial mound'u nasıl çeviriyorduk ya?). O zamanlar nasıl heyecanla baktığımı hatırlıyorum bu habere.

İşte bakın Xena'nın geçtiği köprü :)

Amphipolis şehri, Strymon nehrinin doğusunda yer alan yüksekçe bir plato üzerine kuruluymuş. Strymon Nehri, Ege Denizi'nden yaklaşık 3 metre yukarıda yer alan Cercinitis Gölü'nden doğuyor. Strymon Nehri'nin üstündeki tahta köprü, tarihçi Thucydides tarafından da bahsedilmiş bir şey ancak tabi dizide oldukça sallapati minik bir köprü olarak görünüyor. Dizide öylece hiçliğin ortasında kendi halinde bir köprü ama tarihte aslında şehir ve Makedonya toprakları için oldukça stratejik bir öneme sahip bir köprü. Mitolojide ise Strymon tabiki bir nehir tanrısının ismi. Babası Okeanos, annesi Tethys.

Polyphemus ile Galatei moziği, sağdaki meşhur cyclopeslerden Polyphemus
Mozaik şu an Cordoba'daki Alcazar de Los Reyes Cristianos'ta sergileniyor


Xena bu köprüyü geçince bir Cyclops ile karşı karşıya kalıyor. Onu da geçmişindeki dark side günlerinden bildiğini öğreniyoruz, köprüyü geçen insanları yiyen Cyclops'un var olan tek gözünü kör etmiş zamanında Xena. Cyclops (şimdi bunun tekil mi çoğul mu yazılışı olduğuna karar veredim, ya da direkt normal yazılışı bu olabilir miydi acaba, neyse) Yunan mitolojisinde pek çok yerde, pek çok şekilde geçen karakterlerden. Ben en iyisi Kikloplar diyeyim bundan sonra. Hah işte bir anlatıya göre Kikloplar 3 tane. Yuvarlak gözlü devler. Babaları Ouranos, anneleri Gaia. Yani gökkubbe babaları, toprak ana anneleri. İsimleri Arges, Steropes, and Brontes olan bu devler, titan soyuna ait sayılıyor ve tek gözleri var alınlarında. Babaları bunları doğar doğmaz Tartarus'a yani dünyanın merkezine gönderiyor. Anneleri tarafından kurtarılıp, titanların savaşında titan Cronus'a yardım ediyorlar. Çünkü Tartarus'ta ellerinde çekiçlerle ateşte maden dövüp, bir şeyler şekillendirmek asıl yetenekleri. Cronus da savaştan sonra bunları yine Tartarus'a geri yolluyor. Sanırım çirkinleri bu dünyada kimse sevmiyor. Bir de her savaşa girişen gelip bunları çağırıyor. Zeus da Titanlara karşı savaşında Kiklop dostlarımızdan yardım alıyor. Ama Zeus sözünde duruyor, bu sefer yeryüzüne çıkıyorlar. Buna karşılık Kikloplar da Zeus'a o ünlü şimşeğini, Hermes'e meşhur kaskını (başlık aslında da kask diyelim), Poseidon'a üç başlı asasını hediye ediyor. Başka başka anlatılarda Sicilya'da yaşayan, insan yiyen, civar köylerin mahsüllerini cukkalayan, kimseyi sallamayan canavarlar olarak geçiyorlar. bu 3 tane Kiklopun oğulları olarak geçenler ve başkaları da var tabi.

Oedipus ile Sfenks'i gösteren bir kırmızı figürlü Attika kylix'i. Vatikan'da şu an.

Gabrielle, Xena'nın peşine düşmüş, onun haberi olmadan Amphipolis'e doğru gitmeye çalışırken yolda bir nevi otostop çekip, yaşlı bir çiftçinin at arabasına atlıyor. Bu yaşlı adamla Thebes kralı Oedipus'un muhabbetini ediyorlar. Daha doğru Gabrielle, Sofokles'in Kral Oedipus oyununa atıfta bulunuyor. Oyunu bir şiir gibi okuyabileceğini söylüyor ama yaşlı adam daha bilgili çıkıyor. Oedipus'un krallığı zamanında Thebai'de yaşadığını ve asıl gerçekleri anlatabileceğini söylüyor. Sofokles'in bu oyunu M.Ö.429 yılında ilk defa sahnelenmiş bir oyun, her ne kadar kral ve olaylar mitolojik olsa da. Oedipus'un hikayesini duymayan yoktur gibime geliyor (yoksa var mı?!). Hani şu psikolojide yüzyıllar sonra bir komplekse adını veren hikaye. Thebai kralı Laius, lanetlendiği için bir kehanet ortaya çıkar: Oğlu, büyüyecek ve babasını öldürüp, annesi ile evlenecek ve kral olacaktır. Bunun üzerine yeni doğmuş Oedipus'u bir hizmetçine verir, götür ormanda ölmeye bırak der. Ancak hizmetçi minik bebeğe acır ve onu başka bir çobana verir. Bu çoban da bebeği, çocuğu olmayan Corinth kralı ve kraliçesine verir. Öz oğulları gibi yetiştirip, bakarlar Oedipus'a bu kral ve kraliçe. Ancak günün birinde bir şölende genç Oedipus evlatlık olduğundan şüphelenip, yolları düşer. Delphi'deki kahinden anne babasını öldüreceğini öğrenince zanneder ki kendini yetiştiren, sevdiği kral ve kraliçenin ölümüne sebep olacak. Buna engel olmak için kaçar. Thebai'ye doğru giderken yaşlı bir adamla takışır ve birbirlerine saldırmaları sonucu Oedipus, yaşlı adamı öldürür. Daha sonra şehre musallat olan bilmececi Sfenks'i alt edip, şehri ondan kurtardığı için dul kraliçe ile evlenip, Thebai kralı olur. Ancak yıllar yıllar sonra - yine uzun bir hikayesi var bunun da - üzerindeki kehaneti öğrenir. Öz annesi ile evlenip, 4 çocuk yapmış olduğunu fark ettiğinde ortalık alev alır tabi. Zavallı kraliçe kendini öldürür, Oedipus kendi gözlerini kör eder ve kızı Antigone'nin rehberliğinde kendini bir derviş gibi yeniden yollara atar.

Oedipus'un hikayesi buradan sonra da baya bir devam ediyor, oğulları ve kızlarının da dahil olduğu baya maceralar var. Hatta Hercules:TLJ'nin 6.sezonundaki "Rebel With A Cause" bölümünde de geçiyor bir kısmı. Neyse elimden geldiğince kısaltarak anlattım, çünkü hafta başından beri bu yazıyı yazıyorum. Ama gene bitmedi, bahsedeceğimiz birkaç karakter daha var.

Bu da Cyrene moziği olabilir ama Cezayir'den olmasının dışında bir bilgi bulamadım

Xena'nın annesinin isminin Cyrene olduğunu da öğreniyoruz bu bölümde. Mitolojide Teselya prensesi olan Cyrene, sonradan da Kuzey Afrika'daki bir şehir olan Cyrene'nin kraliçesi olmuş. Şehre tabiki onun adını verip, kuran tanrı Apollo.  Apollo durup dururken adına şehir kurmamış, iki çocukları var: Aristaeus ve Idmon. Oldukça cesur bir avcı olarak geçiyor Cyrene ayrıca. Tanrıça Artemis'le dolaşan, aslanlarla güreşen bir kadın. Bu cesurluğundan cevvalliğinden etkilenen Apollo tabiki gelinim olacaksın deyip, hoop gelini yapıyor Cyrene'yi. Çocuklar doğduktan sonra da nymph yapıyor ki uzuuuun uzuun yaşasın. Daha da ilginci Ares'ten de bir oğlu var Cyrene'nin, Diomedes. Neyse o konulara girmeyelim.

Bu bölümü şimdilik burada keselim, çünkü önümüzde 133 bölüm daha var.

9 Ocak 2023 Pazartesi

Xena ile Mitoloji Saati 4 : Hercules:TLJ 113 - Unchained Heart

 Yepisyeni bir Xena ile Mitoloji Saati'ne hoşgeldiniz! Yine hevesle başlayıp, 4 yazı yazdıktan sonra tozlu raflarda unuttuğum bir proje daha. Evet biliyorum ama çok kötü bir zamana denk getirmişim başlarken. 15 Ocak 2020'de şu yazı ile başlamıştım. Temelde Xena bölümlerini izleyip, her bölümdeki konuyu, maceraları, karakterleri mitoloji ve tarihteki/arkeolojideki yerlerine göre inceleyecektik. Başlamaya karar verdiğimde pandemi yoktu, lazer ameliyatı olacaktım ama beni çok zorlamaz diyordum. Gene de şubatta ikinci yazıyı - Xena ile Mitoloji Saati 1 : Hercules and The Amazon Women (1994) - yazabilmişim. Bir ay sonra pandeminin hayatımızı allak bullak edeceğini ve evlere gönderileceğimizi bilmiyordum. Sonraki bölümler Xena ile Mitoloji Saati 2 : Hercules:TLJ 109 - The Warrior Princess ve Xena ile Mitoloji Saati 3 : Hercules:TLJ 112 - The Gauntlet'i nisanda yazdıktan sonra sanırım kafayı yemiş olabilirim. Evdeydim, evden çalışıyordum. Tüm sistemi evden çalışma üzerine kurmaya çalıştığımız için işler arap saçına dönmüştü, sabahın köründen geceye kadar bilgisayar başında iş yapıyordum. Bir iki ay sonra da annemin ameliyat işi çıktığından 2020 öylece bitivermişti. Ben de Xena'yı ve Mitoloji Saati'ni unutup gitmişim. Sonunda devam edebiliyorum. Umarım :)


