tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tv series etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2025 Salı

Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프} (2025) - 12 bölümlük "fine-dining" zaman yolculuğu


 Pek bir başarılı şefimiz Yeon Ji Yeong, çok önemli bir yemek yarışmasını da birincilikle bitirdikten sonra Paris'ten Güney Kore'deki evine dönerken uçakta, tarihçi babasına götürdüğü bir eski kitabın sayfalarını aralayıp okumaya başlar başlamaz kendini 1500'lerin Joseon krallığında buluverir. Rüya mı görüyorum zaman yolculuğu gerçek mi diye daha kafasını bile toplayamamışken at üstünde eli kılıçlı bir adamla uğraşmak zorunda kalır. Kılıçlı adam Kore tarihinin en eli kanlı psikopatlarından biri olan bir kral çıkmasın mı? Şefimizi tuttuğu gibi saraya götürüp, hapseder. Ama tesadüf bu ya, bu meşhur zalim, aynı zamanda çok bilinen de bir gurmedir. Ee bizim Yeon Ji Yeong da bileği bükülmez bir aşçı olduğundan sonunda kendini Joseon saray mutfağında bu zalim krala yemek yaparken bulur. 21.yüzyıldan 16.yüzyıla gidip, saray baş aşçısı olan Ji Yeong, saray entrikalarının içinde aslında tarihin hiç de okuduğu gibi olmadığını keşfederken krala da aşık olup, tarihin akışını değiştirmeye çalışır.


Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프}
Güney Kore'nin tvN kanalında ve Netflix'te, 23 Ağustos - 28 Eylül arasında 12 bölüm olarak yayınlandı. Park Kook Jae'nin (박국재), "Surviving as Yeonsan-gun's Chef" (연산군의 셰프로 살아남기) isimli web romanından uyarlanmış, roman ile aralarında birçok ama pek çok değişiklik olduğunu okuyanlar söylüyor. Hatta oturup tek tek farkları yazanlar bile var, okuması keyifliydi. Hatta ve hatta, bu web romanındaki hali bana çok daha keyifli bir hikayeye sahip olduğunu gösterdi. Keşke şöyle adam akıllı okuyabilseymişiz, çünkü mesela romanda olayın içine Leonardo Da Vinci, Magellan, bizim I.Selim (hani Yavuz olan) falan giriyor. Web romanında inanılmaz ayrıntılar var gibi görünüyor. Dizinin biraz da tadını böyle tam alacakmışız da alamamışız gibi bir his bırakarak bitmesinin sebeplerinden biri de bu zaten.


Başlangıcında acayip heyecanlı ve eğlenceli başlıyoruz diziye aslında. Hikayeye giriş, karakterlerle tanışmamız hepsi çok keyifli ve iyi yazılmış. İlk iki bölümde tanıştığımız şekillerinden hep farklı çıkıyor mesela çoğu karakter. Kralla Ji Yeong'un karşılıklı mücadele ettiği, atıştığı, kapıştığı her an, tüm dizi boyunca en keyifli kısımlar oluyor. Hikaye ilerledikçe - pek çok izleyiciye de sürünüyormuş gibi gelen - Çinlilerle yemek yarışması kısımlarında cidden dizi biraz hızını sabitlemiş gibi geliyor. Arka planında aslında hikayenin asıl kısmı için çok önemli notalar içeren bu yarışmanın kendisi bence keyifliydi ama izlerken insan hadi ama ne olacak ne olacak kitabı bulabilecek mi kralın tahttan indirilmesine engel olabilecek mi aşık olacaklar mı haydi haydi diye koşturduğumuz için haliyle bu yarışma mevzuunda hepimiz aynı şeyi düşündük. Oysa yolculuğun kendisinin asıl önemli olan şey olduğunu unutuyoruz dizi ya da film izlerken. Hikayenin sonunda ne olduğunu öğrenmek değil derdimiz, olmamalı yani. Bunu bilerek başına otursak ekranın, sanırım çok daha fazla keyif alacağız.


Dizinin hikayesini oluşturan bu şekilde (Ji Yeong'un kralla ve ortamla tanışması mutfağa girmesi gibi kısımları tamamen giriş bölümüne dahil edersek) 3 kısım var denilebilir. İlki büyük kraliçe (şimdiki kralın baba tarafından büyükannesi) ve yanındakilerin Ji Yeong'un varlığını ve aşçılığını kabul edebilmesi için olan mücadele, ikincisi yukarıda da değindiğim Çinlilerle olan yemek yarışması, üçüncüsü de küçük prensin (şimdiki kralın başka bir anneden olan küçük kardeşi) Ji Yeong'un yemeğinden zehirlenmesi olayı. Hikayemizin gelişme kısmını oluşturan 3 konu bunlar. Hepsinin sonuç kısmında çözülecek ana konuya yandan oradan buradan bir katkısı var. Normal bir roman yazımı bu şekilde olur çünkü. Bu Çinlilerle yemek yarışmasının tek suçu da diğer konular heyecanlı heyecanlı çabuk çabuk bir şekilde birer bölüm gibi sürelerde çözülürken, bu konu birkaç bölüme yayılıp, bol bol yemek yapma sahnesi içeriyor ve dediğim gibi asıl ne olacak ne olacak kısmını geciktiriyormuş etkisi yapıyor. Halbuki bence salim bir kafayla izleyebiliyor olsaydık, aşırı heyecanlı ve keyifli bir yarışmaydı bu. Çünkü bir dolu yemek, bir dolu malzeme ve yöntem ile tanışıp, çok değişik arkaplan hikayeleri duyabildiğimiz bir kısımdı ki dizinin de en iyi başardığı konu aslında bu yemek konusuydu.


En başından itibaren bize çok özenli yemek hazırlama, tanıtma ve tatma sahneleri izlettiler. Daha önce böyle yemekli, yemeklerle ilgili bir Güney Kore dizisi izlemedim sanıyorum, o yüzden karşılaştırabileceğim bir başkası yok ama sanırım bu derece güzel çekilmiş olan bir tanesi de yoktur gibime geliyor. Malzemeleri tek tek anlatan, görüntülerine doyum olmayacak şekilde gösteren görüntü yönetmeni, üstüne bir de her bir lokmada karakterleri başka başka dünyalara sokup, dizinin en güzel sahnelerini meydana getirmiş durumda. Bu sahnelerde oyuncular da aşırı iyi, sanki onlar da en çok bu sahnelerden keyif almış gibiler. Küçücük çocuk bile (küçük kardeş olan prens) ağzına bir lokma atıyor, sonrasında hayatının en iyi oyunculuğunu veriyor.


Dizinin bu keyifli kısımları böylesine iyiyken dramatik kısımları ve aksiyon kısımları da ayrıca güzel. Ellerindeki metnin hakkını vere vere her bir oyuncu (Yoona hariç :D ) döktürüyor. Ama işte hikayenin biraz da bir tuhaflık var dedirten durumu da buradan çıkıyor. Önce çok eğlenceli başlıyor hikaye mesela, arada çok ciddileşiyor, çok vahşi şeyler olabiliyor ama aynı zamanda yine çok hafif şeyler de oluyor. Sonra ortalık kan gölüne dönüyor ama tam ortasında çok absürt bir şekilde bir şeyler de beliriveriyor gülmekten ağzımızdakini fırlatabiliyoruz. Yani şöyle demeye çalışıyorum, dizi çok mu büyük olacağım epik mi olacağım olmaya da çalışıyorum ama o kadar ciddi de değilim diyerek ortalarda geziniyor. Mesela bir Goblin'i ya da Alchemy of Souls'u ya da Crash Landing on You'yu epik yapan hava neyse burada kıyısından dönülüyor.

Bu efsane olamayabilmiş hikaye içinde yıldızlar geçidi gibi kadro izliyoruz ki aslında tam da bu oyuncular yüzünden her şey büyük büyük görünüyor. Ne demeye çalıştığımı anlatabilmek için önce Lee Chae Min konusunu konuşmamız gerekiyor.

Neverland'de izledikten sonra anlatabildiğim Crash Course in Romance [일타 스캔들] (2023)'te ilk defa izledim Lee Chae Min'i pek çokları gibi. Ondan önce iki dizide ufak rollerde yer almış, hatta Alchemy of Souls'un da ikinci sezonunda minicik bir görünmüş. 2000 doğumlu, henüz çok yolun başındayken aslında iki küçük rolden sonra gelen bu Crash Course in Romance onun için çok çok iyi bir adım. Sektörün iki büyük topuyla aynı dizide, hem de iyi yazılmış bir yan hikaye içinde oldukça düzgün, derli toplu bir oyun çıkarmıştı orada. Diziyi anlatırken "Aslında lisedeki bir grup arkadaşın hikayesi mesela, diziyi izleyen çoğu kişinin daha keyifle ve merakla takip ettiği hikaye oldu bölümler boyunca. Çok az ekran süresine sahip olsalar da Hae-E, Dan Ji, Geon Hu, Seon Jae ve Soo Ah'nın yer aldığı sahneler, anlattıkları hikaye cidden çoğu bölümde taşıyıcı oldu. Yetişkinlerin salak saçma davranışlarından, entrikalarından, kötülüklerinden çıkıp onların mücadelelerini izlemek daha güzeldi. Gerçi senarist onların hikayesine istediğimiz özeni ve detayı vermedi ama olsun." diye yazmıştım. Tek tek bu lise grubunu oluşturan oyuncuları söylemeden. Ama o zaman diziyi izlerken ve kimmiş bunlar diye nette oyunculara bakarken neler düşündüğümü hatırlıyorum. Bu 4 genç oyuncunun hem çok iyi göründüklerini hem de az ekran sürelerine rağmen çok iyi iş çıkardıklarını düşünmüştüm. Ekibin kızlarından biri olan Roh Yoon Seo'yu mesela izleyen herkes çok güzel bulmuştu o zamanlar, Kore'de bir anda bir hypelanmıştı, sonra nedense hiç haber gelmedi o taraftan. Ekipteki erkeklerden biri olan Lee Min Jae oradan kaliteli ama aşırı da ses getirmeyen, daha aksiyonlu maceralı işlere yöneldi, oradan sağlam adımlarla devam ediyor. Diğer kızımız Ryu Da In, tipinin de etkisiyle (Roh Yoon Seo gibi geleneksel anlamda güzel bulunan bir görüntüsü olmamasını kastediyorum, yoksa tipinde bir kötülük yok) gerilimli işlere yönelmek zorunda kalmış gibi görünüyor. Bu ekibin içinde Lee Chae Min dikkat çekmiyormuş gibi görünmüştü o zaman oyunculuğuyla ama bu tamamen karakterin tekdüze ve soğuk oluşundan kaynaklanan bir durummuş. Yine de iyiydi gerçi ama en net hatırladığım yuh bu çocuk gerçekten çok yakışıklı allah özene bezene yaratmış diye düşündüğüm. Buradan bir başrole gider herhalde diye takibe almıştım hemen. O sene değil ama sonraki sene yine bir lise dizisi gibi dizide başrole çıktı haliyle. "Hierarchy" isimli bu dizinin ilk bölümünü sırf Lee Chae Min için açıp, hevesim kursağımda geri kapatmıştım, izlenmiyordu çünkü. Sonra "Crushology 101" geldi, dedim tamam en azından sevimli bir romcomda oynayacak, dünyanın en kötü en kalitesi işlerinden biri sıralamasında başa yarışıyordu bu dizi. O kadar. O derece. Olamaz diyorsunuz oluyor. O kadar kötü. Şöyle demiştim hatta, o derece:

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş."


