tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2025 Cumartesi

The Haunted Palace {귀궁} (2025)


Yeo Ri kızımız çok efsane bir şamanın tek torunu. Kendisi de çok yetenekli bir şaman aslında ama büyükannesinin bir şaman ayini sırasında ölümüne tanık olduktan ve tüm köy onu uğursuz olarak yaftaladıktan sonra bu işe hiç girişmemeye karar verip, yeteneklerini göz ardı ediyor. Bir gözlükçü olarak dolaşıp, öyle geçimini sağlıyor. Yeo Ri'nin bir de başının belası var: Gang Cheol adında bir Imugi çocukluğundan beri peşinde dolaşıyor. Imugi Kore mitolojisinde henüz ejderha olamamış ejderha gibi bir yaratık demek. Genelde göl, deniz, ırmak gibi yerlerde yaşayan bu çok büyük yılan-ejderha karışımı yaratıklar eğer 1000 yıl boyunca yaşamayı başarırsa tam bir ejderha olup, göklere yükselebiliyor. Bizim Imugi Gang Cheol ise tam bu şekilde göğe yükselirken yeryüzündeki bir bebek bunu gördüğü için lanetleniyor ve geri düşüyor yere. İnsan görüntüsünde insanların arasında dolanıp durmak zorunda kalmışken bu Yeo Ri'ye rastlıyor. Yine efsaneye göre Yeo Ri'nin tertemiz ruhunu ona sunmasını sağlarsa göklere yükselebilir. Bu yüzden çocukluğundan itibaren kızın etrafında dolaşıp, onu buna ikna etmeye çalışıyor.
Bu sırada Yeo Ri'nin köylüsü ve ilk aşkı olan Yun Gap, okumuş, kendini geliştirmiş, gitmiş sarayda kralın danışmanı gibi bir şey olmuş. Kralımız pek yenilikçi, halkının iyiliği için çabalarken sarayında türlü türlü gudubet yaşanıyor. En son artık kralın minik oğlunun hastalığı pek fena bir hal alınca Yun Gap düşünüyor, bu besbelli kötü bir ruhun lanetinin işi. Aklına köyünden bildiği Yeo Ri geliyor. Onun olağanüstü yetenekleriyle bu belaları defedebiliriz diyor. Ama iki ucu b.klu değnek, kral da şamanlığı büyüyü yasaklamış, Yeo Ri de şamanlıktan nefret edip, yapmıyor. Bu yüzden Yun Gap gidiyor Yeo Ri'ye diyor ki kralımızın gözlüğe ihtiyacı var sen gel benimle saraya. Ama saray entrikaları ve güç dengeleri işin içinde. Olaylar gelişiyor ve bizim gıcık Imugi, Yun Gap'ın bedenine giriyor. Yun Gap'ın bedenindeki Imugi ile birlikte saraya gelen Yeo Ri, burada acayip hayaletlerle ve lanetlerle karşılaşınca hem onları çözerek krala yardım etmeye çalışıyor, hem de Imugi'den kurtulup, Yun Gap'ı geri bulmaya çalışıyor.
The Haunted Palace, orijinal adıyla 귀궁 (saraya dönüş olarak çevirdi google ama papago'ya göre de kraliyet sarayı demek) 18 Nisan - 7 Haziran arasında SBS kanalında yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Konusunu nasıl özetleyeceğimi bilemediğimi üstteki iki paragrafın karman çormanlığından anlayabilirsiniz. Çünkü bir dolu şey oluyor 16 bölüm boyunca ve bir dolu birbirine bağlı öğesi var ana hikayenin. Ama işte tam da böyle oluşu, benim en sevdiğim yönü. Bu tür dizilere, bu tür tarihi sayılabilecek fantastikli maceralı komiklikli hikayelere bayılıyorum. Yani bir şeyi o kadar sever o kadar seversiniz ki sevmekten göğsünüz patlayacak gibi olur ya, hah tam da o şekilde seviyorum böyle hikayeleri. Bir kere zaten tarihi kdramalar en başından bu işe girişmemin sebebiydi (kdrama izleme işine :p ), üstüne böyle katman katman bir hikayesi olunca, mitolojiyle kültürle eğlenceyi, hüznü, gelenekleri harmanlayıp, azcık da tabiki çağdaş etkiler eklediklerinde ölüyorum. Çok ama çok sevdim ben bu diziyi, cümlelerimin tekrara düşmesinden ve kelimelerimin alakasız olmaya başlamasından anlaşılabiliyor mu bilmiyorum.

Oysa ilk başta başrolleri görünce bir hımm demiştim. Şaman kızımızı oynayan Bona'yı orada burada gördüğüm olmuştu ve pek donuk, pek burnu havda gelmişti hep. Oysa hiçbir şekilde oyunculuğuna şahit olmuş değildim. Buradaki karakteri de aslında durgun, hüzünlü ve sessiz gibi yazılmıştı ama beni sıkmadı, gıcık etmedi. Aksine böyle yazılmış bir karakterin çerçevesi içinde gayet de minik minik nüanslarıyla eğlenceli, sessizce güçlü bir şekilde ilerleyen bir karakter ortaya çıkarmıştı. Hatta Bona'nın kendisine bile kanım ısındı bu bahaneyle. Kendisinden çok daha güçlü varlıklara bile korkusu görünse de sabit bir şekilde karşılık verebilen, ancak her ruha defalarca kalp kırıklığı yaşamış birinin şefkatiyle yaklaşabilen çok incelikle yazılmış bir karakter sundu bize.
Diğer başrol Yoon Gap'ı ve bir yandan da Yoon Gap'ın bedenindeki Imugi'yi canlandıran Yook Sung Jae'yi daha önce sadece Goblin'de izlemiştim oyuncu olarak. Yoksa BTOB'nin bir üyesi olarak tanıyor, izliyor ve dinliyordum. O yüzden ona karşı da bir önyargım vardı, çok da ilgi çekici, böyle ikili bir rolün hakkını verebilecek parlaklıkta bir oyuncu olarak görmüyordum. Oysa onun da komedi zamanlamasının ve doğallığının ne kadar iyi olduğunu bu dizide anladım. Dürüst görev adamı Yoon Gap olarak da manyak Imugi olarak da aşırı iyi ve komikti.

Ama bu noktada içime dert olan şeyi söylemeliyim. Imugi'yi en başta canlandıran Kim Young Kwan o halde o kadar müthişti ki Imugi, Yoon Gap'ın bedenine girdikten sonra bir daha onu hiç Kim Young Kwan olarak göremeyince bir ahh be dedim. Dediğim gibi Yook Sung Jae'nin bu iki roldeki oyunculuğunu sevmiş ve keyif almış olsam da keşke Kim Young Kwan mı canlandırsaymış bu iki karakteri de diye düşündüm, hayal ettim. Tadından yenmezmiş gibi olurdu.



Bir de dizi boyunca herkesin asıl konuştuğu karakteri canlandıran Kim Ji Hoon'dan bahsetmem gerek. Onu hemen hepimiz 2020'deki Flower of Evil'da görüp hem hayran hem aşık olmuştuk (o diziyi de anlamıştım şurada). Oradaki performansıyla bir anda okkalı oyuncular arasına girip, adından söz ettirmeye başlamıştı. Burada oldukça ileri görüşlü, yenilikçi ve dürüst bir kralı oynadı. Bir Joseon kralını oynama şansına sahip olduğu için aslında bu güzel bir şey ama bir yandan da ilk bölümde görünce bir aklımda rahatsız edici şöyle minik düşünceler oluştu: Ulan bu zamana kadar bu rolde izlediklerime hep amca diyordum, Kim Ji Hoon abimle yaşıt. Bu adam artık kral rollerine bürünüyorsa...Ulan gene mi yaşlandık? Tabi beni böyle iç burkuntulara sokan Kim Ji Hoon, kendi ülkesinde ise kraliyet aksanını/konuşmasını tam yapamadığı ya da bir tuhaf yaptığı konusunda insanları tartışmalara soktu. Ben tabi engin korece bilgimle hiçbir tuhaflık hissetmedim. Ama yazılan karakter gerçekten çok iyiydi. Bir dolu kral rolü izledim şimdiye kadar, çok değişik olanları da vardı ama genellikle belli bir stereotipe uyar oluyorlar. Kim Ji Hoon'un burada canlandırdığı kral tarihe göre oldukça çağdaş düşüncelere sahipti, haliyle, fantastik öğelerle dolu bir hikaye izliyoruz. Ama en keyiflisi bu kralla Imugi'nin bromance'ini izlemekti. Birlikte maceralar atlatmaları, atışmaları, birbirlerini fark etmeden sevmeleri çok mutlu edici, pek keyifliydi. Ama tabiki Kim Ji Hoon'un hayat verdiği bu kralın her sahnede çaresizliğinin, öfkesinin, üzüntüsünün ve kararlılığının derinliğini hissetmemiz çok, çok keyifli bir seyirlikti.

Bu başrollerin yanında yan karakterler diyebileceğimiz ama aslında gayet de hikayenin ana karakterleri olan karakterlerin her biri de çok iyi ve özenli yazılmıştı. Kötü şamanı oynayan Kim Sang Ho'yu, Yoon Gap'ın annesini canlandıran Cha Chung Hwa'yı, baş hadımı oynayan Kim In Kwon'u, budist rahibi oynayan Lee Won Jong'u ve Lord Choi'yi oynayan Ahn Nae Sang'ı bir yıl içinde bile neredeyse 10 dizide izliyoruz ama o kadar iyi oyuncular ki her birinde yepyeni karakterlere hayat veriyorlar.

Hikayemizin tarihi yönüne bakacak olursak (ki en sevdiğim kısma geldik böylece) göreceğimiz şey haliyle biraz hayal-kurgu oluyor ama bu bizi tabiki merak edip, tarihin maceralı koridorlarında koşturmaktan ve hikayemiz ile olan benzerlikleri keşfe çıkmaktan alıkoymayacak.
Dizide hikayenin geçtiği tarih tam olarak ifade edilmiyor. Bu yüzden gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyden yola çıkıp, zamanı daraltmaya çalışırsak tahminen dizimiz 17.yüzyıldaki Joseon krallarından birinin döneminde geçiyor olmalı diyebiliyoruz. Çünkü yukarıda da dediğim gibi muhteşem Kim Ji Hoon'un hayat verdiği kralımız, oldukça ileri görüşlü, batı dünyasından ve bilimsel, düşünsel, kültürel değerlerinden haberdar bir portre çiziyor ki Joseon dönemindeki kralların kendi dünyaları dışından daha da haberdar olmaları ve pek çok fikir akımının onlara ulaşması 1600lü yıllarda oluyor daha çok. 17.yüzyılı mantıklı gösteren bir diğer bilgimiz de Gancheol isimli Imugi'nin Kore mitolojisinde ve folkloründe tam da bu yüzyılda ortaya çıkmaya başlamış olması.
Bir diğer ipucumuz kralın dizi boyunca tek bir eşinin olması. Pek çok dizide gördüğümüz krallar gibi asıl eşi dışında başka eşler veya "concubine"lar almamış bir kral var karşımızda. Bu durum belki hikayenin kurgu kısmı olabilir mi diyebiliriz ama tarihe baktığımızda bu şekilde olduğunu bildiğimiz bir kral var: Joseon'un 18.kralı Hyeonjeong. Aslında dizideki krala verilen isim Lee Seong ve doğduğundaki ismi böyle olan bir kral yok yani kralımız tabiki kurgusal ama dedim ya bir benzerlik arayıp, tarihi bir zemine oturtmaya çalışmak eğlenceli. Bu isme "posthumous name" olarak sahip olan bir kral var aslında - 24.kral Heonjeong - ama diziyi izlerken elde ettiğimiz ipuçlarına devam ettikçe 19.yüzyılda yaşamış bu kralın bizimkisi olması olasılığının daha da azaldığını göreceğiz.