En son Hercules:The Legendary Journeys dizisinin ilk sezonunun 9.bölümünde Xena'nın değişim hikayesine tanık olmuştuk. O bölümün sonunda Xena, Hercules'in peşine takılıp, bundan sonra hayatında ne yapacağına dair düşüncelere dalmıştı. Aradan geçen birkaç bölümden sonra sezon finalinde Xena'yı Hercules ile otururken buluyoruz. Yanlarında da eski dostumuz Salmoneus var (ondan The Gauntlet bölümünde bahsetmiştim). Salmoneus bu bölümde Hercules'in biyografisini yazmaya heves ediyor. Hercules'in kankası Iolaus'un bölümün başında nerede olduğunu bilemiyorum, önceki bölümleri izlemediğim için ama o da sonradan katılıyor maceraya ve evet, The Warrior Princess bölümünde yaşananlardan ötürü Xena'ya çok pis nefret dolu (Hercules'i öldürüp, şan şöhret kazanıp, ordumu geri alacağım diye Iolaus'u kendine aşık etmiş ve ben iyi biriyim artık diye kandırmıştı). O bölümün sonunda Ares'in (savaş tanrısı olarak ne menem olduğundan yine bahsetmiştim bir önceki yazıda), Darphus'u diriltip, kötülüklere saldığını görmüştük. Darphus, kötü savaşçı kişiliğindeki Xena'nın sağ kolu olan manyaktı hatırlarsanız. Yeniden dirilmiş, üstüne bir de oklarla kılıçla falan öldürülemeyen Darphus, bu bölümde yine köyleri yakıp yıkıyor peşindeki adamlarla. Ve kaçırdığı köylüleri de Ares'in kötücül yaratığı Graegus'u beslemek için kullanıyor. Hedefinde Elysia isimli, elmas madeni olan bir köy var. Yolda saldırdığı köylülerle de Xena ve Hercules'e haber salıyor, ben dirildim, gelin sizi yiyeyim diye. Kahramanlarımız Hercules, Iolaus, Xena ve Salmoneus maceralara atılıp, sonunda Darphus'u ve ordusunu yenip, köyleri kurtarıyorlar.


Bu bölümün ilk taslağında esasında Xena karakteri ölüyormuş bu arada. Ancak bakmışlar hem çok sevilmiş, hem de bitirmeye karar verilen başka bir dizinin yerine bir dizi lazım olmuş, eh o zaman bir de bunu deneyelim demişler. Bölümün ortalarında zorlama bir Hercules-Xena aşkının tanıştırılmasına ve tarihin en kötü CGI'ına sahip bir yaratığı barındırmasına rağmen bölüm ortalama bir şekilde tamamlanıp, bir efsanenin doğuşunu çok güzel hazırlamış oluyor son sahnesiyle. Sonunda geçmişinin bağını temizleyen Xena, Hercules'e, bölüme ismini veren cümleyi söylüyor: "you unchained my heart". Ardından insanı heyecanlandıran o "goodbye" ve yarım gülüş geliyor, Xena atına atlayıp uzaklaşıyor.

CGI kötü olabilir ama makyaj ve kostüm ekibi 5 maaş ikramiyeyi hak ediyormuş o yıllarda. 

Mitoloji tarafına gelirsek ise bu bölümde ilk defa karşılaştığımız elmas madeni Elysia köyü ve Ares'in canavarı Graegus'u raflarda aramaya çıkıyoruz. Bulabildiğim kadarıyla Elysia isminde bir köy yok eskiden Yunanların yaşadığı yerlerde. Buna en yakın isim Elysium ki onu da mitolojiden duymadıysanız filmden duymuşsunuzdur. 2013 yapımı, Matt Damon ve Jodie Foster'lı filmde de ismin asıl anlamından esinlenilmiş olabilecek bir hikaye vardı. Elysium mitolojide yeryüzünün batı yakasında yer alan bir tür cennet. Elysian düzlükleri de denen bu cennete ilk anlatılarda kahramanlar falan gidebilirken, sonradan tanrılar da dahil olmak üzere şimdiki gibi cenneti hak eden pek çok Yunanın gittiği söylenmeye başlıyor. Hades'in yönettiği yeraltı dünyasının tersine burası ölümün asla tadılmayacağı, sonsuza dek haz içinde yaşanılacak bir yer. Elmas madeni ise kuzeydoğu Yunanistan'da bulunan bir maden. Ama buralarda antik dönemde madenciliğinin yapılıp yapılmadığını bilemiyorum. Elmas, mitolojide pek çok yerde geçiyor oysa. Cronus, annesi Gaia tarafından kendisine verilen elmastan sert bir orak kullanarak babası Uranüs'ü hadım ediyor mesela. Kahraman Perseus da Gorgon Medusa'nın uyurken başını kesmek için elmastan bir orak veya kılıç kullanıyor.

Platon, elmasların taşlarda bedenlenmiş yaşayan göksel ruhlar olduklarını öne sürmüştü ayrıca. Yunan halkı, elmasların tanrıların gözyaşları veya düşen yıldızların parçaları olduğuna inanıyormuş mesela. Yıldızların da tanrılar Eos ve Astraios'un çocukları olduğuna inanıldığından, elmaslar otomatik olarak tanrısal şeyler oluyor.

Bakın 1994 senesi CGI


Ares'in savaş köpeği Graegus'un mitolojideki pek çok yer altı canavarından esinlendiği ortada. Ares'in simge hayvanı akbabalar. Yine de kelimenin orijinine bakarsak Graecus'tan senaristlerin uydurmuş olabileceğini varsayıyorum. Graecus, mitolojide Pandora ile Zeus'un oğlu. Buradaki Pandora, öbür meşhur kutuyu açan Pandora'nın torunu. Bu Pandora'nın kız kardeşi Hellen'in çocuklarının Yunan (Hellen) ulusunu oluşturan kabilelerin başı olduğuna inanılıyor mitolojide. Akrabalık ilişkileri mitolojide en deli konu. Ares'e insan kurban etme ritüeli gibi bir şey de yok şimdilik bilindiği kadarıyla. Ancak inek veya horoz gibi hayvanların kurban edilmesi var.

Bir gün Ares'in acımasız insan yiyen canavarlarıyla
 karşı karşıya kalırsanız unutmayın, bu şekilde savaşıyoruz.

Görüntülerinin döneminin tüm özelliğini yansıtır şekilde kötü olmasının yanı sıra, hikayesinin de biraz zorlama olması insanı sıkabiliyor tüm bölüme genel olarak baktığımızda. Hem Hercules'in ilk sezonu olduğu için her şey oturmaya çalışıyor, hem de Xena'yı oynayan Lucy Lawless karaktere girmeye çalışıyor. Mesela atından inmiş, yaya bir halde köye saldıran adamların üstüne koşan bir Xena var, sert bir ifadeyle korkutucu bir şekilde koşmaya başlıyor, tam kahkaha atacaktım. Neyse ki o anda o muhteşem fon müziği girdi de tüylerim diken diken oldu. Tüm bunlarla birlikte mitoloji adına da pek bir şey içermeyen bölümün tek özelliği, benim için, Xena'nın kendi hikayesine anlaşılır bir "closure"la uğurlanmış olması.

Daha istikrarlı olabildiğimiz (olabildiğim) bir yıl olsun çocuklar, asıl Xena bölümlerinde görüşürüz!

23 Aralık 2022 Cuma

In The Soop : Friendcation (2022) - Geçmiş güzel günlerime, gençliğime hasretle

 




İnsan beyni ne garip. Bazı günleri, bazı deneyimleri yaşarken çoğunlukla o anlar hakkında hiçbir şey düşünmüyor oluyoruz. Öylece yaşıyoruz, geçiyor, gidiyor. Yaşarken o anları zorlayıcı olsalar da, o anda sinir olsak da sıkıntı yaşıyor olsak da geçiyor. Çok mutlu da olsak geçiyor. O anlarda hiçbirini fark etmiyoruz. Yıllar sonra, artık üzerlerinden çoook şeyler geçmiş olduğunda hayat bize o anları, geçmişimizin karelerini çok sezonluk bir dizinin sahneleriymiş gibi ara ara gösterim yapıyor. O gösterimlerde saçma bir şekilde, geçmişin yaşadığımız o kısımlarındaki, o sahnelerdeki kendimize bakıyor ve ulan gene de mutluymuşum diyoruz. Çiğ ile kaplanan gece boyunca ince bir havlunun üstünde yatmıştım ama mutluydum. Bütün bir gece süren otobüs yolculuğunda iki saniye bile uyuyamadan, çevremizdeki yolcuların ayıplamalarına maruz kalmıştım ama mutluydum. Tüm gün üstümüze kovalarla su yağdırılırken güneşin altında bata çıka yolculuk etmiştik ama mutluydum. Çok sevmeme rağmen bir waffle'ı 3 kişi paylaşmak zorunda kalmıştım ama mutluydum. Üstümüze örtecek doğru düzgün bir yorgan bile yokken, cebimizdeki tek parayla incecik bir battaniye alıp tüm kışı onunla geçirmek zorunda kalmıştık ama mutluydum. Tüm Avrupa'yı nefret ettiğim gözlüklerimle ve sivilceli suratımla dolaşıyordum ama mutluydum. Elimde küreklerle çılgın suyun içinde boğuluyordum ama mutluydum. Gecenin bir yarısı ilk defa tanıştığım insanlarla bir barın önündeki kalabalıkta sıkışıp kalmıştım ama mutluydum. O anlarda mutlu olduğumu düşünmüyordum. Dedim ya durup düşünmüyor insan bir şeyi yaşarken, bir şeyin tam ortasındayken. Yıllar sonra, artık dönüp baktığımda, şu an olduğum noktadan bakınca mutlu anılarmış gibi geliyor bunlar. Acılı bir gülümse oturuyor yüzüme. İşte kötü yanı da bu mutluluğu, geçmiş mutluluğu hissetmenin. O günlerin geçip gittiğini, şu an yaşanamayacak olduğunu bilmenin hüznü çöküyor üzerime.