Ama sonra bir mucize oldu. Ya da mucize değil de çocuğumuz kendini iyi kurtardı diyelim. Bu senenin ortasında bu zamana kadarki ajansıyla anlaşması bitti, anlaşmanın bittiği gün yeni bir ajansla imza attı ve dönüp bakınca tüm bu dizilerde oynamasına sebep bu eski ajansı gibi görünüyor. Yani tüm bu salak saçma işleri o salak ajans seçmiş olmalı (mevzubahis ajans Kim Soo Hyun'un ajansı, anladınız siz). Hayır şu anda bünyesinde hala birçok oyuncu var ama mesela ikisi, kariyerlerinin başında çok çok iyi oyuncular olduklarını gösteren ve çok büyük gelecek vaat eden ikisi, bence son birkaç işlerinde gerçekten çok kötü şeyler seçtiler ve kariyerlerinde saçma bir noktada takılmış gibiler. Yine de bu ajansta durmaya devam ediyorlar ama belki de çıkamıyorlardır kim bilir, imza sonuçta. Neyse, ne çok konuşasım varmış.


Mucizeye dönersek...Bu dizide oynayacağı haberleri gelir gelmez tamam dedim, şeytanın bacağını kırdı. Çünkü daha ilk haberlerden ve tanıtımlardan belliydi ki kdrama sahnesinde bu senenin bir sonraki büyük çıkışı o olacaktı. Geçen sene Lovely Runner ile Byeon Woo Seok'a olanlar gibi yani. Bu yüzden baya heyecanlanmıştım. Dizi başladığında da hakikaten o ilk izlediğim donuk bakışlı lise öğrencisinden bu çalkantılı karaktere iyi bir yol kat ettiğini gördüm. Genelinde eğlenceliydi, komedi yapmak istediğinde başarılıydı, duygular daha doğrusu romantik duygular konusunda sıfırda olmasa da çok da iyi sayılmazdı ama özellikle dramatik duygularda çok iyiydi. Yine de ilk halinden çok iyi bir ilerleme kaydetmişse de tam olarak beklediğimiz her şeyi verebilecek kıvamda olmadığını da gördüm. Sanki hala üstünde ufak bir donukluk, bir anlayamamazlık var bilemedim.

Ya da belki karşısında bir Lim Yoona olmasından kaynaklı da olabilir. Yoona'yı gerçekten severim, yıllar önce ilk gördüğüm anda da ne kadar güzel bir enerjisi var ve ne kadar güzel bir kız demiştim. Ama ne olduysa K2 yüzünden oldu. O dizide onu izlemek işkenceden farksızdı. Ne küfürler ettim o diziyi izlerken çünkü Yoona'nın iticiliğinden insana afakanlar basıyordu. Neyse ki yıllar geçti, kültür merkezinin film festivalinde "Confidential Assignment 2: International (공조2:인터내셔날)" izledim ve Yoona ile barışabildim. Çünkü bu filmde inanılmaz eğlenceli, komik, hareketli ve izlemelere doyulamaz bir karakter ortaya koymuştu. O yüzden bu diziyi de izlerken fikirlerim tam olarak yerine oturdu. Yoona komedide çok iyi, dramada donuk ve romantizmde aşırı donuk olduğundan tamamen karşısındaki oyuncuya bağlı olarak izlenebilir oluyor. Burada da o yüzden hiçbir romantik yan göremiyorduk. Yani görmek istediğimiz için, çok istediğimiz için kendimizi zorladık öyle oldu romantizm. Ortam çok güzel, oyuncular çok güzel, hikaye pek güzel olunca kendi içimizden tamamladık biraz da duyguları ve kimyayı. Çünkü kimyaları hiç tutmamış da değildi. Atışmaları, mücadeleleri, birbirlerine girmeleri kesinlikle çok tutmuştu ama bir duyguları yoktu birbirlerine karşı.

Ki belki de hikayenin ana teması bu değildir diye düşünüyor insan. Ama daha ilk dakikalardan bizi zaman yolculuğuna çıkaran şeyin tam da bir aşığın cümlesi olması gerçeği, durumu açıklıyor. Tüm bu hikaye yemeklerin etrafında dönüyormuş gibi görünüyor ama asıl nokta, birbirlerini yavaş yavaş anlayıp, tamamlamaya başlayan, birbirlerinin iyi yönlerini ortaya çıkartıp, kötü yönlerini birlikte törpüleyen ve çok zor bir hayatta birbirlerine destek olarak ayakta kalan ve tam da bu sebeplerle birbirlerine aşık olan iki karakteri anlatmaya çalışıyor aslında hikayemiz. Oysa aklımızda kalan lezzetli yemekler ve kanlı saray darbeleri. 12 bölümde değil de belki bir 20 bölümde anlatıyor olsalar acaba her şey daha "olmuş" olabilir miydi ki? İki cümle öncesinde yazdığım cümledeki her şeyi gerçekten de dizi bize güzelce gösteriyor, anlatabiliyor olabilir miydi ki?

Yine de, her falsosuna rağmen, 6 haftadır beni çok mutlu eden, her haftasonu yeni bölümlerle beni çok mutlu bir yerlere götüren bir macera oldu bu. Tüm yan rollerdeki karakterleriyle, onlara can veren çok aşırı iyi oyuncularıyla ve 16.yüzyıldaki Joseon sarayının o entrikalı ama macera dolu ortamıyla benim için ayrı bir yere sahip diziler arasına girmiş oldu Bon Appetit, Your Majesty.

(Tabi nihayet onca yıl sonra, Moon Lovers'ın böğrümüzde açtığı o kocaman kanlı boşluğa nihayet biraz da olsa merhem sürebildiği için bu dizinin senaristine gönül borcumuz var.)

17 Eylül 2025 Çarşamba

Signal {시그널} (2016) - 16 bölümde telsiz ucundan zaman yolculuğu


 Ben ne izledim böyle ya? Ben böyle ne izledim? Nasıl bir maratondu bu? Nasıl bir senaryo yazmaktı, nasıl oynamaktı, nasıl müziklerdi onlar? Öyle bir dizi izledim ki ben geçtiğimiz iki hafta boyunca...Nasıl anlatsam, neresinden başlasam bilemedim.

Tam 7 yıl önce kaydetmişim izlemeyi planladıklarım arasına "Signal"i. 7 yıl sonunda ancak bu eylül başında birden bire açtım ve izlemeye başlayabildim. Her şeyin kendine ait bir zamanı var ya hayatta, bu hikayeyi de izleyebilmem için en doğru zaman buymuş işte. Hepsini izleyip bitirdikten sonra düşündüm ki daha önceki halimle izlemeye çalışsaymışım psikolojime şimdiki kadar hakim olamayabilirmişim. Çok daha mutsuz olabilirmişim izlerken, ağlamaktan yerlere bayılabilirmişim. Şu anki ben, kendine biraz daha hakim, biraz daha izlerken kendini hikayenin dışında tutabilmekte başarılı.

Benim için 7 yıl önce başlamış olsa da bu dizinin hikayesi, esasında 2016 yapımı bir güney kore dizisi Signal (시그널). O meşhur ve efsanevi 2016 senesinden yani. Bundan daha önce bahsettim mi emin değilim. Etmiş de olabilirim. 2016 senesi güney kore dizileri için efsane bir yıl. Bence yani ama sanırım böyle düşünen büyük bir kesim de var. 2010'lu yılların başına gelindiğinde iyice bir hale yola girmiş olan dizi sektörü, o sene inanılmaz yapımlara sahne olmuş gibi görünüyor. Şöyle bir bakarsanız mesela,

Descendants of The Sun (태양의 후예)
Love in The Moonlight (구르미 그린 달빛)
Moon Lovers Scarlet Heart Ryeo (달의 연인 - 보보경심 려)
The K2 (더 케이투)
The Legend of The Blue Sea (푸른 바다의 전설)
Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (역도요정 김복주)

2016'da yayınlanan dizilerden sadece benim izlediklerim ki bunların hepsi kdrama dünyasını şimdiki haline getiren diziler. "Boys over Flowers" dönemi yolu açtıysa 2016'da bu dizilerle (ve o sene yapılan diğer dizilerle) o yol dağın tepesine ulaştı diyebiliriz tam olarak. "Signal" de işte o seneki bu efsanelerin arasında en çok ses getirenlerinden biri olarak parlayarak duruyor. Bu kadar iyi olacağını biliyordum bu yüzden ama dediğim gibi her şeyin kendi zamanı vardı, bunca yıl sonra izlemem gerekiyordu ve şu anda tüm dünya üzerinde en çok güvendiğim insan dedektif Lee Jae Han. Ve ne yazık ki gerçek bile değil. Ama her şeyi baştan anlatmak gerekiyor sanırım.
Hikayemiz 2015 senesinde bir polisin, diğer polislerce karakola getirilmesi ile başlıyor. Polislerden nefret eden bu genç polisimiz zamanı geçmiş, atılacak kanıt poşetlerinin arasında bir telsiz buluyor. Gecenin bir vaktinde birden cızırdamaya başlayan telsizin sesine yönelip eline alıyor ve karşıdan gelen sese cevap veriyor. Böylelikle dedektif Lee Jae Han 1989'dan 2000' kadar ara ara 2015 yılındaki genç polis Park Hae Young ile bu eski telsiz aracılığıyla konuşabilmeye başlıyor. İki polis o kadar yıl arayla aynı faili meçhul davalara bakıyorlarken birbirlerine verdikleri ipuçlarıyla bu davaları çözmeye başlıyorlar.
Görünüşte hikayemiz bu ama aslında çok daha fazlası. İlk gördüğümde çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bir filmin çok az bir kısmı gözümün önüne geldi. 2000 yapımı "Frequency" diye bir filmdi bu. O zamanlar filmin adını, şununu bununu hiçbir şeyini bilmiyordum. Doğru düzgün izlememiştim de. Tvde rastlayıp, öylesine biraz bakmışım gibi geliyor. Sadece içimde çok ama çok üzücü bir his bıraktığını ve yağmur sesini hatırlıyorum. O filmdeki karakterler de polisti diye düşünüyordum ki imdb sayfasından bakınca itfaiyeci olduklarını gördüm. Ya da biri polis biri itfaiyeci galiba. Bu itfaiye kelimesi de her zaman ilgimi çekmişti, ateş söndürenlere neden böyle bir isim verilmiş ki cidden? Kökeni ne acaba? İngilizce'de "firefighter" olan bir şey neden bizde böyle mesela? Neyse bunun şu an konumuzla alakası yok sanırım.
Kim Won Hae ahjussiyi gördüğünüz anda o diziye atlayın
Bu, her profesyonel kdrama izleyicisinin altın kuralıdır

