Bu sene zamanın akışına yetişemeyişim ayrı bir seviyeye ulaştı sanırım. Biten yılın çetelesini ancak Şubat ayında yazabildim mesela. Ocak ayının bitmiş gitmiş olduğunun ayırdına da ancak şimdi, Şubat'ın içinde 8 gün uçmuşken varabiliyorum. Sosyal medyada Ocak çok uzun geldi diye baya bir geyik döndü birkaç hafta, şaka mı yapıyorsunuz diye bakakaldım. Ben ne ara Ocak başladı, ne ara bitti anlayamadım bile. Ellerimden öylece kayıp gitti Ocak ayı. Yetişemedim.
Uzun yıllardan sonra ilk defa tek başıma bir yılbaşı geçirdim bu sene. Onu bile anlayamadım mesela. O kadar çabuk geçti. İşten gelip yemek yapmaya koyuldum, bir baktım saat 8-9 olmuş. Oturup yiyeyim, annemle telefonda konuşayım derken de saatler geçti. Masayı, mutfağı toplayacağım derken en son kafamı bir kaldırdım, saat neredeyse gece yarısı olmuş. O yersiz refleksle bıraktım hepsini, kendimi attım kanepeye. Öyle ya yeni yıla mutfakta bulaşık toplarken girmeyecektim ya. Saat 12'yi geçtiği anda da gittim yattım zaten, sabahın köründe kalkmış işe gitmişim zaten.
Ocak'ın ilk gününde işe gitmek zorunda olmayışımın keyfini çıkarmaya çalıştım ama o da hemen geçti. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi'nde Ahmet Kamil Bey'in Günlükleri diye bir kitap almıştım, Yeditepe Yayınevi basımı,(şuradan inceleyebilirsiniz) ona başladım bir hevesle. İki hafta sonra finaller yokmuş gibi, 7 dersin hiçbirine vizelerden sonra bir satır bakmamışım gibi. Gerçek bir günlük bu arada bu kitap, gerçekten de Dünya Savaşı'nda ve Kurtuluş Savaşı'nda bir asker olarak görev yapmış Ahmet Kamil Bey'in tüm o süre boyunca tuttuğu günlüklerinin basımı. Tüm Ocak ayı boyunca okudum kitabı. Önce bir film izliyor gibi kaptırıp gittim ama sonra sonra kafama dank ettikçe tüm bu okuduğum satırların gerçekten yaşamış bir insanın kaleminden çıktığını ve bu okuduğum satırlarda meydana gelen şeylerin her birinin gerçekten de olmuş olduğu gerçeği, yutkuna yutkuna zor bitirdim günlükleri.
Ocak'ın bu ilk günlerinde biten yılda başladığım iki diziye devam ettim. Who Is She (수상한 그녀)'ye devam ettim ve When The Phone Rings (지금 거신 전화는) bitti. The Six Triple Eight (2024) diye bir film gördüm sonra, uzun bir aradan sonra film izlemiş oldum. Bir heveslendim, dedim böyle yeni yılın ilk haftası bir film izledim ya artık düzenli olarak her hafta bir film izlerim. Ha-ha-ha. Kendime ha-ha-ha. Ayın 3'üydü bunu düşündüğümde. Şu an Şubat'ın 8'i. Başka film izlemedim. Ha-ha-ha.