In The Soop:Friendcation'ı izlerken de tam olarak hissettiğim buydu. 4 bölüm boyunca yüzümde o acılı gülümseme, içimde çöreklenen hüzünle geçmişime uzun yolculuklar yapıp durdum. Bilmem belki diğer In The Soop versiyonlarındaki - BTS'in yer aldığı iki sezondan - farklı bir hava taşıyor olmasındandı bu versiyonun. Bir tv showu formatı bu aslında. Ya da reality show dediklerinden. "숲" kelimesi Türkçe'de "suup" gibi okunuyor, İngilizce'de bunu "Soop" olarak yazıyorlar. Yani programımızın ismi aslında "ormanda". BTS versiyonlarında, grup üyeleri ormanın dağın gölün oralarda bir eve, bir haftalığına falan tatile gidiyorlardı. Evin hemen hemen her köşesine kamera yerleştirilmiş durumda oluyor, geri kalan bahçe vb. yerlerde de kameramanlarla çekiliyor. Bu şekilde belli bir senaryo yazılmadan, grup üyeleri bir tatilde bir evde arkadaşlarıyla ne yapmak istiyorlarsa onu yapıyorlardı. Senaryo yok ama şunu yaparız bunu yaparız diye plan yapmış oluyorlar ve mesela kendi yemeklerini kendileri yapıyor, resim yapıyorlar, top oynuyorlar, karaoke yapıyorlar ya da bir yere gezmeye gidiyorlar. BTS versiyonunda 7 genç adam bir araya gelip, çocuklar gibi delirdiklerinden izlemesi çok keyifli bir eğlence izliyorduk.


Bu versiyon ise BTS üyesi Taehyung'un oyunculuk ve müzik dünyasından arkadaşlarıyla bir "In The Soop" yapalım fikrinden ortaya çıkmış. Bu yılın başında, Taehyung şirkettekilere demiş ki ben benim kankalarla birkaç günlüğüne bir kaçamak yapacağım, hani siz de isterseniz bakın bunu böyle program gibi çekelim. Sonuçta kankalarının biri şu sıralarda Marvel filmlerinde oynamaya başlayan Park Seo Joon, biri Güney Kore'nin Oscar kazanan ilk filmi Parasite'in başrollerinden Choi Woo Shik, öbürü yine ülkenin en sevilen ve en yakışıklı oyuncularından Park Hyung Shik, sonuncusu da on yılı aşkın süredir müzik piyasasında pek çok işe imza atmış prodüktör, söz yazarı ve sanatçı Peakboy (Kwon Sung Hwan). Böyle olunca pek çok hayranın izlemek isteyebileceği bir showun ortaya çıkacağını düşündüklerinden hemen ortam ayarlanıyor.


Bu 5 arkadaş yoğun iş tempolarının arasında böyle 3-4 günlüğüne sakin bir tatil evinde, birbirleriyle hasret gidererek takılıyorlar. Malum, 2 seneye yakın bir pandemi döneminin ve sonrasında birden bire başlayan işlerin ardından onlar da tıpkı bizler gibi, dostlarıyla buluşup muhabbet etmek, yemek yemek, birbirlerine komik videolar göstermek, birlikte dizi izleyip yorum yapmak gibi şeyler istiyorlar. İşte bu versiyonu BTS'in 7 üyesinin bir arada olduğu eğlenceli tatil günlerinden ayıran da bunlar oluyor. Diğerleri, hepsi 20li yaşlarında, çocukluklarını bir arada geçirip, son 10 yılda birlikte büyümüş bir aile olduklarından çoğu zaman o kadar derine inmiyorlar. Muhabbet etmektense birbirlerine bağıran, şakalaşan, oyun oynayan kardeşler gibi. Yaşadıkları onca yıldan sonra, ailelerinden çok birbirlerini görüp, öyle büyüdüklerinden onlar artık tam anlamıyla bir aile. Friendcation ise insanın kendi ailesinden kopma yaşı geldiğinde, dışarıdaki dünyada bu sefer kendi kişiliğiyle, kendi çabasıyla edindiği arkadaş ortamını gösteriyor bir anlamda. Cidden düşündüğünüzde, hiçbir şey bilmezken, kendimizi bile bilmezken edindiğimiz arkadaşlarımızla olan muhabbetlerimiz, dinamiklerimiz, dünyayı ve kendimizi tanıyıp, kim olduğumuzu bildiğimizde edindiğimiz arkadaşlarımızla olanlardan çok farklı geliyor.

Bu yüzden In The Soop: Friendcation, böyle sonbaharın ayazlı kurak günlerinden, kışın soğuk günlerine geçerken ılık bir kafede arkadaşlarla sessiz sakince hayat üzerine sohbet etmek gibi olmuş. Renk paleti hep o sonbaharın kışa dönüşü, herkesin üstünde bir sessizlik var, herkes aslında kendi içinde düşüncelere gömülmüşken bir arada olmanın o ılık sıcaklığının keyfini çıkarıyor gibi. Çoğunluğu 30larının başında diğerleri 20lerinin sonunda bu 5 genç adamın 4 günlük tatilini izlerken işte bu yüzden beklediğim eğlenceli seyirliğin çok dışında bir şey buldum. Kendi dertlerimi unutup, birkaç eğlenceli saat geçireceğim derken, bir baktım onlarla birlikte kendi içime dönmüşüm, geçmişimle dansa durmuşum.

20 Aralık 2022 Salı

The Gilded Age (2022 - ) - Amerikan Rüyası'nın Ortaya Çıkışı

 


1882 yılının Pennsylvania, Doylestown'ında yeni vefat eden babasının geride bir dolu borç bıraktığını öğrenen Marian Brook, borçlar ödendikten sonra elinde kalan 30 dolarla, New York'un soylu çevresinde yaşayan halalarının evine doğru yola çıkıyor. Küçük bir kasabada, samimi bir ortamda, pek de paraymış zenginmiş fakirmiş siyahmış beyazmış diye düşünmeden büyüyen Marian, Amerika'nın "parıldayan çağı"nın New York'unda kendini "eski para" sahibi aristokrat kökenli ailelerle, "yeni para" sahibi burjuva aileler arasında bocalarken buluyor böylece. Marian'ın evine yerleştiği büyük halası Agnes, zamanında mantıklı görünen seçenek olduğu için zengin ve aristokrat biri ile evlenip, kendi kendine ayakta kalabilen, yeni düzenle birlikte ortaya çıkan burjuvaları küçük gören bir demir yürek. Küçük halası Ada ise büyüğünün tam tersi, kalbinin sesini dinleyip dinleyip, evlenmemiş, herkese ve her şeye iyi kalplilikle yaklaşan narin bir ruh. Marian'ın kuzeni Oscar, sert annesinin arkasından bin türlü dolap çevirip, kendi ajandasına göre yolunu bulan bir kaypak evlat. Marian'ın yolda tanıştığı ve yardım aldığı Peggy Scott, siyahi insanlar için açılmış olan bir enstitüden yeni mezun olmuş, yazar olma hayalleriyle New York'a taşınıyor. Sokağın hemen karşısına devasa ve gösterişli malikanelerini inşa ettirip, taşınan Russell ailesi dee var gücüyle kendilerini New York sosyetesine kabul ettirmeye çalışıyor. Bu arada tabiki üst kattaki zengin ve soylularımıza hizmet eden alt katta yaşayan sınıfımız var, sokağın her iki yanındaki bu evlerin hizmetçileri, aşçıları, uşakları ve Marian'ın memleketinden bir hevesle atlayıp New York sosyetesine dalmaya gelen avukat Tom Raikes ile birlikte bu parıldayan çağın tam ortasına düşüveriyoruz.

The Gilded Age'ın ilk sezonu 24 Ocak 2022-21 Mart 2022 arasında 9 bölüm olarak yayınlandı. Sinema ve tv dünyasının dönem draması açığını neredeyse tekeline almış gibi olan Julian Fellowes'un en son işi olarak ekranlardaki yerini, ilk sezonu bitmeden de ikinci sezon onayını aldı. Fellowes'u hemen hepimiz gibi ben de Downton Abbey ile tanıdım, Neverland'de bu konuda yazdım da yazdım. Bu downton abbey formülü olarak yarattığı şey o kadar tuttu ki onun gazıyla Belgravia(2020) ve şimdi de The Gilded Age(2022) ortaya çıktı. Belgravia'yı şurada anlatmıştım, onun devamı gelip gelmeyeceğine dair hiçbir ses yok. Olmayacak yüzde doksan dokuz ihtimalle. Yine Fellowes'un yarattığı The English Game(2020) filmini de burada anlatmıştım. The Young Victoria(2009)'sını da izlemişim, imdB'de işaretlemiş ve puan vermişim ama hiçbir şey hatırlamıyorum, nasıl olduysa silmişim filmi hafızamdan. Neverland'de de yazmamışım, bunalım zamanlarıma mı denk gelmiş ki? O kadar mı kötüymüş acaba film? İzlemek istediğim bir beş altı tane daha dönem yapımı daha var Fellowes'un ama ayrıca şu Angelinalı ve Johnnyli The Tourist(2010)'in de senaryosunun kendisine ait olduğunu söylemeden geçemeyeceğim (Onu da şurada anlatmıştım).

