En son yazdığımdan bu yana geçen bir haftadan bahsetmek için oturdum klavyenin başına. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Aklımda planladığım miniminnacık bir şeyi de olsa yapıyor olmamın haklı gururu bu. Küçük zaferler. Daha büyüklerini de başarmamı sağlayabilir mi? Neyse.
Çok önemli bir şeyler olduğundan değil tabi bu bir haftadan bahsetme isteğim. Yazmak sonuçta. Amaç yazmaktı, yazabiliyorum ya. Önemli olan o.
13'ü pazartesiye kararlı bir şekilde başladım. Haftasonu oturup da burada içimde biriktirdiklerimi atabilince cesaret geldi haliyle. Bankanın uygulamasında kredi kartımın hareketlerinde iptal ettiğim uçak biletinin geri yatacak miktarını bir türlü göremiyordum. Ama havayollarının sitesinde gönderdik yazıp duruyordu. Önce bankayı aradım. Sabırla menüler arasında yol alıp, canlı bir insana ulaşabilmek için uğraştım. Sonunda kontrol ettirebildim, geri ödeme yatmış. Ama orada da bir yumruk yedim tabi. Ben bakarken miktarlara, o anksiyete ve kendime küfretmelerim arasında çok pembe bir miktar hesaplamışım. Benim yatacağını sandığım miktarın çok çok daha azı yattı. Olsundu. Kısmet. Nefes al, ver. Kendine kızma. Kendine gülümse. Kendi kendinin başını okşa.
Sabahtan kapkaranlıktı hava pazartesi. Öğlene doğru güneşlendi, ısınırmış gibi yaptı ama soğuktu gene de. Aklıma geçen sene nisanın sonunda Seul'de tiril tiril gezerim derken nasıl da buz tuttuğum geldi. Eskiden de baharda üşüyor muydum ki? Hatırlayamıyorum bir türlü. Eski yazdıklarıma bakmam gerek belki de. Baharı hiç sevmedim zaten oldum olası. Yıl boyu yalnızca yeteri kadar ısındığım zamanları sevdim hep. Hep böyleydim, çok daha gençken sadece biraz romantiktim sanırım. O boş romantiklikle sonbahar ne güzeldi, yağan yağmur ne hoştu. Ay allahım ne salakmışım da...Nefes al, ver. Kendine kızmak yok. Kendine güzel güzel seslen. Hişt. Tamam.
Akşam eve gelince de sabahki aynı kararlılığımla bu sefer şu konser biletlerini aldığım (ve satışa koyduğum) web sitesinin yardım hattına yazmaya oturdum. Biletleri satışa koyduğum ilk günlerde de yine aynı şeyi sormuştum canlı chatte, o akşam da aynısını sormak üzere oturdum. Çünkü biletlerden biri satılmış diye mail geldi. Mailde de sattınız haydi şu işlemlerden birini yapmanız lazım gibisinden şeyler vardı. Ama elimde olmaya bilet, ne işlemi yapacağım falan (geçen hafta anlatmış olmalıyım). Haziranın birindeki konserin bileti satılmış, benim satın aldığım satıcının uluslararası posta yoluyla bana göndereceği hani. Benim de önce otel ayarlayamadığım için bir türlü posta adresimi Türkiye'den Hong Kong'a değiştiremediğim bilet hani. Açtım live chati, başladım beklemeye. Bu sefer niyeyse çok yoğundu, bir saate yakın bekledim birinin gelmesi için. Başım uykudan düştü düşecek, bilgisayarın başında oturdum. Sonunda Ashley geldi (böyle isimli insanlar cevap veriyor işte), dedim ben daha önce de sormuştum Jericho ile konuşmuştum (Jericho da bana bir türlü gerçek isim havası vermemişti gerçi, çünkü benim için Jericho hep yüksek lisans derslerinde gördüğüm antik şehir). Benim bilet satıldı ama bilet bende değil. Dahası konser gününe kadar da bende olmayacaktı zaten. Ben şimdi elimde olmayan bileti nasıl göndereyim yeni alıcıya? Bu arada satıştan sonra yeni alıcının adresi de bana gösterildiği için benden satın alan kişinin de Hong Kong'da olduğunu görebiliyordum. Dedim ki Ashley'ye, bu bilet inşallah çoktan Ankara'ya doğru yola çıkmamıştır, inşallah okyanusta bir yerlerde falan değildir değil mi? Bak öyleyse konsere kadar bana ancak ulaşır, ben de sonra yeni alana gönderemem. Tabi sayfalarca yazdım böyle. Ashley benim endişe seviyemden tırstı, kontrol ediyorum, biraz bekleteceğim falan filan uğraştı durdu. Saatlerce bekledim, o kontrol etti. Sonunda baktı ben manyağa bağlamış durumdayım, dedi şu an asıl satıcıya ulaşamıyorum istersen mail atayım sana, o mailden yarın yine iletişime geçelim falan. Karalar bağladım. Peki dedim, kapattım ama dünya başıma yıkılmış halde. Gene zombi gibiydim.
