Yeo Ri kızımız çok efsane bir şamanın tek torunu. Kendisi de çok yetenekli bir şaman aslında ama büyükannesinin bir şaman ayini sırasında ölümüne tanık olduktan ve tüm köy onu uğursuz olarak yaftaladıktan sonra bu işe hiç girişmemeye karar verip, yeteneklerini göz ardı ediyor. Bir gözlükçü olarak dolaşıp, öyle geçimini sağlıyor. Yeo Ri'nin bir de başının belası var: Gang Cheol adında bir Imugi çocukluğundan beri peşinde dolaşıyor. Imugi Kore mitolojisinde henüz ejderha olamamış ejderha gibi bir yaratık demek. Genelde göl, deniz, ırmak gibi yerlerde yaşayan bu çok büyük yılan-ejderha karışımı yaratıklar eğer 1000 yıl boyunca yaşamayı başarırsa tam bir ejderha olup, göklere yükselebiliyor. Bizim Imugi Gang Cheol ise tam bu şekilde göğe yükselirken yeryüzündeki bir bebek bunu gördüğü için lanetleniyor ve geri düşüyor yere. İnsan görüntüsünde insanların arasında dolanıp durmak zorunda kalmışken bu Yeo Ri'ye rastlıyor. Yine efsaneye göre Yeo Ri'nin tertemiz ruhunu ona sunmasını sağlarsa göklere yükselebilir. Bu yüzden çocukluğundan itibaren kızın etrafında dolaşıp, onu buna ikna etmeye çalışıyor.
Oysa ilk başta başrolleri görünce bir hımm demiştim. Şaman kızımızı oynayan Bona'yı orada burada gördüğüm olmuştu ve pek donuk, pek burnu havda gelmişti hep. Oysa hiçbir şekilde oyunculuğuna şahit olmuş değildim. Buradaki karakteri de aslında durgun, hüzünlü ve sessiz gibi yazılmıştı ama beni sıkmadı, gıcık etmedi. Aksine böyle yazılmış bir karakterin çerçevesi içinde gayet de minik minik nüanslarıyla eğlenceli, sessizce güçlü bir şekilde ilerleyen bir karakter ortaya çıkarmıştı. Hatta Bona'nın kendisine bile kanım ısındı bu bahaneyle. Kendisinden çok daha güçlü varlıklara bile korkusu görünse de sabit bir şekilde karşılık verebilen, ancak her ruha defalarca kalp kırıklığı yaşamış birinin şefkatiyle yaklaşabilen çok incelikle yazılmış bir karakter sundu bize.
Ama bu noktada içime dert olan şeyi söylemeliyim. Imugi'yi en başta canlandıran Kim Young Kwan o halde o kadar müthişti ki Imugi, Yoon Gap'ın bedenine girdikten sonra bir daha onu hiç Kim Young Kwan olarak göremeyince bir ahh be dedim. Dediğim gibi Yook Sung Jae'nin bu iki roldeki oyunculuğunu sevmiş ve keyif almış olsam da keşke Kim Young Kwan mı canlandırsaymış bu iki karakteri de diye düşündüm, hayal ettim. Tadından yenmezmiş gibi olurdu.
Bir de dizi boyunca herkesin asıl konuştuğu karakteri canlandıran Kim Ji Hoon'dan bahsetmem gerek. Onu hemen hepimiz 2020'deki Flower of Evil'da görüp hem hayran hem aşık olmuştuk (o diziyi de anlamıştım şurada). Oradaki performansıyla bir anda okkalı oyuncular arasına girip, adından söz ettirmeye başlamıştı. Burada oldukça ileri görüşlü, yenilikçi ve dürüst bir kralı oynadı. Bir Joseon kralını oynama şansına sahip olduğu için aslında bu güzel bir şey ama bir yandan da ilk bölümde görünce bir aklımda rahatsız edici şöyle minik düşünceler oluştu: Ulan bu zamana kadar bu rolde izlediklerime hep amca diyordum, Kim Ji Hoon abimle yaşıt. Bu adam artık kral rollerine bürünüyorsa...Ulan gene mi yaşlandık? Tabi beni böyle iç burkuntulara sokan Kim Ji Hoon, kendi ülkesinde ise kraliyet aksanını/konuşmasını tam yapamadığı ya da bir tuhaf yaptığı konusunda insanları tartışmalara soktu. Ben tabi engin korece bilgimle hiçbir tuhaflık hissetmedim. Ama yazılan karakter gerçekten çok iyiydi. Bir dolu kral rolü izledim şimdiye kadar, çok değişik olanları da vardı ama genellikle belli bir stereotipe uyar oluyorlar. Kim Ji Hoon'un burada canlandırdığı kral tarihe göre oldukça çağdaş düşüncelere sahipti, haliyle, fantastik öğelerle dolu bir hikaye izliyoruz. Ama en keyiflisi bu kralla Imugi'nin bromance'ini izlemekti. Birlikte maceralar atlatmaları, atışmaları, birbirlerini fark etmeden sevmeleri çok mutlu edici, pek keyifliydi. Ama tabiki Kim Ji Hoon'un hayat verdiği bu kralın her sahnede çaresizliğinin, öfkesinin, üzüntüsünün ve kararlılığının derinliğini hissetmemiz çok, çok keyifli bir seyirlikti.