Fellowes'un yazdığı dönemler aralardaki birkaç başka insanların yazdığı hikayelerden uyarlamalar dışında genel olarak Victoria döneminden 1900'lerin ilk/ikinci on yılına uzanıyor (Başka kitaplardan senaryosunu yazdıkları da mesela çoğunlukla 1930-40'lara denk düşüyor.). Downton ve Belgravia ile Britanya tarihinde salınırken The Gilded Age'de yeni dünyaya uçuyoruz. Diziler ve filmler sayesinde Britanya tarihine siz de benim kadar hakim olmuşsunuzdur bunca yıldan sonra. O yüzden Amerika kıtasının ve ABD'nin tarihine yabancılıkta da bir o kadar beraberiz diye düşünüyorum. Genel olarak ABD tarihi bende şöyle kodlanmış durumda: Avrupalılar ABD'yi keşfetti, göçmenler geldi yerleşti, Britanya'dan bağımsızlık kazanmak için bir savaş yaptılar, sonra da kendi aralarında bir savaş yaptılar. Bu kendi aralarındaki savaşın sebepleri nasılları sonuçları hakkında açık bir fikrim yok, sadece kendimce romantize edilmiş bir "güneydekiler köleliği kuzeydekiler kölesizliği savunuyordu birbirlerine girdiler" gibi bir şey uydurmuş gibiyim. 1861-1865 arasında süren savaşın aslında çok daha karmaşık olayları var ama bugünkü tarih dersimizde o döneme değil, onun hemen sonrasına ışınlanıyoruz. 1865'in nisanında iç savaş bitiyor, 4 yıl sonra da ilk kıtalararası denilen tren yolu tamamlanıyor. Ve bu savaşın bitmesiyle ülkede adeta bir gelişme patlaması yaşanmaya başlıyor. Tren ve tren yolu olayının uçuşa geçmesinin yanında teknolojik her şey bir bir gün yüzüne çıkıyor. 1870'den itibaren ABD'yi şimdiki ABD yapmaya giden yolun taşları döşeniyor. 1872'de ilk pratik daktilo icat ediliyor. 1876'da Alexander Graham Bell ilk telefon için patent alıyor, 1877'de Thomas Edison ilk silindirik fonografı yapıyor (neyki bu alet neden bu kadar önemli diyenlerimiz için şöyle açıklayayım, sesleri kaydedip dinlemeye yarayan ilk alet bu). 1879'da yine Edison, ilk ampulü böyle pasparlak gösteriveriyor. 1888'de ilk Kodak kamerası yapılıyor.

Sadece böyle teknolojik icatların ortaya çıkması bu dönemi parlak yapan şey değil tabiki. Büyük sosyo ekonomik çığırların açıldığı bir dönem ayrıca bu. Çalışarak, bir şeyler üretip, bir şeyler başararak zenginleşme kavramının da ortaya çıktığı dönem neredeyse. Tren yolu inşa etme işine giren ve büyük başarılar kazanan yeni nesil bir tüccar sınıfı ortaya çıkıyor. O dönemlerdeki anlayışa göre toplumun alt tabakalarında doğan bu insanlar, hesapsızca kazandıkları bu devasa miktarlardaki paralarla eskinin aristokratlarını sollayarak yeni bir sınıf ortaya çıkarıyorlar. Önceleri bu eski aristokratların arasına girmeye, tek bildikleri yöntem olan bu sınıf atlama yöntemine uymaya çalışıyorlar. Bu da ortaya bir tür eski çağın zenginleri ile yeni çağın zenginleri arasında kültürel bir savaşa sebep oluyor. Paralı tarafta dönen bu fırtınaların yanında ise diğer tarafta 1873 ile 1896 arasında "The Long Depression" yani Uzun Buhran yaşanıyor. Dünya genelinde etkileri olan bu ekonomik bunalım döneminde fakirler iyice fakirleşirken zenginler daha da zenginleşiyor. İşçi sınıfı hareketleri ortaya çıkıyor bir yandan da. Sonraki yüzyıllar boyunca dünya ekonomisini belirleyen Rockefellerlar, Carnegieler, Vanderbiltler, J.P.Morganlar da bu dönemde yükselip, ortalığı ele geçiren "baron"lar bu arada.

1900 yılı itibariyle dönemi bitiriyor tarihçiler. Gerçi 1880'de de bitirenler var ama olsun. Döneme ismini Mark Twain ile Charles Dudley Warner'ın 1873'te yazdığı "The Gilded Age" romanından dolayı vermişler. Romanda yukarıda da dediğim büyük ekonomik kriz ve bununla birlikte yerlerde sürünen halkla, türlü yollarla kazandıkları paraların gücüyle baronlara dönüşen zenginler ve onların parmağında oynattıkları politikacıların arasındaki uçurumdan bahsediliyormuş, Twain amcamız akıllı bir mizahçı olarak tabiki toplumun bu kötü durumunu eleştirmiş. Dizimiz ise işte tam bu Gilded Age'in ortasında, 1882'de başlıyor. 1882'nin Eylül'ünde, Edison'un Pearl Street'teki ilk elektrik gösterisinin yansıtıldığı olay, 7.bölümde gerçekleşiyor mesela. İlk sezon bittiğinde henüz 1883'e geçmemiş olabiliriz diye düşünüyorum çünkü Metropolitan Opera Binası açılmamıştı sanki hatırladığım kadarıyla ki o 1883'ün sonunda oluyor.


Bu en sevdiğim kısım olan tarih anlatma kısmını yerinde bırakarak diziye dönüyorum. Haliyle Downton sonrası bu tür hikayelere açlıkla atladığım için The Gilded Age'e de çöl ortasında vaha görmüş gibi atladım. Doğru düzgün bilmediğim, hatta hemen hemen hiç bilmediğim bir dönemi görecektim. Çok heyecanlıydım, çok umutluydum. Sonra pat diye şu yanda görmüş olduğunuz yüzle karşılaştım. Aman allahım, gerçek olamazdı. Oyuncunun kendisine, kişiliğine laf etmiyorum, yanlış anlamayın. Sadece hayat seçimlerine lafım. Oyunculuk yapmayı seçmiş olması sorgulanması gereken bir konu. Gidip, herhangi bir şirkete girebilir, herhangi bir iş yapabilirdi yani. Nolmuş yani Merly Streep'in kızıysan? Tüm ablaların da oyuncu diye illa sende mi olmak zorundasın? Belki çok iyi bir insandır, orasını bilemem. Belki dünyaya aşırı yararlı bir bireydir, orasını da bilemem. Ama bu kadar itici gelmesinde bir sorun olduğunu biliyorum. İlk bölümü zar zor bitirmemi sebep olması çok kolay bir şey değil yani. Hayır bir de onun dışında ortalık yıllanmış tiyatrocularla, tarihi dramaların pek çok bilindik yüzüyle dolu. Ama bu kızımız, yer aldığı her sahnede insanı delirtiyor. Ekrana bakmak istemiyorsunuz, karakteri de şansımıza tüm hikayenin üzerine kurulduğu Marian değil mi? Mecburen her sahnede var, her konunun ortasında, küçük bir kasabadan gelip kendini New York sosyetesindeki güç savaşlarının arasında savrulurken bulması gereken bir karakter. Bu tür karakterleri iki türlü oynayabilirsiniz. Ya direkt masum, saf kasaba kızı olarak gelip, hikaye boyunca yaşadıkları ile gelişip, varacağı noktaya varan bir karakter olarak ya da içinde zaten kötü veya iyi bir karakter barındırırken gelip, burada yaşadıkları ile bir şeyler öğrenerek iyi veya kötü yönde değişen bir karakter olarak. Bu kızımız sayesinde Marian ikisi de olamıyor. Hep aynı dik bakışlarla dolaşıp, 9 bölümü bitiriyor.

Daha da kötüsü, Marian karakterini ekranınızda görmek zorunda kalmaktan da kötüsü, Cynthia Nixon'ın canlandırdığı Ada Hala'yı Marian ile birlikte izlemek. Gerçi onu da toptan izlemek kötü. Hikayenin iyi tarafı olması gereken halamız, her sahnesinde ya az kalsın gülmekten püskürecekmiş gibi duruyor ya da bir yeri çimdikleniyormuş da ağzı acıdan ıhhh dermiş gibi bakıyor. Sesi de aynı şekilde hep ihihihihi ağlayacak gibi çıkıyor. Sevecenlik ve anlayışlılık bu değil sevgili Nixon. Saf ve temiz kalpli, iyi niyetli bir halayı böyle yaparak canlandıramıyoruz maalesef.

Bu ikisi o kadar kötü ki, onlar dışındaki herkes iyiymiş gibi geliyor. Genelde izleyenlerin - sanıyorum görünüşünden ötürü - George Russell karakterini canlandıran Morgan Spector hakkında söyledikleri var ama bence o da çok iyiydi. Benim özellikle burada izleyip adeta aşık olduğum bir Carrie Coon var ki aman yarabbi. Mükemmel ötesi bir Bertha Russell izletti bize. Konuşması, tonlamaları, bakışı, salınışı ile nereye girse ortamı ele geçiriyordu. Kocası ile çalışarak, didinerek kocaman bir ticari imparatorluk kuran, azimli, hırslı Bertha, hep hayalini kurduğu sosyetik çevreye kabul ettirmeye çalışıyor kendini ve ailesini. Carrie Coon, bu karakter için ilk düşünülen isim değilmiş bir de. Ondan başkası bu kadar etkili olabilir miydi bilmiyorum.


Ayrıca bir de Jullian Fellowes dramalarının olmazsa olmazı Dowager Grantham karakteri bayrağını burada dalgalandıran Agnes Hala'yı canlandıran Christine Baranski var ki, keşke tüm dizi merkezine bu ikisini alsaymış dedirtiyor. En başta biraz çakma, biraz da zorlama bir Dowager Grantham'mış gibi geliyor ama karakteri adım adım kendileştirmeyi bildiği için izlemesi en keyifli sahneler birden bire onunkiler oluyor.


Pek çok Jane Austen uyarlamasından ve Britanya yapımı tarihi dramalardan bildiğim Blake Ritson'ı Oscar Van Rhijn olarak izlemek de ayrı keyifli. Gerçi o çok tanıdık bu tür rollerde, çok beklendikti benim için tekinsiz bir Blake Ritson. Olsun, gene de izlemek güzeldi.

İlginç ve maceralı bir dönemi, önemli oyuncularla anlatmasından ziyade, dizinin en güzel yanı aslında tüm o dünyayı inanılmaz görüntülerle önümüze sermesi. Her bir kareye bak bak doyamıyor insan. Her bir kostümün kendi içinde ayrı güzelliğine, detaylarına hayran oluyorsunuz. Zaten Outstanding Production Design kategorisinde bir Emmy'si ve başkada bir en iyi kostüm tasarımı ödülü almış durumda. 


