11 Mayıs 2024 Cumartesi

어리석음과 상실

Bu seferki yumurtadan da
Charlie Brown çıktı

 En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks yazısını uykumda yazmışım gibi hissediyorum). Böyle bir şeylerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelince insan gereksiz bir motivasyonla doluyor değil mi? Köşeli masa, odanın tam köşesine tam oturunca ya da yolda yürürken tam ışıklara geldiğinizde ışık yeşil yanınca falan böyle bir, bir şeylerin tam olması hissi işte.

Öyle bir motivasyonla dedim ben bu ramazanda çılgınca oruç tutarım. Yaparım. Hem dışarıdan yemek istemiyorum artık, hem her gün evden bir şeyler hazırlayarak getirmenin yükünden kurtulurum. Ofiste de diğerleri tuttuğu için tüm ramazan boyu, bir şeyler yemek içmek de zaten insana bir tuhaf geliyor, onun psikolojisinden  kurtulurum. Ama her zamanki gibi kendimi çok abarttım. Nasıl bu 1,5 metrelik boyumu unutarak kafamın içinde bu apartmanın çatısından öbür apartmanın çatısına atlayabileceğime dair senaryolar döndürüp, buna inanabiliyorsam, oruç da tutabileceğime inandım. O pazartesi, ben, ben değildim. Her gören neyin var dedi, ölüyormuşum gibi şaşkın ve acıklı gözlerle üstüme titredi. Öğleden sonra artık tamamen insanlıktan çıktım. Başımın ortadan ikiye yarılmasının yanında öğürmelerimi zor tuttum. Kusarsam bozulur diye kusmamı geri bastırmaya çalışmaktan içim dışıma çıktı. İftara da T bana gel bu halinle tek başına uğraşma, ben de yemek sofra var dedi. Yok dedim, ıhıh dedim ama dinletemedim. Çünkü o halde yemeği bile düşünmüyordum, sadece eve gidip, kendimi halının üstüne atıp, son nefesimi huzur içinde vermek istiyordum. Mecburen gittim. Evet eski ben'in değişmesi oldukça yol kat etti ama bazı şeyler hala nezaket ve iyi duygular içeriyor, onları da ayırt edebiliyorum. Neyse gitmeden önce tatlı alayım hemen caddeden de öyle geçeyim dedim. Tatlıcıda bir baktım kartım yanımda yok, naktim çıkışmadı, zombi gibiyim ayakta sallanıyorum, iftar oldu olacak, tatlıcı dedi ki al al önemli değil. Elimde tatlı paketi, yere çöküp ağlayacaktım ama abi ben ben...diye diye. Şimdi hatırladıkça sinirle gülüyorum. Hayatım kendi kendimi zor durumlara sokmakla, habire kendime yoktan yere sersefillik yaşatmakla geçti hakikaten. T'de yemeği zor yedim, artık kesinlikle kusmam gerekiyordu, kendimi eve zor attım. Saçma sapan bir şekilde durup dururken kendime zorluk yaşatmışım, kendimi hasta etmişim gibi hissediyorum vallahi.

O akşam Midnight Photo Studio (야한 사진관) dizisi başladı. Geçen hafta bitmiş olması lazım. O başladığı akşam bakmadım ama daha sonra bir ara ilk bölümüne baktım. Tee Joseon Dönemi'ndeki bir atası, ölüler dünyası ile anlaşma yapan Seo Ki Joo isimli esas kahramanımız, öldükten sonra ruhların son isteklerini yerine getiren bir fotoğrafçı gibi bir şey. Han Bom isimli başrol kızımız ise doğrucu davut bir savcıyken kovuluyor mu ne, avukatlık yapmaya çalışıyor. Tabiki yolları kesişiyor, oğlumuzun antik lanete göre son 100 günü mü ne kalmış yaşamak için falan filan. Başrollerde Joo Won ve Kwon Nara var, Joo Won'u severim de kız için hislerim karmaşık. Konu da böyle birçok başka fantastik dizinin orasından burasından birkaç bir şey alınıp, patchwork battaniye yapılmaya çalışılmış gibiydi. Çok çok boş, aşırı işsiz ve sıkılmış iseniz izlenebilir tabi. Bir bölüm bakıp, kapattım.