Demeye çalıştığım, bu konu öyle ilk defa yapılmış, ilk defa gördüğümüz bir konu da değil. Ama işte asıl mükemmelliği de burada başlıyor. Daha önce defalarca anlatılmış da olsa, benzerleri yapılmış da olsa önemli olan onu alıp, tamamen başka bir seviyeye çıkarabilmek. "Signal"in, senaristin ve yönetmenin yaptığı diğerlerinden daha değişik bir yaklaşımla birçok yan hikayeyle, dinamik bir şekilde kendini yazan farklı farklı zaman çizelgeleriyle bildiğimiz hikayeyi yepyeni bir şeye çevirmek bu açıdan. Hemen hemen her ülkede yozlaşmış polisler, gücü hak etmeden ele geçirip, sonra bu güçle her şeyi ve herkesi kendi çıkarlarına kullanan siyasetçiler ve adaletsizliğin hikayesi yok mu, elbette var. Birçok dizide filmde anlatılmıyor mu bunlar, on yıllardır anlatılıyor. Ama Signal bunu 2016'da anlatana kadar bu hikayelerin çoğunda, genellikle tek bir seçilmiş kahraman çıkıp, şeytanları tek başına alt edip, kötü düzeni sonlandırıyordu mesela. Oysa burada tüm bu iç içe geçmiş hikayelerle göstermeye çalışıyorlar ki kahraman da olmasalar, kendi işlerinde güçlerinde normal insanlar da olsalar bu kötülerin dışındakiler güçlerini birleştirirse, birlikte hareket edebilirlerse bir şeyleri değiştirebilirler. Bu kötüler her zaman olacak ama onlarla savaşan birilerinin de her zaman olduğunu ve böylece umudun hep var olduğunu göstermeye çalışıyor. Yani büyük büyük kahramanlıkları değil, sıradan insanların çabalarını, tökezlemelerini, kaybedip kaybedip yeniden kazanmalarını anlatıyor.
Hikayeye başlarken ilk bölümde belki biraz yavaş gelebilir, henüz hiçbir şey olmuyor gibi hissettirebilir sanırım. Ama bir bölüm sabredip asıl olaylara dalmaya başlandığında insan kendinin nerede olduğunu bile unutuyor izlerken. Hikayenin o kadar içinde buluyorsunuz ki kendinizi, karanlık dar sokaklarda dedektifle birlikte koşuyormuş gibi nefes nefese ve endişe içinde kalıyorsunuz. Toplamda 4'tü sanırım çözmeye çalıştığımız davalar. Her bir dava içinde hemen hemen bir iki bölüm ayrılmış oluyor ama aslında bu davaların hepsi de birbirinden çok da alakasız değiller. Bu anlamda her şey birbirine bağlanıveriyor arka planda. Son bölümlere gelindiğinde de biraz olayın dramatik yönüne ağırlık vermeye çalışmış oldukları süreler var, fazlasıyla flashbackli ve ağlamaklı gözlere zoom yapılmış halde ilerleyen bölümlere rastlayabiliyoruz. Ama bu kadar kusur, kadı kızında da oluyor. Çünkü geri kalan her şey ama her-bir-şey aşırı mükemmel.

Dedektif Lee Jae Han - karşımda beliriverse sarılıp ağlasam

Özellikle - dediğim gibi - Lee Jae Han karakteri...Ben böyle yazılmış karakter görmemiş olabilir miyim? Hemen hemen her mükemmel karakterin en azından iki üç falsosu, gri alanı, bir şeysi olurdu. Oysa dedektif Lee Jae Han'ın hiçbir kötülüğünü görmüyorsunuz. Dedim ya şu anda dünya üzerinde güvenebileceğim tek insan o gibi hissediyorum. Tabiki hataları oluyor ama bunlar tamamen bilinçsiz seçimler sonucu onun dışında gelişen şeyleri ona atfedersek. Ve sadece iyi yazılmış bir karakter olmakla da kalmıyor, ona hayat veren Jo Jin Woong'un kişiliğiyle bütünleşiyor adeta tüm hikaye ve tüm karakter. Daha önce hiçbir dizisini filmini izlememiştim. Haliyle onu ilk defa böyle bu karakterde izleyince benim için Lee Jae Han ile bütünleşti. O yüzden gerçekle hikayeyi ayırt edemez durumdayım şu anda. Şaka bir yana, Jo Jin Woong tüm nüanslarıyla o kadar iyiydi o kadar doğaldı ki dedektif Lee Jae Han olarak onu izlemek inanılmaz bir keyif, şahane bir yolculuktu.


Zaman yolculuğunun diğer ucundaki polislerimiz Park Hae Yeong'u canlandıran Lee Je Hoon ve Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu da da ilk defa izledim (9 yıllık kdrama izleme kariyerimle evet hala izlemediğim oyuncular çıkıyor, ben de şaşırıyorum). Lee Je Hoon'un oynayışında zaman zaman rahatsız edici kafa oynatma hareketleri sinirimi bozsa da, öyle kötüydü diyebileceğim pek bir şeyi yoktu. Ama bazı yerlerde kendini zorluyormuş gibi hissettim o rol yaparken ama hikaye ilerledikçe oturttu tepkilerini de duygularını da. İlk başta, onunla ilk karşılaştığımda aklımda bu adam böyle bir karakter diye oluşan düşüncelerin çok dışında bir karakter çizdi mesela, bu da şaşırtıcıydı benim için.

Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu ilk bölümlerde gördüğümde nasıl olacak ki bu kadınla dedim, yalan yok. Çok stereotip bir "delikanlı" olmuş kadın polis karakteriymiş gibi görünüyordu. Oysa bölümler ilerledi, geçmişteki işe yeni başlamış haliyle gelecekteki deneyimli polis hali arasındaki ince ince dokunmuş ama büyük farklılıkları o kadar doğal bir şekilde gösterdi ki neden bu rol için en iyisinin o olduğunu anlamış oldum. İşin daha da güzeli, tüm olan bitenin içinde onun karakterinin o ilk pespembe halinden dövüle dövüle, yaşaya yaşaya nasıl bugünkü siyahlı haline dönüştüğünü fark ettirmeden anlatmış olmalarıydı.

İki haftadır izlerken her bir bölümde oturup saatlerce konuşmak istediklerimi işte böyle uzatmadan ama karman çorman bir şekilde anlatmaya çalıştım. İnsan bir hikaye ile karşılaşıp, onu bir şekilde çok sevince, çok etkilenince böyle oturup, anlatmak, üstüne konuşmak, bir daha bir daha yaşamak istiyor. Ama sanırım burada kesmem gerek artık. Yapabileceğim tek şey, o mükemmel ötesi müziklerini açıp, yeniden o sahnelere gidip hafızamın içinde hüzünlenmek, hayıflanmak ve en önemlisi umut etmek.



Kafa karışıklığından en sonda hatırlayabildiğim NOT : Tam 10 yıl sonra 2.sezonunu çekmeye başladılar! Söylemeyi unuttum. Bakın, gördüğünüz mü, umut hep var :)



(Özellikle Inkey'in "The One Who Must Leave"ini seneler önce daha diziyi izlememişken bile listeme eklemiştim. Cha Sik Jung'un "I Will Forget You"su ile açılıyor bölümler zaten ki o şarkıya aşktan öte duygular besliyorum.

10 Ocak 2024 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati 6 : Xena:TWP 102 - Chariots of War


Mitoloji Saatlerimizin bu altıncısında Xena:The Warrior Princess bölümlerinden 11 Eylül 1995'te yayınlanan "Chariots of War" isimli ilk sezonun ikinci bölümüne geldik. Bu bölümde Xena'nın günahlarından arınma, iyiliğe kavuşma yolculuğunda bir başka duyguyu yaşama aşaması. Bir ailesinin, bir evinin olmasının, bir eş ve çocuklara sahip olmanın nasıl bir duygu olabileceğine dair düşüncelere dalmasına dair bir hikaye. Aynı şekilde Gabrielle'in de aklına uyan, mantıklıca ve saygılı bir şekilde muhabbet edebileceği bir adama denk gelip, evlenmek gibi düşüncelere dalabileceğine dair minik bir öz-sorgulama hikayesi izliyoruz.

Bu bölümde Xena ve Gabrielle, nerede olduğunu bilmediğimiz bir han/taverna benzeri yerdeler. Tam olarak Ortaçağ'ı veya milattan sonraki ilk binyılı düşündüğümüzde aklımıza gelecek olan bir tablodalar aslında ama neyse. İlk sahnede Gabrielle'in her zamanki gibi bir hikaye anlattığını görüyoruz. Hikayenin sonuna gelmiş oluyor, "Zeus da takdir ettiği için iki aşığı meşe ağacına dönüştürmüş ve sonsuza kadar dalları birbirine dolanmış halde birlikte kalmışlar" gibi bir şeyler söyleyerek bitiriyor hikayesini. Bu hikaye Ovid'in Metamorphoses'ında anlattığı Baucis ile Philemon'un hikayesi.

Resimlerini pek sevdiğim Rembrandt'ın 1658 tarihli tablosu:
Jüpiter ile Merkür Philemon ile Baucis'in evinde.
Washington'daki Ulusal Sanat Galerisi'nde.

Hikayeye göre Zeus ile Hermes (tanrılar olduğunu biliyorsunuz değil mi onu söylemiyorum artık) köylü kılığına girip, Phrygia'da bir köye gidiyorlar. Evlerin kapılarını çalıp, yiyecek falan istiyorlar. Herkes gidin be diyerek yol ediyorlar iki yoksul köylüyü. Sadece yaşlı bir çift, Baucis teyze ile Philemon amca, onları buyur edip, zaten az olan yiyeceklerinden ve şaraplarından ikram ediyor. Şarap testisinin habire kendini doldurduğunu görünce teyze anlıyor, diyor ki bunlar tanrı. Zeus da diyor ki bu köydekiler hep çöp, bir siz iyisiniz. Burayı yerle bir edeceğiz, o yüzden siz toplanın, şu tepenin başına çıkana kadar arkanıza bakmayın. Teyze ile amca koşuyor, tepeye vardıklarında bir bakıyorlar ki köyleri darmaduman. Yalnızca kendi fakir kulübelerinin olduğu yerde süslü bir tapınak yükseliyor. Zeus'a rica ediyorlar, biz bu tapınağın bakıcıları olalım. Birimizden biri vefat edince diğerimizin de ölmesine izin verin ki birbirimizden ayrılmayalım. Zeus da Gabrielle'in anlattığı gibi, öldüklerinde ikisini de ağaca çeviriyor ve dalları birbirine dolanmış halde sonsuza kadar birlikte olmalarını sağlıyor. Ancak onun anlattığından bir miktar farkla. Birini meşe, birini de ıhlamur ağacına çeviriyor Zeus.
Ardından Xena, Meleatus Nehri'ni geçebilecekleri bir yol arayıp, Gabrielle'i almaya geri geleceğini söyleyerek yola çıkıyor. Antik haritalarda bu isimde bir nehir bulamadım. Önceki bölümde kaldığımız yerden ilerlersek coğrafi olarak, kahramanlarımız Xena'nın köyü Amphipolis'ten yola çıkmıştı diyebiliriz. Burası gerçek bir şehir demiştim, şimdiki haritamızda Yunanistan'ın kuzey batısında. Oradan yola çıkıp, güneye doğru gitmeleri olası. Hemen önlerinde Teselya bölgesi yer alıyor. Burada Melitaea isminde bir polis (şehir devleti) olduğunu biliyoruz. Enipeus isimli bir nehir uzanıyor yanında. Bu açıdan Xena'nın bu nehri geçmek üzere bir yol aradığını varsayabiliriz.
Thucydides'in Peloponez Savaşı'na dair yazdıklarında kentin ismi geçtiğine göre de en azından milattan önce 424 civarından itibaren kentin kurulu olduğunu söyleyebiliriz.