Resimden çok anlaşılmıyor ama Bertha Russell karakterinin bu elbiseyle merdivenlerden bir inişi var ki

Solda Agnes hala, sağda Ada hala



Oyuncuların etkisi bir yana, dizinin benim için ilk bölümü oldukça sıkıcı, zorlayıcı ve izlemesi bunaltıcı bir seyirlik sunması ilk başta kötü bir durumdu. Büyük umutlarla karşısına geçtiğim ekrana bakmaya devam edemedim çoğu zamanında. İlk bölümü izledikten aylar sonra haydi ikinci bir şans vereyim diyerek ikinci bölümü açtım ve o bölümün sonlarından itibaren hikaye ivme kazandı, karakterlerin ne olabileceğine dair bir ön gösterim yaptı ve beni coşkuyla dünyanın içine savurdu. Bu diziden ilham alarak diğer bıraktığım pek çok diziye ikinci bir şans vermeye başladım mesela. Yeni sezonunu ise karışık duygular içinde bekliyorum. Umarım bir taş düşer de Marian karakterini oynayan Louisa Jacobson'ı sonsuza kadar değiştirirler. Cynthia Nixon'a yine de bir çizgi film karakteri olarak dayanabilirim.

30 Eylül 2022 Cuma

Law School(2021) ---> Yaşayarak öğretme deneyiminde seviye atlarken

 


Hankuk Üniversitesi hukuk fakültesinin, uygulama sınıfı gibi bir sınıfında ders işlenirken fakültenin en deneyimli hocalarından biri arka odada ölü bulunuyor. Neredeyse tüm öğrenciler ve hocalar bu uygulama sınıfındayken nasıl böyle bir şeyin meydana geldiği konusunda herkes şaşkın tabi. Bu arada bu uygulama sınıfı dediğimiz şey, zengin ve nüfuzlu siyasetçilerin iş adamlarının falan okula bağış yapmaları sonucunda, bir mahkeme salonu gibi dizayn edilmiş bir amfi. Burada öğrencilere bir örnek dava veriliyor, sonra öğrencilerin hepsine bir tiyatro oyunu gibi roller biçiliyor. Biri hakim, bazıları savcı, bazıları avukat, bazıları suçlanan kişi falan oluyor. Ellerindeki delillere ve dava dosyasına göre gerçek bir mahkemedelermiş gibi çıkıp, oynuyorlar. Böylece uygulamalı ders işlenmiş gibi bir şey oluyor. Tam da böyle bir ortamda profesörlerden biri arka odada ölü bulununca tabi, ortalık karışıyor. Hem de ne karışma...Bu olayla birlikte soruşturma başlıyor ve o soruşturmaya adeta biz de dahil oluyoruz. Her bölüm bir başka karakteri şüpheli olarak görüp, onu araştırıyoruz. Her bölüm bir başka ipucunun peşinden karakterden karaktere, yaşamdan yaşama savruluyoruz. Bu sırada bolca geçmişe dönüşlerle hem her bir karakterin hayatını, kişiliğini, onu o mahkeme salonu temalı sınıfa kadar getiren şeyleri izliyoruz, hem de genel olarak hikayenin geçmişindeki adımları takip ediyoruz.

Law School, orijinal adıyla 로스쿨 bu yazılışı da aslında lou sıkul diye okunuyor, 14 Nisan - 9 Haziran 2021 arasında Güney Kore'nin jTBC kanalında hemen hemen birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Bunu da yayınlanırken hafta hafta izlemiştim ve resmen bayıla bayıla, keşke daha çok bölümü olsa da daha çok izlesem diyerek izlemiştim ama bunca zaman sonra ancak yazabiliyorum. Güney Kore drama dünyasının sevdiği konulardan biri bu hukuk, mahkeme, davalar ortamı. Fantastiğinden, romantiklisine, dövüş ustası savcılarından hafıza kayıplısına kadar ne kadar buton varsa hepsine basarak anlattıkları konulardan biri. Hukuk benim için ekonomi gibi, bu yüzden hani filmlerde hacker diye bir karakter oturturlar önümüze ve böyle gelişigüzel klavyeye basarken o ekranda manyak şeyler olur ve hani vooo dersiniz ya. Hah işte, hukuk konulu dizilerde ben de böyle oluyorum. En mantıksız şeyleri bile yapıyor olsalar, zerre anlamadığım için bana inanılmaz zekice şeyler yapıyorlarmış gibi geliyor ve mutlulukla, keyifle, böyle ağzım beş karış açık izliyorum. Bunları önden söyledim, çünkü dizi ile ilgili söyleyeceklerimi okurken göz önünde bulundurun istiyorum. Yani ben çok bayılmış olabilirim, bu illaki aşırı mantıklı bir senaryo izlediğim anlamına gelmiyor. Benim hukuka bakışım öyle :)

Dedim ya fantastik ortamlılarını bile gördüğümüz bu türde, Law School aslında oldukça ayakları yere basan bir konu sunuyor. Yolsuzlukların alıp götürdüğü siyasetçilerin kampanyalarını görüyoruz, ilerleme ve itibar için yoldan çıkan profesörleri izliyoruz, toplumdaki eşitsizliğe maruz kalıyoruz. Ve hepsinin bir şekilde adaletin şaşmaz terazisinde ölçülüp, gerekenin yapılışına şahit olarak bitiriyoruz hikayemizi. Bu açıdan aslında sonunu tahmin edebildiğimiz bir genel hikaye çıkıyor ortaya. Yarı yolda bir yerlerde asıl suçlunun kim olduğunu da anlıyoruz kolayca. Ama bunlar sorun yaratmıyor izleme zevki açısından. Sonuçta bunları ifşa etmeye giden yol daha eğlenceli. O yolun yolculuğu için buradayız zaten. Ama profesörün ölü bulunmasına dair daha en başta gösterdikleri bir sahne var ki orada resmen en kör insan bile hocam burada şu kişi ahanda gelmiş bunu kimse görmüyor mu diyor yani. Daha ilk bölümden aslında kimin yaptığını gösteriyorlar, ama son 5 bölüme kadar karakterlerimiz bir türlü o konuya gelmiyor. İşte bu kısmı biraz insanın canını sıkıyor.


Hikayenin genel anlatımı dışında en önemlisi aslında karakterlerin hikayesi olması, dizinin toptan bakıldığında. Her bölüm, aşırı başarılı ve karizmatik hocamız Yang Jong Hoon'un susarak, bakarak veya saçma sapan bir tepki vererek öğrencilerine bir konu hakkında bir şeyler öğrettiğini görüyoruz. Her bölüm sonunda o kadar tatmin olmuş bir hisle bakakalıyoruz ki ekrana, bölüm boyunca o öğrencilerle birlikte fakültenin adalet sarayının içinde oradan oraya koşturmuş, saç baş yolmuş olmamızın hiçbir ehemmiyeti kalmıyor. Bu roldeki deneyimli oyuncu Kim Myung Min'i ilk defa izleme şansım oldu, o yüzden çok bir karşılaştırma imkanım yok. Buradaki haliyle mükemmeldi ama, karakterin iyi yazılmış olmasından da olabilir.



Öğrencileri demişken, onlardan bahsede bahsede bitirebilir miyim bilemedim. Zaten hikayenin asıl önemli ve keyif veren kısmı onlar. Her biri bir başka hayattan gelmiş, her biri bambaşka kişiliklere, motivasyona, derde sahip bu gençlerin dava boyunca yaşadıkları zaten bu koskocaman diziyi oluşturuyor. Hemen hemen hepsini bu dizide ilk defa görmüştüm. Hiç çalışmadan kendiliğinden zeka küpünü oynayan Kim Bum'ı da o kadar rastlamış olmama rağmen ilk defa izlemiştim bu dizide. Sonradan hatırlarsanız Ghost Doctor(2022)'da izlemiştim. Üstünde ilginç bir sinir bozucu ama sevimli bir hava var. Dağınık ama azimli ve heyecanlı öğrenciyi oynayan Ryu Hye Young'ı da burada ilk kez izlemiş, ardından Reply 1988(2015)'de gördüğümde tanıyamamıştım. Burada ve orada inanılmaz farklı insanlara hayat veriyor. 





Bu öğrencilerin oluşturduğu ekibin birbirleriyle yer yer uyumlu, çoğunlukla uyumsuz çalışmaları, birbirlerine kazık atmaları, yardım etmeleri, kendi olaylarını çözmeleri dizinin aslında en güzel kısımlarını oluşturuyor. Zaten Güney Kore dizilerinin en sevdiğim yönü bu, olaylardan çok insanları anlatması ve o insanları anlatırken bunu o kadar içten, o kadar hissederek yapması ki...Çoğu zaman burada dizileri anlatırken diyorum ya, bunları nasıl yazmışlar, böyle bir karakteri nasıl oluşturmuşlar, böyle nasıl anlatabiliyorlar nasıl hissettirebiliyorlar diye. Hah işte, tam da bu aslında bu dizide de olan. Evet bitmeyen cümlelerle dolu, ulan burada ne dediler şimdi dedirten hukuksal terimlerle bezeli mahkeme sahneleri de var, gençlerin dava dosyaları arasında kaybolup çılgın hukuksal muhabbet etmeleri de var, at hırsızı suratlı adamların peşinde kovalamaca oynamalar, adam kaçırmalar, insan dövmeler, gerilimli aksiyonlar da var ama esasında bu insanların hikayeleri var. Belki az buçuk da romantizmin kokusu var ama kendisi yok. Olsun, onu da biz hayal ederek çıkabiliriz işin içinden.

Sh**ting Stars (2022) ---> Yıldızlarla takılmak

 

Oh Han Byul, bir entertainment ajansında (buna Türkçe ne diyebilirim ki yani) halkla ilişkiler ekibinin lideri olarak görev yapan, oldukça çalışkan, görev bilinci mükemmel, kendini işine adamış bir hanım kızımız. Kendisi boy pos endam olarak aslında medya ile ilişkilerini yürüttüğü oyuncuların hepsinden çok daha dikkat çekici ve daha "star" görünmesine rağmen kimse onu öyle görmüyor dizinin dünyasında ve biz de öyle değilmiş gibi düşünmeye, kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz diziyi izlerken. Temelde işi ajansın oyuncularının arkasını toplamak. Gece gündüz demeden çıkan haberlerin, dedikoduların, skandalların önünü almaya, imajları zedelenmeden kurtarmaya çalışıyor ekibiyle birlikte.