Ocak'ın 4'ünde Love Scout (나의 완벽한 비서) diye bir diziye başladım, yeni başlamıştı. Akşamüstü de annemler geldi zaten. 6'sında babamın kolonoskopisi vardı çünkü. 5'inde yengemin doğumgünü olduğu için abimlere gittik. Fena değildi. 6'sında pazartesi günü iş yerinden öğlene kadar izin aldım, babamı hastaneye götürür getiririm diye. 8'deydi çünkü kolonoskopi, öğlene kadar hayda hayda biterdi. Ama burası Türkiye'ydi ve biz bir devlet hastanesine gitmiştik. Öğleden sonra, saat iki buçuktan sonra aldılar. Tüm gün orada öylece 30-40 kadar hasta ve yakını, hep beraber oturup sıramızın gelmesini bekleyerek, içeri sadece tanıdıkların alınmasını izleyerek zaman geçirdik. Kolonoskopi için günlerce gıdım gıdım bir şeyler yiyerek ve son gün de lağman yapıp, mideyi bağırsakları boşaltıp, aç bilaç bir şekilde gidiliyor. O kadar insan, neredeyse hepsi 50-60 yaşın üstünde, bayıldı bayılacak halde bekledi. Kendilerine doktor, hemşire artık ne diyorlarsa o insan müsveddeleri, sadece aa merhaba sen mi geldin diyerek kucakladıklarını içeri aldılar. Arkamızda oturan kadınla adam, sonunda beklemeye dayanamayıp, gidip bir tanıdıklarını alıp geldiler hastanenin başka bir köşesinden. O tanıdıkları da doktor muydu neydi işte, direkt daldı içeri, kolonoskopi yapan doktorlardan biriyle konuştu, sonra arkamızdaki kadına seslendi, o kadını hemen aldılar içeri işlem için. O tanıdıkları doktor da sonra göstere göstere gelip, kadının kocasına dedi ki bakın ne kadar kolaymış değil mi diyerek güldü. Herkesin içinde. O kadar aç bilaç bekleyen hasta insanın içinde. Herkes duymuş duymamış zerrre utanmayarak.
Ertesi gün işe gittim mecburen. Babam da ürolojiye sonuçlarını göstermeye gitmiş, tahlil ve biyopsi istemiş doktor. Akşam çılgınca kavga ettiler, gerçi annemle babamın durumunda pek kavga olmuyor. Babam öküz gibi bağırırken annem ağlıyor, sonra küsüyorlar. 40 yaşına geldim, hala bunu yaşıyor olmam şakadan başka bir şey olamaz.
8'inde abimlerle dışarıda yemek yedik akşam. Abim emekli olduktan sonra girdiği yeni işini kutlamak için herkesin bir arada olmasını beklemiş. Yengemin de annesi babası buradaydı çünkü. Medeni insanlar gibi oturup, muhabbetler edildi, yemekler yenildi. İlgincime gitti. Ailemin medeni olabileceğine dair hiçbir umudum yok çünkü. Neyse. Böyle durumlar anksiyetemi çok pis tetikler normalde ama üstüme bir hissizlik çökmüş gibiydi, o kadar da rahatsız etmedi. Aslında sanırım bu seneki Ocak ayımın özelliği buydu, bir salmışlık hissi ile kayıp gidiyormuşum gibi bir şey. Yani mesela Ocak ayından nefret ederdim ya (hala ediyorum o baki de), sebebi de herkesin (kendiminki de) doğum gününün bu aya denk gelmesi ve üstüme bir sürü "zorunluluk" yüklenmesiydi ya. Her Ocak'ta kaçmaya, bir şeyler bulmaya, yok olmaya çalışırdım ya. Hah işte bu sene bıraktım mesela. Amaan dedim. Ne olacaksa olsun. Ne olacaksa yine de oluyor zaten. Ben kaçmaya çalışırken daha çok yoruluyorum. Umrumda değil olsun bu sefer de dedim. Herkes diyeceğini der, düşüneceğini düşünür, küsen küser, üzülen üzülür. Ama ben hepsi için stres olmayacağım dedim. Öylece kuru yaprak gibi ortada duracağım, rüzgarla savrulup duracağım. Çünkü kendimi rüzgara bırakmaz da bir yerlere tutunmaya çalışırsam veya kımıldamamaya çalışırsam parçalanıyorum. Bıraktım o yüzden. Püfüüüü. Ne olacaksa olur dedim. Sanırım o yüzden böyle yemeklere gitmek, hasta ziyaretleri, doğumgünü kutlamaları çok da dokunmadı bu sene.