2.bölümde bir sahnede kralımız diyor ki Adam Schall'un "Treatise on the Telescope" isimli eserinden haberim var. Johann Adam Schall von Bell 1591-1666 arasında yaşamış Alman bir gökbilimciydi diyebiliriz. 1622'de Çin'e seyahat edip, orada misyonerlik yapmaya başlamış. Ölümüne kadar geçen 44 yılda Çin'de imparatorlar ve hanedanlar değişirken çok yüksek pozisyonlarda yer almış. Özellikle o dönemli takvimle ilgili düzenlemelerde çalışmış ve uzağı görmeyi sağlayan camlarla ilgili çalışmaları olmuş. Bu durumda dizideki kralımız bu adamın çalışmalarını biliyorsa, tarihimiz kesinlikle 1622'den sonrası olmalı.

Tam da bu noktada Adam Schall'un hayatı bize çok daha iyi bir ipucu sunuyor. Schall Çin'de takılırken tam da aynı tarihlerde Joseon krallığının prensleri Sohyeon ve sonradan 17.kral olacak olan Hyojong da Çin'de Qing hanedanının tutsakları olarak tutuluyor. Yani tam tutsak değil de şey gibiler, hani Fatih Sultan Mehmet'in sarayında III.Vlad'ın küçükken tutulması gibi. Qing hanedanı Joseon'u kendisine tabii kılmış, prensler de bunun göstergesi gibi.
Bu Hyojong abisiyle birlikte Çin'de bulunduğu sırada Avrupalılarla temas kurmuş oluyor haliyle; ayrıca Joseon'un dış güçlerden korunabilmesi için yeni teknolojiler geliştirmesi gerektiğini görüp, daha güçlü bir siyasi ve askeri sisteme ihtiyaç duyduğunu anlıyor.
Bu arada prens Sohyeon'un, Schall ile görüştüğü, konuştuğu biliniyor. Schall, belki bu gencin bahanesiyle misyonerliği Joseon topraklarına da götürürüz diye hevesleniyor. Kitaplarından falan hep veriyor prense ama prensin hikayesi daha da film. O zamanki kral Injo, bu iki kardeşin babası yani, 1645'te bunu eve çağırıyor. Veliaht prens olduğu için artık yanımda dur, üç beş ülkeyi yönetmeyi öğrenmeyi başla diye. Amma velakin kralla prens arasında çok görüş ayrılığı var, sonunda bir gün prensi kralın odasında ölü buluveriyorlar. Tabiki hemen örtbas, alelacele cenazesi yapılıveriyor. Sonradan kocasının ölümünün peşini bırakmayan, kurcalayıp duran eşini de ortadan kaldırıyor kral Injo tabi. Böylece Injo öldüğünde tahta bahsettiğim diğer oğlan, Hyojong geçiyor.
Peki Hyojong niye değil dizideki kralımız? Onun zamanında birçok askeri olay var çünkü. Mesela Ruslara karşı savaşımsız birtakım olaylar falan var. Bir de dizideki kralımızın babasının oldukça genç sayılabilecek bir yaşta öldüğünü görüyoruz flashbacklerle ve anlatımlarla. Hyojong da 39 yaşında vefat ediyor. Ve Hyojong pek çok reform yapmaya, halkın ülkenin durumunu düzeltmeye çalışan bir kral. Bu yüzden tıpkı dizideki kralın babası gibi etrafındakilerden ve güçlü hiziplerden çok çekiyor. Gerçek Hyojong çok stresli bir hayat yaşıyor ve yüzündeki bir kabarcıktan dolayı ölüyor, dizide de baba kralı ve sonradan asıl kralımızı lanetli ruh ele geçirdiğinde yüzlerinde gözlerinde yaralar kabarcıklar çıkmış görüyoruz.
Bu Hyojong'un oğlu Hyeonjong da babası Çin'de tutsakken orada doğmuş, bu yüzden onun da orada babası ve amcasının gördüğü, öğrendiği şeyleri öğrenip gelmiş olduğunu biliyoruz. Onun dönemi de tıpkı dizideki kralımızın uğraşıp durduğu gibi, politik hizipler arasındaki mücadelesin ortasında kalmış şekilde geçiyor. Hyeonjeong 1659 ile 1674 arasında hüküm sürmüş. O da çok genç bir yaşta, 33 yaşında vefat etmiş. Dizideki kralımızın Hyeonjeong olabileceğini düşünmek mantıklı gibi.
Peki dizide asıl her şeyin başlangıcı olan 100 yıl öncesindeki olaylar hangisi tarihte? Hani Imugi'miz göğe yükselirken bir bebek onu görüyor ve yere geri düşüyor. Bu sırada - gösterilen sahnelerle ve en sonunda olaylar çözüldüğünde anlatılanlarla anlıyoruz - o bebeğin bir savaşın ortasında kaldığını görüyoruz. Bu savaş dediğimiz durum Joseon'a dışarıdan gelen orduların saldırısı. Kralımızı Hyeonjeong kabul edersek ondan tam 100 yıl önceki kral 13.kral Myeongjeong oluyor. Onun zamanında politik hizipler arasında mücadele çok daha pis bir halde ve devlet çok çalkantılı. Myeongjeong hiç de iyi yönetemiyor ülkeyi, her şey ve herkes birbirine girmiş durumda. Haliyle sınırlardan Curçenler ve diğer taraftan Japonlar saldırıp, ortalığı mahvedip duruyor. Dizideki 100 yıl önce olan o saldırı ve kralın korkarak saklanmaya çalışması durumunu da Myeongjeong'un dönemine atfedebiliriz.

Tarihi olarak bir iddiası olmasa da dizinin, çoğu şeyiyle fantastik bir hikaye de olsa esinlendiği tarihi araştırmak keyifliydi benim için. Ama bu dizinin asıl başarılı yönü ve benim için bu kadar mükemmel olmasının sebebi sadece bir tarihi fantastik macera oluşu değil. Şöyle diyeyim. Kore dizileri çoğu zaman eğlenceli bir başlangıç ​​yapar, ancak yaklaşık üçte ikisinde senaristin fikirleri tükenmiş gibi olur ve hikayeyi nasıl bitireceğini bilemiyormuş gibi hissederiz. Bu dizide ise hikaye ilerledikçe sorular yavaş yavaş cevaplanıyor, olay örgüsü adım adım mantıklı bir şekilde çözülüyor, karakterlerin büyümesine gelişmesine öğrenmesine şahit oluyoruz ve tüm bunlar, baştan beri inşa ettikleri dünyayla tutarlı bir şekilde ilerliyor. Belki bu böyle çok çığır açıcı gelmeyebilir, ama bazen sadece hedeflediklerini yerine getiren bir hikaye istiyoruz ve bu dizi bunu başarıyor.

Görünüşte dizi, saraydan kötü bir ruhu kovmakla ilgili olsa da, aslında nesiller boyu süren travmaların çözümüyle, insanların sevdiklerini korumak için yapmaya gönüllü oldukları fedakarlıklarla ve dünyada ilk etapta derin bir kızgınlık yaratmadan hareket etmenin ne anlama geldiğiyle ilgili bir hikâye. Gerilimin, heyecanın, şokların, kahkahaların ve gözyaşının iyi bir dengesini kuran bir hikaye. Romantizm kısmı tam anlamıyla coşkulu değil, daha çok yavaş ilerliyor ve o kadar başka hikayenin ve maceranın arasında sevimli kalıyor ki tam bir aşk öyküsü olmaktan ziyade tatlı bir şekilde ilerleyen bir bir yan hikaye gibi oluyor.
İşte bir dizi sizi açgözlülük, insan olmanın anlamı, adaletsizlik, acı, dürüstlük, onur, affetme ve sevgi hakkında düşünmeye sevk ettiğinde böyle neler diyeceğinizi bilemiyorsunuz ve saatlerce anlatasınız geliyor. Dedim ya çok çok sevmek gibi, o kadar sevmek ki içinizden taşmasına engel olamamak gibi. Ben de çok sevdim bu diziyi ve hikayesini.

19 Kasım 2025 Çarşamba

Head over Heels {견우와 선녀} (2025)


 Park Seong Ha gündüzleri sevimli bir lise öğrencisi kızımızken geceleri kimliğini ve yüzünü saklayarak peri lakaplı bir şaman olarak herkesin derdini çözüyor. Bir gece Bae Gyeon Woo isimli bir genç, büyükannesi ile şaman kızımızın karşısına geliyor. Park Seong Ha, Bae Gyeon Woo'yu görür görmez aşık oluyor ama bu acayip yakışıklı ve karizmatik genç adamı baş aşağı yürüyormuş gibi görüyor. Şaman dilinde bu görüntü, o insanın çok az ömrü kaldığını gösteren bir işaret. Ertesi sabah okula gidip, Bae Gyeon Woo'yu sınıfının yeni öğrencisi olarak görünce de karar veriyor. Şamanlardan nefret eden bu çocuğa kimliğini açık etmeden ne olursa olsun ilk aşkının hayatını kurtaracak.



Head over Heels, orijinal adıyla 견우와 선녀 (Gyeon Woo ve peri olarak çevirebiliriz sanırım, aslında karakterlerin isimleriyle bir ilginçlikler yapmışlar gibi), 23 Haziran - 29 Temmuz arasında tvN kanalında yaklaşık birer saatlik 12 bölüm olarak yayınlandı. An Su Min (안수민)'in aynı isimli webtoon'unundan uyarlama. Posterini tanıtımını görünce ben pek bir hevesli halde, oo yaşasın sevimli mi sevimli bir romantik komedi izleyeceğim diye oturdum başına. Alakası bile yoktu. Hikayenin romantik yanı ön planda gibi gösteriliyor ama bu iki başrol genç arasındaki aşk, aslında hikaye içinde ilerlerken endişelendiğimiz ya da takip ettiğimiz en son şey gibi kalıyor. Talihsiz yakışıklımızın ölümüne engel olabilecek miyiz sorusunun etrafında şaman Seong Ha'nın ve diğer şamanların işleri, şaman ritüelleri, göremediğimiz dünyanın kuralları, olayları oluyor bizi asıl içine çeken ve tüm dizi boyunca olup biten. Ama asıl yan karakterlerimizin ve yan hikayelerimizin en önemli şeyler olduğunu fark ediyoruz.