Bu başrollerin yanında yan karakterler diyebileceğimiz ama aslında gayet de hikayenin ana karakterleri olan karakterlerin her biri de çok iyi ve özenli yazılmıştı. Kötü şamanı oynayan Kim Sang Ho'yu, Yoon Gap'ın annesini canlandıran Cha Chung Hwa'yı, baş hadımı oynayan Kim In Kwon'u, budist rahibi oynayan Lee Won Jong'u ve Lord Choi'yi oynayan Ahn Nae Sang'ı bir yıl içinde bile neredeyse 10 dizide izliyoruz ama o kadar iyi oyuncular ki her birinde yepyeni karakterlere hayat veriyorlar.
Hikayemizin tarihi yönüne bakacak olursak (ki en sevdiğim kısma geldik böylece) göreceğimiz şey haliyle biraz hayal-kurgu oluyor ama bu bizi tabiki merak edip, tarihin maceralı koridorlarında koşturmaktan ve hikayemiz ile olan benzerlikleri keşfe çıkmaktan alıkoymayacak.
2.bölümde bir sahnede kralımız diyor ki Adam Schall'un "Treatise on the Telescope" isimli eserinden haberim var. Johann Adam Schall von Bell 1591-1666 arasında yaşamış Alman bir gökbilimciydi diyebiliriz. 1622'de Çin'e seyahat edip, orada misyonerlik yapmaya başlamış. Ölümüne kadar geçen 44 yılda Çin'de imparatorlar ve hanedanlar değişirken çok yüksek pozisyonlarda yer almış. Özellikle o dönemli takvimle ilgili düzenlemelerde çalışmış ve uzağı görmeyi sağlayan camlarla ilgili çalışmaları olmuş. Bu durumda dizideki kralımız bu adamın çalışmalarını biliyorsa, tarihimiz kesinlikle 1622'den sonrası olmalı.
Tam da bu noktada Adam Schall'un hayatı bize çok daha iyi bir ipucu sunuyor. Schall Çin'de takılırken tam da aynı tarihlerde Joseon krallığının prensleri Sohyeon ve sonradan 17.kral olacak olan Hyojong da Çin'de Qing hanedanının tutsakları olarak tutuluyor. Yani tam tutsak değil de şey gibiler, hani Fatih Sultan Mehmet'in sarayında III.Vlad'ın küçükken tutulması gibi. Qing hanedanı Joseon'u kendisine tabii kılmış, prensler de bunun göstergesi gibi.
Tarihi olarak bir iddiası olmasa da dizinin, çoğu şeyiyle fantastik bir hikaye de olsa esinlendiği tarihi araştırmak keyifliydi benim için. Ama bu dizinin asıl başarılı yönü ve benim için bu kadar mükemmel olmasının sebebi sadece bir tarihi fantastik macera oluşu değil. Şöyle diyeyim. Kore dizileri çoğu zaman eğlenceli bir başlangıç yapar, ancak yaklaşık üçte ikisinde senaristin fikirleri tükenmiş gibi olur ve hikayeyi nasıl bitireceğini bilemiyormuş gibi hissederiz. Bu dizide ise hikaye ilerledikçe sorular yavaş yavaş cevaplanıyor, olay örgüsü adım adım mantıklı bir şekilde çözülüyor, karakterlerin büyümesine gelişmesine öğrenmesine şahit oluyoruz ve tüm bunlar, baştan beri inşa ettikleri dünyayla tutarlı bir şekilde ilerliyor. Belki bu böyle çok çığır açıcı gelmeyebilir, ama bazen sadece hedeflediklerini yerine getiren bir hikaye istiyoruz ve bu dizi bunu başarıyor.
Görünüşte dizi, saraydan kötü bir ruhu kovmakla ilgili olsa da, aslında nesiller boyu süren travmaların çözümüyle, insanların sevdiklerini korumak için yapmaya gönüllü oldukları fedakarlıklarla ve dünyada ilk etapta derin bir kızgınlık yaratmadan hareket etmenin ne anlama geldiğiyle ilgili bir hikâye. Gerilimin, heyecanın, şokların, kahkahaların ve gözyaşının iyi bir dengesini kuran bir hikaye. Romantizm kısmı tam anlamıyla coşkulu değil, daha çok yavaş ilerliyor ve o kadar başka hikayenin ve maceranın arasında sevimli kalıyor ki tam bir aşk öyküsü olmaktan ziyade tatlı bir şekilde ilerleyen bir bir yan hikaye gibi oluyor.

















