O hafta boyu artık ömrüm boyunca oruç tutamayacağımı anlamış olmanın yenilgi duygusuyla her öğle arasında bir kahveciye oturup kitap okudum. Gizli Bahçe'ye başladığımdan bir önceki yazıda bahsetmişim, Şubat'tı. İncecik kitap ama satır satır dikkat ede ede okumak istedim. O hafta bitti kitap. Ve filmi izlediğim yaşlarda okusam dikkat etmeyeceğim, beni etkilemeyecek şeyleri böyle fark ederek okumuş oldum.


15'inde cuma akşamı haftayı yine servisteki kızlarla iftar yaparak bitirdik (tek birimiz oruç tutuyordu ama olsun adı iftar). O gün telefon hattımı da değiştirdim. İşe başladığımdan beri Vodafone'du sanırım, Turkcell'e geçtim. Numarayı değiştirdim çünkü artık o icra olacak, fatura borcunuzu bize ödeyin diye taciz edip duran avukatlık bürosundan kurtulmam gerekiyordu. Şikayet edebileceğim her yere ettim, numaran değil de isimden geldiği için de engelleyemiyordum. Koskoca ülkenin adalet sistemi böyle bir şeye bile engel olamadığı, dahası bunu illegal bile bulmadığı için kendim çözüm bulmaya çalıştım. Artık hiçbir yere numaramı vermiyorum, satarsa bir Turkcell satar. (Gelen mesajlarda benim olmayan bir numara ve benim olmayan bir isim bulunuyordu bu arada, en üst düzeyden sinir bozucu.)


Gizli Bahçe bitince Kelt Mitleri ve Efsaneleri'ni aldım elime hevesle. Şubat'taki kitap siparişimle gelmişti o da. Evet hevesle okumaya başladım ama doğru düzgün 20-30 sayfa bile okuyamadım. Kafam allak bullak oldu. Tabiki Kelt mitolojisi ile ilgili bilgim sınırlı ve her şey yabancı geliyordu ama bu derece, bu kadar aşırılıkta bir yabancılık beklemiyordum. Yine ne de olsa bir kulak dolgunluğum var diyordum. Okuma benim için hiç keyifli olmamaya başladığı noktada tamam dedim, bir kenarda dursun onun da zamanı gelir herhalde.

O günlerde tvde yayınlanan bir diziye sardım ister istemez: Kızıl Goncalar. Youtube'da habire önüme düşüyordu videoları. Hımm bu neymiş o neymiş diye bakarken bir baktım izliyorum. İzleyebiliyorum, izlenebilir bir şey yani dedim. Sardı, cidden sardı. Özcan Deniz'den hoşlaşmayışımızda hepimiz birleşiyoruz evet ve bence Özgü Namal gerçekten rol yapamıyor (konuşma telaffuz tarzı ve ses rengiyle ilgili bir çiğlik var, kendi gerçek hayattaki sınıfından çıkamıyor bir türlü, her ağzını açtığında Adıyaman gibi bir yerlerden gelmiş, 14 yaşında evlendirilmiş, kaskatı bir cemaatin içinde büyümüş, dünya görmemiş bir kadın değil de şen şakrak bir Özgü'nün benliğini alttan alttan duyuveriyorum.). Ama hikaye sarıyor, diğer oyuncular çıtayı yükseltiyor - özellikle Sadi Hüdayi'yi oynayan Erkan Avcı ve Müyesser'i oynayan Asiye Dinçsoy'u ekranda her görüşümde kilitleniyorum - ve bir bakmışım merakla yeni bölüm bekliyorum.


Ekinoksta yazdım ama hey be kafam nasıldı dedim ya, işte baharın gelişinin ertesi günü kar yağdı burada. Şaşırdık mı hayır. Çünkü sonraki gün de 22'sinde de yağmaya devam etti. O haftasonu - 22'si ve 23'ünde - açıköğretim vizeleri vardı. Varmış yani, ben takvimime nedense daha sonraki bir tarihi işaretlemişim dönem başında. Instada Anadolu Üniversitesi'nin hesabında vizelerle ilgili bir gönderi görünce haftanın başında hayıııır olamaaaz diyerek ders çalışmaya başladım. Bir hafta çalışıp, vizelere girdim. Nedense - benim kaplumbağa hayatıma göre - aşırı hareketli bir haftasonu oldu o. Cumartesi tüm gün sınavlara girdim, çıktım T ve E ile alışverişe gittim, yemeğe tatlıcıya derken gecenin bir yarısı eve döndüm. Yorucu ama iyi hissettiren bir cumartesiydi. Üçümüz oturup tatlıcıda, güneşin batışını izleyerek muhabbet ettik. Hava aşırı soğuktu bana göre, sabah arabanın üstünde ince bir kar tabakası vardı mesela. Pazar günü de yine sabahtan sınava gittim, sınav çıkışı yine T ile Kızılay'da dolaştık.