Amphipolis'ten Meliteae kentine 341 karayolu var, 3 gün 6 saatte yürünebilir
Kahramanlarımız da tek atları olduğundan yürümüş olmalılar

Yunan mitolojisine göre kurucusu Melitaea olduğu için kentin de ismi bu. Efsaneye göre burada yaşayan ve çok güzel bir kız olan Argaeus'un kızı Aspalis'i, kentin tiranı Tartarus benim olacak benim olacak diye zorlayınca eh kızımız da istemeyince tek kurtuluş yolu olarak kendini asıyor. Tiran o kadar zalim ki halk gerçek ismini dahi anmaya cesaret edemediğinden ona Tartarus diyorlar. Bu tiran, ne kadar güzel kız varsa zorla alıp, kendine cariye yapıyor. Aspalis'in kardeşi Astygites, kız kardeşinin giysilerini giyip, onun kılığına girip giysinin içine de bir kılıç saklıyor ve tirana yanaşıyor, öldürüyor. Tiranın cesedini halk nehre atıyor, o nehrin adı da Tartarus oluyor böylece. Aspalis'in cesedi de bulunamıyor bu arada. Tanrıların işin içine dalıp, cesedini aldığına inanılıyor. Bakire kızların koruyucusu Artemis'in üzülüp, acıdığından Aspalis'in cesedini aldığını düşünüyorlar. Kentteki bir Artemis heykelinin yanında da başka bir tahta heykel ortaya çıkınca kendiliğinden, diyorlar ki Aspalis'i tanrılar kutsadı da böyle Artemisvari bir heykelini de buraya koydular. Aspalis Amilete Hekaërge adı verilen bu yeni heykele, Aspalis'in bakire olarak kendini astığı gibi, şehrin bakireleri de her yıl bakire bir keçiyi kurban olarak Artemis'e adamaya başlıyor.

Bir Artemis Aspalis heykelinin başı
Şimdi geçici olarak kapalı olan Lamia Arkeoloji Müzesi'nden

Bölümde ilerleyince bu kez barışçıl bir çiftçi köyüne yolumuz düşüyor Xena ile birlikte. Xena uzaktan köye saldıranları görünce müdahale ediyor. Saldırganları püskürtürken karnına bir ok yiyor. Aslında burada müthiş bir Xena klasiği izliyoruz, atılan iki oku elleriyle yakalıyor ancak üçüncü ok karnına isabet ediyor çünkü üçüncü bir eli yok :) Neyse savaşçı prensesimiz yere yuvarlanıyor ve bir çocuklu ailenin evinde gözlerini açıyor. Ailenin annesi hayatını kaybetmiş, bu yüzden üç küçük çocuğuna tek başına bakan babamız var. Xena'nın yarasını tedavi ediyorlar.
Xena'yı evlerine alıp, tedavi eden ailemizin babası Darius, oğulları Argolis, Lykus ve küçük kız da Sarita isimlerini taşıyor.


Darius ismi esasında eski bir Pers ismi. Darayavaus'un kısaltılmışı olan Darayaus'un Yunan hali Dareois'un Latince hali. Darayavaus, iyiliğe sahip olmak, içinde iyilik bulundurmak gibi bir anlama geliyor Persçe. Bu açıdan karaktere iyi denk gelmiş bir isim olmuş. Lykus ismi de Yunanca Lykos'un Latince hali. Lykos Yunanca kurt demek. Minik erkek çocuklarından birine konulabilecek bir isim gibi görünüyor. Diğer erkek çocuğunun ismi Argolis ise Yunan anakarasında bir bölgenin ismi şu anda bile. Bazen 'Argolid' olarak da anılan ve adını Argos kentinden alan antik dönemlerdeki Argolis, Peloponnesus'un doğu kısmını, özellikle de Argolid yarımadasını, Arcadia'nın doğusu ve Laconia'nın kuzeyindeki kıyı bölgesini içine alan bir alanı kapsıyor. Argos, Yunanca parıldayan, parlayan demek. Jason ve Argonatlar'ın bindiği gemi Argo'yu inşa eden ustanın ismi de Argos/Argus olarak geçer ki bu isimle de ustanın bu Argos kentinden/bölgesinden geldiği belirtilir. Küçük kız kardeşin ismi olan Sarita ise senaristlerin tamamen elimizin altına ne gelirse yazalım demelerinin sonucu. Sanskritçe'de akıcı demek.
Argolis veya Argos da orada işte

Köylülerden birinin, savaş lordunun adamlarının bir önceki saldırışlarında ahırını yıktıkları köylünün ismi Tynus'ın ise hiçbir bağlantısı yok mitoloji veya tarih ile. Savaş lordunun oğlunun ismi olan Sphaerus, milattan önce 3.yy.da yaşamış Yunan bir Stoacı filozofun ismi aynı zamanda. Bu, karakterimizin durumuna uyuyor aslında. Karakterimiz de oldukça düşünceli, savaşmayı ve babasını sorgulayan, kendi doğruları olan bir kahraman.
Savaşmakla kafayı bulmuş olan savaş lordunun ismi Cycnus ise Yunan mitolojisinde çokça kendine yer bulan bir karakter ismi. Yani bu isimde birçok karakter var. Ama bizim hikayemize en uygunu, hatta senaristlerin direkt esinlenmiş olabileceklerini düşündüğüm, Savaş tanrısı Ares'in oğlu olan Cycnus. İsmin anlamı kuğu aslında Yunanca'da, çünkü mitolojide genellikle bir şekilde kuğuya dönüştürülen karakterlere veriliyor. Ares'in oğlu olan, Pagasae, Teselya'da ya da Makedonya'daki Echedorus nehrinin kıyısında yaşayan kana susamış ve zalim bir adam olarak geçiyor. Sonunda Herakles (bizim Hercules yani) tarafından öldürülüyor. Hatta Heracles onu kovalarken savaş arabasına (chariot'a) atlayıp, kaçmaya da çalışıyor ki bölümün ismine de bu ilham vermiş olabilir.

Bu seramik (aslında volüt krater dediğimiz bir tür) üzerindeki sahnede
en solda savaş arabasının üzerindeki figür zalim Cycnus
M.Ö.6.yy.dan ve tabiki British Museum'da.

Savaş lordumuzun büyük oğlunun isminin Stentor olduğunu öğreniyoruz. Stentor, Troya Savaşı'nda savaşan Yunanlardan birinin ismi mitolojide. Tanrıça Hera, Stentor'un kılığına girip, Yunanları savaşmak için cesaretlendirmiş. Bunu bağırarak yapmış, 50 adamın gücündeki sesiyle. Bu sebeple Stentor kelimesi oralardan yola çıkıp, günümüzde müzikteki stentorian terimine ilham vermiş.
Bu oğul Stentor'un Korinth yakınlarındaki savaşta öldüğünü öğreniyoruz bu bölümde. Korinth Savaşı (Nemea Savaşı da deniliyor) ise eğer bu bahsedilen, M.Ö.395-387 arasında oldu bu savaş. Sparta'ya karşı Thebai, Atina, Korinth ve Argos birleşmişti. Ancak Ahameniş İmparatorluğu Sparta'yı destekleyince, taraflar arasında Antalcidas/Kral Barışı denilen bir barış anlaşması yapıldı ve savaş öyle bitti. Bu kısım da aslında bölümdeki hikayemizle örtüşüyor. Kana susamış savaş lordumuzun bu büyük oğlunun, savaş sırasında barış yapmaya çalıştığı için kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz bölümün sonunda.
Köydeki ahırı yeniden inşa ederlerken Darius, Troya'daki savaştan kaçıp, barış ve huzur içinde yaşamaya geldiklerini söylüyor. Troya Savaşı genellikle mitolojik bir hikaye olarak görülmüş olsa da yapılan araştırmalar sonucunda Troya kentinin VII.tabakasındaki yangın ve yıkım izlerinin bu savaş anlatısına ilham olmuş olabilecek bir savaşın izleri olduğunu söyleyebiliriz. Troya'nın bu tabakası geç bronz çağına, milattan önce yaklaşık 1300lerden 950 civarına tarihlendiriliyor. Yani Darius ve ailesi bu savaştan kaçıp, Yunan anakarasına gelmişse bu bölümdeki hikayemizin M.Ö.950 civarında geçtiğini söylemeliyiz. Ancak karakterlerden birisinin de M.Ö.387'de anlaşma ile sona eren Korinth Savaşı'nda öldüğünü öğrendiğimiz için neresinden tutsak elimizde kalıyor kronoloji.
Geneline baktığımızda kronolojik olarak bir yere oturtamadığımız ama coğrafi olarak mantıklı giden, ortalamanın altındaki bir Xena bölümü Chariots of War. Ama mitolojik öyküler ve kahramanlar açısından oldukça doyurucu.