Oh Han Byul'la kanlı bıçaklı olan, ajansın en süper starı Gong Tae Sung, bir yıldır (herhalde bir yıldı) hayır işleri yapmak için kaldığı Afrika'dan dönünce kızımızın gayet normale bağlayabilmiş olduğu hayatı yine tepetaklak oluyor. Oh Han Byul ile Gong Tae Sung aynı üniversitede okumuşlar, oradan sonra da biri başarılı bir oyuncu olurken öbürü de onun ajansının başarılı bir halkla ilişkilercisi olmuş. Ama kedi köpek gibi birbirleriyle dalaşıp duruyorlar. Kızımızın girl squad'ını oluşturan kankalarından biri ajanstaki menajerlerden biri olan Park Ho Yeong, ajanstaki kıdemlilerinden biri olan Yoon Jong Hoon'a platonik aşık ama bu abimiz onu minik kardeşi olarak gördüğünden bunun farkında değil. Diğer kankamız Jo Ki Peum ise cevval bir magazin muhabiri, sektörün en başarılılarından olduğundan çoğu zaman arsız patronunun skandal patlatma çabalarıyla kendi ahlaki değerleri arasında püskürüp duruyor. Bir yandan da pek güzel bir kızımız olduğundan ötürü pek şıpsevdi, bolca sevgilisi oluyor. Neredeyse her bölüm bir başka adamla yakıştırıp, geri ayırıyoruz. Oh Han Byul kızımıza aşık, ajansın hukuki işleri danıştığı firmanın başarılı ve karizmatik avukatı Do Soo Hyuk beyimiz var. Herkesin gıptayla baktığı avukat beyimiz de esas kızımıza kendi sessiz haliyle aşık aşık geziyor. Bu arada ajansın eski ve yeni oyuncularının maceralarını da tüm bu aşk geometrileriyle dolu ortamda izliyoruz.


Sh**ting Stars
, orijinal adıyla 별똥별 (bpuyoltdong bpuyol gibi okunuyor) Güney Kore'nin tvN kanalında 22 Nisan-11 Haziran arasında birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Türkçesi kayan yıldız, dizinin ismini yazarken hani sevimlilik olsun diye yıldız simgeleriyle yazmışlar gibi. (Ayrıca esas kızımızın isminin son kısmı da yıldız demek.) Diziye sırf başroldeki Lee Sung Kyung kızımız için başlamıştım, hafta hafta yayınlanırken izledim ama ancak şimdi yazabiliyorum. Lee Sung Kyung'u beni aşırı kötü yapan Cheese in the Trap (2016)'te görüp, çok sevmiştim. Sonrasında Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (2016)'yu açıp hevesle izlemeye başladım ama pek çok diziye yaptığım gibi onun da son bölümlerini bir türlü açıp izleyemedim. Oysa pek sevimli, pek öğretici bir diziydi benim için. Diyeceğim o ki bu kızı çok seviyorum. O yüzden bu diziye de başladım ama hikaye ilerledikçe çoğunlukla beni ekrana çeken diğer karakterler ve oyuncular oldu. Hatta aslında hikayenin kendisi oldu ilgimi çeken. Hiç çekmeyeceğini düşündüğüm halde.

Dünyanın diğer yerlerinde nasıldır bilemiyorum ama Güney Kore'nin bu tv, sinema, müzik sektörlerinin işleyişi ve durumu hakkında sanıyorum 2016'dan beri azimli bir izleyici ve araştırıcı olduğum için belirli bir bilgi edinmiş durumdayım. Eğitim ve çalışma hayatım bu konulardan aşırı uzak bir alanda ve sektörde olduğu için normalde nasıldır bilebilecek bir halde değilim ama oralarda, o küçücük ülkede acayip deli bir ortam dönüyor gibi görünüyor. Diziler tabiki gerçeği olduğu gibi gösteren belgeseller değiller ama sonuçta gerçeğin büyük bir kısmından yola çıkıyorlar. Dizide tüm o işleyişin arka planını izlerken bir yandan dizi komedi olduğundan eğleniyorsunuz, bir yandan da benim durumumda, yok artık bu kadar da böyle olur mu diyorsunuz. İzlediğimiz tüm o dizilerin, tv programlarının arkasındaki insanların yaşadıkları insana pek çok şeyi sorgulatıyor. Yıldız oyuncuların mesela evlerinden burunlarını çıkarma lüksleri yok, herhangi biriyle görülmeleri, iki laf etmeleri durumunda her yerde haber oluyorlar. Bence haber olmalarını gerektiren bir durum yok diyorum ben siz de muhtemelen öyle diyorsunuz ama o ülkede insanlar bunu, sanki o oyuncu sokağın ortasına kusmuş gibi bir havayla karşılıyor. Eğer bir yıldızsan mükemmel bir heykel gibi öylece dikileceksin. Yıldız olamamış, işe yeni başlayan oyuncuların, adayların işi daha da kötü. Yıllardır gelen o intihar haberlerinin gerçekten de bir sebebi olduğunu görüyorsunuz. Yolun başındayken minicik bir rol alabilmek için, kendinizi gösterebilmek için, geliştirebilmek için her şeyi yapmak zorundasınız. İnsanın psikolojisi açısından çok aşırı bir yük ve kötülük tüm yaşadıkları.

Onların yanında işin daha da zor kısmını yüklenenler ise menajerleri. Oyuncular işin tüm psikolojik yükünü sırtlanmaya çalışırken menajerleri de adeta birer kişisel köle gibi peşleri sıra onları sırtlanıyor. Sabahın köründen gecenin bir vaktine kadar oyuncularının ihtiyaçlarına koşuyor, film dizi setlerinde onlara iyi davranıldığından emin olabilmek için ekipleri hediyelere yiyeceklere boğuyorlar, bir yandan tüm prodüktörlere, şirketlere gidip kendi oyuncularına rol verilmesi için yalvarıyorlar. Şöförlük yapıyor, bakıcılık yapıyor, hayatlarından vazgeçiyorlar.

Tüm bunları aslında benim anlattığım ciddiyette anlatmıyor elbette dizi. Onun hikayesi daha bir pofuduk, daha bir sevimli aşk hikayeleriyle bezenmiş halde. Esas kızımızla yıldız oyuncumuzun birbirleriyle didişmelerinden, mış mış bir çift haline gelmelerini izliyoruz. Bekleyebileceğiniz üzere birbirlerine açılmalarına kadar çok mutluydum, çok keyif alıyordum ama o aşamadan sonra onlardan soğudum. Sıktı ikisinin hikayesi. Oysa esas kızımızın yıllar boyu arka planda yaşadığı her şeyi izlerken içime oturmuştu, bunları ancak yaşayan biri hissetmiş biri yazabiliyor dedirtti. Özellikle o kısımlarda arkadan çalmaya başlayan Sondia ile Vincent Blue'nun sesinden "My Secret, My Everything" ile hönküre hönküre ağladığım zamanlar çoktu. Bu karakterle Lee Sung Kyung hakikaten süper bir iş başarmış dedirtti izlerken. Çünkü en başında böyle şeyleri hiç tahmin ettirmiyor insana.

Gong Tae Sung'u oynayan Kim Young Dae


Esas oğlanımız, yıldız oyuncu, aşırı yakışıklı (?!) Gong Tae Sung'u oynayan Kim Young Dae'yi ilk defa izledim. İzlediğim iki dizide minicik rollerde görünmüş ama hiçbir fikrim yoktu. Bu dizide izlerken en başta çok tuhaf geldi, tipi de hareketleri de. Önce tipi ile çizilmeye çalışılan allahım sabahlar olmasın dedirtecek yakışıklılıktaki oyuncu karakterini bağdaştıramadığımdan baya bocaladım. Sonra tüm oyunculuğu aşırı yapay geldi, her sahnede neden bu kadar yapay ve bu yapaylığı abartıyor diye bakınıyordum. Ama izledikçe, Lee Sung Kyung ile sahnelerindeki dinamiği yakaladıkça sinir bozucu bir sevimlilikle kabul ettim oyunculuğunu çünkü anladım ki böyle bir karakter oturtmuştu Gong Tae Sung için. Ama bundan sonra da pek yolunu gözlemem ne yalan söyleyeyim.



Ajanstaki kıdemli menajer abi ile minyon menajer kızımızın aşk hikayesi beni başından itibaren rahatsız etti. Hiçbir şekilde yakıştıramadım ve bence onlar da kendilerini inandıramadıklarından hiçbir şey geçmiyordu ekrandan. Tamamen bambaşka yazılması gereken bir hikayeydi diye düşündüm izlerken ve üşenmesem oturup yazacaktım. Esas kızımızın kankası olan minyon menajerin iş hayatı olarak yaşadıkları aslında başlı başına çok daha ilgi çekici ve başarılıydı. Oyuncuların peşinden koşması, zorlu oyunculara katlanması, yeni oyuncuları keşfedip başarılı olmaları için çabalaması harika yan hikayelerdi. Ve aslında kesinlikle çaylak oyuncusu ile çok daha fazla kimyası vardı. Çaylağı oynayan Lee Seung Hyub aslında N.Flying grubunun üyesi bir rapçi-şarkıcı. N.Flying Güney Kore boyband piyasasında değişik bir şeyler yapıp, pop rock söyleyen bir grup ve bu yüzden de ayrıca severim.


Esas kızımızın diğer kankası, gazeteciyi oynayan Park So Jin'i de ilk defa gördüm ve görür görmez vuruldum sanırım. O da Girl's Day grubunun üyesiymiş mesela, kız gruplarını dinlemeye pek dayanamıyorum o yüzden bilmiyordum. Sonrasında Alchemy of Souls'ta da gördüm kendisini ama zar zor göründüğü için hiç mutlu olmadım. Sonraki projesinde de yine yan rolde olacak gibi görünüyor. Onun karakterinin her bölümde bir başka erkekle bir macera yaşaması süper eğlenceliydi bu dizide. Ya da oyuncularla yaşadıkları, röportajları, haber peşine düşmeleri dizinin en eğlenceli sahnelerindendi.