Tatlı konusunda ne kadar abarttığımın kanıtı

25'i 26'sı 27'si güneşli ama buz gibi ve rüzgarlı olmaya devam etti. 28'inde çöl tozları geldi buldu bizi, hava yaz gibi oldu. 29'unda cuma akşamı eve geldikten sonra otururken aklıma esti, T'yi aradım gel gidip creme brulee yiyelim dedim. Aşırı güzeldi o creme brulee yalnız. 40'ıma varmadan bir arada bu tatlı işini kesmem gerekiyor biliyorum, ama nasıl olacak. Çünkü bazen - değil neredeyse her zaman - hayatta ilgimi çekip beni mutlu eden tek şeyin tatlılar olduğunu düşünmüyor değilim.

Aşırı güzel ama çok az gelen Creme Brulee

O haftasonu ise seçim zamanıydı. 30'unda cumartesi güneşin de etkisiyle balkondaki saksılara ne bulduysam ektim. Tüm gün balkonda iki büklüm maydanoz, salatalık, domates, çilek, çiçekler...ne bulduysam ektim. Arada bir bazı seneler böyle heves geliyor, azimle bir şeyler yapıyorum. Sonra güneş ve kuşlarla (ve tembellikle) olan mücadelemi kaybedip, vazgeçiyorum. Bakalım.


31'inde seçim günü hiçbir şey yapmadım. O kadar umutsuz, o kadar bezmiş halde, bu sefer sabah erkenden bile gitmedim oy vermeye. Akşam en son artık biterken gittim bir koşu. Amaaan diyerek. Tüm gün tv açmadım, hiçbir habere bakmadım netten. Sonra whatsapp gruplarından bir şeyler gelmeye başladı akşam. Neler oluyor diye bir açtım tvyi...Sanırım ilk defa 22 Temmuz 2007'deki genel seçimlerde oy kullanmış oluyorum, 18'i geçtikten sonra karşılaştığım ilk seçim o olmalı. En erken hatırlayabildiğim siyaset görüntüleri de Turgut Özal'ın gözlüklü halini içeriyor. Ben hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım.

Nisan başlarken açtığım şans kurabiyesi falı
- Ama yalan -

Nisan da yine bir motivasyon hissiyle başlamadı değil, 1 Nisan pazartesiydi çünkü. Ramazan son sürat devam ediyor olduğundan yine her öğlen kendimi odadan dışarı atıyordum. Ama her gün her gün bir kahvecide oturamazdım, hava da parklarda oturabilmek için yeterli durumda değildi o günlere dek. Nisan'ın ilk günlerindeyse 26lara kadar çıktı. Aklım havalarda dolaşmaya başladı. Ve o akılla bu senenin de salaklıklarını yapmaya başladım. Nette dolanırken takip ettiğim sanatçıların, grupların konserlerini turlarını görüyordum. Oraya bak buraya bak, onu araştır buna tıkla derken bir baktım bir yerden çok da dinlemediğim bir tanesinin tee Kuala Lumpur'daki konserine iki katı fiyatına bilet alıyorum. İşte böyle hayatımın bazı aşamalarında bazı şeylerde akıl tutulması yaşıyorum ya hani. Burada kaç kere de yazdım bunları, kaç kere böyle salaklıklar yaptığımı. Gene de yapıyorum.

Köye doğru yola çıkmadan hemen önce gelen kitaplarım

Ertesi gün annem geldi köyden. Bayramda ben onların yanına gidecektim, ama arabayla geleceğim dedim. Bunun üzerine tek başına olmaz diyerek birimiz yanında gelelim bahanesiyle annem geldi bu sefer. Cuma günü de işe gittim, cumartesi yola çıktık annemle. Annem araba süremiyor, direksiyonunun yükünü almak için değil de hani yalnız olmayayım diye yanımdaydı. Yalnız daha iyi sürüyor olduğuma inandırmam mümkün değildi tabi. En saçma günde yola çıktık tabi. 551 kmlik yol 11 saat sürdü. Aşırı trafik vardı, her yerde yol çalışması vardı. Suyum çıktı.