Ertesi sabah, dokuzunda annemler köye geri döndü. Ben de işe gittim haliyle, bir perşembe günü. Ama çok yorgundum. Kafamın içi de, tüm bedenim de yorgundu. Ama iş yerindeki kızlara söz vermiştim, pazar sabahı kahvaltıya geleceklerdi. Cuma akşamı biraz oturabildim, sonra tüm cumartesi evi topladım, temizledim. Çünkü annemler her gelişlerinde evden buldozer geçmiş gibi oluyor. Tüm cumartesim öylece temizliğe gidiverdi. Söz verdiğim için çok pişmandım. Hazır annemler gitmişken boylu boyunca yatıp, hem aklımı hem bedenimi dinlendirmek istiyordum. Yeniden kendime arkadaşlar edinmeyi başardığım için kendimi küfürlerle kutladım durdum tüm gün. 2019'dan sonra ne güzel herkesten kurtulmuştun, kafanı dinliyordun, bunu ne demeye yaptın yine kendine dedim.
Pazar gününü de öyle kızlarla geçirmiş oldum işte. İnsanlarla bir aradayken mutlu oluyorum, iyi geliyor o ayrı ama sonrasında ya da öncesinde hep kendime ait vaktimden çalıyorlarmış hissi içime çörekleniyorum, engel olamıyorum. Zaten vaktim çok az, nefes aldığım her günü iş denen saçmalıkla harcıyorken geri kalanını da başka insanlara harcıyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Halbuki arkadaşlarla vakit geçirmek iki taraflı bir şey, öyle olmalı. Yani bir aradayken alınan keyif, benim de aldığım bir şey. Sadece karşımdakine kendi vaktimi verip, ben elimde hiçbir şey almadan öylece kalmış olmuyorum. Ben arkadaşlarıma bir şeyler verirken onlar da bana veriyor, sosyal etkileşimlerin, iletişim kurmanın doğası bu. Ama ben gene de her seferinde ben vaktimi başkalarına vermişim de, giden benden gitmiş gibi hissedip duruyorum. Böyle hissetmemeliyim. Yanlış bu, seviyorum çünkü mesela kendimce, arkadaşlarımı. İnsan sevdikleri ondan zaman çalıyormuş gibi hisseder mi? Hissetmemeli. Lanet olsun işe, iş yerine, o lanet işte çalışmak zorunda kalmama.
Neyse ki o hafta ilk iki gün iş yerinde odada yalnızdım, diğerleri hastaydı gelmediler. İki gün biraz kafamı dinleyebildim. When The Stars Gossip (별들에게 물어봐) başlamıştı, ona başladım. Motel California (모텔 캘리포니아)'ya baktım ama bıraktım. Haftanın geri kalanında herkes işe geldi. Cuma günü abimin doğum günüydü, dışarıda yemeğe davet ettiler abimler ve yengemin annesi babası ile. Dedim ya kafam amaan ne olacaksa olur modunda, olur dedim, tabiki geliyorum.
Cumartesi de benim doğum günümdü. Finaller vardı. Cumartesi sabah ve öğlende, pazar da sabah. Doğum günüm olduğu için iş yerindeki kızlar o gün kutlamaya gidelim demişlerdi. Sabahtan T. arabayla beni ve A.'yı sınava götürdü, sabah sınavlarından çıkışta önce File'ye gidip bir market alışveriş yaptık, sonra Atakule'ye gidip, biraz dolaştık. Oyuncakçıdan kendime Barbie'nin özel serisi Dia De Muertos bebeğini aldım. Dükkana girer girmez gördüm, aşık oldum ve artık bunu alamayacaklarını bildiğim ailemle yaşamıyorum dedim. Bakıp, iç geçirip, yetişkin olduğum, kendime istediğim her şeyi alabildiğim bir zamanın hayalini kurarak, kös kös eve geri döndüğüm o yaşlarda değilim dedim. Aldım. Baya da pahalıydı. Çoktu. Bana ne. Aldım. Şimdi kitaplığımda duruyor. Öylece duruyor. Arada karşısına geçip, gülümsüyorum. Belki çocukken yaptığım şeyleri yapamıyorum bu bebekle ama olsun. Burada, benimle. Kendime hediyem.