3 Ocak 2024 Çarşamba

The Matchmakers {혼례대첩} (2023)


Joseon Dönemi'nde bir zamandayız. Krallığın başkentinde Sim Jung Woo isimli kahramanımız, devlet sınavını en genç yaşta en birinci olarak geçen bir akıl küpü. Ailesi de krallığın en güçlü iki soyundan birine mensup. Tam hayalini kurduğu gibi bir kamu görevine başlayıp, zekasıyla basamakları birer birer tırmanacağını düşünürken kralın kızı ile evlenmesine karar veriliyor. Prenses de tam düğün töreni sırasında bayılıp, ölmesin mi? Geleneklere göre Sim Jung Woo'nun bir daha evlenmesi ve devlet içerisinde herhangi bir görev alması yasak olduğundan başrol erkeğimiz kocaman evinde, yalnız başına seneler geçirmeye başlıyor.
İktidardaki en güçlü ailenin (Left State Councilor'ın evi - bu councilorları daha önce bir yerde konuşmuştuk çocuklar) evindeki dul gelin Jung Soon Deok ise başrol kızımız. Onun da evlendiği kocası yazık, evliliklerinin ilk yılında zaten hasta olduğu için ölüvermiş. Jung Soon Deok da yine geleneklerden ötürü, gelin geldiği evde yaşamaya, evi çekip çevirmeye devam etmek ve hiç evlenmemek zorunda. Ama Jung Soon Deok'un bir sırrı var: Sabah ve akşamları olan ev işlerini halledip, tüm gün dışarıda, başkent Hanyang'ın sokaklarında bir "matchmaker" olarak çalışıyor. O zamanlar böyle bir gelenek var (ay allahım ne çok gelenek dedim daha iki paragraf oldu). Çöpçatan bizdeki adı ama öyle mi diyeyim? Bu çöpçatanlar, yaşı gelmiş gençleri birbirlerine uygun görüp, bulup, tarayıp evlendiriyorlar. Öyle flört etme, birbirini görme beğenme, birbirini tanıma şu bu bir şeylerin olmadığı zamanlar olduğu için tüm işi bu çöpçatanlar hallediyor. Aileler arasında gidip gelip, böyle niyet mektupları ya da anlaşma mektupları diye düşünebileceğimiz (aslında başka bir şey onlar da o kısmı derinlemesine araştırmam gerekiyor, not ettim) şeyleri değiş tokuş ediyorlar. Çeyiz tarzındaki şeyleri götürüp getiriyorlar falan. Hah işte başrol kızımızın işi de bu. Zevkine yapıyor. Kendisi sonuçta başkentin en zengin ve güçlü ailesinin ikinci gelini. Tanınmamak için de eski köle-yeni minik tüccar bir arkadaşının, Yeo Joo Daek hanımın kılığına giriyor. Üstüne daha alt tabakanın giydiği kıyafetlerden, parlak renkli, ben buradayım diyen kıyafetlerden giyip, yüzüne ağır bir makyaj yapıyor. Bir gözünün altına da esas Yeo Joo Daek'in olduğu gibi bir minik ben kondurunca kendi öz kardeşi bile tanıyamıyor oluyor (bunlar hep gözlük takıp tanınmayan clark kent'in başının altından çıktı hiç öyle göz devirmeyin benim gibi).
Evde kalmış 3 kız kardeş :)

Bu iki şahsına münhasır kahramanımız kaderin bir oyunu ile evde kalmış 3 kız kardeşi (en büyükleri 24 yaşında mı ne, o derece evde kalmışlar yani düşünün) iki üç ay içinde evlendirmek üzere iş birliği yapıyor. Ve maceraları sadece üç kızı evlendirmeye çalışmak olmaktan çıkıp, yıllar öncesine uzanan kraliyet komplolarını çözmeye, kaza gibi görünen cinayetleri ortaya çıkarmaya, veliaht prensi korumaktan, kralın iktidarını muhafaza etmeye kadar bin bir türlü şeye dönüşüyor. Tabi arada da birbirlerine aşık olmaktan geri kalmıyorlar.
The Matchmakers, orijinal adıyla 혼례대첩 (hunriye deçob diye okuyabiliriz) Güney Kore'nin KBS2 kanalında 30 Ekim - 25 Aralık 2023 tarihleri arasında 16 bölüm olarak yayınlandı. Orijinal adı düğün savaşı gibi bir şey demek. Rowoon'u Destined With You'da izleyip, sempatik bulduktan hemen sonra başka bir dizide, hem de bir tarihi romcomda başrol görünce atladım tabiki izlemek için. Böyle eğlenceli, komiklikli, aralarda romantiklikli, bol bol da saray entrikası, güçler arasındaki oyunlar serpiştirilmiş tarihi diziler benim yumuşak karnım artık. Saçlar sımsıkı toplanmış, altta geniş hanboklar giyilmiş kızları, çooonaa diyerek terennüm eden adamları görünce kendimi hoop aralarında buluveriyorum. Çok can sıkıcı bir şeyler olmadığı sürece izlemeye devam ediyorum. Neyse ki bu kez ne can sıkıcı bir şey vardı ne de izlememe engel olacak bir şeyler. Aksine aşırı eğlenceli, mantıksız da olsa gizemli aksiyonlu, tarihi gerçekliği olmasa da tarihi dokulu pek keyifli bir hikaye izledim. Baştan sona kendine has anlatım tarzını ve temposunu korudu. Kendince ters köşeler de yapmaya çalıştı. Oyuncuların hepsi bir şekilde kendini sevdirdi. Hikayenin kötüleri bile sevimli gelebiliyordu yani kötülükleri görünürken.

Ayrıca pek çok açıdan daha "çağdaş" bir hikayeydi. Yani evet Joseon dönemi geleneklerini barındırıyordu hikaye ve zaten temelinde bu geleneklerin kısıtladığı şeylerden çıkan zorunluluklar ve engeller vardı ama tüm bunları, çok da tarihi bir noktaya konumlandırılmadığından belki, biraz daha çağdaş bir bakış açısıyla ele alır gibi davrandı tüm hikaye. Mesela önümüzde her zamanki, erkek egemen kraliyet ortamı ve entrikaları vardı ama tüm her şeyin merkezinde koskocaman bir güç sahibi kadın yer alıyor. Esas kızımız bile aslında tüm hayatını geleneklere ve zamanın ruhuna bir başkaldırı olarak yaşıyor. Hikaye boyunca tanıştığımız kadın karakterlerin hemen hemen hiçbirinin ay elime diken battı benim kurtarın ay gözlerim karardı beni tutun tarzında bir halleri olmadı. Hepsi kendi stilinde dimdikti, kendi hayallerinin peşinde, her durumda kendi kendilerine nasıl her şeyi halledebileceklerini düşünebilen, inisiyatif alabilen kadın karakterler izledik. Onların yanında erkek karakterlerimiz de öyle her şeyi vura kıra halleden, dediğim dedik, kadın karakterleri kurtarıp günü kurtaran kahramanlar şeklinde yer almıyor. Çoğu durumda daha zayıf kaldıklarına ya da yenildiklerine şahit oluyoruz.

Dedim ya Rowoon'u Destined With You'da sevmiştim ve o dizi o kadar kötü olmasına rağmen sonraki işlerine bakmam için motivasyon olmuştu. Burada da fena değildi. Az biraz da olsa oyunculuğuna bir şeyler katar haldeydi. Yine komedi dozu yüksek bir karakter ortaya koyuyor ki bu bence onun oldukça başarılı olduğu bir alan. Buradaki dışarıdan çok ukala ve güçlü, kocaman görünen ama fiziki hiçbir şeyde başarılı veya güçlü olmayan, her şeyi sadece kitaplardan okuyup öğrendikleriyle yapmaya çalışıp, hayata aşırı yabancı olan bu sakar, bilmiş hallerini izlemeyi çok sevdim mesela.
Bakın bu evin hanımı-gelini kılığındaki esas kızımız

Bu da çöpçatan kılığındaki esas kızımız
- hiç tanınmıyor değil mi :D

Esas kızımızı oynayan Cho Yi Hyun'u ilk defa görmüş oldum. 2017'den bu yana dizilerde oynuyor görünüyor ama tek bir dizisini bile izlememişim. Burada ilk defa tanıştığım hali böyle çıtı pıtı (gerçi kanımca Rowoon'un yanında herkes mi öyle görünüyor acaba ya da kız gerçekten minyon), bıcır bıcır, her şeye her yere koşturan, her işi halleden, elinden her iş gelen ama her davranışı da kurallara kaidelere uygun bir kız şeklindeydi. Ne olursa olsun kendi iyilik çizgisinden ve etik sınırlarından çıkmadı. İzlemesi keyifli bir karakterdi ama Rowoon'un canlandırdığı karakterle romantik olarak bir kimya oluşturamadı - bana göre. İzleyen hemen hemen herkesin ikisini birbirine yakıştırdığına eminim ama ince bir fark var, onu göremedikleri için olsa gerek. İki karakter olarak olayların içinde, bir arada, yan yana kimyaları çok iyiydi. Sadece romantik olarak bir yıldızlar ışık patlamaları yoktu ortada o kadar.
Mükemmel kral

Daha önce Hometown Cha Cha Cha'nın neşeli kafe sahibi olarak izlediğimiz Jo Han Chul'u oldukça fantastik bir kral olarak izledik burada. Fantastik diyorum çünkü tarihi bir dramada böylesi yumoş, anlayışlı, empatik, kafası çalışan, kimsenin tahttan indirmeye, suikast düzenlemeye çalışmadığı, her şeyi herkesi bir şekilde idare edebilen başka bir kral karakteri görmedim. Keşke her tarihi drama kralı Jo Han Chul olsa.
Hikayemizin güç timsali kadını rolündeki Park Ji Young'u izlemek de ayrı bir keyifti. Hareketleri bir an sinirinizi bozuyorsa öbür an ne kadar mantıklı davrandığını görebiliyordunuz. Kendisi dizilerin ağır toplarından, sektörün eski ve önemli oyuncularından ama buraya kadar hiç gördüğümü hatırlamıyorum. Denk gelmemişim demek ki. Moon Lovers: Scarlet Heart Ryeo (2016)'da üçüncü kraliçeymiş mesela, hiçbir fikrim yok hafızamda.

Yan karakterleri oynayan oyuncuların hemen hepsi çok iyiydi yaptıkları işte. Ama bence bunda, ellerine verilen metinde gayet üstüne düşünülmüş karakterlerin yer alıyor olmasının etkisi var. Herkes yer aldığı noktaya cuk oturuyor ve her sahne su gibi akıyor. 3.duvarın yıkıldığı, her bölümün başındaki sahneler de ayrıca eğlenceli şekerleme süsleriydi hikayeye.
Ben bu hikayeyi ve karakterleri gerçekten çok sevdim. Dediğim gibi sadece tarihi bir fonda olduğu ve Rowoon'u takibe aldığım için açmıştım ama hiç beklemediğim kadar iyi çıktı. Haftalık olarak izleyip, 2023'ün içinde başlayıp biten son diziydi benim için. İzlerken çok keyif aldım, çok mutlu oldum. Biliyorum 2023'ün favorisi olarak - benim favorim olarak - The Matchmakers'ı söylemedim çetelede ama sanki yılın son günü, koştura koştura, uykumdan feragat edip, bitirdiğimde ve şu an üstüne düşündüğümde sanırım en çok bunu sevdim diyebiliyorum.

29 Aralık 2023 Cuma

Castaway Diva {무인도의 디바} (2023)


 Seo Mok Ha kızımız 16 yaşında bir lise öğrencisi. Minik Chunsam Adası'nda yaşıyor. Hayali şarkıcı olmak, en sevdiği, çok büyük hayranı olduğu Yoon Ran Joo gibi çok başarılı olmak. Yoon Ran Joo'nun müzik şirketi bir yarışma düzenlediğinde de şarkı söylediği bir videosunu gönderiyor ve yarışmayı kazanıyor. Ama Seo Mok Ha'nın babası buna karşı olduğundan esas kızımız için işler biraz zor.