Köyde bayram ziyaretlerinden ev baklavaları

Köydeki ilk günler elimi kolumu kaldıramaz haldeydim. Her yerimden et kesilmişti. Böyle günlerce spor yapmışım da hiç dinlenmemişim gibi. Hareketsiz yatmak istedim ama bir yandan da annem hiçbir şey yapmasın, ben varım en azından bu birkaç günde her işi ben yapayım diye uğraştım. Tüm temizliği yaptım, tatlıları almaya gittim, her şeyi düzenledim, mezarlık ziyaretine gittim. Bayram günlerinde de bayram ziyaretlerine götürdüm onları. Biraz bile olsun dinlenemeden 13'ünde de bu sefer geri dönüş yoluna koyuldum. Yine yan koltukta annem, bu sefer aynı yol 17 saat sürdü. Çünkü geri dönüş yolunda bu kez her şey çok daha kötü bir hal almıştı. Her yer kapalıydı, arabalar yol kenarlarında durmak zorunda kaldı. Bir santim ilerlemeden saatlerce dağların, bayırların, çorak arazilerin ortasında yüzlerce araba bekledik. Tuvaletler doluydu, yiyecek bir şey yoktu, kaldı ki saatlerce hiç benzin alacak yer bile görünmedi. Çıkmayacak canım varmış diyorum. O gün geceyarısını geçerken eve girdik. Ama bu hayata çile çekmek için gelmişim. Bitmemişti.

Bu arada köye gitmeden hemen önce kitap siparişlerim gelmişti, Kaan Murat Yanık'ın iki kitabı ile Erşc H.Cline'ın M.Ö.1177 kitabı. Bavula atıp, gitmiştim. Kaan Murat Yanık'ın kitaplarına birkaç zamandır denk geliyorum, baya da merak ediyordum, sonunda Kitap Yurdu'nda bir indirim görünce aldım. Yanlarına sepeti tamamlasın diye attığım kitaba onlardan önce başladım ama. M.Ö.1177 kitabı da alışveriş listemdeydi tabi, ne zamandır okumak istiyordum ama indirim olmuyordu. Neyse almış oldum ve köyde öyle bir an boş vakit bulunca bir açayım bakayım dedim. Kendimden geçtim. Cidden. Çok mutlu etti beni kitap. Bunu tabiki anlayamazsınız, anlatamam. Goodreads'te şöyle yazdım mesela:




M.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü YılM.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü Yıl by Eric H. Cline
My rating: 5 of 5 stars

Konuyu daha önce okulda gördüğüm ve bir derste birkaç haftalığına dinlediğim için belirli bir fikrim vardı kitabı elime alırken. Ki zaten elime almama sebep olan da buydu. Arkeolojinin en ilginç dönemlerinden biridir bu dönem. Geç Tunç Çağı'nda Akdeniz'in etrafındaki topraklarda şimdi hikayelerimize ve efsanelerimize konu olan o meşhur medeniyetler en şaşaalı dönemlerini yaşıyordu. Mısır, antik dünyanın o muhteşem imparatorluğuydu. Hititler onlara kafa tutan bir diğer muhteşem uygarlıktı. Kenan'da, Mezopotamya'da, Yunan anakarasında ve adalarda tüm o isimlerini bildiğimiz büyük krallıklar, imparatorluklar gelişmişti. Sonra bir anda, hepsi tarih sahnesinden silindi. Mısır ayakta kaldı ama artık o eski Mısır değildi. Büyük imparatorlukların yerini küçük şehir devletleri, tuncun yerini demir aldı. Dünya sanki birden karanlığa gömülmüş gibi oldu. Çok eskiden beri tarihçilerin ve arkeologların bu duruma açıklaması III.Ramses'in sözlerinden alıntıydı: Deniz insanları gelip, her şeyi yakıp yıkmıştı. Bu o kadar dilimize oturdu ki, arkeolojiyle ilk ilgilenmeye başladığımdan beri "deniz kavimleri" deyişi benim için de alabildiğine normal bir şey haline geldi.
Oysa durum bundan çok daha karmaşık ve çok daha farklıydı. İşte tüm bunları da Cline'ın yazdıkları sayesinde öğrenebildim. Cline aslında fikir belirtmekten çok bu konuda yüzyıllardır ne yazılıp, çizildiyse uzun uzun onları döküp, sayıyor. Aralara hımm belki de şöyle böyle diye sıkıştırıyor ama ekseriyetle kesin böyle düşünüyorum demiyor. Esasında kitabın sonlarına doğru içimde tamamen genişletilmiş bir tez okuyorum hissi uyanmadı değil. Okulda yazdığımız tüm o proje ödevleri ve tezlerin ana yapısına birebir uymuş. Önce tüm bu uygarlıkların o kocaman kocaman hallerine nasıl geldiğini bir anlatıyor, oyuncuların biyografilerini dizer gibi. Sonra en gelişmiş hallerindeki hikayeyi anlatıyor ki o dönemdeki kozmopolitliğin bu derece olduğunu bilmiyordum cidden inanılmaz boyutlarda bir global dünya oluşturmuşlar 3000 sene önce. Ardından sözkonusu nihai çöküşe getirip, böyle oldu diyor. En sonda da tıpkı tezlerde yaptığımız gibi, bir sonuca bağlamaya çalışıyor ki kendi düşüncelerini belki de en fazla bu kısımda açık ediyor.
Ben aşırı keyif aldım okumaktan. Çok severek, her bir satırında öğrendiğim bilgilerin mutluluğuyla dolarak taşarak okudum.

View all my reviews

O hafta boyu annem kalırım haftaya dönerim deyince sevinmiştim. Hem birlikte daha çok vakit geçirmiş oluruz hem de köyde pek bir şey göremiyor, gezeriz diye düşünmüştüm. Ama bayram dönüşü ofistekiler haydiiii çalışalııımm deliler gibiiii modundaydı. İki gün izin istedim, vermediler. Ya yazık günah, annemi azcık gezdireceğim, kendim için istemiyorum, ıhıh. Çalışacağız. Sanki atomu parçalıyoruz. Zaten bayramda da izin yapmışım. Bayramda? İzin? Zaten resmi tatil olan günler olduğu için hiçbirimiz ofise gelmedik ki. Nasıl yani dedim. Yok şehir dışına gitmişim. Herkes burada kalmış ben gitmişim yani izin yapmışım. Aklım dimağım almıyor. Almadı. Şaka mı dedim ya. Bu olsa olsa şaka olabilir böyle absürt bir şey. RESMİ TATİL. Evde oturup, bilgisayarı açıp güvenlik duvarına gözlerimi dikip, her an bir şey olur da ofise koşmam gerekirse diye arabanın anahtarı elimde durmam mı gerekiyordu?! 

Çocuklarla resim yapmak - aşırı rahatlatıcıymış!?

Salı gün öğleden sonra çıkabildim güç bela rica minnet. Annemi biraz gezdirdim. Abim hemen aradı tabi. Size geleceğiz diye. Dedim gelmeyin biz gelelim. Belki böyle yırtarız diye düşünmüşüm, ne kadar safım. 27'si çarşamba akşamı gittik tamam. Dedim artık daha görmemize gerek yok bir kere görüştük. Ama içimde hala sıkıntısı var. Hava 30 derecelere doğru yol alıyor. İşten bir türlü başka izin alamıyorum, annem evde, ben ofiste çılgınlar gibi çalışıyorum. Tabi bunların hiçbiri yine salaklıklarım için bahane değil ama işte bence haklıyım. Benim suçum değil. Her şey diğer insanların suçu. Herkes ve her şey üstüme aşırı baskı oluşturmasa, herkes ve her şey hayatıma karışmasa....Yeter artık diye bağırmak istedim ya. Bağıramadığım için bu sefer de başka bir grubun Hong Kong'daki konserine yine iki katına bilet aldım. Bunları hiç düşünerek yapmadım bu arada anlayabiliyor musunuz? Böyle kocaman bir topun içinde herkes beni bir tarafa sallıyormuş, yuvarlanıyormuşum gibi bir kafada geçen günlerde yaptım bu işleri. Bir yandan diyorum ben ne yapıyorum ama yapıyorum. Hong Kong'a da gitmek istemiyorum, Kuala Lumpur'a da. O kızı da dinlemiyorum öbür grubun müziğine de pek dayanamıyorum. Ofiste habire bir şeyler oluyor, ya bir saniye konuşmayın benimle bir saniye bir şey söylemeyin bir karışmayın bir beni bana bırakın da bir anlığına da olsa kafam bana kalsın ya. Yok. Çıldırmanın eşiğindeydim, bir yandan Hong Kong'a gidiş bileti aldım. Ama hiçbiri istediğim şeyler değil, kim yapıyor bunları diye ellerime bakıyorum. Zaten cuma akşamı da abim geldi, çocukları bize attı ve gitti. Cumartesi oldu, çocuklar duruyor. Cumartesi akşamı ofise gitmem gerekiyordu, çalışma yapacaktık. Bakın haftasonu bile işe gittim o hafta. Pazar sabahı oldu çocuklar hala bizde. Annem de yorgun, ben bitiğim. Bu arada anneme pazartesiye geri dönüş bileti aldık, ben durdukça bunlar senin başını yiyecek dedi kadın çünkü. Halime o daha da üzüldü. Pazar günü ancak öğleden sonra olduktan sonra annemle baş başa kalabildik. Biraz belki birkaç saat ayaklarını uzatabildi. 22'sinde de döndü zaten.