Öğleden sonraki sınavım Atakule'nin yakınındaydı. Beni beklediler sınav bitene kadar. Sınav çıkışı okulun bahçesinde bir demet çiçekle karşıladılar beni. Şaşırdım, mutlu oldum, bir ilginç bir şeydi. Çiçeklere alışık değilim. Sonra gidip, G.'yi de evden aldık, hep beraber yemek yemeye gittik. Yemeğin ardından bir kafeye oturup, doğum günümü kutlamak için tatlı yedik, mumlarımı üfledim. Gecenin bir vaktine kadar oturduk, muhabbet ettik. 11'i geçiyordu herhalde eve girdiğimde. Ertesi sabah da sınavım olduğu için abartmayalım demiştik ama. Böyle işte, nasıl geçtiğini anlamadığım bir günün sonunda, pantolonum olduğu gibi çamur içinde, üstüm başıma kombucha dökülmüş halde, yüzümün kuruluğundan fondötenin pul pul olmuş halimle, 38 oldum.
Pazar günü sabahtan sınava gidip, geldim. Şu yaşta bile bir sınav geçince insana tarif edilemez bir rahatlama geliyor. Öncesinde de çalışmış veya takmış değildim halbuki ama işte yüzyıllar süren öğrenciliğin beynime kazıdığı bir tepki olsa gerek. Eve gelir gelmez sanki o zamana kadar izlemiyormuşum gibi oturup, hiç kıpırdaman çayımla dizi izledim. XO Kitty'nin 2.sezonu gelmişti, onu bitirene kadar izledim. Dünyanın en salak saçma şeylerinden biri olabilir bu dizi. Yani fikir olarak fena değil ama yapım olarak cidden nasıl bu kadar oyuncak gibi olabiliyor her şey? Diyaloglar aşırı cringe, senaryo inanılmaz saçma ve oyunculuklar bu dünyadan değil (kötü anlamda). O kadar kötü ki izlemekten kendimi alamıyorum. (Minho karakterinin bundaki etkisini ben söylemedim, ben öyle bir şey demedim, hayır, hiç.)
Doğum günümden sonraki hafta koordinatörüm birkaç günlüğüne gelmediği için biraz rahat sayılırdım. Aslında o hafta izin almak istemiştim, yeni yıla bir sürü aile işi, sınav, şu bu diye bir dolu yorgunlukla başladığım için nihayet biraz dinlensem mi demiştim. İzin vermedi. Kendisi izin aldı. Ben de ayakta sallanarak işe gittim geldim. Yorgunluktan artık gerçekten olduğum yerde yığılmak üzereydim. O haftanın cuması sonunda sabahtan aile hekimine uğrayıp, kan verdim. Tahlil için. Bakıp da artık ne haldeyim bulsunlar diye. Aile hekimi karşısına geçip, biraz konuştuktan sonra bana direkt son zamanlarda ağır bir travma mı yaşadın dedi. Yaşamak zorunda kaldığım bu hayatı yaşıyor olmam zaten travma, diyemedim. O lanet işe gitmek, travma diyemedim. Babamla uğraşmak travma, hiç diyemedim.
O cuma akşamına da C. ve N.'ye söz vermiştim, bana gelin bir akşam yemek yiyelim oturalım diye. O yüzden perşembe akşamı işten gelip, hiç oturmadan saatlerce evi toplayıp, temizledim. En son ulan saat kaç oldu be diye bir baktım, 9'u geçiyordu. Tam o sırada N. mesaj attı, cumartesiye ertelemeye karar verdik. Kocaman bir nefes verip, kendimi yatağa attım. Bayılmak üzereydim. 25'inde cumartesi günü de C. ve N. ile oturduk, gnocchi risotto tiramisu üçgeninde konuştuk da konuştuk.