Misal Gyeon Woo'nun büyükannesinin hikayesi ilk bölümlerde ağlatmaktan gözlerde yaş bırakmayacak haldeydi. Hikayenin ikinci yarısında lisedeki arkadaş grubunun dinamikleri ve duyguları, olabilecek en güzel şekilde anlatılıp, çekilmişti. Yan hikayelerin bu kadar iyi düşünüldüğü bir ortamda çok çok iyi olduklarını sezdiğimiz ve dahasını beklerken üstünkörü bırakıp, öylece görmezden gelmemiz bekledikleri hikayeler de oldu. Şaman Yeom Hwa'nın tam olarak neden yaptıklarını yapma yoluna yöneldiğini tam anlatamıyor mesela. Sanki daha çok sahne çekmişler ve düzgün bir şekilde anlatmışlar da sonra 12 bölüm olacak diye bu konuda çektiklerinin arasından üç beş bişi gösterip atmak zorunda kalmışlar gibi. Ya da Gyeon Woo'nun bu kötü talihinin en başında ailesi istediği için mi yoksa Yeom Hwa, aile para talih istediği için her şeyi Gyeon Woo'ya mı yüklediğini doğru düzgün söylemiyorlar. Böyle böyle aralarda kocaman boşluklarla sonlara geliyor ki yine de çok aşırı keyifli ve dört nala bir yolculuk oluyor. Ama son birkaç bölümde anlamaya başlıyoruz, girişi gelişmeyi çok güzel düşünüp, sonunu hiç düşünmemişler. Olayı bağlayıp çözmekte her şeyi batırıyor hikaye. Amaaan şöyle oluversin geçip gidelim diyerek yazıp geçmeye çalışmışlar ama yazarken de o kadar sarhoş, o kadar kafaları karışık ki bir noktada öff aman tamam artık oturtacak bir mantık aramıyorum derken buluyor insan kendini. Oysa oraya kadar her bir karakter kendi içinde pek tutarlı, hikayeler pek etkileyici, insanın kalbine dokunan şekilde ilerlemiş oluyor.



Bu hikaye içindeki karakterler ve onlara hayat verenleri gerçekten çok sevdim, öncesinde de sevdiklerim vardı ama burada tanıyıp, sevdiklerim de çok oldu. Şaman kızımızı oynayan Cho Yi Hyun'u ilk defa 2023'te The Matchmakers'ta izlemiştim ilk defa (şurada anlatmıştım) ve o zaman inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Bu dizide de aynısını hissettirdi bana. Hem böyle miniminnacık bir kız, hem de acayip kocaman bir aurası var. Hem çok neşeli, sevgi dolu, bıcır bıcır hem de semsert bir duvar gibi. Bu dizideki rolünü kastetmiyorum bunlarla, genel olarak oyuncunun hali bu. Diğer dizide de böyle hissettirmişti. Hani her rolünde tamamen başka bir insana dönüşür ya bazı oyuncular, dış görünüşünde hiçbir değişiklik yapmadan. Cho Yi Hun da böyle.



Asıl ilk defa burada gördüğüm ve ben neler görüyorum böyle dediğim oyuncu Choo Young Woo oldu. Yani ergen kızlar gibi görünmek istemiyorum ama nasıl da anlatsam öyle görünecek. Çocukta acayip bir hava var. Sadece yakışıklı ya da boylu poslu değil, etkileyici bir şeyler var. Ve bunu böyle hani off çok yakışıklı keşke benim olsa dediğim bir beğenme değil bu hissettiğim. Cidden analar neler doğuruyor diye baktım tüm dizi boyunca. Çünkü dediğim gibi sadece yakışıklı bir görüntü değil çocuğunki, üstünde değişik bir hava var, rolüne de çok iyi giriyor, bakışı duruşu her şeyiyle insanın tüyleri diken diken oluyor. Yani annesi ve babasının ikisi de eski modelmiş, hadi malzemenin kalitesi oradan geliyor diyebiliriz ama oyunculuğunun etkileyici tamamen kendi yeteneği olmalı.

İki genç başrolümüzün yanında bir de en yakın arkadaş rolündeki Cha Kang Yoon'un karakterinin güzelliği izlemelere doyulmayacak kadar iyi yazılmıştı. Hemen her dizide neden gerçek hayatta böylesine güzel yürekli insanlar yok diyoruz da gene de gerçek olmuyorlar ya. Üzücü. Bu oyuncuyu da ilk defa izledim ki zaten daha geçen sene başlamış bu işe.

Gençlerin yanında dizilerimizin artık kadrolu annesi ama aslında kalplerimizde yıllar geçse de hep Healer'ın hacker ahjumması olacak olan Kim Mi Kyung vardı. Tabiki anne gibi bir rolde. General isimli bir şaman olarak yine hem döktürüyordu hem kendisiydi hem de çok farklıydı. Ama işte bu şahane oyunculara ısrarla aynı rolleri verdikleri için onlara da yapacak çok bir serbestlik kalmıyor, ister istemez artık hep aynı karaktere bürünüyor gibi oluyorlar. Oysa bu ahjummanın yapabileceği çok müthiş şeyler var, fırsat verilse.


Dizi benim için sonunda batırmış olsa da kalbimde çok çok ayrı bir yere sahip olmayı başaran bir hikaye oldu. Dediğim gibi romantik bir aşk hikayesinden çok şamanlık konusunda anlattıkları ve gösterdikleri açısından oldukça keyifli ve tatmin edici bir serüvendi. Şamanlığın içine yedirilen tek tek insan hikayeleri ve birbirine destek olan dostlukların hikayesi asıl güçlü yönüydü.

16 Kasım 2025 Pazar

Ms. Incognito {착한 여자 부세미} (2025)


 Kim Yeong Ran, 20lerinin sonunda, çok zor bir hayat geçirmiş, aşırı yoksulluk içinde günlük işlerde çalışarak karnını doyurmaya çalışırken son bir umutla büyük bir şirketin koruma ilanına başvurup, mülakata gidiyor. Hayattaki son şansını kullanan Yeong Ran, şirketin başkanı tarafından kişisel koruması olarak işe alınıyor sonra. Koskocaman bir ramen üreten Gasung Grup'un başkanı olan pek ihtiyar amcamızın ise amacı farklı, Yeong Ran kızımıza bir anlaşma öneriyor. Diyor ki benim birkaç aylık ömrüm kaldı, şimdi gizliden evlenelim, ben öldükten sonra bir 3 ay içinde hissedarlar toplantısı olacak. Orada şirketimin üvey çocuklarımın eline geçmemesi için oy kullanacaksın. Ama bu üvey çocuklar olan abla kardeş o kadar tehlikeli ki o 3 aylık zaman diliminde hayatta kalmayı başarman lazım. Üvey çocuklardan abla olan kadın oyunculuk bölümünde proseför - mecaz değil, ciddi ciddi profesör üniversitede. Kardeş olan adam ise her dizimizin olmazsa olmazı zengin, işe yaramaz, züppe erkek kardeş. Kim Yeong Ran kızımıza bu işte yardım edecek olan ise ihtiyar başkanımızın pek sadık ve akıllı avukatı Lee Don. Başkan amcamız ölünce avukatımız Kim Yeong Ran kızımızı kendi memleketi olan köye anaokulu öğretmeni Bu Se Mi olarak gönderiyor. Ama köyümüz öyle sessiz sakin saklanılabilecek bir yer değil, Yeong Ran kızımız köyümüzün birbirinden çılgın ve meraklı ama bir o kadar da sevimli sakinlerini kandırabilmek ve bir yandan da peşindeki kötüleri atlatabilmek ve bu arada önündeki 3 ayı ölmeden geçirebilmek için uğraşıyor.

Ms. Incognito {착한 여자 부세미}, 29 Eylül - 4 Kasım arasında yaklaşık 70'er dakikalık 12 bölüm halinde Güney Kore'nin ENA ve Genie TV kanallarında yayınlandı. Orijinal adının çevirisi iyi kız/kadın Bu Se Mi aslında ama tabi sanırım uluslararası başlık için daha karizmatik bir şey bulmak istemiş olabilirler.     Başladığını gördüğümde konusuna ve posterine şöyle bir göz gezdirip, hımm bir bakarım demiştim. Ama bu göz gezdirmeyi o kadar kafam başka yerlerde ve gözlerimin ucuyla yapmışım ki diziyi izlemeye başlayınca hiç beklediğim şey çıkmayınca ben başka bir şey mi okumuşum dedim. Cidden bir konuyu bu kadar ancak yanlış anlayabilirmişim. Ben zannediyordum ki başrolümüz kız, eski kocasından kaçıyor. Kocası işte şiddet falan gösteriyor, kızı öldürmeye çalışıyor, bu da başka bir kimlik altında kaçıyor. Hatta posterdeki gözlüklü adamı ki yukarıda bahsettiğim avukat oluyor kendisi, o korkutucu koca zannetmiştim. Ben üzücü bir gerilim izleyeceğim diye kafama kodlamış, ekrana bakarken önümde aşırı sevimli ama çok da ürkütücü, samimi ve üzücü ama maceralı da bir hikaye buldum. Tüm bunları bir arada nasıl bünyesinde barındırabilir bir hikaye dersek...Alabildiğine karmaşık.

Tamam ben konuyu her şeyi yanlış anlamışım da hikayenin gerçek halini de okusam yine de izlemeye başladığımda karşımda bulduklarım bundan farklı olacakmış. Dediğim gibi karmaşık, tanıtım yazısını okuduktan sonra ve dahi ilk iki üç bölüm boyunca da insan çok farklı şeyler bekliyor. Mesela en başta Kim Yeong Ran'ın etrafındaki hava da içine düştüğü ortam da çok karanlık ve boğucu. Başkanın evi ve evdeki karakterler adeta bir kara komedi filminden fırlamış gibi. İster istemez hikayemizin tonunu bu şekilde düşünmeye başlıyorsunuz. Ardından koruma kızımız, anaokulu öğretmeni kimliğine bürünüp sevimli bir köye gidiyor. Bu sefer hikayemizin tonu tamamen değişiyor, minik kasabalarda geçen Güney Kore dizilerimizden birine dönüşüyor. Bu arada başkanın üvey kızı olan profesörün tarafındaki sahneler bambaşka bir havada, kadın neredeyse dümdüz bir ifadeyle adam doğruyor. Tüm bu geçişler arasında hikayenin ne olduğuyla ilgili kafamız karman çorman oluyor.


 Dahası izlemeye başlarken normal ölçüde bir 16 ya da 20 bölümlük hikaye olacağını düşündüğümden, birkaç bölüm sonra her şeyin cumburlop geliştiğini görünce neler oluyor burada diye bakınmaya başladım. Zaten güleyim mi ağlayayım mı korkayım mı sevineyim mi diye izlerken bir de ne göreyim 12 bölüm. 12 bölümde hemen işi bitirecekleri için hiç de tanıtım yazısının insanda oluşturduğu izlenimin hakkını vermeye niyetleri yoktu. Mesela Kim Yeong Ran'ı o köye götürüyorsanız ve o kadar zahmete girip, yeni bir kimlik inşa ediyorsanız ve hatta kanlı canlı bir minik sevimli kasaba oluşturuyorsanız hakkını vermeniz gerekiyor. Tek tek özenli karakterler yaratıyorlar, köyde çok güzel bir dinamik oluşturuyorlar ve hikayenin ana teması kızımızın o köyde saklanması olarak gösteriyorlar ama köyde toplasak iki bölüm ancak geçiriyor. Avukatımız Lee Don güya çok zeki olduğundan kızımızı kendi köyünde saklıyor ama Yeong Ran'ın orada olduğunu iki bölüm içinde bir Alaska'dakiler öğrenmemiş oluyor. Yine de aralardaki minik sürprizler ve sondaki ters köşeler - tahmin edilebilir olsalar da - güzel dokunuşlardı ve her şeyin bu şekilde koştura koştura, üzerinden atlaya atlaya, yapılan onca masrafa rağmen pastanın kremasından bir parmak alınarak geçirilmiş olmasını dayanabilir kılıyordu.


