2 Haziran 2024 Pazar

보고 싶어요

 


Yine zamanın ucunu kaçırdım. Neyse. 19 Mayıs'tan bugüne, tam iki hafta. Olsun.

Zamanın ucunu kaçırmakla alakası yok ama bugünlerde hep şunu düşünüyorum, sanki ne kadar yapmam-sevmem-istemem-bakmam-düşünmem dediğim şey varsa hepsi tek tek önüme çıkıyor, içimden fırlıyor, aklıma düşüyor gibi. Sanki bu son birkaç senede, hep böyle şeyler oluyor gibi. Misal, 9 yaşındayım ve kırmızıdan nefret ediyorum diyorum. Yıllarımı kırmızıdan nefret ettiğim düşüncesiyle geçirmişim, benim için normal bir şey haline dönüşmüş bu. Aklımın ucuna bile gelmemiş onca yıl, üstüne hiç düşünmemişim başkaca. Ama, diyorum ya bu son birkaç sene içerisinde bir gün, öyle alelade bir anda, durup dururken bir de bakıyorum ki kırmızı çok güzel. Aman yarabbi içim içime sığmıyor, kırmızıya bir sebepsiz coşku duyuyorum. Misal dedim, kırmızıyla alıp veremediğim yok yani.

Bu durum sadece böyle bir şeyleri beğenmek-beğenmemek üzerine olsa gene iyi. Çocukken - pek bilmiş ukala bir çocukken - ve içine kapanmış gözlüklü sivilceli bir gençken küçük gördüğüm, hıh dediğim, burnumu kıvıra kıvıra bir hal olduğum ne var, tek tek yollarına gelmeye başlıyorum. Ve içimden geliyor bu, zorunda kalıyor muyum diye düşünüyorum, tam da öyle de değil. İçimde bir anda o düşünceleri buluyorum. Dalga geçtiğim onca şeyi, isterken buluyorum mesela kendimi. Küçük gördüğüm pek çok şeyin aslında tam da istemiş olabileceğim şeyler olduğunu anlıyorum mesela. Lanetler ettiğim bazı şeyleri de elimde tutabilmek için dua eder hale geliyorum, elimden gitmediği her an için sevinç gözyaşları döküyorum mesela.

Bir de kararlarım gece başka gündüz başka hale geliyor. Bunun yukarıdaki durumlarla alakası yok. Yine başka bir konuya atladım. Neyse. Gündüzleri, güneş varken, evden dışarı çıkmışken, ne bileyim işteyken, insanların arasındayken, parkta bahçedeyken, kendi halimde yürürken falan her şeyi yapabilirmişim hissiyle doluyorum. Bu dünyada istediğim ne varsa, hepsini yapabilirmişim gibi. Her şeyi başarabilirmişim gibi. Oraya da giderim buraya da. Onu da söylerim bunu da. Ne var bunda korkacak utanacak üşenecek, yap gitsin, çık yola, söyle olsun. Roket takımıyım güneşin altında.

Ama karanlık çöküp, eve girince, hele bir de kafamı yastığa koyunca puff...Hayır diyorum, hayır hayır hayır. Yapma yapma. Gidemezsin, olur mu nasıl olur, yok yok. Yapamazsın, nasıl olacak daha neler. Şuraya kıvrılıver, şu yorganın altına, ıhıh çıkma buradan, ses etmeden şöyle huzurlu huzurlu takıl. Nasıl olsa vakit sınırlı, yaşar gidersin işte, boşver. En güzeli burası, en rahatı vallahi, kitabın da yanında oku mesela, bilgisayar da şurada hemen, peş peşe bir sürü dizi izlersin ohhh şahane. Her şey güvenli, güvendesin, yapma bir şey salak mısın? Tam olarak bu haldeyim geceleri.

Bu yüzden hiçbir şeye karar veremiyorum hayatımda şu ara. Aslında taa geçen seneden başlamıştı sanırım. Bir dolu tiyatro bileti şu bu alıp gündüz kafamla, gece ev kafamla gitmedim ya mesela o oyunlara. Hah işte. Böyle. Şimdi de gündüzleri cesaretle dolup, yapacağım diye karar verdiğim her şeyden geceleri vazgeçiveriyorum. Artı birle eksi biri toplayınca da sonuç beliriveriyor.


Neyse ne diyecektim? Bu iki haftada ne yaptım? "A Typical Family" diye bir dizi başlamıştı, onun ilk bölümüne baktım. jTBC dizisi olduğu için pek de benlik bir atmosferi yoktu, o yüzden o kadar ilginç bir konusu olmasına rağmen bıraktım. Doğaüstü güçleri olan bir aile var, bir yanda da zenginleri dolandırarak geçinen bir aile var. İşte gerisini hayal edin. Başka bir kanal çekse çok daha eğlenceli ve heyecanlı olabilecekken jTBC çekince böyle oluyor işte, bana baygınlıklar geliyor izlerken. Oysa ailenin torunu olan küçük kızın maceralarını izlemeyi çok istiyordum. Kısmet değilmiş.


Sonra "Dare to Love Me" diye bir dizi başladı, onun ilk bölümlerini izledikten sonra devam etmeye karar verdim haftalık olarak. Aslında vakit kaybı gibi duruyor da. Kim Myung Soo'yu uzun zamandır izlememiştim, başrolde. Bir de bunun da konusu ilginç aslında ve iyi bir noktadan başlıyor ama bütçesi düşük, yapımı ucuz. Seul'ün azcık dışında hala Joseon dönemindeki geleneklerine bağlı bir şekilde yaşayan bir köy varmış diyerek başlıyor. Hani 21.yy.dayız evet ama bu köy böyle kendi içinde teknolojiden uzak durup, bir yandan dış dünyayla uyum içinde ama kendi halinde takılıyor. Turistler için köyün dış tarafında pek çok şey var ama asıl iç kapıdan içeri girilmiyor. Bu köyün yönetici ailesinin oğlu da lisede bir ara şehre kaçıp, çizgi roman çizme kursu gibi bir şeye gitmiş. Oradaki çizim hocası olan kadınla yıllar sonra karşılaşıyorlar. Aralarında 6 yaş var, bir de roller tersine dönmüş, yıllar önce ezik olan oğlumuz şimdi suçluların peşinde kaslı bir adam, yıllar önce öğrencilerin saygı duyduğu öğretmenimiz ise 30una gelip, bir türlü kariyerini ilerletememiş, iş yerinde herkesin ezdiği bir junior tasarımcı. Yan karakterler daha eğlenceli şimdilik. İzliyorum, düşünmeden, mutlu eder belki diye.

Geçen haftasonu finaller vardı. Pek umutlu değilim ama umarım içlerinden birkaç tanesini geçerim. 19.yy. Türk dünyası tarihi diye 1800lerde Kazakistan'da, Rusya'da, Azerbaycan'da olan ve zerre merak etmediğim bir dolu şeyle ilgili soru çözmek zorunda kaldığım için sinirim bozuk ama yapacak bir şey yok. Hayır bakın tarihi gerçekten seviyorum, her bir detayını, kenarını köşesini. Burada siz biliyorsunuz nasıl seviyorum. Ama beni bile ilgilendirmeyen şeyler varmış tarihte. Daha doğrusu bazı ülkeler, bazı ırklar, bazı milletler...Gerçek hayatta karşılaşıp da hiç hazzetmediğim insanların milletlerinin tarihlerinden mesela tiksinebiliyormuşum. Bir de hala sorguluyorum ama boşuna biliyorum, Türkiye'de tarih öğretiliyorsa neden illa mesela Türkler Türkler Türkler...diye...off neyse. Bu konuya girmeyeceğim.

Yazının Tarihi diye bir kitap da sipariş etmiştim geçen aylarda hani. Unutmuşum tamamen, duruyordu kitaplıkta. Ona başladım. Hem de en merak ederek aldıklarımdan, listemde uzun zamandır duranlardan biriydi. Evet, kötüymüş. Bitirince daha detaylı söylerim ama yazıyla ilgili bir kitap ancak bu kadar kötü yazılabilirmiş. Teşekkürler Steven Roger Fischer.

"Lovely Runner" bitti bu arada. Evet o pek beklediğim mutlu sonuma kavuştum. Ama ne bileyim ya. Mutlu son görünce de üzülüyorum artık dizilerde. Hani benim mutlu sonum diye ekrana bakakalarak. Ben de artık 16.bölümüme gelmek istiyorum hikayemin yahu. Her şeyin çözüldüğü, sorunların kalmadığı, her karakterin gülümsediği, gökyüzünün mutlu bir mavi olduğu, kötülerin yok olduğu cezalarını bulduğu, iyilerin hiçbir endişesinin kalmadığı. Nerede?


Cuma akşamı da Cey'e gittim işten sonra. O da kore dizisi izlemeye başladı. Onca yıldan sonra. İzlediğim onlarca diziden tek kelime bile bahsedemedikten sonra ben, o da başladı. Sevinçten ortalıklarda koşturacaktım. Ama bu sefer de 2016'dan beri içimde biriktirdiğim ne varsa bir anda anlatacak gibi olduğum için kötü oluyor. Ağzımı açınca hiç susmayacağım diye korkuyorum, kendimi durdurmaya çalışıyorum. Oturduk o akşam, "My Sassy Girl"ün ilk bölümünü izledik birlikte. Çok sarmadı tabi, Oh Yeon Seo'yu pek sevmem zaten. Sonra açtık ikimizin de yarıda kaldığı My Demon'a baktık.


Çılgınlar gibi Xdinary Heroes dinlemeye devam ediyorum. Youtube videolarını da izliyorum tek tek. BTS'e daldığım ilk zamanlarıma döndüm. O kadar değiller tabiki de, aynı heyecan, aynı merakla bakıyorum. Ahh özledim. İnsan hiç gitmediği yerleri evi gibi hissettiği gibi, hiç tanışmadığı, konuşmadığı insanın da özlemini çekebiliyormuş demek ki. Çok özledim be.

Son iki gündür yaz geldi. Gerçek anlamda. Mayıs'ın ortasında bile kombi yakmışken, hiç gelmeyecek gibiydi. Bu yazı da geçen yaz gibi geçirmek istemiyorum. Umrumda değil.

2 yorum:

  1. Ben de dizi izlerken şimdi onlar ne güzel gerçek hayatın içinde, kırda bayırda bahçede, iki dirhem bir çekirdek giyinip, hem eğlenip hem de dizi cekiyorlar, üstüne de bir suru para aliyorlar, bense enayi gibi oturmuş ekranin karşısına bunları izliyorum gözlerim kuruyana, belim tutulana kadar diye kıskançlık dolu düşüncelere kapılıp dizi de izleyemiyorum artık :')

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ahahah:D O düşünce hep geliyor insanın aklına ya :) Nasıl kurtulunur bilmiyorum, belki kendini ikna etmek işe yarayabilir şey diyerek...dizi çekimleri aslında çok zor oluyor, bir sahneyi 30 kere yeniden çekiyorlar insana aynı cümleleri tekrar etmekten baygınlık geliyordur...mesela :)

      Sil

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...