14'ünde salı günü zombi zombi işe gittim. İş yerinde görüşemediğim için mecburen eve dönmeyi beklemem gerekiyordu. Akşam hemen açıp, yine yazdım live chate. Bu sefer başka bir isim. John gibi bir şeydi. Önceki akşam yazdıklarımı tekrarladım, gelen maili kopyaladım, yine kriz geçiriyorum tabi. Neyse ki John daha aklı selim çıktı, sabırla dinledi, tüm sorularıma cevap verdi. Ama tabi ben onunla konuşmadan önce siteyi biraz daha kurcalamış, neler olabileceğine dair tüm senaryoların en kötüsüne bağlamıştım aklımı. John oraya ulaştı buraya ulaştı, bekletti falan bu arada dedim John'a ben bu bileti yeni alıcıya gönderemezsem ne olacak bak kötüyüm şu an. Önce yeni alıcıya yeni bir bilet buluyorlarmış, sonra o biletin de parasını benden alıyorlarmış, bu arada zaten bir de iki katına aldığım biletin parası da benden çıkmış oluyor, ohh sabahlar olmasın. Dedim John, ben şurada iki dakika bir balkondan kendimi atıp geliyorum sen devam et. Eski satıcıya ulaşıp, sorgulatana kadar öldüm öldüm dirildim. Sonrasında hala şaşırıyorum ve inanasım gelmiyor ama bilet hala eski satıcıdaymış. Yola çıkmamış. Eski satıcıya yeni alıcının adresini bildirdi John, bak buraya göndereceksin yanlışlık olmasın diye. Bana da merak etme, sorun yok dedi. Hala şansıma inanamıyorum ama neyse. John'a teşekkür ede ede, kendimi açıklaya açıklaya bırakmadım ya. Başka bir şey var mı diyor kapatacak chati, ben habire ama bak valla kusuruma bakma ben böyle pimpirikli manyak bir şeyim bak eminsin değil mi böyle oldu değil mi diye diye yazmaya devam ediyorum. Ama bir şey diyeyim mi, o her şey yolunda diye yazınca üstümden kocaman bir kamyon kalkmış da yeniden nefes almışım gibi hissettim. Hayat yeniden önümde uzanır gibi oldu. Diyorum ya hep, aslında gayet yolunda giden hayatımda habire kendi kendime zorluklar yaratıyorum. Habire kendimi sıkıntıya sokuyorum yoktan yere.