23'ünün tatil olması göklerden gelen bir iyilik gibiydi. Evin altı üstündeydi, kirlenmemiş, üstüne edilmemiş hiçbir eşya, hiçbir nokta kalmamıştı. Tüm gün temizlik yaptım. Evle birlikte ruhumu da temizlemeye çalışıyordum. Bu arada malum biletleri aldığım andan beri her dakika kafamın içinde şöyle dolaşıyordum: Gitmek istemiyorum, ne yapacağım, gideyim gideyim niye gitmeyeyim ki güzel macera hak ettim sonuçta taksit taksit öderim, hayır hayır istemiyorum o kadar para harcamak ne demek yarın öbür gün ülke iflas edecek ben ne yapıyorum hem hak etmiyorum etmiyorum işte istemiyorum,...ama her dakika. Her bir dakika. Kafamın içi. Yatıyorum, sabahlara kadar gözüme bir saniye uyku girmiyor. Gün içinde insanlarla konuşuyorum, kafamın içinde hep bu sesler. 23'ünde akşam boğazımın sol kenarına bir şey takıldı. Yediğim şey boğazımda kaldı ohh mükemmel diye küfrederek yattım. Elimi sokuyorum, kusmaya çalışıyorum, ekmek yiyorum, su içiyorum ıhıh gitmiyordu. Yine küfrederek ve tüm gece kafamda o seslerle yattım.

24'ünde sabah kalkarken bu sefer boğazımın her yanı acıyordu. Dedim iyi tahriş ettim akşam kalan şeyi çıkaracağım derken. Lanetler okuyarak işe gittim. Öğlende kafam bir milyon oldu, bir baktım ateşim çıkmış. Ben hala boğazımda bir şey kaldı zannediyorum. Allah allah dedim ne demek ateşim çıktı. Akşam evde otel-kalacak yer bakmaya başladım Hong Kong için. O kadar para gömdüm çünkü kaçarı yok artık işi ciddiye almam lazım dedim. Tüm akşam nette kalacak yer inceledim. Habire bir aksilik çıktı önce, en ufağından en büyüğüne. Liseden beri kullandığım kalem bozuldu mesela elimde. Kalakaldım. Otel bakarken bozuldu. Öylece. Kalem bile bozuldu. Okudukça, yer baktıkça moralim de bozuldu. Çok kötüydü. Her şey, her yer çok kötüydü. Ya bir aylık maaşımı verip, tamamen 4-5 yıldızlı bir otel tarzı bir yerde kalacaktım ya da sabahına tüm iç organlarımdan vazgeçeceğim tarzda bir yere razı olacaktım. Ki 4-5 yıldızlı oteller için bile neler yazıyordu. Sinirlerim alt üst oldu. Zaten gitmek istemiyorum bir de her şey kötüydü. Hong Kong da Çin'e dahil gibi bir şey olduğundan (bu konular teferruatlı) en son bir şey okuduktan sonra aklımda şey belirdi, e ben gidince annemi nasıl arayacağım whatsapptan diye düşünüp ağlamaya başladım. Zaten ateşim vardı. Sarhoş gibi bir şeydim.