26'sında sınav sonuçları açıklandı. 7 dersin 6'sından geçmişim. Hiç fena değil. Aferin bana. Eğer şu lanet olası Osmanlıca'yı da sökersem, belki 5 yılda bitirebilirim Tarih'i.
Ocak'ın son haftası çok salaktı. Artık iş yerinde cidden hiçbir şeye dayanamıyor hale geldim. İçimde bir şeyler kaynıyor da kaynıyor, her bir olan şey üst üste üst üste binip, birikmeye devam ediyor. Patlamayayım diye kendimi daha ne kadar tutabilirim bilmiyorum. Arkama bakmadan koşup, kaçmak istiyorum. Kirayı ve faturaları ödemenin bir başka yolunu bulabilsem saniyesinde kaçacağım ama olmuyor, yok. O kadar bunaldım, o kadar nefret ediyorum ki, bir haddi hesabı yok. O hafta da artık sınırlarımı zorladım. Dayanabilmek için. Kan tahlili sonucundan demir eksikliği çıktı, doktor ilaç verdi. Bu kadar yorgun olmama bunun o kadar etkisi olacağını düşünmüyorum. İçim yorgun artık, tüm hücrelerim yorgun. İş yerinde aşırı salak günler geçirirken o hafta büyük yeğenimin doğum günü için de bir akşam yine abimlerle pasta kesmeye gittim. Başka bir çocuklu aile dostları da geldi. Yine bana anksiyeteler, yine bana insanlara katlanmak zorunda kalmalar diye düşünüp, amaan diyerek çıktığım yolda yine ne olacaksa olur'un güzelliğini yaşadım. Bir şekilde hallettim o akşamı da. Ama Ocak'ın son haftası, hatta son günleri gerçekten zulümdü.
Bu arada 20'sinde falandı sanırım, Xdinary Heroes'un official fan club üyeliğini satın aldım. Aslında geçen yıl lazımdı böyle bir şey ama. Çünkü sağladığı şeyler arasında konser biletlerini önceden satın alabilme gibi bir özellik var. Yani konser biletlerini normalde yarın satışa çıkaracaklarsa, bugün de official fan club üyeleri için satışa sunuyorlar. Böylece bilet kalmaması, arkalarda kalması gibi şeylerle uğraşmak zorunda olmuyor insan. Geçen sene bileti almak için bir saat başında oturup, habire dolu koltuklara tıklayıp durmuştum belki bir tanesi boşalır da alırım diye (ki tam olarak böyle bir şey oldu da alabildim). Bu sene yine konser olacak - kesinlikle. Yeni bir albüm de çıkaracaklar. Sonrasında turneye çıkmalarına kesin gözle bakılıyor ama işte sorun Türkiye'ye gelme olasılıklarının olmaması. Avrupa'ya gittiklerinde de vize ile uğraşmam gerekir. Ama yine onca yolu ekonomi sınıfında uçmak gözümde acayip büyüyor. THY'nin uçaklarında ekonomi koltuklarına ben bile sığmıyorum, bir buçuk metre boyumla. 10 saat uçmak tam bir eziyet haline geliyor. Gerçi ekonomiye bile maaşın hepsini yatırmak zorunda kalırken nasıl business'ın hayalini kurabilirim ki? Neyse üyeliğin sağladığı bir diğer şey de bir paketle bir şeyler yollayacak olmaları. Zaten üyelik ücretinden çok o paket için aldıkları kargo parası tuttu. Yine gümrükle saçma salak bir şekilde uğraşmak istemiyorum ama kısmet.
Evet her şey olacağına varır. Ne olacaksa olur. Amaaan.
(Yayın tarihini 31 Ocak yapayım da en azından kendimi rahatlatayım:D)