Deneyimli yan rol oyuncularını ise bir dizide izlerken başka dizilerde de izlemek çok keyifli oluyor ayrıca. Mesela haftanın iki günü bu dizide Kim Dae Gon abiyle çok eğlenirken yarım bıraktığım Hometown Cha-Cha-Cha (2021)'yı da arada açıp orada da görünce çok seviniyordum. Ya da bu dizide ajans müdürünü oynarken aynı anda Bloody Heart(2022) dizisinde saraydaki bir hadımı canlandırıyor olduğunu bildiğim için Ha Do Gwon abi bir bölüme koşarak, tarihi kıyafetler içinde gelince çok eğlendim. Dizi ekibi ve senaristler de bu durumlarla dalga geçtiklerinden onu oraya öyle getirmişlerdi mesela :) Bu deneyimli yan rolcü abiler ablalar, yıl boyu milyon tane dizide görünüyorlar, her defasında çok farklı karakterlere hayat verip, yan rol küçük rol gibi görünmesine rağmen aslında hikayelerin can damarlarını oluşturuyorlar. Uzun yıllar azimli bir Güney Kore dizisi izleyicisi haline geldiğinizde artık bu abilerle ablalarla aile gibi oluyorsunuz, yılın büyük bir kısmını onlarla geçirmiş oluyorsunuz çünkü.

Nihayetinde Sh**ting Stars, sonu tahmin edilebilir olmasına rağmen çok sevimli, aslında işlerin iç yüzünü anlatmasına rağmen pamuk şeker hafifliğinde ve pembeliğinde izle ve iyi hisset hikayesi getiriyor ekranımıza. Bu tür hikayelerde olduğu gibi tabiki ilk 7-8 bölümden sonra sıkmaya ve saçmalamaya başlıyor, bu sırada yan hikayelerinin ve karakterlerinin başarısıyla izleyicisini son bölümlere taşıyabilmeyi başarıp, sonunda kendimize bir hediye olarak verebileceğimiz güzel bir hikaye sunuyor.

25 Eylül 2022 Pazar

Partner Track (2022) ---> Valla insan yoklukta izliyor


6 senedir çalıştığı koskocaman hukuk şirketinin "junior partner"ı, yani bir çeşit minik ortağımsısı olabilmek için amansız bir yarışın içindeyken tanıştığımız ve 20'li yaşlarının sonunda olduğunu düşündüğümüz Ingrid Yun, son derece çalışkan, başarılı, azimli, zehir gibi bir avukat olarak New York'un tozunu attırıyor. Aynı şirketteki yakın arkadaşları Rachel Friedman ve Tyler Robinson'ın ondan aşağı kalır yanı yok. Tabi bir de şirketin onlar gibi diğer genç ve başarılı junior partner adayları var, gıcık olanı, salak olanı, iyi kalpli olanı ile. Bu mücadele ortamına Londra'dan bir transfer daha geliyor pattadanak, prince charming ama azıcık emotional baggage'li olanından (aman yarabbi Türkçe değil şu an yazdıklarım lütfen yargılamayın beni, İngilizce de değil, böyle saçma sapan bir şey işte, dizinin etkisi). Davalar ardı ardına geliyor, herkes yarışta biraz daha öne geçebilmek için ortalığı yakıyor.

10 bölümlük bir Netflix dizisi olan Partner Track'in konusu böyle, Tayvanlı-Amerikalı yazar ve avukat(hah) olan Helen Wan'ın 2013'te yayınlanmış olan aynı adlı romanından uyarlanmış. Ortaklıklı falan gibi görüp de değişik gelmesin. Çünkü aslında tamamen aynı, o bildiğimiz hikayenin bir de böyle anlatalım versiyonu. Genç ve başarılı, henüz 30lu yaşlara erişmemiş ama onun gölgesinde titreyen, jiks gökdelenlerdeki ofislerinde takım elbiselerle topuklularla dolaşan, elinde kahve bardağı Manhattan sokaklarında taksilere el kaldıran bu seferki hikayede avukatların oluşturduğu ama her seferinde başka bir ortamda geçen (tıpkı bizim yaz dizileri gibi, ortada hep bir holding şirket var ama ne iş yaptığı değişiyor, ayakkabı tasarlayanından güneş gözlüğü tasarlayanına estetik merkezi olanından yazılım şirketi bile olanına kadar çeşitlenebiliyor biliyorsunuz), aslında saf ve iyilik dolu bir aile kültüründen gelip de başarı için burada çok çalışan, bu dünyaya ayak uydurmakla kendi olmak arasında bocalayıp, sonunda o dünyayı alt eden çok iyi kahramanın hikayesi. Yani aslında Hollywood etkisi altında 90larda ve 2000lerin başında büyüyen hepimizin bir gün içinde olacağımızı düşündüğümüz, bilinçaltımızdaki hikaye. Hepimiz fark etmesek de bir gün o Manhattan gökdelenleri arasında elimizde kahvemizle yürüyecekmişiz gibi düşünüyorduk, hadi kabul edelim. Sobanın çıtırtılarının geldiği evlerimizin her daim açık tvlerinde izlerken farkında olmadan o hikayelerdeki genç ve başarılı, kankalarıyla iş çıkışı barda takılan, patronunun bir aramasıyla sabahlara karşı çalışıp kocaman işler başaran, Noel tatilinde ailesinin ışıklı süsler takılmış evine gidip family drama'lara bulaşan o insanlar olacağımızı düşünüyorduk. Siz belki yapabildiniz, bilemiyorum. Belki zaten Y jenerasyonundan değilsiniz ve bunları hiç hayal etmediniz. Ama benimkisi kesinlikle o izlediklerimden çok aşırı farklı bir hayat oldu. Hem 20'lerimde hem de şimdi 30'larımda.


Bu yüzden diziyi ilk açtığımda tamamen o günlerin hatrına, o hayalleri hayal ederken hissettiğim ruh haline girebilmek adına izliyordum. Son zamanlarda Emily in Paris'in de etkisi bu yöndeydi bir anlamda benim için. Zamanında izlediğimiz HIMYM'dan biraz, Friends'tan çok az, azcık Younger'dan, biraz da ne bileyim Gossip Girl'den mesela tatlar alabilmek, New York havasını biraz soluyabilmek falandı amacım. 


Yoksa başroldeki Arden Cho'dan hiç hazzetmiyorum, Teen Wolf'ta hakikaten dayanılmazdı. Belki orada gençti, yeni başlıyordu dizi film işine falan demiştim (ki yeni de başlamıyormuş). Ama değilmiş. Kızda gerçekten hiç iş yokmuş. Çünkü aslında Netflix dizisi olmasının ve türlü zorlamalarla dolu olmasının hepsinden sıyırırsak, aslında gayet eğlenceli ve akıcı bir senaryosu var. Karakterlere yazılan diyaloglar, çözülen davalar, işlenen alt metinler aslında mantıklı, çoğu yerde eğlenceli, kendini izletir cinsten. Ama işte genel olarak bu dizi aslında bir Asyalı-Amerikalı genç kadının işteki çabalamaları ve romantik ilişkileri üzerine kurulu olduğu için ve o karakteri de dünyanın en yapay oyuncularından biri oynadığı için bina ortadan yıkık dökük oluyor. Ingrid Yun karakterini ve onun karşındaki Jeff Murphy karakterini oynayan iki oyuncuyu insan kürekle kovalamak istiyor. 


Onlar dışında herkes keyifle izleniyor, böyle bir şey olabilir mi? Hem de hangi tür bir dizi ortaya koymak istedikleri baştan belli olduğu için hiçbir şeyin çok abartılmadığı bir ortamda bu ikisi kasılarak, bayık bayık durarak, adeta evin bahçesinde evcilik oynarmış gibi sinirlerle oynuyorlar. Biliyorum çok bir oyunculuk ya da mantıklı bir senaryonun bekleneceği bir dizi değil önümüzdeki, öyle düşünerek izlemedim zaten. Ama tüm bunlara rağmen mesela Rachel'ın, Tyler'ın ve diğer gereksiz avukatların bile sahneleri tıkır tıkır akarken bu ikisinin ekranda daha fazla yer alması, zaten diziyi yemek yerken izlemek için açan bize, alacağımız o ufacık keyfe bir güzel ediyor.


Dedim ya hiç başka bir şey bekleyerek açmamıştım diziyi, tamamen o basic ergen hayallerimin hislerini geri yakalayabilmekti amacım. Ama buna rağmen sonlara doğru Rachel ile Tyler'ın ayrı ayrı yan hikayelerinde bile jenerasyonuma dokunan, doğru mesajlar içeren şeyler ortaya çıkmaya başladı. Dizinin tüm yüzeyselliğinin içinde bile, birileri böyle şeyler yazmayı başarabilmişti. 





Dizi, içerdiği davaları tek tek her bölüm bir davayı alıp, işleyip, çözüme kavuşturma yoluyla anlatmayı seçmemiş olması ile de önce bir hımm sevmem herhalde dedirtti. Sonra sonra bölümler ilerledikçe, en başta alınan davaların ve onları oluşturan insanların genel konuya dahil olmalarını çok organik bir şekilde ayarlayabilmeleriyle takdiri kazanmadı değil. Yani aslında ortadaki büyük bir ana konuyu, yan konularla birbirine geçire geçire, destekleye destekleye son bölüme kadar geldiler ki bu aslında hikaye yazımında oldukça iyi şeyler yaptıklarını gösteriyor. En nihayetinde hemen hemen beklediğimiz şeyler olsa da, son bölümde tavan gibi görünebilen bir noktada bırakıp, ikinci bir sezon için hikayenin hem önünü açmış oldular hem de olur ya, yeni sezon onayı gelmezse iyi bir yerde bırakmış oluruz dediler. (2.sezon için henüz hiçbir şey söylenmedi bu arada)

17 Eylül 2022 Cumartesi

Alchemy of Souls (2022) - Ben böyle şey görmedim! İyi anlamda.