Başroldeki koruma kızımızı oynayan Jeon Yeo Bin'i 2023'te A Time Called You'da izlemiştim ilk defa (şurada yazmıştım). Orada o kadar sinirimi bozmuştu ki (üzücü olduğundan) hikaye, kızı da bir daha görürsem her şeyi yeniden hatırlarım diye düşünüyordum. Oysa burada tamamen farklı bir havaya büründüğünden aynı insan bile olmadığı düşünmeye başlayacaktım. O dizide de "Başrolde hem 2023'teki kızı hem de 1998'deki kızı oynayan Jeon Yeo Bin'i ilk defa izliyordum mesela ve ilk üç dört bölümde bu iki karakteri iki ayrı kişi oynuyor zannettim. Tamamen farklı iki insana dönüşüyordu karakterler değiştiğinde bence." diye yazmışım mesela. Peşinden de "Ama hiçbir duygusu bana geçmiyordu o ayrı. Bir şeyler hissetmemi sağlamıyordu." demişim ama burada her bir duyguda, o ufak nüanslarını gördükçe, hissettiklerini hissettikçe anladım ki A Time Called You'da olaylara üzülmekten kızın karakterine sinir olmanın ötesine geçip oyuncuya da sinir olmuşum.


Başrollerdeki bir diğer oyuncu, çilek çiftliğinin sahibi ve kızımızın romantik bir şeyler yaşadığı genç babayı canlandıran Jin Young'u ise ilk defa 2024'teki Who Is She'de izlemiş ve bu çocuk niye başrol ve bunu kim yakışıklı buluyor diye söylenmiştim. Sonra da 2016'daki Love in The Moonlight'ta da izlediğim fark ettim ama o kadar dikkatimi çekmemiş. Kendisine garezim yok da Who Is She'de yan roldeki Yoo Jung Hoo'yu aşırı beğenince istemsizce olmuştu tüm bunlar. Neyse, buradaki hali vakti her şeyi tam kararında geldi bana. Erken yaşta çocuk sahibi olmuş, karısı başkasına aşık olup çocuğunu ve bunu terk etmiş, minik köyünde kendisine ve oğluna sevimli bir hayat kurmuş, dürüst, namuslu, insan gibi bir insan olarak en sevdiğim karakterlerden birine hayat verdi.


Ama asıl alkışı hak eden, tüm dizi boyunca hem ölümüne tüylerimi ürperten hem de oyunculuğu karşısında önünde yerlere kapaklanacağım başka biri ile tanıştım bu dizi sayesinde. Başkanın üvey kızı olan profesörü canlandıran Jang Yoon Ju. Şimdiye kadar sadece iki üç dizide ve 6 filmde oynamış görünen bu kadın esasında işe bir model olarak başlamış. Uzun süre top model olarak çalışmanın yanında tv programları sunmuş, radyoculuk yapmış. Dizide izledikten sonra bunları okuyunca inanamadım. 12 bölüm boyunca gözlerimin önünde ortaya koyduğu oyunculuk, olsa olsa 40 yıllık bir tecrübenin sonucu olabilirdi. Hakikaten bunca dizi, film ve o hikayelerdeki kötü karakterlerin arasında beni hem bu kadar rahatsız eden ve korkutan ama o kadar da keyif veren bir kötü çok az olmuştur. Dizinin 12 bölüm sürmesine sinir olmamın bir başka sebebi de oydu, bu karakterin neler yapabileceğini, nereye gidebileceğini biraz daha uzun izlemek isterdim.


Diyebileceğim tek şey, ellerinde çok güzel bir potansiyel varken sırf 12 bölüm olsun diye her şeyde kısa kaldıkları. Bir dolu keşfedilecek hikayesi, yaşanacak güzel günleri ve yazılabilecek maceraları varken hiçbir şeye tam olarak dokunmadan toparlayıp gitmişler gibi bir dizi.

15 Kasım 2025 Cumartesi

Learning to Love [愛の、がっこう。] (2025)

 


30larındaki Manami, bir kız lisesinde edebiyat öğretmeni. Sessiz, ağırbaşlı, utangaç ve kendi halinde olduğundan öğrencileri pek sözünü dinlemiyor ve saygı duymuyor ona. Yine de Manami, öğrencileri için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bir gün kızlardan birinin bir "host kulübündeki" bir host gence aşık olup, annesinin kredi kartın bir dolu harcama yaptığı haberi gelince, okul Manami ile stajyer öğretmeni peşine gönderiyor. İki öğretmen gidip, kız öğrenciyi kulüpten alıp getirme göreviyle Tokyo'nun eğlence hayatının son gaz devam ettiği bir bölgesine gidiyorlar. Güç bela, kavga dövüş öğrenciyi zorla oradan çıkarırken Manami, kızın bu halinden mesul olan host ile de atışıyor hatta.

Okulda ise kızın ailesi diyor ki kızımızın bir daha oraya gitmemesini garanti altına almak için o host olan gençten yazılı taahhüt alın gelin bize. Bir daha kızımızın yanına yaklaşmaması için. Manami kariyerinde tutunabilmek için haliyle okulun ve velilerin istediği her şeyi yapmaya çalışıyor. Kulübe gidip, bu takma adı Kaoru, gerçek adı Taiga Takamori olan genç adamdan imzalı bir yazı isteyince fark ediyor ki Taiga ilkokula birkaç sene gitmiş, yazmayı bilmiyor. Manami insan gibi bir insan, hem de o yazılı kağıdı alamazsa okul onu kovacak, Taiga'ya okuma yazma öğretmeye başlıyor akşamları gizli gizli. Böylece bu ikisi bu derslerin etrafında birbirlerine ve sevmeye, yaşamaya, hayata dair pek çok şey öğrenmeye başlıyorlar.

Learning to Love [愛の、がっこう。 - ai no gakko diyor okunuyormuş, aşk okulu diye direkt çevrimi], Japonya'nın Fuji TV kanalında 10 Temmuz-18 Eylül arasında yaklaşık birer saatlik 11 bölüm halinde yayınlanan bir dizi. İlk izlediğim Japon dizisini (Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット] (2025) - 12 bölümlük sevimli bir değişim hikayesi) anlatmıştım. Bu da ondan cesaret alarak izlediğim ikinci dizi. Ve ilkinde yaşadığım o şaşkınlıktan çok daha farklı bir şaşkınlıkla izlediğim bir dizi. Dahası ağzımda acımsı tatlı bir tatla ağladığım, ahh keşke anlamasaydım diyerek anladığım için acıyla gülümsediğim karakterlerin içinde debelendiği, mücadele ettiği, nefes almaya çalıştığı bir hikayeye sahip bir dizi.

Başladıktan sonra bir türlü bırakmak istememekle, verdiği acı hissin ağırlığıyla izlemesem aslında diye bocalamaların arasında gidip geldim 11 bölüm boyunca. Japon hikaye anlatıcılığının yine her dakikasında beni şaşırtmasıyla kendimi bir türlü alamadım tabi izlemekten. Bu kadar duygusuz ve katı görünüp de duyguları bu kadar direkt ifade edebilen karakterleri nasıl yazıyorlar diye şaşırıyorum. Tam da öyle bir durumda ya da başka bir durumda aynısını hissettiğim duyguları mesela, ifade etmeye başlıyor önümdeki karakter bir anda. Mesela ne bileyim şöyle bir durum olsun. Kahve yaptınız kahve makinesinde ama baktınız o anda yanınızdakine veriyorsunuz o kahveyi, içmek ister misin diye. Çok mutlu oluyor, bana kahve yaptı diye, ikram etti diye. Siz de düşünmeden iyilik yaptığınız düşünüyor ve mutlu oluyorsunuz ama aslında içten içe başka bir kahve istediğiniz için onu verdiğinizi fark ediyorsunuz. Böyle düşüncelerin, böyle hislerin hiçbir hikayede direkt ifade edildiğini görmemiştim ben. Genelde böyle sahneleri mesela okurken ya da izlerken, hafiften bir aklımızın ucunda belirir karakterin bu hissiyatı, şüpheleniriz, kurcalarız, oyunculuğunda veya satır aralarında ele geçiririz. Oysa bu izlediğim iki Japon dizisinde de böyle sahnelerde açıkça karakterlerin iç sesiyle bam bam diye o duygularla, o iç muhasebelerle yüz yüze geldim.


Bunun yanında bu hikayenin bana neden bu kadar dokunduğuna dair anlatacaklarım acı-tatlı aslında. Tıpkı dizinin hikayesi gibi. Manami kızımızın her şeyi ve herkesi kontrol eden babasıyla ilişkisi zaten en başta üstüme çöktü. Manami bu yüzden esasında ailesinin ve yetiştiriliş tarzının ona etkisiyle kendini içine hapsettiği kocaman duvarların içinden çıkmaya çalıştı tüm dizi boyunca. Babasının ruhsal olarak hapsettiği annesinin sessiz çığlıklarının gölgesinde her şeye göğüs germeye çalıştı ayrıca. Ama o babanın da tüm benlik ve hayat bilincinin yanlışlığıyla karşılaşmasını ve yıkılıp, yeniden kendini inşa etmesini anlattı bir yandan da hikayemiz.


Manami ile Taiga'nın toplumun tüm yargıları ve kuralları içinde sevmeye, mutlu olmaya, yaşamaya çalışmalarını anlattı sonra. 30larının ortasındaki bir kadınla 20lerinin başındaki bir adamın birbirlerini anlamalarını, birbirlerine iyi gelmelerini, birbirlerinden öğrenmelerini gösterdi bölüm bölüm. Taiga'nın aşırı özgüvenli, şen şakrak, çok sosyal, konuşmada iletişimde çok güçlü görünen kabuğunun altındaki tamamen kendinden nefret eden, hiç güvenmeyen minicik çocuğun habire yediği tokatlarla nasıl kendini geri çektiğini, kapılarını kapattığını izledikçe bunu nasıl bu kadar güzel anlatabiliyor olabilirler diye bakakaldım ekranıma.


Hikayenin kötüsüymüş gibi görünen ama aslında grinin tam anlamını gösteren müthiş bir karakter izledim mesela sonra. Manami'nin görücü usulü evlenmesi için ayarlanan Yoji Kawahara karakterinin hem tüm hareketlerine sinir olup, hem de her birini anlıyor olmak, hikayenin başından sonuna tutarlı bir şekilde gri kalmasını izlemek daha önce pek de rastlamadığım bir deneyim oldu.


Hikaye ve anlatım açısından bu kadar aşık olduğum dizinin kötü yönüyse bir türlü anlam veremediğim o çiğlik. Diğer dizide de böyleydi, bu dizide daha da göz kanatır bir haldeydi. Mesela yaşı daha ileri olan oyuncular tamamen tiyatro sahnesindeymiş gibi oynuyordu. Bir hareket yapıp, sonra bekliyorlar. Replikleri hareketleri akmıyor, oynadıklarını çok göstere göstere oynuyorlar. Diğer oyuncularda o kadar göze batmıyor ama onlarda da yine o beklemeleri, sahnenin içinde hadi ben repliğimi söyledim şimdi bekliyorum diye bakmalarını görebiliyorsunuz. Yine de anlatılan hikayenin güzelliğine hepsi bir şekilde akıp, yolunu buluveriyor insanın gözlerinde.