Jung Ki Ho oğlumuz da esas kızımızla aynı sınıfta. Sessiz, kendi işine bakan bir tip. Devamlı oradan buradan minik minik işler yapıp, para biriktiriyor ki yaşadıkları bu küçük adadan, babasının evinden gidebilsin. Ki Ho da Mok Ha gibi babasıyla yaşıyor. Ama onun annesi babasını terk etmiş, o da annesiyle yaşamaya gitmek istiyor ama babası bırakmıyor. Bu ikisi bir gece birlikte evlerinden, babalarından kaçıyor. Seo Mok Ha'yı Seul'deki müzik şirketine götürmek için. Ama bindikleri feribottan Ki Ho, onları takip edip engel olmaya çalışan Mok Ha'nın babasına engel olmak için inmiş oluyor, Mok Ha da babasından kaçarken feribottan düşüyor denizin ortasında.

Aradan 15 yıl geçiyor. Mok Ha bu 15 yıl boyunca ıssız bir adada mahsur kalıyor. Bir gün çevre gönüllüsü olarak adalardaki çöpleri toplayan Kang Bo Geol ile abisi Kang Woo Hak onu tesadüfen buluyor. Onların da yardımıyla Seo Mok Ha hem bir yetişkin bedenindeki çocuk olarak yeni dünyaya alışmaya çalışıyor hem de ünlü bir şarkıcı olma hayalini gerçekleştirmek için uğraşmaya başlıyor.

Castaway Diva, 28 Ekim - 3 Aralık 2023 tarihleri arasında 12 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) yayınlanan böyle bir diziydi. Bu sene hafta hafta takip ettiğim dizilerden biriydi. En başta, ilk bölüme başlamadan önce konusuna bakınca çok da heveslenmemiştim açıkçası. Başrollerden bir tek Park Eun Bin'i daha önce izlediğim için tanıyordum. Konusu da herhalde medeniyetten uzun süre uzak kalan bir kızın sarsak bir şekilde şarkıcı olmaya çalışma maceralarını izleyeceğiz diye düşündürmüştü. Biraz absürd bir komedi olur diyordum, bir de iki başrol erkek var göründüğü için araya da bol bol romantizm kaynardı. Sonra ilk bölümü açtım, izledim ve çok kötü oldum. Düşündüğüm komedi ile alakası yoktu izlediğim şeyin. İlk bölümde - spoiler olacak ama olsun - bol bol aile içi şiddet izledim. Seo Mok Ha'nın da Jung Ki Ho'nun babası da feci şekilde çocuklarını dövüyordu. İzlemesi çok rahatsız ediciydi. Bir de çocuk oyuncuların inanılmaz hissederek oynaması tuzu biberi oldu. Çok kötü oldum. Ben bunu izlemeyeceğim dedim. Jung Ki Ho'nun babasını oynayan Lee Seung Joon'u normalde hep iyi rollerde görmüştüm. Bir de bu diziyle aynı zamanda Strong Woman Gang Nam Soon'u izliyordum ve kendisi orada pamuk gibi bir babayı oynuyordu. Castaway Diva'daki rolü o kadar rahatsız etti ki beni. Halbuki karakteri çok iyi yazılmamıştı, büyük boşluklara sahipti. Ama o kadar iyi doldurup, o kadar iyi oynadı ki izlerken rahatsız olmayan, sokakta görünce tırım tırım ondan kaçmayacak çok az izleyici olmuştur.

Bu da bizi senaryonun olmamışlığına getiriyor tabi. Dedim ya ilk başta bir romantiklik dozlu komedi izleyeceğimi düşündürmüştü diye. İlk bölümde de böyle tokat yemiş gibi karanlık bir şey izleyince ne izliyorum diye bakınmaya başladım. İzlemeyeceğim deyip, ikinci bölümü uzun süre izlemedim ama sonra gene dayanamadım çünkü Hatice de çok güzel bulmuştu, izlemem için baya tavsiye etti. İkinci bölümden itibaren hikaye daha da odağını kaybetti. Yani bir odak vermedi elimize demek daha doğru olacak gibi. Tanıtımını, ıssız bir adada kalan bir kızın dünyaya geri dönüp, şarkıcı olma çabası olarak yapmıştı ama bölümler ilerlemeye başladıkça o konu odağımız olmaktan çıktı. Ünlü bir şarkıcı olan Yoon Ran Joo'nun nasıl gözden düştüğüne daldık, alzheimerlı annesiyle ilişkisine girdik. Müzik şirketi CEO'su ne işler karıştırıyordu? Albüm satışları ne olacaktı? Jung Ki Ho'nun babasından kaçıp, saklanabilmek için izini kaybettirmesinden ötürü kimin Ki Ho olduğuna ve nerede olduğuna bakmaya başladık. İki başrol erkek karakterden hangisi Ki Ho çıkacak sorusu etrafında döndük. Şarkı programında neler olacağına daldık sonra. Başka bir idol şarkıcı kızla uğraştık. Ki Ho'nun saplantılı babasından kaçtık, Seo Mok Ha'nın evlerinde kaldığı ailenin içine girdik. Bütün bunlar aslında normal bir senaryo döngüsünde ana hikayeyi destekleyen ve parlatan yan hikayelerdir. Hepsini izlememiz ve bunların kendilerine ayrılmış zamanları olması çok normaldir. Hatta bazen bazı dizilerde bu yan hikayeleri ana hikayeden daha çok sevebiliriz, olur yani. Buradaki sorun, dizinin ana mesajının ya da asıl anlatmak istediği şeyin, asıl derdinin tüm bu hikayeler arasında kayboluyor olması. Ki bir derdinin de olmaması esasında. Ya da varsa bile senaristin kafasında çok net olduğunu düşünmüyorum. Yani diziyi yazmaya başlarken bu hikaye ile ne demek istiyorum diye düşünmemiş gibi. Sanki ıssız adada kalan bir kız olsun, sonra da tüm zorluklara rağmen şarkıcı olsun diye düşünmüş ama bu yolculukta asıl konunun, asıl derdin ne olduğunu düşünmemiş gibi. Dizi ara ara böyle çok güzel hayat derslerine giriyor mesela, kahramanlarımızın o an içine düştükleri durumu, Seo Mok Ha'nın adadaki hayatıyla ilgili bir durumuna bağlayıp, çok güzel bir mesaj oluşturuyor. Ama bunlardan sonra yeniden odağımız kayboluyor. Yani asıl konumuz bu olmaktan çıkıyor. Aslında tüm hikayeyi bu çerçevede anlatmaya çabalasalarmış mesela, daha derli toplu bir şey de çıkabilirmiş.

Karakterlerimizin gençliklerini oynayan çocuklar çok iyiydi ama ya

Bu yüzden de çok içe dokunabilecek, keyifli bir hayat hikayesi olabilecek bir şeyi böyle hiçbir şeye tam anlamıyla dokunduramadan, oradan oraya savrulan ve oyuncuların tek tek performanslarına hayran kaldığımız öylesine bir şey olarak bırakmışlar. Oyuncular cidden ayrı ayrı bakıldığında çok iyi. Yukarıda da dediğim, hikayemizin kötü adamını oynayan Lee Seung Joon elinde mantıklı ve çizgileri belli bir karakter olmamasına rağmen tüyleri ürpertiyor. Sevimli ailemizin anne ve babasını canlandıran Seo Jung Yeon ve Lee Joong Ok, çok ama çok iç ısıtıcılar. Çok rahatlatıcı ve mutlu edici bir aile beliriyor onlar ekranımıza çıkınca, hem de hikayenin çıkışı öyleyken (spoiler söylemiyorum). Annemiz Seo Jung Yeon bu sene 8 dizide yer almış mesela ve ben içlerinden izlediğim 3 tanesinde hep bambaşka biri olarak gördüm onu. My Lovely Liar'da bencil bir anne, bu Castaway Diva'da acılar çekmiş sevgi dolu bir anne olarak izledim ve devam eden My Demon'da da soğuk katı ama mükemmel bir yönetici sekreteri olarak izliyorum.

O yaşta şöyle görünebilsem

Gıcık ama sevimli eski şarkıcımızı oynayan Kim Hyo Jin'i  ise ilk defa izliyor olmam şaşırtıcı değil mi bunca yıldır Güney Kore dizisi izlemiş olduğum için (tam da benim kore dizileri izlemeye başladığım yıllarda hiç dizi çekmemiş çünkü mesela). Kendisi hem çook uzun yıllardır bu işin içindeymiş hem de pek sevdiğm Yoo Ji Tae'nin eşiymiş. Sanırım izleyenlerin en çok eleştirdiği karakterdi (ve oyuncuydu haliyle) dizide. Ben karakterinin çok da iyi yazılmamış olduğundan ötürü böyle hissettirdiğini düşündüm izleyip bitirdikten sonra. İzlerken de o kadar sinir bozucuydu ki onun hikaye örgüleri, ana hikayeye dahil oluşları, keşke biraz ekranda görünmese diye diye izledim yalan yok. Dediğim gibi ancak bitirince fark ettim, karakter yazımında boşluklar var, Yoon Ran Joo'nun çizgilerinde, sınırlarında, olaylarında bol bol tutarsızlıklar var.

Aynı şey Kim Joo Heon'un canlandırdığı - kötü adam numara 2 - eski menajer/yeni CEO Lee Seo Joon karakterinde de gözümüze parmak sokulurcasına ortadaydı. Sanki en başta ceo'muz hikayenin lawful evil'ı olarak tasarlanmış (dayakçı babamız da chaotic evil'ıydı mesela) ama yolun sonuna kadar gitmekten vazgeçmiş senarist arada. Ayy ben de hepimiz de Lee Seo Joon'a ölüp bitiyoruz zaten demiş, bu aslında gri bir karakterdi bana ne bana ne demiş. Tabi yolun yarısında plan değişince her şey sallanmış. Lee Seo Joon elinden geleni yapıyor, gözleriyle mimikleriyle, vücut diliyle falan ama elinde güzel bir metin yok.


Başroldeki Park Eun Bin'i ise son yıllardaki, son yıllardaki de değil gerçi direkt 2022'deki Extraordinary Attorney Woo'daki patlayışının ardından herkes çok beğeniyor biliyorum ama ben kendisinden o kadar etkilenmiyorum sanırım. O diziyi izlemedim, yalan yok. Sanırım böyle acayip hype yapan, herkesin izlediği şeylere zamanında elim gitmiyor. Çok sonraları belki. Neyse. Burada da yazmıştım, 2020'de Do You Like Brahms'ta izlemiştim ilk olarak (Bir de şimdi burada). Buradaki karakteri ele alışı biraz rahatsız ediciydi açıkçası. Fazla karikatürizeydi. Onca yıllık adada mahsur kalmışlıktan sonra hayata farklı bir gözle bakıp, içinden geldiği gibi yaşayan, içi hala 16 yaşındaki halini koruyan ve o saflıkla, o kafayla hareket eden birini canlandırmak için bu kadar sarsak olmasına gerek yoktu mesela.