25'inde perşembe sabahı bir gözümü açtım ölüyorum. Boğazım aşırı kötü, kafam sisin içinde. Hiçbir yerimi oynatamıyorum. İşe gidemedim, aile hekimine bari gideyim diye açılma saatinde asm'ye gittim. Bir soğuk algınlığı ilacı falan verir de öğleden sonra işe giderim diyordum, çünkü hala dünyayı biz kurtarıyoruz ya iş yerinde aman gitmemezlik etmeyeyim. Doktor boğazıma bakıp geri hopladı. Bu ne olmuş böyle dedi, ne olmuş dedim. Ben hala bir şey kaçtı ve tahriş oldu diyorum. Bir dolu ilaç, antibiyotik...verdi. Eve gidip, yattım. Ben nasıl hasta olurum diyordum kendi kendime. Yani midem rahatsızlanıyor evet son senelerde ama böyle hasta olmak...Gözlerim biraz açılır gibi olunca geçtim bilgisayarın başına ne olacaksa olsun dedim. Önce uçak biletini iptal ettim, bir kısmını kestiler tabi. Sonra konser biletlerini satışa çıkardım. Birkaç hafta içinde maaşımın yarısını öylece puf diye sokağa attım yani. Öylece. Sadece. Bir de işin detayları var ki şu anda da anksiyete krizleri geçirmeme sebep oluyor. Misal a ise b ise c veya d iken e gibi önermelerin sonucunda bir bakmışım şey olabilir, hem biletleri alırken ödediğim paranın benden çıkmasının yanında, hem yeni satacağım insanlara biletler ulaşmamış olacağı için onların ödediği paraları da benden alabilirler. Gitmesi gereken yere gitmeyip de bana gelirse biletin biri, bir de üstüne uluslararası kargo parası ve gümrük falan ödemek zorunda kalabilirim. Gibi gibi. Şeyler olabilir. Benim salaklığımla...hepsi olur valla. Havayolu şirketi de parayı yatırmadı zaten hala.

 

 26'sı cuma günü işe gittim tabiki. Çünkü, dedim ya ça-lı-şı-yo-ruz. Ama ölüyorum. İlaçlar bana mısın demedi. Güller açmaya başlamıştı, aklımda Candy'nin jenerik müziği, gördüğüm her güle üzgün üzgün baktım. Evde yatarken Queen of Tears'ı (눈물의 여왕) izlemeye geri dönmüştüm. Bayramdan önce annem geldiğinde izlemeyi bıraktığım için ve o zamandan bu yana da başım dağılmadığı için 7.bölümde mi ne kalmıştım. Sonra Lovely Runner'a (선재 업고 튀어) başladım. Byeon Woo Seok'u Strong Girl Namsoon (힘쎈여자 강남순) fiyaskosundaki tek elmas tanesi olarak izleyip, yeteri kadar düşmüştük hep birlikte hatırlarsanız. Buradan sonra ne yapacak artık bu acıklı gözlerimizden kendini mahrum mu edecek derken bu dizinin haberi gelmişti. Gerçekten kendime bu eziyeti etmemem gerekiyor ya. Yine bir geçmişe dönüp, geleceği değiştirmeye çalışma hikayesi. Gene bir pişmanlıklar, kaçırılan şanslar, yaşananamışlıklar...İzlemek istiyorum, kendimi alamıyorum ama içim eziliyor, göğsüme taşlar doluşuyor. Çok aşırı mutlu sona bitmezse kendimi nasıl toparlarım bilmiyorum. Minik kalbim daha fazla dayanamayacak gibi hissediyorum.

 

 27'si cumartesi olunca bu sefer de pikniğe gittim servisteki kızlarla. Çok önceden verilmiş bir sözdü, ayarlanmış bir şeydi, ben olmayınca da iptal olurdu, o yüzden ilaçlarımı içtim, kendimi iyi olabileceğime ikna ederek çıktım yola. İyi de geldi, temiz güneşli havada olmak, kızlarla muhabbet edip gülüşmek...Başka bir şey düşünmemek. Özellikle, düşünmemek. Gene de gün içinde zaman zaman olduğum yere yığılıp kalacakmışım gibi hissettim, hiçbir şey belli etmedim. O yüzden ertesi gün, pazar günü yattığım yerden kalkamadım, yine ateşim yükseldi. Hava da zaten delicesine bir fırtınaydı. Nisan'ın son günleri sırf o fırtınayla geçti zaten.