Bir de çok güzel şarkılar söylüyorlar soundtrackinde. Şu şarkıyı her bölüm sonunda duymaya başladığımda midemde, göğsümün ortasında oluşan girdabı anlatabilecek kelimelerim yok.

16 Ekim 2025 Perşembe

Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット] (2025) - 12 bölümlük sevimli bir değişim hikayesi


 Ailesinin lahana çiftliğindeki evinden Tokyo'ya üniversite okumak için gelen Haruka, sevimli mi sevimli, hayat ve neşe dolu bir genç kız. Büyüdüğü küçük kasabada lise okurken hep hayalini kuruyor Tokyo'da üniversite okumanın. Günü gelip büyük şehre gidebilince artık dilediği gibi makyaj yapacak, okul giysilerinden kurtulacak, güzel şeyler giyecek, lezzetli kahveler içecek ve arkadaşlarıyla keyifli bir üniversite hayatı geçirecek. Bu sevimli hayallerle geliyor Tokyo'ya ama birkaç sene geçip de bir gün durup bakıyor ki haline, hiçbir şey hiç de hayal ettiği gibi gitmiyor. Tüm o şeyleri hayal eden neşeli kız gitmiş, yerine her sabah evden koşturarak çıkan, saçı başı dağınık, üstünden dökülen giysileri ve bez ayakkabısıyla okula koşturan, sonra yarı zamanlı işinde saatlerce canı çıkana kadar çalışan ve sonunda gecenin bir yarısı dağınık, iç karartıcı evine girdiği an kendini yatağa atan soluk yüzlü bir kız gelmiş yerine. Bu nasıl oldu, ben nasıl böyle oldum diye düşünürken yolda biriyle çarpışıyor. Çarpıştığı kız o kadar güzel, o kadar bakımlı, parıl parıl görünüyor ki tam da Haruka'nın kendi için kurduğu hayallerdeki gibi.

Bu kızı görmesiyle değişmeye karar veriyor. İtici gücü de yarı zamanlı işinde (kafe-restaurant tarzı bir yerde garsonluk) iş arkadaşı olan Keisuke'ye hislerini açıp, çıkma teklif etme isteği oluyor. Uzun zamandır Keisuke'den hoşlanıyor kızımız ama diyor ki bu noktada kendi kendine önce hayal ettiğim gibi güzel giyinen, güzelce makyaj yapıp kendine çekidüzen vermiş bir kız olacağım, ondan sonra da hoşlandığım çocuğa açılacağım. Ve sokakta çarpıştığı güzel kızla bir daha karşılaştığında yalvarıyor ona bana öğret öğret diye. Böylece başlıyor Haruka kızımızın ve etrafındakilerin kendileriyle ve dünyayla ilgili bir şeyler öğrenme ve değişme yolculuğu.

Bu yolculuğu anlatan Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット], Japonya'nın TBS kanalında 24 Haziran'dan 16 Eylül'e kadar 20'şer dakikalık 12 bölüm şeklinde yayınlanan bir dizi. Wakana Yanai tarafından yazılmış çizilmiş bir mangaymış aslında. Bessatsu Margaret adındaki shojo manga dergisinde haziran 2019'dan ocak 2022'ye kadar yayınlanmış.

Manga serisinin kapakları

Dizi adından da anlaşılabileceği gibi bir Cinderella hikayesi. Yani hikayenin temel fikrini alıp, çok başka bir şekilde anlatan bir başka hikaye bu da tüm diğerleri gibi. Benim için ayrı bir önemi var, başından sonuna izleyebildiğim ilk Japon dizisi oldu Cinderella Closet. Kore dizileri izlemeye başlayan insanlar genelde ne olduğunu anlamadan kendilerini Çin ve Japon dizilerinde, hatta diğer uzakdoğu dizilerinin arasında bulurlar. Ya da tam tersi, Çin dizisi izlemeye başlayanlar gayet doğal bir akış içinde diğer uzakdoğu dizilerini de izlemeye başlarlar. Benim için hiç böyle olmamıştı bu seneye kadar. Yani denedim, denemedim değil. Dünyada birçok ülke ve birçok hikaye var, 8000 km ötedeki bir minik ülkenin hikayeleri bana bu kadar içten gelmişse belki başka bir dolu kültür de vardır böyle değil mi diye düşündüm hep ama bir türlü izleyemedim sonra her denediğimde. Çince'yi hala duymaya dayanamıyorum mesela, bir türlü kabul edemiyor kulaklarım ama kim bilir belki onun da zamanı gelir. Korece'ye o kadar alışınca artık hiç yabancı bir dil gibi gelmiyor ya mesela, o his beni izlediğim şeylerin içine çekebiliyor veya içinden atabiliyor. Birkaç Çin dizisini açıp bakmayı denediğim oldu geçen yıllar içinde. Bir tane Tayvan dizisini ciddi ciddi izlemeye çalıştım, hatta burada da bahsetmiş olmalıyım (haa şurada). Ama kulaklarıma gelen sesler tuhaf olunca o kadar ilgi çekici hikayeler bile izlenemez oldu gözümde. Japonca diğerleri gibi o kadar da ayrıksı, rahatsız edici gelmedi mesela. Sesler kötü değildi, Japon dizilerinde bana daha tuhaf gelen bir hava vardı. Adını koyamadığım bir soğukluk, bir duvar. Birkaç tanesini ciddi ciddi açıp, ancak birer bölüm izleyebildim geçen zaman içinde. O yüzden birkaç hafta önce öylesine önüme düştüğünde hikayesine falan hiç bakmadan açıp izlemeye başladım Cinderella Closet'ı. Hiç düşünmeden. Sadece posterini görüp, posteri de değil, Netflix'teki tanıtım resmini görüp, açtım sadece. Hep dediğim gibi, her şeyin bir zamanı var ve Japon dizilerininki de şimdiymiş demek ki.

Tabiki izlemeye başlamak o kadar da yumuşak bir macera olmadı. İlk başlarda duyduğum her şey rahatsız edici olmasa da tuhaftı. Herkes bağırarak veya çığlık atarak konuşuyor gibiydi. "Eyyyy, hooooyyy, höööööyy" diye tepkiler verip duruyorlardı. Normal konuşmaların arasında, normalde bıcı bıcı konuşan karakterler. Tuhaftı. Kızlar istisnasız animelerdeki gibi konuşuyordu. Aşırı tiz bir sesle, acayip yapmacık bir sevimlilikle (tabi bunlar ilk izlenimlerimdi, alıştıkça ve hikayenin içine girdikçe bu düşüncelerim değişti). Ama en ilginci ki dizi bittiğinde de böyle düşünmeye devam ediyordum, kafa yapılarındaki farklılıktı. Gerçekten çok ilginçti durumlar karşısındaki davranışları ve düşündükleri. Bunca yıldır neler izledim, tamam aşırı çeşitlilikte kültürün hikayelerini izledim sayılmaz ama nereden baksam Amerikan kültürüne, İtalyan kültürüne, Britanya kültürüne ve en nihayetinde Kore kültürüne izleye izleye alıştım. Kafa yapıları artık tanıdık ve dahası bazılarında gerçekten büyüdüğüm, yaşadığım kültürün izlerini de bulabiliyorum. Ama Japon kültürü, sadece bu ilk izlediğim dizinin kısıtlı bakış açısıyla ilk anda çok çok farklı geldi. Kültürü mü denir onu da tam bilemedim, daha çok kafa yapısı, dünyayı ve duyguları algılayışları. Birçok durumda bir karakter karşısındakine bir şey dediğinde diğerinin buna tepkisi veya hissettikleri bana çok tuhaf geldi mesela. Algılayamadım ya da anlamlandıramadım. Ama izlemesi ve böyle de bir dünya varmış demesi çok keyifli geldi.


Sadece bu kafa yapısı, bakış açısı da değil ilginç olan bu arada. Konusu. Şu an bu satırları yazarken ikinci Japon dizimi de bitirmiş olarak söylüyorum, hakikaten çok değişik geldi bana bu Japonların anlattıkları hikayeler. Cinderella Closet adından da anlaşılabileceği gibi bir Cinderella hikayesi dedim mesela ama burada "fairy godmother"ımız bir "cross-dressing" insanı. Böyle hiç duymadığım, yeni yeni kavramlar, durumlarla tanıştırdı işte beni bu Japon dizileri. Sevimli kızımız Haruka'nın yolda çarpıştığı ve çok beğendiği kız, aslında kız gibi giyinip, peruk takıp makyaj yapan bir erkek olan Hikaru. Sokakta çarpışıp karşılaştıkları sahnede - dizinin içeriğinden hiç haberim olmadan açıp izlediğim için bir fikrim yoktu - aa ne güzel kızmış demedim ben de Haruka ile birlikte, ne kadar ilginç bir kız bu dedim. İpincecikmiş de, hımm dedim. Sonra bölüm ilerledi, Haruka ve bu ilginç kızı izlemeye devam ederken bir yandan da bir kafa karışıklığıyla devam ettim. Duvarda azcık yamuk duran bir tablo ile bir odada oturmak gibi bir şeydi, tablo tam önümde olmasa da orada duvardaydı ve ben anlam veremediğim bir şeyleri hissederek öylece oturuyordum gibi bir durumdu. Sonunda Hikaru'nun peruğunu çıkarıp, makyajını temizlemiş halde Haruka'nın karşısında belirmesiyle ben de haaa diyerek rahat bir nefes aldım.


Bu noktada durumun ilginçliği de beni izlemeye çeken etkenlerden biriydi. Hikaru böyle kadın giysileri içinde, saçıyla makyajıyla dolaşıyor ve herkes çok normal bir şekilde karşılıyordu. Yapamaz ya da yapmamalı diye düşündüğümden demiyorum, bu ülkede doğup büyüdüğüm için haliyle ilk tepkim nasıl ya oluyor. Bu "nasıl ya" tepkisi de Hikaru'ya değil zaten, ona şaşırmayanlara ve hikayenin içinde bunun çok doğal bir şekilde ilerlemesine. Tabiki diziler filmler aşırı gerçekçi toplum aynaları değiller, hangimiz kahvaltı sofrasına aşkı memnu'dakiler gibi oturuyoruz ya da Kapadokya'da kaç tane ağalı konaklı var? Bu dizi de bu hikaye ve karakterler de Japon toplumunu kültürünü tam olarak göstermiyordur da ne bileyim en azından Hikaru'nun burada evden kafasını çıkardığı anda cinayete kurban gitmesi neredeyse anayasa gibi bir şeyken Tokyo sokaklarında markete gidebiliyor, kafede oturabiliyordur.


Hikayemiz Haruka kızımızın, bu Hikaru'nun kendisinden makyaj yapmayı, güzel giyinmeyi ve en önemlisi kendine güvenmeyi öğrenmesiyle devam ediyor. Hikaru böyle Haruka kızımızın hayatında sıradışı bir peri anne olarak belirmiş gibi görünüyor ama aslında herkesin birbirinin hayatına dokunup, düzelttiğini, geliştirdiğini görüyoruz. Haruka üstüne örtülen ölü toprağından sıyrılırken Hikaru da aslında ne istediğini, kim olduğunu öğrenmeye başlıyor. Hikaru'nun ailesi oğullarını her ne olursa olsun sevebileceklerini öğreniyor. Haruka'nın hoşlandığı iş arkadaşı Keisuke kendisinde nelerin yanlış olduğunu ve neyi düzeltmesi gerektiğini görüyor.


Dedim ya çok değişik bir dünyaya adım atmış oldum bu diziyle. Sadece bambaşka bir kültüre, ülkeye ait olmasından mıdır bilemiyorum da. Görünüşte aşırı kaliteli ya da büyük bir bütçeye sahip görünmüyor dizi, bu yüzden çok çok özenli bir çekimi yok haliyle. Oyuncular da genç olduğundan hatta çoğunun daha ilk işlerinden biri olduğundan ortam o kadar da oyunculukların havada uçuştuğu, yeteneklerin birbirine çarpıştığı bir durumda değil. Yani çoğu zaman kaskatı durup, repliklerini söylemeyi bekledikleri, hah şimdi duygu göstermeliyim diyerek rol yaptıkları ama yine de sevimli ve çabalarının takdire şayan olduğu bir ortam. Böyle de bir hikayenin içinde beni asıl şaşırtan ve etkileyen, tüm hikayeyi bitirince aslında ne kadar iyi yazılmak istenmiş ve anlatılmış karakterleri izlemiş olduğumdu.

Mesela Haruka'yı ilk tanıdığımızda çok neşeli, aşırı sevecen ve umutla dolu. Neredeyse lalalalala diyerek kırlarda dolaşan Pollyanna gibi görünüyor. Sadece hayat biraz yormuş ve enerjisi tükenmiş gibi. Ama tamamen mutlu bir insan aslında. Herkesi, her şeyi iyi karşılıyor. İçindeki iyiliği etrafına da yansıtıyor. Makyaj yapabilmeyi, giyinebilmeyi öğrenmek isterken de dizi bize sanki kendine güveni yokmuş da değişmek istiyormuş gibi gösteriyor ilk başta ama aslında Haruka tamamen kendine güveni olan bir genç kız. Yani bakarsak hoşlandığı çocuğa çıkma teklif etmeyi düşünüp, tasarlayacak kadar kendine güveniyor. Ya da herhangi bir durumda aklından geçenleri, hissettiklerini söyleyebilecek kadar, bir haksızlık varsa kendini ve başkasını savunabilecek kadar kendine güvenli ve açık aslında. Dahası tüm bu güvenini ve sevgi dolu oluşunu ailesinin en başından beri öyle oluşundan aldığını da anlıyoruz bir noktada. Bana böyle bir karakterin nasıl değişik ve ilginç ve de inanılmaz geldiğini anlayabiliyor musunuz? Bu derece sağlıklı bir aileyi ve onların bu derece sağlıklı bir şekilde yetiştirdikleri bir çocuğu görmek aklımın alamayacağı bir şey çünkü.


Hikaru'nun akıl yapısı, kişiliği de ilk etapta çok yabancı gibiydi bana. Ama hikayenin katmanları açıldıkça ve diğer karakterlere ilişkileri belirdikçe onun da o kafa karışıklığı, yaptıklarını neden yaptığı, hissettiklerinin karmaşıklığı çok daha anlaşılır ve belirgin oldu benim için. Cinsel yöneliminden bağımsız olarak kadın gibi giyinmesinin aslında kocaman bir zırh olduğunu anlattı dizi. Akıl olarak Haruka'nın ailesi kadar sağlıklı olmayan ailelerde yetişmek zorunda kalan her bahtsız çocuk gibi onun da dış dünyaya karşı koyabilecek bir zırh geliştirmiş olduğunu görüyoruz böylece. Dizinin ve oyuncunun ve belki de kamera arkası ekibinin en iyi yansıttığı şeylerden biri de buydu zaten. Kadın kıyafetleri, saçı makyajı içinde Hikaru çok daha kendine güvenli görünüyor. Ekranda karşı konulamaz bir dağ gibi beliriyor. Herkese ve her şeye kocaman bir duvar gibi davranıyor. Erkek kıyafetleri içindeyken ise çok daha kırılgan, çok daha narin ve kendini sakınıyor bir hali oluyor. Bu halde tamamen yara alabilir gibi, daha çok duygusu var gibi oluyor.

Böyle bir hikayeyi ve böyle karakterleri ilk defa izlediğim için tüm bu kafa karışıklığıma ve duygu karmaşama rağmen çok mutlu oldum, çok keyif aldım. 2016'da açıp da ilk Kore dizimi izlemeye başladığımdaki şeyleri hissettim yine. Onca yıldan sonra artık hiçbir Amerikan dizisinin vermediği keyfi aldım yeniden.  İnsan yeni bir şeylerle tanıştığında o tedirgin ama heyecanlı mutluluğu hissediyor ya en başta, hah işte o çok hayatı yaşanır kılan bir şey. 

30 Eylül 2025 Salı

Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프} (2025) - 12 bölümlük "fine-dining" zaman yolculuğu


 Pek bir başarılı şefimiz Yeon Ji Yeong, çok önemli bir yemek yarışmasını da birincilikle bitirdikten sonra Paris'ten Güney Kore'deki evine dönerken uçakta, tarihçi babasına götürdüğü bir eski kitabın sayfalarını aralayıp okumaya başlar başlamaz kendini 1500'lerin Joseon krallığında buluverir. Rüya mı görüyorum zaman yolculuğu gerçek mi diye daha kafasını bile toplayamamışken at üstünde eli kılıçlı bir adamla uğraşmak zorunda kalır. Kılıçlı adam Kore tarihinin en eli kanlı psikopatlarından biri olan bir kral çıkmasın mı? Şefimizi tuttuğu gibi saraya götürüp, hapseder. Ama tesadüf bu ya, bu meşhur zalim, aynı zamanda çok bilinen de bir gurmedir. Ee bizim Yeon Ji Yeong da bileği bükülmez bir aşçı olduğundan sonunda kendini Joseon saray mutfağında bu zalim krala yemek yaparken bulur. 21.yüzyıldan 16.yüzyıla gidip, saray baş aşçısı olan Ji Yeong, saray entrikalarının içinde aslında tarihin hiç de okuduğu gibi olmadığını keşfederken krala da aşık olup, tarihin akışını değiştirmeye çalışır.


Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프}
Güney Kore'nin tvN kanalında ve Netflix'te, 23 Ağustos - 28 Eylül arasında 12 bölüm olarak yayınlandı. Park Kook Jae'nin (박국재), "Surviving as Yeonsan-gun's Chef" (연산군의 셰프로 살아남기) isimli web romanından uyarlanmış, roman ile aralarında birçok ama pek çok değişiklik olduğunu okuyanlar söylüyor. Hatta oturup tek tek farkları yazanlar bile var, okuması keyifliydi. Hatta ve hatta, bu web romanındaki hali bana çok daha keyifli bir hikayeye sahip olduğunu gösterdi. Keşke şöyle adam akıllı okuyabilseymişiz, çünkü mesela romanda olayın içine Leonardo Da Vinci, Magellan, bizim I.Selim (hani Yavuz olan) falan giriyor. Web romanında inanılmaz ayrıntılar var gibi görünüyor. Dizinin biraz da tadını böyle tam alacakmışız da alamamışız gibi bir his bırakarak bitmesinin sebeplerinden biri de bu zaten.


Başlangıcında acayip heyecanlı ve eğlenceli başlıyoruz diziye aslında. Hikayeye giriş, karakterlerle tanışmamız hepsi çok keyifli ve iyi yazılmış. İlk iki bölümde tanıştığımız şekillerinden hep farklı çıkıyor mesela çoğu karakter. Kralla Ji Yeong'un karşılıklı mücadele ettiği, atıştığı, kapıştığı her an, tüm dizi boyunca en keyifli kısımlar oluyor. Hikaye ilerledikçe - pek çok izleyiciye de sürünüyormuş gibi gelen - Çinlilerle yemek yarışması kısımlarında cidden dizi biraz hızını sabitlemiş gibi geliyor. Arka planında aslında hikayenin asıl kısmı için çok önemli notalar içeren bu yarışmanın kendisi bence keyifliydi ama izlerken insan hadi ama ne olacak ne olacak kitabı bulabilecek mi kralın tahttan indirilmesine engel olabilecek mi aşık olacaklar mı haydi haydi diye koşturduğumuz için haliyle bu yarışma mevzuunda hepimiz aynı şeyi düşündük. Oysa yolculuğun kendisinin asıl önemli olan şey olduğunu unutuyoruz dizi ya da film izlerken. Hikayenin sonunda ne olduğunu öğrenmek değil derdimiz, olmamalı yani. Bunu bilerek başına otursak ekranın, sanırım çok daha fazla keyif alacağız.


Dizinin hikayesini oluşturan bu şekilde (Ji Yeong'un kralla ve ortamla tanışması mutfağa girmesi gibi kısımları tamamen giriş bölümüne dahil edersek) 3 kısım var denilebilir. İlki büyük kraliçe (şimdiki kralın baba tarafından büyükannesi) ve yanındakilerin Ji Yeong'un varlığını ve aşçılığını kabul edebilmesi için olan mücadele, ikincisi yukarıda da değindiğim Çinlilerle olan yemek yarışması, üçüncüsü de küçük prensin (şimdiki kralın başka bir anneden olan küçük kardeşi) Ji Yeong'un yemeğinden zehirlenmesi olayı. Hikayemizin gelişme kısmını oluşturan 3 konu bunlar. Hepsinin sonuç kısmında çözülecek ana konuya yandan oradan buradan bir katkısı var. Normal bir roman yazımı bu şekilde olur çünkü. Bu Çinlilerle yemek yarışmasının tek suçu da diğer konular heyecanlı heyecanlı çabuk çabuk bir şekilde birer bölüm gibi sürelerde çözülürken, bu konu birkaç bölüme yayılıp, bol bol yemek yapma sahnesi içeriyor ve dediğim gibi asıl ne olacak ne olacak kısmını geciktiriyormuş etkisi yapıyor. Halbuki bence salim bir kafayla izleyebiliyor olsaydık, aşırı heyecanlı ve keyifli bir yarışmaydı bu. Çünkü bir dolu yemek, bir dolu malzeme ve yöntem ile tanışıp, çok değişik arkaplan hikayeleri duyabildiğimiz bir kısımdı ki dizinin de en iyi başardığı konu aslında bu yemek konusuydu.


En başından itibaren bize çok özenli yemek hazırlama, tanıtma ve tatma sahneleri izlettiler. Daha önce böyle yemekli, yemeklerle ilgili bir Güney Kore dizisi izlemedim sanıyorum, o yüzden karşılaştırabileceğim bir başkası yok ama sanırım bu derece güzel çekilmiş olan bir tanesi de yoktur gibime geliyor. Malzemeleri tek tek anlatan, görüntülerine doyum olmayacak şekilde gösteren görüntü yönetmeni, üstüne bir de her bir lokmada karakterleri başka başka dünyalara sokup, dizinin en güzel sahnelerini meydana getirmiş durumda. Bu sahnelerde oyuncular da aşırı iyi, sanki onlar da en çok bu sahnelerden keyif almış gibiler. Küçücük çocuk bile (küçük kardeş olan prens) ağzına bir lokma atıyor, sonrasında hayatının en iyi oyunculuğunu veriyor.


Dizinin bu keyifli kısımları böylesine iyiyken dramatik kısımları ve aksiyon kısımları da ayrıca güzel. Ellerindeki metnin hakkını vere vere her bir oyuncu (Yoona hariç :D ) döktürüyor. Ama işte hikayenin biraz da bir tuhaflık var dedirten durumu da buradan çıkıyor. Önce çok eğlenceli başlıyor hikaye mesela, arada çok ciddileşiyor, çok vahşi şeyler olabiliyor ama aynı zamanda yine çok hafif şeyler de oluyor. Sonra ortalık kan gölüne dönüyor ama tam ortasında çok absürt bir şekilde bir şeyler de beliriveriyor gülmekten ağzımızdakini fırlatabiliyoruz. Yani şöyle demeye çalışıyorum, dizi çok mu büyük olacağım epik mi olacağım olmaya da çalışıyorum ama o kadar ciddi de değilim diyerek ortalarda geziniyor. Mesela bir Goblin'i ya da Alchemy of Souls'u ya da Crash Landing on You'yu epik yapan hava neyse burada kıyısından dönülüyor.

Bu efsane olamayabilmiş hikaye içinde yıldızlar geçidi gibi kadro izliyoruz ki aslında tam da bu oyuncular yüzünden her şey büyük büyük görünüyor. Ne demeye çalıştığımı anlatabilmek için önce Lee Chae Min konusunu konuşmamız gerekiyor.

Neverland'de izledikten sonra anlatabildiğim Crash Course in Romance [일타 스캔들] (2023)'te ilk defa izledim Lee Chae Min'i pek çokları gibi. Ondan önce iki dizide ufak rollerde yer almış, hatta Alchemy of Souls'un da ikinci sezonunda minicik bir görünmüş. 2000 doğumlu, henüz çok yolun başındayken aslında iki küçük rolden sonra gelen bu Crash Course in Romance onun için çok çok iyi bir adım. Sektörün iki büyük topuyla aynı dizide, hem de iyi yazılmış bir yan hikaye içinde oldukça düzgün, derli toplu bir oyun çıkarmıştı orada. Diziyi anlatırken "Aslında lisedeki bir grup arkadaşın hikayesi mesela, diziyi izleyen çoğu kişinin daha keyifle ve merakla takip ettiği hikaye oldu bölümler boyunca. Çok az ekran süresine sahip olsalar da Hae-E, Dan Ji, Geon Hu, Seon Jae ve Soo Ah'nın yer aldığı sahneler, anlattıkları hikaye cidden çoğu bölümde taşıyıcı oldu. Yetişkinlerin salak saçma davranışlarından, entrikalarından, kötülüklerinden çıkıp onların mücadelelerini izlemek daha güzeldi. Gerçi senarist onların hikayesine istediğimiz özeni ve detayı vermedi ama olsun." diye yazmıştım. Tek tek bu lise grubunu oluşturan oyuncuları söylemeden. Ama o zaman diziyi izlerken ve kimmiş bunlar diye nette oyunculara bakarken neler düşündüğümü hatırlıyorum. Bu 4 genç oyuncunun hem çok iyi göründüklerini hem de az ekran sürelerine rağmen çok iyi iş çıkardıklarını düşünmüştüm. Ekibin kızlarından biri olan Roh Yoon Seo'yu mesela izleyen herkes çok güzel bulmuştu o zamanlar, Kore'de bir anda bir hypelanmıştı, sonra nedense hiç haber gelmedi o taraftan. Ekipteki erkeklerden biri olan Lee Min Jae oradan kaliteli ama aşırı da ses getirmeyen, daha aksiyonlu maceralı işlere yöneldi, oradan sağlam adımlarla devam ediyor. Diğer kızımız Ryu Da In, tipinin de etkisiyle (Roh Yoon Seo gibi geleneksel anlamda güzel bulunan bir görüntüsü olmamasını kastediyorum, yoksa tipinde bir kötülük yok) gerilimli işlere yönelmek zorunda kalmış gibi görünüyor. Bu ekibin içinde Lee Chae Min dikkat çekmiyormuş gibi görünmüştü o zaman oyunculuğuyla ama bu tamamen karakterin tekdüze ve soğuk oluşundan kaynaklanan bir durummuş. Yine de iyiydi gerçi ama en net hatırladığım yuh bu çocuk gerçekten çok yakışıklı allah özene bezene yaratmış diye düşündüğüm. Buradan bir başrole gider herhalde diye takibe almıştım hemen. O sene değil ama sonraki sene yine bir lise dizisi gibi dizide başrole çıktı haliyle. "Hierarchy" isimli bu dizinin ilk bölümünü sırf Lee Chae Min için açıp, hevesim kursağımda geri kapatmıştım, izlenmiyordu çünkü. Sonra "Crushology 101" geldi, dedim tamam en azından sevimli bir romcomda oynayacak, dünyanın en kötü en kalitesi işlerinden biri sıralamasında başa yarışıyordu bu dizi. O kadar. O derece. Olamaz diyorsunuz oluyor. O kadar kötü. Şöyle demiştim hatta, o derece:

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş."


Ama sonra bir mucize oldu. Ya da mucize değil de çocuğumuz kendini iyi kurtardı diyelim. Bu senenin ortasında bu zamana kadarki ajansıyla anlaşması bitti, anlaşmanın bittiği gün yeni bir ajansla imza attı ve dönüp bakınca tüm bu dizilerde oynamasına sebep bu eski ajansı gibi görünüyor. Yani tüm bu salak saçma işleri o salak ajans seçmiş olmalı (mevzubahis ajans Kim Soo Hyun'un ajansı, anladınız siz). Hayır şu anda bünyesinde hala birçok oyuncu var ama mesela ikisi, kariyerlerinin başında çok çok iyi oyuncular olduklarını gösteren ve çok büyük gelecek vaat eden ikisi, bence son birkaç işlerinde gerçekten çok kötü şeyler seçtiler ve kariyerlerinde saçma bir noktada takılmış gibiler. Yine de bu ajansta durmaya devam ediyorlar ama belki de çıkamıyorlardır kim bilir, imza sonuçta. Neyse, ne çok konuşasım varmış.


Mucizeye dönersek...Bu dizide oynayacağı haberleri gelir gelmez tamam dedim, şeytanın bacağını kırdı. Çünkü daha ilk haberlerden ve tanıtımlardan belliydi ki kdrama sahnesinde bu senenin bir sonraki büyük çıkışı o olacaktı. Geçen sene Lovely Runner ile Byeon Woo Seok'a olanlar gibi yani. Bu yüzden baya heyecanlanmıştım. Dizi başladığında da hakikaten o ilk izlediğim donuk bakışlı lise öğrencisinden bu çalkantılı karaktere iyi bir yol kat ettiğini gördüm. Genelinde eğlenceliydi, komedi yapmak istediğinde başarılıydı, duygular daha doğrusu romantik duygular konusunda sıfırda olmasa da çok da iyi sayılmazdı ama özellikle dramatik duygularda çok iyiydi. Yine de ilk halinden çok iyi bir ilerleme kaydetmişse de tam olarak beklediğimiz her şeyi verebilecek kıvamda olmadığını da gördüm. Sanki hala üstünde ufak bir donukluk, bir anlayamamazlık var bilemedim.

Ya da belki karşısında bir Lim Yoona olmasından kaynaklı da olabilir. Yoona'yı gerçekten severim, yıllar önce ilk gördüğüm anda da ne kadar güzel bir enerjisi var ve ne kadar güzel bir kız demiştim. Ama ne olduysa K2 yüzünden oldu. O dizide onu izlemek işkenceden farksızdı. Ne küfürler ettim o diziyi izlerken çünkü Yoona'nın iticiliğinden insana afakanlar basıyordu. Neyse ki yıllar geçti, kültür merkezinin film festivalinde "Confidential Assignment 2: International (공조2:인터내셔날)" izledim ve Yoona ile barışabildim. Çünkü bu filmde inanılmaz eğlenceli, komik, hareketli ve izlemelere doyulamaz bir karakter ortaya koymuştu. O yüzden bu diziyi de izlerken fikirlerim tam olarak yerine oturdu. Yoona komedide çok iyi, dramada donuk ve romantizmde aşırı donuk olduğundan tamamen karşısındaki oyuncuya bağlı olarak izlenebilir oluyor. Burada da o yüzden hiçbir romantik yan göremiyorduk. Yani görmek istediğimiz için, çok istediğimiz için kendimizi zorladık öyle oldu romantizm. Ortam çok güzel, oyuncular çok güzel, hikaye pek güzel olunca kendi içimizden tamamladık biraz da duyguları ve kimyayı. Çünkü kimyaları hiç tutmamış da değildi. Atışmaları, mücadeleleri, birbirlerine girmeleri kesinlikle çok tutmuştu ama bir duyguları yoktu birbirlerine karşı.

Ki belki de hikayenin ana teması bu değildir diye düşünüyor insan. Ama daha ilk dakikalardan bizi zaman yolculuğuna çıkaran şeyin tam da bir aşığın cümlesi olması gerçeği, durumu açıklıyor. Tüm bu hikaye yemeklerin etrafında dönüyormuş gibi görünüyor ama asıl nokta, birbirlerini yavaş yavaş anlayıp, tamamlamaya başlayan, birbirlerinin iyi yönlerini ortaya çıkartıp, kötü yönlerini birlikte törpüleyen ve çok zor bir hayatta birbirlerine destek olarak ayakta kalan ve tam da bu sebeplerle birbirlerine aşık olan iki karakteri anlatmaya çalışıyor aslında hikayemiz. Oysa aklımızda kalan lezzetli yemekler ve kanlı saray darbeleri. 12 bölümde değil de belki bir 20 bölümde anlatıyor olsalar acaba her şey daha "olmuş" olabilir miydi ki? İki cümle öncesinde yazdığım cümledeki her şeyi gerçekten de dizi bize güzelce gösteriyor, anlatabiliyor olabilir miydi ki?

Yine de, her falsosuna rağmen, 6 haftadır beni çok mutlu eden, her haftasonu yeni bölümlerle beni çok mutlu bir yerlere götüren bir macera oldu bu. Tüm yan rollerdeki karakterleriyle, onlara can veren çok aşırı iyi oyuncularıyla ve 16.yüzyıldaki Joseon sarayının o entrikalı ama macera dolu ortamıyla benim için ayrı bir yere sahip diziler arasına girmiş oldu Bon Appetit, Your Majesty.

(Tabi nihayet onca yıl sonra, Moon Lovers'ın böğrümüzde açtığı o kocaman kanlı boşluğa nihayet biraz da olsa merhem sürebildiği için bu dizinin senaristine gönül borcumuz var.)

17 Eylül 2025 Çarşamba

Signal {시그널} (2016) - 16 bölümde telsiz ucundan zaman yolculuğu


 Ben ne izledim böyle ya? Ben böyle ne izledim? Nasıl bir maratondu bu? Nasıl bir senaryo yazmaktı, nasıl oynamaktı, nasıl müziklerdi onlar? Öyle bir dizi izledim ki ben geçtiğimiz iki hafta boyunca...Nasıl anlatsam, neresinden başlasam bilemedim.

Tam 7 yıl önce kaydetmişim izlemeyi planladıklarım arasına "Signal"i. 7 yıl sonunda ancak bu eylül başında birden bire açtım ve izlemeye başlayabildim. Her şeyin kendine ait bir zamanı var ya hayatta, bu hikayeyi de izleyebilmem için en doğru zaman buymuş işte. Hepsini izleyip bitirdikten sonra düşündüm ki daha önceki halimle izlemeye çalışsaymışım psikolojime şimdiki kadar hakim olamayabilirmişim. Çok daha mutsuz olabilirmişim izlerken, ağlamaktan yerlere bayılabilirmişim. Şu anki ben, kendine biraz daha hakim, biraz daha izlerken kendini hikayenin dışında tutabilmekte başarılı.

Benim için 7 yıl önce başlamış olsa da bu dizinin hikayesi, esasında 2016 yapımı bir güney kore dizisi Signal (시그널). O meşhur ve efsanevi 2016 senesinden yani. Bundan daha önce bahsettim mi emin değilim. Etmiş de olabilirim. 2016 senesi güney kore dizileri için efsane bir yıl. Bence yani ama sanırım böyle düşünen büyük bir kesim de var. 2010'lu yılların başına gelindiğinde iyice bir hale yola girmiş olan dizi sektörü, o sene inanılmaz yapımlara sahne olmuş gibi görünüyor. Şöyle bir bakarsanız mesela,

Descendants of The Sun (태양의 후예)
Love in The Moonlight (구르미 그린 달빛)
Moon Lovers Scarlet Heart Ryeo (달의 연인 - 보보경심 려)
The K2 (더 케이투)
The Legend of The Blue Sea (푸른 바다의 전설)
Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (역도요정 김복주)

2016'da yayınlanan dizilerden sadece benim izlediklerim ki bunların hepsi kdrama dünyasını şimdiki haline getiren diziler. "Boys over Flowers" dönemi yolu açtıysa 2016'da bu dizilerle (ve o sene yapılan diğer dizilerle) o yol dağın tepesine ulaştı diyebiliriz tam olarak. "Signal" de işte o seneki bu efsanelerin arasında en çok ses getirenlerinden biri olarak parlayarak duruyor. Bu kadar iyi olacağını biliyordum bu yüzden ama dediğim gibi her şeyin kendi zamanı vardı, bunca yıl sonra izlemem gerekiyordu ve şu anda tüm dünya üzerinde en çok güvendiğim insan dedektif Lee Jae Han. Ve ne yazık ki gerçek bile değil. Ama her şeyi baştan anlatmak gerekiyor sanırım.
Hikayemiz 2015 senesinde bir polisin, diğer polislerce karakola getirilmesi ile başlıyor. Polislerden nefret eden bu genç polisimiz zamanı geçmiş, atılacak kanıt poşetlerinin arasında bir telsiz buluyor. Gecenin bir vaktinde birden cızırdamaya başlayan telsizin sesine yönelip eline alıyor ve karşıdan gelen sese cevap veriyor. Böylelikle dedektif Lee Jae Han 1989'dan 2000' kadar ara ara 2015 yılındaki genç polis Park Hae Young ile bu eski telsiz aracılığıyla konuşabilmeye başlıyor. İki polis o kadar yıl arayla aynı faili meçhul davalara bakıyorlarken birbirlerine verdikleri ipuçlarıyla bu davaları çözmeye başlıyorlar.
Görünüşte hikayemiz bu ama aslında çok daha fazlası. İlk gördüğümde çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bir filmin çok az bir kısmı gözümün önüne geldi. 2000 yapımı "Frequency" diye bir filmdi bu. O zamanlar filmin adını, şununu bununu hiçbir şeyini bilmiyordum. Doğru düzgün izlememiştim de. Tvde rastlayıp, öylesine biraz bakmışım gibi geliyor. Sadece içimde çok ama çok üzücü bir his bıraktığını ve yağmur sesini hatırlıyorum. O filmdeki karakterler de polisti diye düşünüyordum ki imdb sayfasından bakınca itfaiyeci olduklarını gördüm. Ya da biri polis biri itfaiyeci galiba. Bu itfaiye kelimesi de her zaman ilgimi çekmişti, ateş söndürenlere neden böyle bir isim verilmiş ki cidden? Kökeni ne acaba? İngilizce'de "firefighter" olan bir şey neden bizde böyle mesela? Neyse bunun şu an konumuzla alakası yok sanırım.
Kim Won Hae ahjussiyi gördüğünüz anda o diziye atlayın
Bu, her profesyonel kdrama izleyicisinin altın kuralıdır

Demeye çalıştığım, bu konu öyle ilk defa yapılmış, ilk defa gördüğümüz bir konu da değil. Ama işte asıl mükemmelliği de burada başlıyor. Daha önce defalarca anlatılmış da olsa, benzerleri yapılmış da olsa önemli olan onu alıp, tamamen başka bir seviyeye çıkarabilmek. "Signal"in, senaristin ve yönetmenin yaptığı diğerlerinden daha değişik bir yaklaşımla birçok yan hikayeyle, dinamik bir şekilde kendini yazan farklı farklı zaman çizelgeleriyle bildiğimiz hikayeyi yepyeni bir şeye çevirmek bu açıdan. Hemen hemen her ülkede yozlaşmış polisler, gücü hak etmeden ele geçirip, sonra bu güçle her şeyi ve herkesi kendi çıkarlarına kullanan siyasetçiler ve adaletsizliğin hikayesi yok mu, elbette var. Birçok dizide filmde anlatılmıyor mu bunlar, on yıllardır anlatılıyor. Ama Signal bunu 2016'da anlatana kadar bu hikayelerin çoğunda, genellikle tek bir seçilmiş kahraman çıkıp, şeytanları tek başına alt edip, kötü düzeni sonlandırıyordu mesela. Oysa burada tüm bu iç içe geçmiş hikayelerle göstermeye çalışıyorlar ki kahraman da olmasalar, kendi işlerinde güçlerinde normal insanlar da olsalar bu kötülerin dışındakiler güçlerini birleştirirse, birlikte hareket edebilirlerse bir şeyleri değiştirebilirler. Bu kötüler her zaman olacak ama onlarla savaşan birilerinin de her zaman olduğunu ve böylece umudun hep var olduğunu göstermeye çalışıyor. Yani büyük büyük kahramanlıkları değil, sıradan insanların çabalarını, tökezlemelerini, kaybedip kaybedip yeniden kazanmalarını anlatıyor.
Hikayeye başlarken ilk bölümde belki biraz yavaş gelebilir, henüz hiçbir şey olmuyor gibi hissettirebilir sanırım. Ama bir bölüm sabredip asıl olaylara dalmaya başlandığında insan kendinin nerede olduğunu bile unutuyor izlerken. Hikayenin o kadar içinde buluyorsunuz ki kendinizi, karanlık dar sokaklarda dedektifle birlikte koşuyormuş gibi nefes nefese ve endişe içinde kalıyorsunuz. Toplamda 4'tü sanırım çözmeye çalıştığımız davalar. Her bir dava içinde hemen hemen bir iki bölüm ayrılmış oluyor ama aslında bu davaların hepsi de birbirinden çok da alakasız değiller. Bu anlamda her şey birbirine bağlanıveriyor arka planda. Son bölümlere gelindiğinde de biraz olayın dramatik yönüne ağırlık vermeye çalışmış oldukları süreler var, fazlasıyla flashbackli ve ağlamaklı gözlere zoom yapılmış halde ilerleyen bölümlere rastlayabiliyoruz. Ama bu kadar kusur, kadı kızında da oluyor. Çünkü geri kalan her şey ama her-bir-şey aşırı mükemmel.

Dedektif Lee Jae Han - karşımda beliriverse sarılıp ağlasam

Özellikle - dediğim gibi - Lee Jae Han karakteri...Ben böyle yazılmış karakter görmemiş olabilir miyim? Hemen hemen her mükemmel karakterin en azından iki üç falsosu, gri alanı, bir şeysi olurdu. Oysa dedektif Lee Jae Han'ın hiçbir kötülüğünü görmüyorsunuz. Dedim ya şu anda dünya üzerinde güvenebileceğim tek insan o gibi hissediyorum. Tabiki hataları oluyor ama bunlar tamamen bilinçsiz seçimler sonucu onun dışında gelişen şeyleri ona atfedersek. Ve sadece iyi yazılmış bir karakter olmakla da kalmıyor, ona hayat veren Jo Jin Woong'un kişiliğiyle bütünleşiyor adeta tüm hikaye ve tüm karakter. Daha önce hiçbir dizisini filmini izlememiştim. Haliyle onu ilk defa böyle bu karakterde izleyince benim için Lee Jae Han ile bütünleşti. O yüzden gerçekle hikayeyi ayırt edemez durumdayım şu anda. Şaka bir yana, Jo Jin Woong tüm nüanslarıyla o kadar iyiydi o kadar doğaldı ki dedektif Lee Jae Han olarak onu izlemek inanılmaz bir keyif, şahane bir yolculuktu.


Zaman yolculuğunun diğer ucundaki polislerimiz Park Hae Yeong'u canlandıran Lee Je Hoon ve Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu da da ilk defa izledim (9 yıllık kdrama izleme kariyerimle evet hala izlemediğim oyuncular çıkıyor, ben de şaşırıyorum). Lee Je Hoon'un oynayışında zaman zaman rahatsız edici kafa oynatma hareketleri sinirimi bozsa da, öyle kötüydü diyebileceğim pek bir şeyi yoktu. Ama bazı yerlerde kendini zorluyormuş gibi hissettim o rol yaparken ama hikaye ilerledikçe oturttu tepkilerini de duygularını da. İlk başta, onunla ilk karşılaştığımda aklımda bu adam böyle bir karakter diye oluşan düşüncelerin çok dışında bir karakter çizdi mesela, bu da şaşırtıcıydı benim için.

Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu ilk bölümlerde gördüğümde nasıl olacak ki bu kadınla dedim, yalan yok. Çok stereotip bir "delikanlı" olmuş kadın polis karakteriymiş gibi görünüyordu. Oysa bölümler ilerledi, geçmişteki işe yeni başlamış haliyle gelecekteki deneyimli polis hali arasındaki ince ince dokunmuş ama büyük farklılıkları o kadar doğal bir şekilde gösterdi ki neden bu rol için en iyisinin o olduğunu anlamış oldum. İşin daha da güzeli, tüm olan bitenin içinde onun karakterinin o ilk pespembe halinden dövüle dövüle, yaşaya yaşaya nasıl bugünkü siyahlı haline dönüştüğünü fark ettirmeden anlatmış olmalarıydı.

İki haftadır izlerken her bir bölümde oturup saatlerce konuşmak istediklerimi işte böyle uzatmadan ama karman çorman bir şekilde anlatmaya çalıştım. İnsan bir hikaye ile karşılaşıp, onu bir şekilde çok sevince, çok etkilenince böyle oturup, anlatmak, üstüne konuşmak, bir daha bir daha yaşamak istiyor. Ama sanırım burada kesmem gerek artık. Yapabileceğim tek şey, o mükemmel ötesi müziklerini açıp, yeniden o sahnelere gidip hafızamın içinde hüzünlenmek, hayıflanmak ve en önemlisi umut etmek.



Kafa karışıklığından en sonda hatırlayabildiğim NOT : Tam 10 yıl sonra 2.sezonunu çekmeye başladılar! Söylemeyi unuttum. Bakın, gördüğünüz mü, umut hep var :)



(Özellikle Inkey'in "The One Who Must Leave"ini seneler önce daha diziyi izlememişken bile listeme eklemiştim. Cha Sik Jung'un "I Will Forget You"su ile açılıyor bölümler zaten ki o şarkıya aşktan öte duygular besliyorum.

Romantics Anonymous {匿名の恋人たち} (2025)

 Lee Hana, Koreli bir çikolatacı. Tokyo'daki Le Sauveur isimli çikolata dükkanına "isimsiz çikolatacı" olarak çikolata yapıyor...