Sanırım en beğendiklerim - sevimli ailemiz dışında elbette ama bunlar o aileye de dahil sonuçta - iki başrol erkeğimiz, ailemizin iki oğlunu canlandıran Chae Jeong Hyeop ve Cha Hak Yeon oldu tüm diziyi izleme serüvenim içinde. İkisini de ilk defa izledim. Cha Hak Yeon'un canlandırdığı Woo Hak karakterini görür görmez sevdim zaten, tanıştığım anda sevdim çünkü her şeyiyle tam benlik karakterlerdendi. Yılların idol şarkıcısı olarak (2012'de çıkan VIXX grubunda, sahne ismi N) kötü bir oyunculuk da çıkarmıyordu, temiz bir şekilde Woo Hak oldu, kendini sevdirdi. Bo Geol'u canlandıran Chae Jong Hyeop ise beklemediğim anda, hiç ummazken sızdı aklıma. Yine ona da çok iyi yazılmış bir karakter vermediklerine eminim ama o kadar doldurdu, o kadar güzel bir şey ortaya çıkardı ki sessiz sessiz, sadece bakarak, izleyerek, ilgilenmezken. Diziyi unutacağım belki yıllar sonra ama onun hissettirdiklerini hep hatırlayacağım gibi.


Demem o ki boş vaktiniz varsa ya da ne bileyim o kadar da seçici bir izleyici değilseniz, Park Eun Bin hayranı da falansanız izleyebilirsiniz tabi. Ama bence gereği yoktu. Ben kendim için öyle düşündüm şimdi. Keşke izlemese miymişim? Chae Jeong Hyeop ile tanışamazmışım. Tamam neyse, o kadar da pişman olmadım şimdi.

10 Aralık 2023 Pazar

Twinkling Watermelon [반짝이는 워터멜론] (2023)



 Ha Eun Gyeol, kulakları duymayan annesi, babası ve abisi ile büyümüş, kendisi duyabilen ve konuşabilen bir genç, lise sonda. Ailenin tek "dış dünya ile iletişim" kurabileni olarak tüm hayatı kocaman bir "sorumluluk" olarak geçmiş. Duyamadığı için hayatta pek çok şeyden vazgeçmek zorunda kalmış ve ailesini zar zor geçindirebilmiş babası bu yüzden Ha Eun Gyeol'un zıpkın gibi bir doktor olmasını istiyor. Bu beklentiyle ve tüm o sorumlulukla çok çalışkan, çok başarılı ve çok düzgün bir genç olarak büyüyen Ha Eun Gyeol'un (hımm bunlar bana çok tanıdık geldi, tanıdığım birine benziyor ama allah allah) ise bir sırrı var, çok iyi gitar çalıp, müzik yapabiliyor ve müzik aslında onun tutkusu. Doktor falan olmak da istemiyor da, babasını ve ailesini üzmek, istediğini en son şey (tamam şimdi hatırladım kime benzettiğimi). Bir gün gizlice bir müzik grubuna dahil olup, sahneye çıkmışken babası olanları öğreniyor ve büyük bir kavga ediyorlar. Çok üzgün ve çok sinirli bir halde kendini sokaklara atmış yürürken bir müzik dükkanı görüp içeri giriyor Ha Eun Gyeol. Lanet olsun her şeye modunda, gitarını satıyor bu dükkanda. Ama dükkanın kapısından çıktığı anda kendini 1995'te buluveriyor. Geri nasıl döneceğini bilemez halde geçmişte sıkışmışken anne ve babasının lisedeki halleriyle karşılaşıyor. Ve karar veriyor, geçmişteki her şeyi düzeltip, anne ve babasına daha mutlu bir hayat vermeye.

Bir Beatles anı mı yaşanıyor

Twinkling Watermelon, orijinal adıyla 반짝이는 워터멜론 (bançakının wotomellun) 25 Eylül-14 Kasım 2023 arasında Güney Kore'nin tvN kanalında 16 bölüm olarak yayınlandı. Senaryosu Kill Me Heal Me, Moon Embracing The Sun ve Chicago Typewriter dizilerini de yazan Jin Soo Wan'a ait. Bu yüzden de zaten insanın içine oturan, tüm tellerine basan, gülümsetirken hüngür hüngür ağlatmaya başlatan ve her anı dolu dolu geçen bir hikayeye sahip. Oyuncular da ellerindeki bu güzelim senaryoyu tüm her şeylerini vererek oynadıkları için ortaya çok güzel bir hikaye çıkmış durumda. Aslında fazlaca Back to The Future'ın ilk filminden yola çıkılmış gibi duruyor, öyle tamamen orijinal bir hikaye yok önümüzde. Çok iyi gitar çalan gencimiz var. Geçmişe gidip, gitar da çalıyor. Anne ve babasının lisedeki halleriyle bir araya düşüyor. Onları bir araya getirmeye de çalışıyor kendisinin var olabilmesi için. Kendi zamanında ailesi çok zorluklar yaşamış olduğu ve babası biraz ezildiği için geçmişte bir şeyleri düzeltmeye de çalışıyor. Ama bu kadar benzerlikler. Amerika versiyonumuz haliyle eğlencelik ve komik olması üzerine düşünülmüş bir hikaye olduğu için yolları burada ayrılıyor. Burası Güney Kore çünkü, her hikaye daha insani, daha duygular ve düşünceler üzerine kurulu.

Beni de can evimden vuran bu her sahnesinde yansıttığı duyguları ve içime oturan, içimi karmakarışık eden düşünceleriydi zaten. Hayatımı hep koca bir yanlışlık, koca bir pişmanlık yığını olarak görerek bu yaşıma geldiğim için çok ama çok kereler geçmişe gidip, düzeltmeye annemle babamın hayatından başladığımı hayal ederek günler geçirdim. Babamın ailesine yük olmamak için üniversiteye gitmek yerine gidip askeri okula yazılmadığı ve okuyup makine mühendisi olduğu, annemin abisi göndermediği için gidemediği okula devam edebildiği, öğretmen olduğu ve evlenmek zorunda kalmadığı bir geçmiş hayal ettim hep. İkisinin tanışmadığı, severek başka insanlarla evlendikleri ve mutlu oldukları hayatlarının olduğunu mesela. Doğmak zorunda kalmadığım ve bu işkenceyi yaşamak zorunda olmadığım bir dünya olsaydı dedim mesela. Ben var olmayayım da yeter ki onlar mutlu birer hayat yaşamış olsun dedim hep.


Spoiler olacak ama bu da dizimizdeki bir başka ana karakterimizin hikayesine götürüyor bizi. On Eun Yoo kızımız da Ha Eun Gyeol oğlumuz gibi 2023 yılından 1995 yılına bir yolculuk yapmış buluyor kendini. Ha Eun Gyeol annesiyle babasını bir araya getirmeye, geleceği garantiye almaya çalışırken, On Eun Yoo ise geçmişi değiştirmek, annesiyle babasının evlenmesine engel olup, kendisinin hiç doğmamış olmasını sağlamaya çalışıyor. On Eun Yoo'nun hikayesi bu yüzden benim için daha mantıklıydı. Şaka şaka, onun hikayesinin çıkış noktası iyiyken tamamı mantık dışıydı. 1995'te annesinin gençliğiymiş gibi (Choi Se Gyeong ismi annesinin) davranarak nasıl başka biriyle evlenmesini sağlayacağı sorusu hala pıhlamama sebep oluyor. 18 yaşındaki annesi o sırada Amerika'da ve sonraki 20 yıl daha geri gelmiyor. Gerçek Choi Se Gyeong geri gelmediği sürece ilk aşkıyla nasıl evleneceği sorusu muamma. Yani On Eun Yoo 1995 yılında başka bir adamla evlense, bu evlenen biyolojik olarak annesi olmayacağı için yine mantıksız. Ahh vallahi güzelim dizide böyle saçma bir ayrıntı oluşturup, hikaye boyunca buna takılı kalmamı sağladığı için sevgili senarist ablaya kızgınım. Favorilerimde ilk üçe girebilecek bir hikayeyken sırf bu yüzden altlarda kaldı.

Ahh ahh

Oyuncuların da aşırı iyi oynadıklarını söylemiştim ya, hah işte onların arasında resmen döktüreni Choi Hyun Wook'u ilk defa izledim. Esas oğlumuzun babasının uçarı gençliğini oynadı ve içimi söktü resmen. Sadece 21 yaşında olduğuna inanamadım. İlk başlarda abartılı mı oynuyor, çok mu gürültücü derken aslında ne kadar iyi, ne kadar yerinde bir karakter yarattığını görmeye başladım. Gülerken, konuşurken, somurturken, ağlarken, koştururken hep o genç adamdı. Gözleriyle, beden diliyle bile konuştu, anlattı her hissettiğini. Hani tam da böyle dışarıdan bakıp da sinir olacağım, bu kesin kötü biri diyeceğim bir insan gibi görünüp, içinin güzelliğiyle yutkunduğum bir karakter yarattı gözlerimin önünde kanlı canlı.

Geçmişe giden esas oğlanımız Ha Eun Gyeol'u ise daha geçenlerde izleyip, anlattığım The Secret Romantic Guesthouse'taki (şurada) Ryeoun canlandırdı. Gerçek ismi Go Yoon Hwan iken neden böyle bir isimle oynuyor anlamadım gerçi. İdolden oyunculuğa geçme de değil, üniversitede direkt oyunculuk eğitimi alıp işe başlamış. O dizide şöyle demiştim, hala öyle düşünüyorum:

Üçlünün son üyesini canlandıran Ryeoun da ilk defa izlediğim bir genç oyuncu. Bu dizideki rolü aslında temelde soğuk, dışarıdan ciddi ve serinkanlı görünüp, sonradan içinden sıcak birinin çıkması gereken bir karakter. Ama işte tam da bu sebeple dozunu ayarlayamamış da odun gibi kalmış hissi veriyor. Şu an tamamen başka bir rolde Twinkling Watermelon'da izlemiyor olsaydım eğer kendisiyle ilgili görüşüm öyle de kalacaktı ama Twinkling Watermelon'daki halini görünce anladım ki elindeki senaryo ve karşısındaki yönetmenle yapabildiği o kadarmış The Secret Romantic Guesthouse'da. Diziyi izlerken o kadar sinirimi bozuyordu ki odunluğu, tepkisizliği, durgunluğu neredeyse sahnelerini atlamak istiyordum. Oyunculuk namına bir şeyler görmedikçe de başka şeylere takıyordum. Sesi mesela burnu çok doluymuş da zar zor nefes alıyormuş gibi çıkıyor, diziyi izlerken off diyerek sonunda ekrana elimi daldırıp çocuğu sarsmak istiyordum açın şunun burnunu diye. Sonra burnunun şekline taktım mesela, bir sinir bozucuydu. Yani o kadar kötüydü hali düşünün böyle şeylere takılıp durdum. Şu an izlediğim dizide hiçbir yerine bakmıyorum halbuki, aklıma gelmiyor çünkü Ryeoun da etrafındakiler de çok iyi oynuyor.


Annesinin gençliğini oynayan Shin Eun Soo'yu da ilk defa gördüm. The Legend of The Blue Sea'de denizkızımızın gençliğini oynamış ama nereden hatırlayacağız :) Burada tüm dizi boyunca kulakları duymayan ve konuşamayan, ömrü boyunca duygusal ve fiziksel şiddete maruz kalmış bir genç kızı oynayıp, kendine hayran bıraktı. Böyle su gibi, dupduru, insana kendini kolaylıkla izleten bir oyunculuğu var.