Mayıs'ın birinin de tatil olmasına gerçekten ağlayacaktım mutluluktan. Çünkü neredeyse bir aydır, Nisan'ın başından beri hayatım beni bir sürü kayayla çakılla dağın tepesinden yuvarlamış gibi hissediyordum. Her yerim yara bere içinde, etlerim sökülüyor ama duramıyorum, her durmaya çalıştığımda bir tekme geliyor dönmeye devam ediyordum. Yorgundum. Böyle bu kelime anlatmıyor hissettiklerimi. Yorgundum. Yopyorgun, yopusyorgun, yoryoryoryorgun. Hasta. Bitik. Bir türlü iyileşemiyordum. O gün evde olmak çok iyi geldi. Sabah kalkıp, ekmek almak için çıkınca hanımelilerin açtığını görünce de bir mutlu oldum (çünkü en çok sevdiğim çiçek).

Bu arada tam o günlerde instada bir grubun videolarına denk gelmeye başladım. Yıllardır k-pop'un hep aynı şeylerini dinleyip duruyorum, artık her yeni çıkan grup, her yeni çıkan şarkı tamamen aynı. Hiçbirinin birbirinden bir farkı olmuyor ya da müzikal anlamda bir şeyler ifade etmiyorlar. Olay tamamen konsepte dönmüş durumda. Bu sefer duyduğum şey pop değildi, rock müzikti. Sanki uzun yıllar önce arkamda bıraktığım bir arkadaşımla karşılaşmışım gibi hissettim. Yıllardır sadece kola içiyormuşum da şimdi elime su geçmiş ve ilk yudumla birlikte aslında suyun ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlamışım gibi oldu. Biraz daha dinledim, açtım şarkıların tamamını dinlemeye başladım. Sonra kim bunlar, ne bunlar diye bakındım, sadece kendi şarkılarını değil, yaptıkları coverların videolarını izledim. Xdinary Heroes diye bir gruptu bu. 6 çocuk. Bateri, bas gitar, iki elektro gitar ve keyboard, synthesizer vardı. Normalde k-popta önemli olan müzik gibi gelmiyor bana açık söyleyeyim. Hatta dediğim gibi, artık tamamen konsept için yapıyorlar her şeyi. Bu grubu dinlerken müziği duydum ya. Böyle basbaya müzik. Ben gençken ve müzik gerçekten müzikken canlı canlı duyduğum şeyleri duydum. Basın sesini duydum, müzikle birlikte hisseden bu çocukları gördüm. Tabi hiç fikrim yok değildi bu tür grupların varlığına dair. Şimdiye kadar The Rose dinliyordum mesela, Day 6 dinlemiştim, Hyukoh dinlemiştim, N.Flying dinliyordum. Ama hiçbirinin müziği bu derece "müzik" gibi gelmemişti. Gerçekten müzik duyuyordum. Sanki yıllarca mağarada kalıp, müzikle yeni tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Son 10 gündür aralıksız Xdinary Heroes dinliyorum. Evet yine bir şeye takınca kendimi tüketene kadar takıyorum. Bu ara denk gelmemin sebebi de yeni albümleri çıktığı için sosyal medyanın onları önermeye başlaması.

Mayıs'ın 4'ünde ve 5'inde cumartesi pazar günleri kombiyi yaktım. Evet. Mayıs'ta. Çünkü buz gibiydi evin içi. Geçen hafta boyu dışarıdan yedim. Aslında iyi gidiyordum bu konuda. Sonra işte, geçen hafta ip söküğü gibi...Bir gün pizza, bir gün döner, bir gün dürüm, en son dün akşam yine pizza derken bu sabah da kahvaltı niyetine kalan pizzaları yedim. Çok yorgun ve bitiğim diye gram hareket de etmiyordum zaten. Sağlığımın zirvesindeyim şu an. Dün akşam C ve N gelmişti, aylar sonra buluşmuş olduk. Saatlerce astroloji muhabbeti yaptık. Arada böyle şarj olmak gerekiyor sanırım. Onları yolcu edip, kapıyı kapatıp boş eve bakınca içimi bir bomboş hissettim. Yaşlanmışım.

Bugün cumartesi güya ama habire pazarmış gibi hissediyorum. Bir pazar havası var üstümde. Yerimden kalkıp, bir an yarın işe gideceğim diye moralim bozuluyor sonra kendime hatırlatıyorum yarın pazar, işe gitmeyeceksin. Sabah güneşliydi ama şimdi yine karanlık, yağmurlu, şimşekli. Tam pencere kenarında battaniyeye sarınıp, Jane Austen okumalık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...