 




Hayali bir geçmişte ya da belki çoook uzak bir geçmişte, Daeho ülkesinin büyülü topraklarında gözü kara bir suikastçı, Naksu, güçlü büyücüleri, köklü büyücü ailelerinden gelen büyük büyücüleri tek tek öldürüyor. Ülkenin güçlü büyücü okulu Songrim'in başındaki Park Jin'in önderliğindeki büyücüler peşine düşüp, bir yerde Naksu'yu kıstırdıklarında yaralandığı için tek şansı kalıyor: 200 yıldır yasaklanan büyüyü yaparak, ruhunu başka bir bedene aktarmak. Ancak Naksu bu "ruhların simyası" adı verilen büyüyü yaparken, bir şeyler ters gidiyor ve seçtiği sağlıklı bedene değil, küçük bir köyden başkente gelmiş, fakir  kimsesiz, Mu Deok adlı, minyon, çelimsiz, üstüne üstlük bir de kör olan bir kızın bedenine girmiş halde buluyor kendini. Bu bedende niyeyse bir de büyü güçlerini kullanamadığını fark ediyor. Kaderin cilvesiyle karşılaştığı Jang Uk ile bir anlaşma yapmak zorunda kalıyor böylece. Mu Deok'un bedenindeki Naksu güçlerini geri kazanmaya çalışırken Jang Uk onu saklayıp barındıracak, karşılığında da küçükken enerji kapısı babası tarafından kapatıldığı için bir türlü büyü yapamayan ve Songrim'de eğitim alamayan Jang Uk'a eğitim verecek. Bu sırada bir yandan Songrim büyücüleri Naksu'yu aramaya ve kara büyüleri yapmaya devam eden gizli bir topluluğu ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bir yandan bu ruhların simyasını yapmaya devam eden gizli topluluk, hain emellerini gerçekleştirebilmek için türlü oyunlar ortaya koyuyor.

Güney Kore dizi dünyasının ünlü senaristleri Hong kardeşlerin en son işi olan Alchemy of Souls, Güney Kore'nin tvN kanalında (ve adı batasıca Netflix'te) 18 Haziran-28 Ağustos arasında her biri yaklaşık 1,5 saatlik 20 bölüm halinde yayınlandı. Dizinin ilk haberleri düşmeye başladığında haliyle Hong kardeşler yazdığı için hem önce bir acaba neymiş diye heyecan yaptım, hem de nasıl yazdıklarını bildiğim için biraz isteksizdim. Bundan önce yazdıkları dizilerden Big(2012)'in ilk bölümünü bile bitirememiş, çok ses getiren ve efsaneler arasına giren Hotel del Luna(2019)'nın da ikinci bölümünde kaybolmuştum. Çok güzel olduklarının farkına varıyor olsam da yazdıkları dizileri izleyemiyordum. Oysa The Master's Sun(2013)'ı, My Girlfriend is A Gumiho(2010)'yu, Hong Gil Dong(2008)'u izlemek istiyorum gerçekten. Bu yüzden bu diziye de bir heves başladım.

İlk başta tarihi bir sette geçiyor gibi göründüğü için mutlu olmuştum ki bu kurgusal bir tarihti. Peki dedim, en azından kostümler ve mekanlar var. Kılıçlar ve büyü var. Ama sonra baktım yerde değil, masalarda yemek yeniyor. Erkeklerin saçları idol konserine çıkar gibi kuaförde yapılmış, rengarenk. Kadın karakterlerin manikürleri, göz çevresi boncukları Gangnam'da dolaşır gibi. Tarihi dramaların manyağı olan bünyem alarm vermeye başladı, iteledim. Önce çok ciddi sahnelerle açılan dizi, komedinin dibine vurdu. Ya da olaylar döndü döndü, düğümler birbirine girdi aha dedim kelleler havada uçuşacak çok üzüleceğim, yok bakamıyorum. Ağzımı açık bırakacak şekilde o düğümleri çözüp, en olmadık yerde komediye vurdular. En komedi oluyor gibi görünen yerlerde arkada acayip zekice hamleler aldı götürdü. Jung So Min'i çok severim diye bakıyorum zannettiğim ortamda her bir karakterin oyuncusuna sarılacak duruma geldim. Özel efektlerin kalitesi ve sağlamlığı karşısında her bölüm ekrana yapışıp kaldım. İlk başta aslında ben ne izliyorum diye kafam bir hayli karışmış şekilde izledim, onda yalan yok. Hiç alışık olmadığım tarzda bir şeyler dönüyor gibiydi ama adını koyamıyordum. Sonradan tee yıllar önce üniversitede izlediğim bir Çin yapımı filmi hatırladığımı fark ettim. Bambu ağaçlarının arasında uçuşup, birbirlerine kılıç sallayan karakterler gözümün önüne geliyordu ama adını bir türlü hatırlayamıyordum (hala hatırlayamıyorum). Nette biraz bakınınca aslında bu türün Wuxia adı verilen bir Çin roman türü olduğunu gördüm. Yerçekimsiz ortamda tablo gibi dövüşler yani. Zaten birkaç bölüm izleyen herkes ilk önce bu eleştiriyi yapmış görünüyordu. Bunun benim için kötü bir yanı yoktu tabi, hiç bu türde Çin dizisi izlememiştim, zaten benziyor olmasının da benim için bir sakıncası yoktu. Sadece çok ama çok tuhaf geldi ilk başta. Çünkü beynimi ilk etapta tarihi bir drama izleyecekmişim gibi kodlamıştım farkında olmadan. Ama dedim ya, ilk birkaç bölümden sonra hiçbir şeyin önemi kalmadı, yarattıkları dünyaya hoop diye dalıvermiş buldum kendimi. Tüm yönleriyle etraflıca çizilmiş bir evren yaratmışlardı ve onunla birlikte sürüklenebiliyordunuz.



Jung So Min'in o alttan alta gıcık eden ama kendini sevdiren oyunculuğuna yine bayıldım. Beni derinden etkileyen, favorilerimden biri olan Because This Is My First Life(2017)'tan beri hiçbir dizisinin doğru düzgün izleyemedim doğru. Bakıp bakıp kapattım hepsini. Ama umutluydum, bir gün yine beni etkileyen bir dizide oynayacaktı. Burada, senaryonun yazılışına uygun olarak tatlı-acı, yumuşak-sert, doğru-yanlış arasında şahane geçişlerle oynayışını izlemek çok keyifliydi. Karakter anlatımını iyi çözmüştü, bu sayede biz de çözebildiğimiz için çoğu yerde hep tahmin edebildiğimiz yalınlıkta oynadı.


Ki bu da beni hiçbir şekilde tahmin edemediğim bir karaktere getiriyor. Lee Jae Wook'u doğru düzgün hiçbir yerde izlememiştim. İzlediğim dizilerden birkaç tanesinde minicik ekranda görünmesinin dışında, delicesine sevdiğim, her kış izlemek istediğim When The Weather Is Fine(2020)'da yan rolde izlemiştim. Orada bile o küçücük rolde pasparlak parlıyordu. Burada ise acayip keyifli bir karakter yarattığını görünce izlemekten çok mutlu oldum. Her an ne yapacağı, ne tepki vereceği belli olmayan, her durumdan bir şekilde sıyrılabilen ama bir yandan güven veren, eğlendiren şahane bir karakter izlettirdi bize.


Bir de ilk defa izleme şansı bulduğum ve tanıştığım oyuncular vardı. Hwang Min Hyun mesela yakınlarda dağılan NU'EST grubunun üyesiymiş ve harika bir sese sahipmiş, dizideki en düzgün ve naif ama sıkmayan karaktere hayat verdi. Tanıştığıma çok sevindiğim Shin Seung Ho'yu kariyerinin belki de en manyak rollerinden birinde izleme şansım oldu. Veliaht prens olarak ortalıkta hep olmasını istediğimiz, adeta bir oyun değiştirici, yapıtaşı gibi hem de çok kahkahayı attıran, eğlencemizin yarısını ona borçlu olduğumuz mükemmel yazılmış bir karakteri canlandırdı. Park Jin karakteri ile Kim Do Ju karakterleri arasındaki dinamik izlemesi en keyifli sahneleri oluşturdu, çoğu zaman ulan buraya nereden geldik bir durun be ya dedirten cinsten ama aşırı eğlencelilerdi. Şu an hala Today's Webtoon'da izlediğim Im Chul Soo ise sonradan girip, vazgeçilmezimiz oldu. Sh**ting Stars(2022)'da çok sevdiğim Park So Jin'i küçük bir rol olsa da görmekten çok mutlu oldum. (Aslında o dizi daha önce yayınlandı ve haftalık izlemiştim ve onu önce yazmam gerekiyordu ama off işler güçler.)


Tüm yan karakterleri ve yan hikayeleriyle, müthiş yaratılmış evreniyle efsanelerin arasına çoktan katılan dizinin yarı yolundayken daha tabiki ikinci sezon haberi geldi. İkinci sezon haberiyle de Jung So Min'in rolünün bittiğine dair haberlerin dolanması ve ilk başta Naksu'nun asıl bedenini oynayan oyuncunun (Go Yoon Jung - Law School(2021)'da izlemiştim onu da, bir türlü yazamadığım dizilerden biri, orada pek güzeldi, zaten asıl işi modellikmiş) geri döneceğinin haberi ile biraz olayın nerelere varacağını çözmemiz üzdü ama olsundu, yolun sonu değil yolculuğun kendisi güzeldi. Zaten ben ilk açtığımda biliyordum ki bir Hong kardeşler dizisi size asla tatmin edici, mutluluk verici bir son sunmazdı. Neyse belki ikinci sezonda şaşırtırlar da bir kerecik daha olsun gerçek hayatta bulamadığımız mutluluğu kurgu evrenlerdeki büyülerde buluruz.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...