15'i çarşamba sabahı güneş açtı tabiki de. Ruh halimle birlikte. Yeniden gözlerim açılır gibi oldu, öğlende yürüyüş yapabildim. Ama tam da o yürüyüş sonrasında anladım ki artık nur topu gibi bahar alerjim var. Bu yaştan sonra. Bunca yıl alerjisi olan herkesle dalga geçtikten, burun kıvırdıktan, hor gördükten sonra. Çok kötü oldum ya. Gözlerim biber sürmüş gibi yanıyordu, normalde kuruluktan yanardı ama bu öyle değildi. Burnum fış fış - o da normalde akar evet ama bu böyle fış fış. Gece tıkanıyorum, gündüzleri bacaklarım yerinden kalkmıyor, gözlerim açılmıyor uykudan. Yapacak bir şey yok. Yaşlanmak kötü.
16'sı perşembe günü o yüzden odadan hiç çıkmadan günü geçirdim. Ofiste pencereden baktım, odada volta attım. Dışarı çıkmayınca gözüm burnum biraz daha iyiydi. Ama eve gelince dayanamadım artık, iki adım yürüyeyim, hem yağmur da yağdı polen falan inmiştir yere dedim. Akşam üstü biraz yürüdüm.
17'si cuma günü yağmurla başladı. Yine öğlene doğru güneş açtı. Ben gene üşüdüm tabi. Salı akşamında o iyi haberi aldığımdan beri aslında günler nasıl geçti pek bir fikrim yok. Tam hatırlayamıyorum da cumartesi olana kadar.
18'i cumartesi müzeler günü olduğu için heyecanlıydım ama boş bir heyecanmış tabi. Geçen seneydi sanırım ya da önceki sene miydi, müzeler gününde akşam 10'a mı 11'e kadar mı ne açık olacağını duyunca müzelerin ne hevesle gidip gezmiştim...Yine öyle bir şeyler hayal ediyordum kafamda. Kahvaltıdan sonra çıktım, Ulus otobüsüne atladım. İki haftadır evden de çıkmayınca bir kendimi ikna ettim yani, güneş de var durma dedim. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne giderim, sonra Roma Hamamı'na, sonra da halime bakarım canım ne isterse diye düşünüyordum. Otobüs tahmin ettiğim yerden gitmeyip, dönünce başka bir noktada indim, indiğim yerden de AMM'ye yürümeye başlayınca önce Ankara Palas ile karşılaştım. Hiç aklımda yoktu, unutmuşum da. Oysa T demişti açıldığında, gidecektik. Dedim kader herhalde, bugün görmeliymişim. Daldım. Geçen sene müzeler gününde müzelere giriş bedava değil miydi ya? Yanlış mı hatırlıyorum, hayal mi ediyorum? Herkes de benim gibi hayal mi görmüş ki, sorup da şaşıranlar oldu çünkü. Neyse, Ankara Palas'ın içinde foto-video çekemiyorsunuz, ayağınıza da galoş geçiriyorsunuz. Daha detaylı anlatacaktım ama bu yazı çok uzuyor, saat yine geç oluyor. Ayrıca anlatırım o halde. Sadece şey diyeyim, içerisi ve bina bence çok güzel, sergilenenler de ama...Ama'sı var işte, neden yani.
Oradan yokuş yukarı sardım AMM'ye. Bu arada Ulus her zamankinden kalabalıktı. Okullar geziye gelmiş sanırım, her yer genç. Bir de çocuğunu kapan aileler, gruplar...Herkes müze geziyor. Operada bilet kalmadığında yaşadığım şaşkınlığı yaşadım yine. Hep aynı soruyu tekrarlıyorum, madem müze gezebilen insanlarsınız neden o zaman yine de herkes öküz? Ülke böyle?! Madem herkes operaya gidiyor, tiyatroda yer kalmıyor, müzeler tıklım tıklım...E o zaman nasıl?! Gerçi durum da şöyle bir yandan...AMM'ye girebilmek için sıraya girmek zorunda kaldım, o derece kalabalık ama tabi ki kimse sıra olmayı, sırada beklemeyi bilmiyor, şark kurnazları dolu ortalık...Dahası kavga edenler, görevlilerle atışanlar...Ama herkes müze gezmeye gelmiş, evet.