Bir de bu muhteşem, döktüren üçlünün yanında sinir bozucu, fazla zorlayıcı Seol In Ah var. Hepimiz onu A Business Proposal'da izlerken böyle bir anda bu kadar aranan, her yerde oynayan, pıt pıt her bir dizide karşımıza çıkıp, hemen hemen hepsinde benzer rollere giren bir başrol oyuncusu olacağını tahmin edebilir miydik? Valla ben etmiştim. Orada izlerken, bu kadar iyi görünen (Kore standartlarına göre güzel yani) ve başrollerin önüne geçen bir oyunculuk çıkartan bir kızı yan rolde bırakmazlar demiştim. A Business Proposal'dan önce 9 dizide oynamış olsa da oradaki hali dikkat çekiciydi, haliyle bir anda patladı. Ama oyunculuğu orada iyiydi ya. Burada izlediğim şey ise hiç mi hiç seyredilesi bir şey barındırmıyordu. İki ayrı karakteri canlandırmak olarak algıladığı şey, birini somurtuk taş duvar, öbürünü ise winnie the pooh'daki tiger gibi yapmak olmuş. Hissettiği hiçbir şeyi hissettiremedi, hiçbir duygusunu geçiremediği gibi karakterine sempati duymamızı, bağ kurmamızı da sağlayamadı. Sanki bu diziyi çok da ciddiye almamış gibi. Ya da kendini artık çok havada görüyor gibi. Nerede ne yaparsam tutuluyorum zaten der gibi.

Büyükanne ve evde kalan öğrenciler - ağlıyorum

Bu esas dörtlümüzün etrafında müzik grubunun sevimli elemanları, Ha Eun Gyeol'un büyük büyükannesi/babaannesi (ki ah be haelmoni ah be, sana sarılıp ağlayasım var) ve onun evinde kalan üniversite öğrencileri de hikayemizin en güzel unsurlarını oluşturuyordu. Büyükannenin evindeki her bir sahne izlemesi en keyifli, en mutluluk verici ve en içe oturan bölümleri oluşturdu gibi geliyor bana hep.


Çok hissedilerek ama aşırı da düşünülmeyerek yazılan, aşırı iyi oynanan ve çok emek verilerek çekilmiş bir hikaye izledim ben böyle. Her hafta o ikişer saat boyunca hem eğlendim, hem ağladım, hem bir daha bir daha kendi hayatıma gittim geldim. Hikayenin çıkış noktası müzik tutkusu olduğundan da bir yandan, şahane şarkılar dinledim, müzik hakkında çok güzel şeyler öğrendim. Sonunda tüm hikayeyi toplayıp, çok da iyi bir mesaj verememiş olsa da gönlümdeki yerini aldı Twinkling Watermelon.

5 Aralık 2023 Salı

Moving [무빙](2023) - İzlediğim hiçbir şey gibi değil

 


Ben bunu anlatmaya nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Nasıl bir şey izledim, aylar sonra hala düşündükçe düşüncelerimin içinde kayboluveriyorum. Belki hep aynı türden şeyleri izliyormuşum gibi görünüyordur artık, o aynıların içinde böyle bir şeye rastladığım için eh tabi değişik gelir diyebilirsiniz. Ama ben bu "aynı" şeyleri izlemeye, tüm o "değişik" ne var ne yoksa izlediğim uzun yılların neticesinde ulaştığım için sanırım az biraz da olsa bir yetkinliğim var. Değil mi?


"Moving" bir webtoon uyarlaması. Güney Koreli manga/cartoon/webtoon sanatçısı (ne denir bilemediğimden sıraladım) Kang Full'un 2015'te yayınlanmış bir webtoon'u. Dizinin senaristi olarak da görev almış sanatçı. 1976 doğumlu olduğunu da hesaba katarsak şimdiye kadar birçok webtoon, resimli kitap ve manhwa ortaya çıkarmış.

Temelde hikayemiz aynı liseye giden 3 genci odağına almış bir süper kahraman hikayesi. İlk gencimiz Kim Bong Seok, şehir merkezinden uzakta bir katsu restaurantı işleten annesiyle yaşayan üzümlü çörek gibi bir çocuk (cümleye genç ile başlayıp çocuk ile bitirmem de kafamın karışıklığını göstersin). Bong Seok henüz nasıl kullanacağını bilemese ve kontrol edemese de uçuveriyor. Gücü bu. Diğer gencimiz Lee Kang Hoon'un annesi ve babası minik bir dükkan işletiyor. Babasında biraz zeka geriliği mi denir, doğuştan gelen bir durum var, bir çocuğun sosyal becerilerine ve aklına sahip. Kang Hoon okulda çok kimseyle konuşmuyor, derslerine odaklanmış durumda, sınıf başkanı ve çok güçlü. Onun gücü de fiziksel güç yani. Dönemin ortasında diğer gencimiz transfer oluyor sınıflarına: Jang Hee Soo. Hee Soo da tavuk restaurantı işleten babasıyla yaşıyor, önceki okulundan bir kavgaya karıştığı için atılmış. 17 kişiye karşı tek başına dövüşüp, hepsini bir güzel benzettiği için. Hee Soo kızımızın da özelliği yaralanmaması. Yani yaralanıyor da iyileşiveriyor hemen. Kolunu kırıyorsunuz, iki dakika içinde bitişiyor. Yüzünü kesiyorsunuz, şıp kesik iyileşiyor.

Bu sahnenin hissettirdiklerini anlatamam

Bu üç gencin yanında başka başka süper güçlü kahramanlarımız da ortaya çıkıyor tabi. Bunların peşine düşen kötüler de geliyor. Gençlerimiz ailelerinin öyküleri de dahil oluyor sonra. Neredeyse her birinin anne babasının gençliklerine de yol alıyoruz bölümler ilerledikçe. Ama böyle anlattığım gibi anlatmıyorlar hikayeyi. Ya da şimdiye kadar gördüğümüz o süper güçlere sahip kahramanlarınki gibi de anlatmıyorlar. Dizinin atmosferi bir süper kahraman hikayesi gibi değil. Karakterlerimizin hiçbiri o okyanusun öte yanındaki süper kahramanlar gibi davranmıyor, öyle konuşmuyor. Bunu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Böyle iliklerinize kadar işleyen bir hikaye izliyorsunuz. Önünüzdeki ekranda uçan kaçan kovalayan kırılan dökülen pata küte sökülen yıkılan patlayan bir dolu şey varken yine de bir şeyler içinize dokunuyor. Hani o koca koca bütçeli süper kahraman filmlerini izledikten sonra tüm o aksiyondan ve her şeyin aşırı fazla olmasından dolayı bir mala dönersiniz ya. Ama sadece gözlerinizin ve sesin yorgunluğudur. Beyniniz bir yarım saat içinde kendine gelir çünkü aslında bir şey düşünmemiş, heyecan dışında bir şey hissetmemişsinizdir. Hah işte bu diziyi izlerken de öyle bir şey olacak diye düşünüp açtım, sonra "hissetmeye" başladım. Düşünmeye. Yutkunmaya. Gülümsemeye. Önem vermeye başladım. Hikayenin kötülerine bile oturup, zırıl zırıl ağladım. Her bir karaktere ekranımdaki sarılıp, ağlaştım. İzlemeye başladığımda ilk 9-10 bölümü yayınlanmıştı, o yayınlanan bölümlerin hepsini izleyip güncele yetişebilmek için zombi gibi gezindim bir hafta. Ne yedim ne içtim ne kadar uyudum farkında olmadan yaşadım. Kafamda devamlı onlarla, hikayenin içinde işe gittim geldim, açtım izledim.

Bu sahneyi kalbimize kazıdık

Dışarıdan belli olmayan birtakım tatlılıklar

Müthiş bir kadroya sahip dizinin oyuncularının çoğunu da izlememiştim işin ilginci daha önce. Nasıl olabilirdi? Zo In Sung ile tanıştım (woowww), Han Hyo Joo ile tanıştım (o nasıl bir zarafet). Asıl kalbime kocaman oturan Ryu Seung Ryong ile tanıştım ki ben bu yaşıma kadar onun gibi bir oyuncuyu bilmeden nasıl yaşamışım? Umarım bir gün - çok da geç olmayan bir gelecekte - kendisiyle tanışıp, duygularımı ifade edebilirim.

Genç oyunculardan sadece Go Yoon Jung'u biliyordum haliyle, önce Law School ardından da Alchemy of Souls'dan. İlkinde üniversite öğrencisi, ikincisinde ise genç bir kadın olarak izlememe rağmen burada birden karşımda bir lise öğrencisi buldum. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum, gerçekten de küçülmüş gibi, lise öğrencisi gibiydi. Vücut dili bile değişmişti. Pofidik Bong Seok'umuzu canlandıran Lee Jung Ha'yı ilk defa gördüm mesela. Her izleyenin yüreğini ele geçirdi kendisi. Güçlü yumruklu Kang Hoon'u canlandıran Kim Do Hoon'u ise Today's Webtoon(2023)'ta bol travmalı bol sorunlu bir webtoon sanatçısı olarak izlemişim, hem de nasıl oyunculuğuna hayran kalarak. Ama o gencin bu çocuk olduğunu o kadar bölüm izlerken anlamadım, şu an çözüyorum. Onun da role girişi, değişimi takdire şayan yani. Gene de sanırım beni en çok etkileyen Kuzey'deki ekibin hikayeleri ve yaşadıkları oldu. Sonlara doğru ciğerim söküldü. Bu ne güzel hikaye yazımıdır dedim her bir anında, bu ne güzel oynayıştır dedim her bir sahnede.

Güzel posterler

Sanırım diziyle ilgili beni tek rahatsız eden şey grafik boyutlardaki şiddet ve kandı. En sevdiğim hikaye arkına sahip olan karakter (yukarıda da dediğim Ryu Seung Ryong'un canlandırdığı) Jang Juwon'un tüm hikayesi kavga dövüş kan şiddet kemik kırılması göz çıkarması şeklindeydi. Hiç bitmedi. Başladı mı hiç bitmedi. Bir yandan oyuncuyu, karakteri izlemek istiyordum ama bir yandan da izlemeye dayanamıyordum. Ben uzun yıllardır kanlı şeylerden uzak duruyorum. Bu yüzden birden bu kadar doz bana fazla geldi. Ama bundan da keyif alan var sanırım, nasıl rahatsızlıklara ve psikolojiye sahipler bilemem tabi.


Diyeceğim şu, çok sevdiğim ama izlerken girdiğim şoktan ve etkilenmişlik durumundan ötürü ne hissettiğimi aylar sonra üstüne düşündüğümde ancak anlayabildiğim bir hikaye izledim. Devamının da geleceği kesin gibi. O saçma sapan squid game gibi şeyler izleyeceğinize bunu izleyin.

Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프} (2025) - 12 bölümlük "fine-dining" zaman yolculuğu

 Pek bir başarılı şefimiz Yeon Ji Yeong, çok önemli bir yemek yarışmasını da birincilikle bitirdikten sonra Paris'ten Güney Kore'dek...