AMM'de gerçekten aşırı yoruldum. Hem kalabalıktan hem açlıktan. Bir de çıktım Kızılay'a yürüdüm. Bir tatlıyı hak ettiğimi düşündüm. Tek bir Kore kafesi var burada, Lumiere. Orada hem dinledim, hem de aylar sonra güzel bir croffle'ın tadını çıkarmış oldum. Çalışan çocuklardan biri beni hatırladı, çok şaşırdım, en son ne zaman gittiğimi bile hatırlayamıyorum çünkü. Bu hafta da tatlılarla yaşıyorum köşemiz böyleydi, sağolun varolun.
Geçen hafta cumartesi akşamıydı sanırım, içim dayanamadı gene şu filmi açtım bakayım diye. Anne Hathaway'i gördüğüm için sırf. "The Idea of You". Sevmedim demek yeterli olur mu ki? Böyle bir boş bir tat bıraktı ağzımda. Çocuk beni rahatsız eden bir şeylere sahip, anlayamadım. Nicholas Galitzine ismi, daha önce nerede gördüm ki? Beni rahatsız eden bir şeyler var üstünde, havasında. "The Craft:Legacy" diye bir film izlemiştim bir ara, ay allahım gülesim geldi neyse, orada varmış mesela ama imdb'de görmesem hatırlamazdım da. Neyse işte, bu Galitzine'yi bir daha görmek istemiyorum sanırım, iyi hissettirmiyor bana. O yüzden onca Anne Hathaway sevgime rağmen mutsuz oldum filmi izledikten sonra. Zaten olmamış da film.
Hafta içinde de Lovely Runner'ın bu haftaki bölümlerini izlemeye çalıştım önce. Bir bölümü izledim, dedim hayır, dayanamıyorum yine. Yani evet romantik komedi, böyle puf puf bir hikaye olması gereken şey bana endişe atakları geçirtiyor. Hah şimdi çok mutlu bir şeyler oluyor ama kesin kötü bir şey olacak, hah şimdi gülümsüyorlar ama bunlar hep geçmişte kalacak böhüüüü diye diye izliyorum ya. O yüzden haftanın ikinci bölümünü ancak bugün izleyebildim. Araya My Man is Cupid'in kalan bölümlerini sokuşturunca ancak psikolojim düzeldi. Çünkü o kadar kötü ki o dizi :D Bayramdı annemdi çocuklardı derken yarım bıraktıklarımdan biriydi o da. Geri dönmeyecektim aslında ama Lovely Runner'ın ruh halime ettiklerine ancak o iyi gelir diye açtım, bir baktım bitirebiliyorum - ileri sara sara tabiki. Dedim haydi be, bitir gitsin. Bitti. Onu da Jang Dong Yoon ve Nana hatrına izlemiş oldum ama olsun. Arada böyle 5.sınıf saçmalıklara da ihtiyaç var. Yalnız daha ne kadar geçmiş yaşamda böyle oldu şimdi gene bulduk temalı hikayelere maruz kalacağız kore dizisi obsesifleri olarak bilemiyorum. Bu senenin dizilerine çok da bakamadım ama geçen sene tamamen gündemimiz buydu ve inanılmaz bıkkınlık geldi. Peşinden de geçmişe dönme teması görüyor gibiyim ama haydi hayırlısı.
Kitap okumadığım bir hafta daha bu arada. Haftaya finaller var. Ders çalışmaya çalışıyorum. Yine kendimi durup dururken sıkıntıya sokmak gibi geliyor artık ama bu da. Yani niye uğraşıyorum ki diyorum, bu derslere uğraşacağıma milyon tane kitap okurdum, zibilyon tane film izlerdim. Ama işte, yol üstünde takıldığım noktalar...Habire geri dönüyorum. Bir noktayı çözemeden, hiçbir yere gidemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder