hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

Previously on Neverland { 12.05 - 25.05 }


 En son görüştüğümüzden bu yana iki hafta geçti. Farkındayım. Her hafta sonu yazıyor gibi olmuştum geçtiğimiz iki seferde, bu son iki haftada neden böyle oldu? Bilinçliydi, bu haftamdan önceki haftam nispeten olaysız geçtiği için biriktirip yazayım istedim.

En son doktor ameliyatı bir ay daha ileriye attı demiştim ya tahlillere göre. Hah işte hemen sonraki pazartesi yine ilaca geri dönmüş oldum. Salı günü gene kontrolüm var. Bakalım bu sefer neler göreceğim?

O haftanın son iki gününde koordinatörüm izinliydi, o yüzden biraz daha rahat, biraz daha kendimle ilgilenebildiğim bir hafta oldu. 19'u da tatil olunca biraz kendime gelebildim 3 günlük bir haftasonu yaparak. Ama ne fayda, bu hafta sonu finallere girdim iki günde de sabahın köründe. Geçen hafta 3 gün hafta sonu yapabilmenin rövanşı olarak bu hafta hiç hafta sonum olmadı.

Ayağımdaki acı ve morluklar hala tam olarak gitmedi. Evet iki hafta daha geçti ve ayağım hala yürürken acıyor. Topuk tarafındaki morluk geçti gibi ama parmaklarımın altındaki kısım olduğu gibi duruyor. Kemiğimin etrafı da hala şiş. Bu kadar zamandır bir türlü iyileşememiş olmak sinirimi gerçekten bozuyor. O yüzden bu son iki gündür deli gibi yürüdüm. Sinirle, hırsla, sanki ayağımla inatlaşırcasına. Dün sabah sınava yürüyerek gittim. Öğleden sonraki sınava da yürüyerek gidip döndüm. Bu sabahki sınava da yürüdüm. Yanımda telefon olamadığı için tam hesaplayamıyorum ama yaklaşık 9 km yol yürüdüm bu iki günde. Neredeyse bir buçuk aydır yatıp oturmaktan başka bir şey yapmadığımı da düşünürsek şu an ağrıyan tek yerim burktuğum ayağım değil.

En son Boys Over Flowers izliyorum demiştim ya, nasıl azmettim bitirdim anlatamam. Bir yandan çok keyifliydi, bir yandan da acayip sıkıcıydı. Daha geniş anlatırım fikrimi sonra. Birçok yeri sardıra sardıra izledim yalan yok. Yoksa 25 bölümü, bu kadarcık sürede - sınavlara da çalışmak zorundayken - bitirmek mümkün olmazdı yoksa.


Boys Over Flowers'ın gazıyla Heirs'ı açtım sonra. Zerre yakışıklı bulmadığım Lee Minho'yu bile izleme ister hale getiren insanı işte hep bu hikayeler, karakterler, k-drama dünyası. Neyse, Heirs çok kötüymüş, ilk bölümü zor bitirdim. Bıraktım tabiki.


"Dear Hongrang"a başladım sonra. 11 bölümlük, ilginç bir bölüm sayısı. Ama Lee Jae Wook'u yeniden hanbok içinde ve kılıç savururken göreceğim için çok heyecanlıydım. Tüm bu sınav hengamesi içinde 4 bölüm izleyebildim şimdilik. Çünkü böyle oturup, sakin bir kafayla, her detayına dikkat ederek, müthiş görüntülerinin tadını çıkara çıkara izlemek gerekiyor. Onu da ancak sınavlardan sonra yapabilirim dedim. Müziklerine aşık olmuş olabilirim dizinin bu arada.



Öyle olunca ders çalışmalarımın arasında kafamı yormadan ama eğlenceli bir şekilde izleyebilmek için Smallville'e geri döndüm. İkinci sezonu bitirip, üçüncü sezona geçtim. Onu da tabiki hatırladığım bölümleri geçerek ya da ileri sararak izledim. Bugün son sınavı da atlattıktan sonra eve geldiğimden beri üçüncü sezonu bitirmeye çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla ilk 3 sezonda hemen hemen her bölümü izlemişim tvde yayınlanırken. Bölüm başlarken aaa bunu izlememişim herhalde diyorum, sonra bir yer geliyor mesela hah beynimde ışıklar yanıyor, hatıralar gözümün önüne akın ediyor. Bölümü izlediğim hatırlasam da çoğu zaman çok eğlendiğimden geçemeyip, izlediğim için uzun sürdü üçüncü sezonu izlemem. Smallville'den sonraki 10-15 yıl içinde birçok başka yerde oynamış, sonrasının tanınan yüzleri olan pek çok oyuncuyu her bir bölümde ergen bir ucubeyi oynarken gördükçe gülümsedim durdum. Şimdi hepsini tanıdığım isimleri o zamanlar Smallville'in saçma bir bölümünde gördüğümü hiç hatırlamıyordum mesela. Bu arada anladığım kadarıyla tvde yayınlanırken ilk 4 sezonu baya izlemişim. 5.sezondan da aralama aralama anılarım var. 6.sezondan birkaç Arrow (karakter olan arrow dizi olan değil) görüntüsü var ama o sezonda bir şeyler kopmuş sanırım bende. Dizi final yapana kadar bir daha hiç izlememişim. Final yaptığından bile sonrasında haberim olmuştu.

Hafta başında Smallville izlemeye geri döndükten hemen sonraki gün öğle arasında dışarıda karşımdan gelen bir adamın üstündeki tişörtte Superman işareti gördüm. Siyah bir tişört ve siyah beyaz bir işaretti ama sonuçta Superman'in simgesiydi. Öylesine, bir anda, durup dururken önümde beliriverdi yani. İzliyor olduğum için dikkatimi çekmiş değildi. Normalde herkesin ne giydiğine bakarım dışarıda dolaşırken, yargılamak veya dalga geçmek vs. gibi şeyler için değil. Güneş gözlüklerimi takınca kimse onlara baktığımı göremediği için rahatça bakabiliyorum da. Yürürken bir moda eleştirmeniymişim gibi hayal ederek, kendime böyle oyunlar oluşturarak yürüyorum. Bu yüzden tam da öyle bir günün ertesinde o adamın o simge ile önümde belirmesi...ilginçti.

Sonra perşembe günü daha ilginci oldu. Sabah servisin camında dışarı bakarken bir kız gördüm, yol kenarında yürüyordu. Pek çok insan da yürüyordu o sırada, ilginç olan o değil. Kızın üstündeki bluzda kocaman bir yüz gördüm, Jeff Buckley'nin hüzünlü gözleriyle dağınık saçları yolun karşısından bana bakıyordu. Sabahın o saatinde görmeyi, karşılaşmayı, hatırlamayı beklediğim bir şey değildi. Allak bullak oldum. Buckley'nin sesiyle hüzünlendiğim onca zamanı düşündüm üniversitedeyken. Tüm o umutsuz gibi görünen günlerin hatırası üstüme hücum etti. Ne dinlerdim dedim kendi kendime, ne çok dinlerdim. Sonra birden bire, dinlemedim. Ne zaman ya da nasıl dinlemeyi bıraktığımı hatırlayamadığım için birden bireymiş gibi geliyor. Yüzümde acı bir gülümsemeyle kızın bluzunda gözlerim, kafam servisin camında işe gittim. O gün akşam instayı açtığımda takip ettiğim bir oyuncunun hikayesinde birden bire bu sefer sesiyle karşı karşıya geldim Buckley'nin. Oyuncuyu takip ettiğim bunca zamandır, neredeyse yıllardır hiç onu paylaşmamıştı halbuki. Bir sebebi olmalı dedim, her şey de evrenin bana vermeye çalıştığı mesajlarla ilgili olamaz dedim. Kesin ölüm yıldönümü falan bir şey olmalı dedim. Bu zamanlarda olduğunu hatırlıyordum çünkü, gecelerce karanlıklarca dinlemiştim çünkü sesini. 29'undaymış bu ayın. Demek ki onun da günü gelmemişti. O zaman cidden bu sefer evren bana ne demeye çalışıyordu? Bilemedim.

Neyse sinirimi bozan şeyi ise anlatmayacağım. Yine salaklık, yine para kaybetmek, yine kendi kendime oturduğum yerde zarara uğrayış. Ama kendime hatırlayıp, yeniden sinirimi bozmayacağım. Sadece bu artık son salaklığım olsun istiyorum. Öyle dua ediyorum. Bu sonuncusu olsun. Böyle salak ben'e son bir veda ediş gibi. Hadi bunu da yaptım, olsun ders aldım, olsun.

11 Mayıs 2025 Pazar

Previously on Neverland { 05.05 - 11.05 }

Cuma akşamı yediğim keşkül.
Çünkü keşkül severim.

 Kendimle gurur duyayım mı? Tam bir hafta sonra yine blogun başına oturabildiğim için. Neyse, hayatımda yolunda giden tek şey olarak dursun burada.

Geçen hafta boyu işe gittim tabiki. Ofisteki masamın altına sehpa çekip, ayağımı onun üzerine uzattım bu tüm hafta boyunca. İlk gün öğlende bir çıkayım yürüyeyim bakayım parka kadar dedim, daha parka ulaşamadan ayağım acıyordu. Zar zor döndüm ofise topallayarak. Bir an geliyor geçmiş gibi hissediyorum, yürüyüp gidesim geliyor. Ama yürümeye başlayınca da iyileşmemiş olduğunu görüp, sinirim bozuluyor. Sonraki günler binanın önündeki ağaçların altında oturabildim yalnızca. On beş adım. Maksimum dayanabildiğim mesafe oydu. 3 hafta oldu neden hala geçmedi kırılmamış çatlamamış bir şey, delirtici.

Yine doktor kontrolüm vardı bu hafta. Kontrol sırasında her şey iyi gibiydi, sonra kan sonuçlarım çıkınca doktorum işlemi bir ay daha ileriye attı. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum. Tüm bu durumun psikolojisiyle de baş edebildiğimi sanmıyorum açıkçası. Doktorun muayenehanesinde herkesle gülüşüp, konuşuyorum, iyiymişim gibi oluyor. Yani üstüne düşünmediğimi düşünüyorum. Ama oradan çıkıp, sokaktaki insanları, gökyüzünü ağaçları, dükkanları falan görmeye başlayınca bir şey oluyor. Cumartesi günü de oradan çıkıp eve gelene kadar ağlamamak için kendimi nasıl tuttum yollarda bilmiyorum. Yolun ortasında çöküp ağlamak istedim. Eve kadar tutup sonra, evde saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladım. Belirli bir şekilde düşünerek değil, bilmiyorum, öyle geldi.

Aynı cumartesi işte, doktora bu sefer arabayla gitmedim. Dedim ki hava güzel, ayağım da bence fena değil, şöyle bir hava almış olurum he olmaz mı? Çıkışta Kızılay'a yürümeye başladım. Başta iyi bir fikirmiş gibiydi ama ilk on beş dakikadan sonra topallamaya başladım yine. Tabi bir de yukarıda da dediğim gibi ağlama isteğiyle yutkunarak yürümeye çalışmak hiç güzel bir deneme olmadı haliyle. Üstüne bir de bu uçuşan şeyler var ya her baharda, hah işte onlardan da bana bir şeyler olmaya başlamasın mı? Burnum musluk gibi su halinde akmaya başladı. Cuma akşamı da Ce ve N ile dışarı çıkmıştım. Üniversiteden sonra herhalde ilk defa 12'ye kadar falan oturmuş olduk. Ama bu ihtiyar beden kaldıramadı herhalde, ertesi gün - doktora gittiğim gün işte - başım tuttu bir de. Ağrıdan bayılmak üzereydim bir yandan eve geldiğimde. Hem ayağım acımış, hem ağlıyorum, hem de başım çatlıyor. Yeteri kadar ağladıktan sonra yapılması gerekeni yaptım, duş aldım, çay demledim ve açıp en eskilerden bir tane kore dizisi açtım.


Boys Over Flowers'tı açtığım dizi cumartesi günü. Hallyu fırtınasının başlangıcında ben çok başka şeylerle uğraşıyor olduğumdan konunun asıl temellerini izlememiş durumdayım. Ekranda karşımda görünce açtım başladım. En başta çok çok çiğ geldi tabi. Sene 2009, kameralarda filtre yok, oyuncuların gözeneklerine dolmuş fondötenleri falan görebiliyorum. Şimdiki gibi herkese beyaz kapatıcıyı basmamışlar, herkes doğal esmer. Saçlar dayanılacak gibi değil, saçma sapan. Şimdinin kelli felli oyuncuları daha 20lerinin başında, zerre rol yapamıyorlar. Herkes repliğini söyleyip, duraklıyor bakıyor. Sahnelerde hiç bir akışkanlık yok, komik karakterler karikatürden daha karikatür. Ama yine de bir şeyler var, insan kendini izlemekten alamıyor. Mantığımı, aklımı, dikkatimi kafamın içinden çıkarıp, kanepede yanıma koyup izledim mi acayip keyif alıyorum. 6 bölüm falan izledim o gün tek oturuşta. Toparlanmamı sağladı.


Hafta başında da Another Simple Favor'ı izledim. 2018'deki ilk filmi ben 2019'un başında izlemiş, şurada da anlatmışım. O zamanki durumla şimdikinin bu kadar değişmiş olması ne tuhaf değil mi? 6 yıl önce izlediğim filmde neler olduğunu zerre hatırlamıyordum bu devam filmini açtığımda. Sadece keyif aldığımı hatırlıyordum ama olayları, hikayeyi tümden silmişim. O zamanlar Blake Lively hakkında herkes ne düşünüyormuş, ben ne düşünüyormuşum, şimdi ne hale geldi değil mi? Neyse, bu film ilki gibi hissettirmedi tabi. Anna Kendrick dışında ilk filmde beğendiğim herkes burada bana ıyk dedirtti mesela. Habire bir her karakterin küfretmeye çalışması, habire bir bel altı, her şeyin saçmalık olması falan...dayanılacak gibi değildi benim açımdan.


Haa bir bölüm de Resident Playbook izledim arada. Son zamanlarda çok önüme düşüyordu editleri, sanki aşırı tutulmuş gibi görünüyor. Bir de Kore'de çok beğenilen, sezonlarca yapılan Hospital Playlist dizisinin spinoff'u olduğundan merak etmiştim. Hospital Playlist'leri de izlemedim gerçi, 2020'de denk gelmemişti işte bir türlü. Neyse, bu Resident Playbook pek sarmadı açıkçası. Bir bölüm izledim diyorum ama o bölümü de bitiremedim ne yalan söyleyeyim. Karşımda çok iyi bir dizi olduğunu görebiliyordum ama içim almadı ne bileyim.

Bugün de tüm gün evi topladım. Ayağım ağrıdıkça oturup, The Haunted Palace'tan yayınlanan bölümlere yetişmeye çalıştım. Dediğim gibi en azından bu hafta da buradayım, bir iki satır da olsa yazabiliyorum ve şimdilik bu kadarı bile kendimle gurur duyabilmek için yeterli.

4 Mayıs 2025 Pazar

Previously on Neverland {24.04 - 04.05}

 

Bu bir dondurma. Marketten aldım.
Yediğim en mükemmel limonlu dondurmaydı.
Göstermek istedim :)

23 Nisan'da anlattıklarımın ardından ertesi sabah işe gittim tabiki. Öyle saçma bir halde topallayarak dolaştığım için odadakiler yeter artık dedi, hastaneye gitmem için ısrar ettiler. Kime ne kanıtlamaya çalışıyorum bilmiyorum böyle. Yani uzaydan yeryüzüne düşsem, çarptığım yerden kendi başıma kalkıp, yok yok bir şeyim yok hallettim ben deyip yürümeye devam edecekmişim gibi. Ayağım kocaman olmuş, ayakkabıya zor sığdırıp, bir de üstüne topallayarak servise binip işe gidiyorum. Kimse de yakama yapışıp, işe niye gitmiyorsun demiyor yani böyle bir durumda. Salaklığım işte, diyorum ya neyi ispatlamaya uğraşıyorsam.

Taksiye atlayıp, hastaneye gittim. Odadaki kimsede araba yoktu o saatte. Sabah trafiğinde taksi bulmam da kolay olmadı. Dedim artık bu trafikte kaç saatte gidersem gitti benim maaş. İşte bazen de evrenin bir şeyler yapası tutuyor herhalde, durakta taksi kalmadığı için ana yoldan çevirdiğim taksinin sürücüsü amca bastı gaza, en kısa yollardan, dominic torretto misali bulduğu en ufak boşluklardan ilerleyerek beş dakikada beni hastaneye attı.

Hastanede ortopedi doktoru haliyle bir hafta rapor verdi, hiç üstüne basmaman gerek, hep yukarıda tutman gerek, 3 haftada ancak geçer dedi. Doktorun yanından çıkıp, elimde raporumla bekleme yerindeki banklara oturup, boş boş etrafa bakındım önce. Sevinmekle ne yapacağım ben ulan arasında gidip geldiğim bir beş dakikanın ardından haber vermem gerekenleri hatırladım. Annemi aradım, tam rapor verdi doktor ama bir şey yok merak etme diyordum ki o da ben otobüsteyim zaten bir saat önce bindim geliyorum dedi. Tabiki annemin gelmesine çok sevinirim normalde, sevindim de zaten ama bir iki saniyeliğine o anda bir hayııır olmadım da değil. Çünkü öncesinde birkaç dakikalığına elimdeki rapora bakarken aklımda beliren görüntü nihayet evimde bir hafta şöyle sereserpe yattığım bir görüntüydü. Annem de yatabilmem için geliyordu zaten bunda sorun yok da, işte bir an böyle kendi başıma olacak olmamın bir değişik huzuru gelmişti üstüme. Birkaç saniyeliğine bile olsa öyle hissettiğim için kötü bir insan mıyım ki gene?

Annemin telefonunu kapatıp, ofistekileri aradım. Odadakilerden biri diğerinin arabasını alıp geldi, hastaneden alıp eve bıraktı beni. Evet dışarıdan acayip çaresiz görünüyorum. Akşamına annem geldi, başladım salondaki kanepenin üstünde anlamsızca yatışıma.

Pazartesi gibi ayağımın şişi inmeye başladı. Öyle olunca tüm morluklar sarılıklar yeşillikler daha belirgin göründü ve ilk günlerde hissetmediğim tüm acıyı hissetmeye başladım. İlk burktuktan sonra hoplaya hoplaya yürüyebilmemin sebebi ayağımın ve bileğimin davul gibi ödem tutmasından hiçbir şey hissetmeyişimmiş meğerse. Pazartesi'den itibaren acıyı ve ağrıyı hissetmeye başlayınca hiç güzel olmadı tabi. Doktorun verdiği merhemi sürüyordum ama hapları içmek istememiştim. Büyük ihitmalle haplar bunun içindi.

Annemle her gün sabahları önce müge anlı izleyerek başladı. Kahvaltıyı hazırlayıp kaldırırken sen yat kalkma dur sen yapma diye savaşarak geçti. Öğlenleri ne yapacağım diye etrafa bakındım her gün yattığım yerden. O birkaç saniye üzüldüm gibi oldu demiştim ya annem geliyorum deyince, hah işte o geçmek bilmeye gündüzlerde gizliydi onun sebebi. Kendi başıma olsam uyandığım andan itibaren açar bir şeyler izlemeye başlardım, saran bir şey bulmuş olursam da nasıl akşam olduğunu anlamadan sezonlarca dizi izlemiş olurdum. Oysa annemle otururken kendi başıma bir şey açıp izleyemedim haliyle. O yanımda sıkılırken ben bilgisayara bakacağım, olmaz yani. Zaten yıl boyu çok az görebiliyorum kadın muhabbet etmek istiyor, ben de yüzüne bakmak istiyorum yani. Aynı sebepten kitap da okuyamadım. Onun da izleyebileceği bir şeyler bulmaya çalıştım ama o kadar sarmıyor haliyle, 65 yaşında, filmi açtıktan on dakika sonra başka şeylerle uğraşmaya başlıyor ya da konuşmaya başlıyor. Tabiki bunlardan şikayet etmiyorum ama zaman geçmek bilmedi öyle olunca. Akşam üstü olunca da esra erolu açıp izledi. Akşam haberlerinden sonra da kanallardaki dizileri izliyordu survivorla senkronize bir şekilde. Bir onu açıyor, bir diziyi, ikisini de kaçırmamak için.

Arada birkaç bir şey yapmaya çabaladım tabi. Prime'daki Atatürk filminin ilk bölümünü açtım mesela, gün içinde otuz kere durdurup, bölük pörçük izledik bir şekilde. Bir gün de artık esra eroldaki salak insanların sesine bile dayanamayacak hale geldiğimde açtım kulaklıklarımı takıp, Lupin III : The Castle of Cagliostro'yu izledim. Uzun zamandır Hayao Miyazaki animasyonlarını en baştan kronolojik olarak izleme planım vardı, onun ilk adımı bu filmdi. Böyle bir zamana kısmetmiş demek ki deyip izledim.

17 Mart'tan bu yana okumaya çalıştığım kitabı - Jung Myung Lee'nin Cennetten Kaçan Çocuk'unu - bitirebildim yine de. Hevesle bir başka kitaba başladım, aldığımdan beri okumak için can attığım M.Ö.1177'den Sonra: Medeniyetlerin Kurtuluşu'na başladım. Bugün de annemi sabah evine dönmek üzere otobüse bindirdikten sonra açtım Stranger Things'in ilk sezonunu soluksuz izleyip bitirdim.

Neyse bunları da tarihime not düşmek istedim. Ayağım üstüne basarken birazcık acıyor. Ama en azından o derece topallamıyorum. Önceki akşam sırtım tutulmuştu, o da geçti gibi. Yarın artık işe dönmem gerekiyor. Şimdi birazcık kaçırdığım müzikleri dinleyeyim. Arayı kapatayım.

23 Nisan 2025 Çarşamba

Previously on Neverland


 En son 5 Nisan'da halimi vaktimi bildirmemin ardından neler oldu bitti anlatmaya geldim.

Tam da o gece berbat bir mide ağrısıyla uyandım. Gecenin bir vakti, derin uykudan uyandırabilecek kadar ağrımasına sebep olabilecek ne yemiş, ne yapmış olabilirim diye düşündüm tabi. Saçma sapan bir rüyadan sıyrılmaya çalışıyordum ağrı beni uyandırdığında. Filmlerdeki askeri kamp-üs tarzı bir yerdeydim annem ve babamla. Altınları alıp, oradan kaçmaya çalışıyorduk. Hangi altınları ve neden hiç bir fikrim yok. Tutuklu gibiyiz ama dolaşıyoruz da, tuhaf. Altınlar bir pakette, o paketi de bir odadaki bir mini fırının içine koymuşuz. Kaçarken oradan alacakmışız. Fırının bulunduğu oda tıpkı bir 90lar evi odası. İçeride salon koltuk takımı var, sehpalar var, fiskos masaları var. Her şeyin üstünde dantel örtülü. İçeride kıpırdamaya yer yok eşyadan. Nöbetçilerden sıyrılıp, odadaki altınları almaya uğraşıyoruz. Bu sırada daha da saçma şeyler olmaya başlıyor. Bu dediğim odada güzellik yarışması tarzı bir şey başlıyor. Beni oturtup, diyorlar ki karşına gelen kızlardan en güzelini seç. Gözüm hemen yan tarafımda duran, içinde altınların olduğunu bildiğim mini fırına takılıp duruyor. Karşıma üç tane kız getiriyorlar. Üçü de Regency dönemi kıyafetleri içinde, bembeyaz elbiseleri. Birbirlerine çok benziyorlar, ayırt da edemiyorum ki bir şey diyeyim. Zaten aklım altınlarda, odanın içinde kızlar, ben ve ellerinde tüfeklerle nöbetçiler var, arka tarafımdan da parti sesleri geliyor. Bana hadi seç en güzeli hangisi diye baskı yaparlarken işte midemin ağrısına uyandım. Bayram dönüşü iki gün evde değişik bir şey yememiştim. Gelirken annemin yanıma koyduğu peynirli böreklerden yemiştim sadece. Onların da yapması mümkün değil yani. Bir tek birkaç hafta önce Korelee'den aldığım danmuji kalıyor şüpheli. Böreklerin yanında meze niyetine ondan yemiştim birkaç tane. Bir hafta sonra falan bir daha yediğimde yine ağrıdı midem diye büyük oranda ona yıkıyorum suçu ama.

Mide ağrısıyla uyandığım o pazar günü başım da tuttu bir güzel. Haliyle gecenin 3 buçuğunda ağrıyla uyanıp, sabaha kadar evde ilaç olmadığı için nane çayıyla balla muzla midemi rahatlatmaya çalışıp, sonunda ağrı bir türlü geçmediği için güne doğduktan sonra sızıp kaldığım için başım ağrımasın da ne yapsındı. Rahatsız uykumdan uyanınca sabah hemen nöbetçi eczane bakıp, ilaç almaya koştum. Midem ağrıyordu, başım ağrıyordu ve başım ağrıdığı için midem ayrıca acayip bulanıyordu. Neyse ki ilaç içtikten ve bir lokma bir şeyler yiyebildikten sonra biraz hafifledi ağrılarım da rahat edebildim.

7'sinde pazartesi günü uzuuun bayram tatilinden sonraki ilk dolu dolu iş haftası başladı. Pazartesi sabahı tartıya çıkma cesaretini gösterdim. İki tane 5 rakamını yan yana önümde görünce düşüp bayılacaktım. Midem ağrımaya devam ediyordu zaten. O hafta boyu aralıklarla devam etti ağrı. Arada hafifledi, arada bastırdı. Sabahları Nexium, gün içinde birkaç defa Rennie ile bir hafta geçirdim. Tartıda o rakamları görmemin yanında tabi evdeki hiçbir giysiye sığamıyor oluşum da moralimi yerle bir ediyordu. Öğle arasında bir koşu gidip, pantolon almak zorunda kaldım çünkü bir süredir var olan tek eşofman altımla gidiyordum işe.

Cuma sabahı her yer bembeyaz olmuştu kalktığımda. Acayip kar yağıyordu. Mutlulukla indim aşağıya, servis gelene kadar milyon tane kar fotoğrafı, videosu çekme hevesiyle. Dakikalar geçti, servis gelmedi. Sonra aradılar, ana caddeye çık ara sokak kardan kapanmış diye. Caddeye bir çıktım, arabalar ilerlemiyor, lapa lapa kar yağıyor. Asfalt görünmüyor, gökyüzü görünmüyor. Servisi bekledim de bekledim. Sonunda taa yukarıda öylece duruyor gördüm, trafik ilerlemediği için. Ben servise yürüdüm. Binebildiğimde kardan ben de görünmüyordum. O gün ofise normalde gittiğimden bir buçuk saat sonra gidebildim.

O hafta cuma akşamı nihayet oturup, bir film izleyebildim. Normalde hep diyorum ki kendi kendime evde olduğum cuma akşamları bir film izleyeyim. Bu böyle bir geleneğim olsun. Ama hiçbir kere de motivasyonum olmuyor. Film izlemek için de neden motivasyona gerek duyar ki insan? Hiç işte. Neyse, Viola Davis'in yeni filmi gelmişti "G20" onu açtım izledim. Viola Davis'i pek seviyorum, sanırım daha önce hiç bahsetme şansım olmadı. Filmlerini, filmlerinde canlandırdığı karakterleri hep sevmiştim ama asıl instagram ortaya çıkalı beri profilini, dediklerini, paylaştıklarını gördükçe kendi karakterin, sevmeye başlamamın ayrı bir etkisi oldu gibime geliyor. O gazla açtım filmi ama...Çok iyi niyetlerle yapılmış olsa da film pek olmamış. Koskoca iki saatimi neden buna harcadım diye kalakaldım filmin sonunda.

O haftasonunu evde geçirdim çünkü sonraki haftasonu vizeler var diye biraz ders çalışmalıyım diye düşünmüştüm. 14'üyle başlayan hafta, yani geçen hafta iş yerinden eğitime gönderdiler. Bir hafta ofise değil, firewall'la ilgili bir eğitime gittim. Yeni insanlar görmeyi, tanışmayı, başka başka insanların hikayelerini dinlemeyi sevsem de bu çocukluktan yerleşmiş sosyal beceriksizlik ve anksiyete ile hiç kolay olmuyor. Bu arada, normalde işe servisle gidip geldiğim için ve serviste çoğu zaman ya muhabbet ettiğimiz ya da uyukladığım için pek fark edemiyordum ama Ankara'nın trafiğine ne olmuş?! Eğitime gittiğim 5 gün boyunca sabahları ve akşamları arabayla o trafiğe girmem gerekti ve bu insanlar bunu her gün nasıl yaşıyor anlayamadım. Böyle değildi ya. Bu şehir böyle değildi. En alakasız saatte bile yollar tıkalı. İşe gidip ve işten çıkış saatlerine denk gelmiyordu eğitimin saatleri. Gayet ara saatlerde tüm bu insanlar nereye gidiyor arabayla? Cidden onca zaman yolda trafiğin içinde hep beraber durduğumuz anlarda pencereyi açıp sorasım geldi etrafımdaki arabalara, siz nereye gidiyorsunuz? Yani bu saatte normalde işte ya da okulda olmanız gerekiyor. Çalışmıyorsanız arabayı nasıl aldınız? Tüm bu insanlar nereden geldi ya? Neden bu kadar çok insan var?

Eğitime gidip, yepyeni insanlar görmenin bir yan etkisi de yeni, nurtopu gibi mikroplarla karşılaşmam oldu tabi. Normal bir hafta içinde sadece odamdaki diğer 3 iş arkadaşımı ve servisteki 5-6 kişiyi görerek insanlara maruz kalma seviyemi minimumda tutabiliyorum. Oysa geçen hafta bir oda dolusu değişik yerlerden gelmiş insanla bir hafta geçirdim. Haliyle salı akşamı boğazım acımaya başladı. Çarşamba sabahına da hayrolsun diyerek uyandım, bir yandan o gece de yine mide ağrısıyla uyanıp geri uyumaya çalışmıştım. Akşamına grip için ilaç içtim, zaten mide ilacıyla artık yaşayamaz gibi olmaya başlamıştım. Perşembe sabahı boğazım da kafam da kötüydü, gribin halsizliği çökmüştü üstüme. Eğitime gitmeyeyim bugün dedim. Ama erkenden yataktan iş kaldırdı. İş yerinde bir sorun çıkınca bilgisayarın başına geçmek zorunda kaldım. Birkaç saat onunla uğraşınca ister istemez kendime gelmiş oldum, çıktım eğitime gittim öğlene doğru.

Cumartesi sabahı 8 buçukta doktoruma kontrol zamanım geldiği için ona gittim. Dışarısı yağmur, karanlık. Gribim, mide ağrım aralıklarla iki haftadır devam ediyor ve üstüne regl olmuş haldeyim. Hayal edin, o halde 8 buçukta önce doktora, sonra 9 buçukta sınava gitmem gerekiyordu. Ardından öğleden sonra ikide yine sınavım vardı. Sabah o halde 8'de evden çıktım aç bilaç. Doktordaki kontrolüm bitince sınava geç kalmayayım diyerek arabama koşmaya başladım. Tam kendi arabamın önündeki boşluğa ayağımı atmıştım ki bileğim 90 derece büküldü, dengemi kaybettim kendi arabamla öndeki arabanın arasına yuvarlandım. Yokuş aşağı olduğu için de toparlanamadım, kendi arabama çarparak durabildim. Yerde sırtımın üstünde acıyla bir süre durup gökyüzüne baktım. Ne oldu şimdi diye. Ne yapıyorum ben şu an diye. Bileğimin acısına anlam veremez halde, elim sıyrılmış, omzum, bacağımın üst tarafı her yerimi çarptığım için zonkluyordu. Dedim olmaz böyle kendimi kalkmaya zorladım. Acıyla ağlamaklı halde arabaya oturabildim. Bir yandan arabayı çalıştırıyordum, bir yandan da bileğimi kırdım mı acaba diye düşünüyordum ama sınava gitmeyi de bırakmıyordum. Ağlamalıyım diye düşündüm ama arabayı da sürmeliyim dedim. Böyle salak saçma bir halde yol aldım, sınavın olduğu okula doğru sürdüm gittim. Böyle mal gibi bir halde, etrafıma boş boş bakarak. Haritaya bak da yakınlardaki bir acile git işte hemen değil mi? Ne bu zorun? Girmeyiver sabahki sınava da, vizeler zaten bir dur değil mi? Yok salak salak gittim okula. Park ettim, nasıl ineceğim diye düşünerek. Arabadan okula 300 metre mesafe görünüyordu, topallayarak gittim. Sınav sırasında otururken bir yandan bileğim zonkluyordu, ayakkabının yavaş yavaş ayağımı sıkmaya başladığını fark ettim. Sınavdan çıkışta daha da fazla topallayarak yağan yağmurun altında yine arabaya dönüp, eve gittim. Evet yine hastaneye gitmedim, eve gittim.

Evde bir açtım baktım ki ayağım bileğim kocaman olmuş, üstünde sarılık morluk kızarıklık. Hemen dolabımdan bulduğum merhemi sürdüm, sardım, yastık üstüne koyup, oturmaya başladım. Acısını unutmak için film açtım. Ahahaha, evet oturdum film izledim öğleden sonraki sınava kadar. O kadar dalmışım ki sınavı da unutuyordum o derece. Son anda saati fark edip, kendimi dışarı attım. Normalde yürüme mesafesindeydi ikinci okul ama tamam dedim o kadar da salak değilsin herhalde. Taksiye bindim. Ama ne yaptım, o sınavdan çıkışta eve yürüdüm. Bir yandan hala kafamın içi kabul edemiyordu çünkü bir yerime bir şey olabilmesi ihtimalini. Kendi işimi kendimin göremeyeceği ihtimalini.

Bu arada aklımı uzaklaştırsın diye açtığım film "Captain America : Brave New World"dü. Diziyi fena bulmamıştım - geçen sene diyecektim ama The Falcon and The Winter Soldier yayınlanalı 4 sene olmuş! Ama diziden aldığım keyfi ya da diğer Captain America filmlerinden aldığım keyfi almadım tabiki. Yani ne söylemek istediği çok belli olmayan bir hikaye yazmışlar. Yeni bir Avengers takımı toplanacak evet, bunun için ortamı hazırlamaya bir şeyler olsun diye öyle iki dakikada masa başında yazıvermişler senaryoyu gibi. Her şey cringe, her şey formüllü.

Bir ara da Culpa Mia diye bir filmi açtım, hava kapalı yağmurlu olunca Twilight tarzı bir şeyler olsa diye açarak. Artık böyle şeylere dayanamadığımı fark edince geri kapattım.

Pazar sabahı da sınava gittim, hiç durmadım. Ama neyse ki o sınavdan çıkışta hastaneye gittim. Ama para vermek istemiyorum buna da şimdi diye bir üniversite hastanesinin aciline gittim, yakında o vardı. Çarşamba pazarı gibiydi tabi. Kimin nerede ne yaptığı belli değil. Bir yanda kolu bacağı kırıklar yatıyor, bir yandan başka hastalar, yarı yaşımdaki öğrenciler neyim var diye soruyor. Neyse bir röntgen çektiler ama kimse neyim olduğunu, nereme ne kadar bir şey olduğunu, ne yapmam gerektiğini hiçbir şey söylemedi. Kimse ilgilenmedi. Bir reçete yazıp, elime verdiler. Git bile diye olmadı. Öyle olunca gittiğime de pişman oldum. Reçetede yazanları da almadım. Ayağıma doğru düzgün bakmadılar bile uzaktan şöyle bir iki saniye gördüler görmediler.

O gün başım tuttu yine. İlaç içmeyeyim diye direndim. Zaten iki haftadır midem ilacı, ara ara ağrı kesici içiyordum. O kadar saçma bir haldeydim ki yani dışarıdan bakıldığında. Evde de mutfakta durup dururken elime aldığım kase elimde kırıldı. Öylesine. Bir anda. Kendi kendime gülmeye başladım. Yani halimin saçmalığı, başıma gelenlerin saçmalığı...

Pazartesi günü yine doktorumla kontrol vardı. Sabah iş yerine gittiğimde çok topallamama çalıştım. Kalktığımda da sanki ayağımın üstündeki şişlik azalmış gibiydi. Bir de iş yerinde sabah ilk birkaç kişi falan aaa nooldu diye sordukça sinirim bozuldu. Dedim tüm gün böyle bunu çekemem, olabildiğince topallamayayım. Zaten üstüne de basabiliyorum. Yürüdükçe açıldım gibi hissettim. Bir şeyim yokmuş gibi devam ettim öğlene kadar. Öğlende doktoruma gittim, dönüşte yürüyebilirim aslında dedim, başladım yürümeye. Bir süre sonra acım artmaya başladı, tamam dedim, o kadar da değil zorlama, atladım yine taksiye. İş yerinde de oturunca yine ayakkabı bir sıkmaya başladı ama neyse dedim.

Akşam eve gidip açıp bakınca gördüm ki bu sefer bileğimin yan tarafı şişmiş, ayak tabanıma yakın kısım olduğu gibi morarmış ve parmaklarımın hemen dibindeki kısım da mosmor olmuş. Tüm akşam kıpırdamadan, ayağım havada oturdum. Gece bu sefer de baş ağrısıyla uyandım uykumdan. İki ayrılıyor sandım kafam. Hemen ilaç içtim ama sabaha kadar geçmedi, sabah da geçmedi gerçi de. Geç gidebildim işe. Yine topallayarak. Bu sefer insanları takmayarak. Salı günü ofiste tamamen oturdum. Bir ayağım sehpanın üstünde. Yerimden kalkmadan. Baş ağrım da ikinci ağrı kesiciyi içince hafifledi.

Bugün iyi ki tatil. Cidden böyle nasıl yaşıyorum ben ya? Neyse. Hiçbir şey izleyemiyorum da. Bir şey açayım diyorum ama yok aman dur ona başlamayayım diyorum, yok öbürüne başlamak için hazır değilim, yok bunu izlemek için şöyle bir ortam lazım falan filan derken buluyorum kendimi. Böyle bir delilik içinde duruyorum. Güvercinlerle de başım belada zaten. Balkondan bir türlü vazgeçiremedim kuşları. Ev benim olmadığı için kapattıramıyorum da balkonu. Oraya buraya ağ geriyorum, örtü atıyorum falan gene de minicik deliklerden giriyorlar, bir çıkıyorum balkona yerden bana bakıyorlar. Geçen kışa kadar bu balkonda saksılarda çiçekler, domatesler, otlar yapıyordum ben. Bir tane de kuş gelmiyordu, oturuyordum, yatıyordum. Geçen kıştan beri kuşlar yüzünden ne saksı koyabiliyorum ne sandalye masa. Hepsinin içine ediyorlar. Bomboş balkona bile geliyorlar. Çok tuhaf. Yani gerçekten çok tuhaf. Vallahi artık tüm başıma gelenlerle de birlikte kafam iyice şey düşünmeye başladı. Çıkıp gece vakti balkonda dolunayın altında bir şeyler yakacağım. Büyüler falan yapacağım en sonunda. Bu nedir ya?!

Dün akşam sonunda BTS'in Busan'daki Yet To Come konserinin videosunu izlemeyi bitirebildim. Haftalardır açıp, biraz bakıp geri kapatıyordum. Yeterli gücüm yoktu tüm konseri izlemeye. Dün akşam sonunda kendimi de gözyaşlarımı da tutabildim. İzledim, kendimle savaştım, düşüncelerimle savaştım, kendimi mantığa davet ederek, kendimi bunun keyif alınacak bir müzik dinletisi olduğuna ikna etmeye çalışarak izleyebildim.

"When Life Gives You Tangerines"i ise bıraktım. Dümdüz bıraktım. 6'ıncı bölümü de izledim ve dedim zorlamanın gereği yok. Evet aşırı iyi bir senaryo, aşırı iyi bir prodüksiyon ama benim de korumam gereken bir ruh sağlığım var. Bıraktım.

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş.

"The Haunted Palace (귀궁) " başlamıştı bir de ona baktım. O gerçekten çok iyi çıktı. Hiç umudum yoktu açıkçası, tarihi olduğu için merak etmiştim ama beklemediğim kadar iyi çıktı ilk iki bölümü. Başrollerindeki Bona'yı daha önce doğru düzgün izlememiştim başka bir yerde. Çok ilgimi çekici, sempatik bir kız da değil bana göre ama burada fena gelmedi. Yook Sung Jae'yi ise sadece - hepiniz gibi - Goblin'de izlemiştim, onunla ilgili düşüncelerim şimdilik tam oturmuş değil. Kim Ji Hoon'u ise 2020'de Flower of Evil'da izleyip de etkilenmeyen, şoka girmeyen yoktu herhalde. İlk defa kral olarak böyle birini izliyorum tarihi kore dizisinde. Neyse ilerleyen bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum şimdilik.

Bugün de bileğimdeki şişlik azalmış gibime geliyor ama yürürken acıyor ayağım. Ayrıca bacağıma yukarı doğru da acı giriyor zorlayınca. İki bacağımda da yer yer morluklar var zaten, vücudumun diğer yerlerindeki morluklar da acıyor. Amaaan neyse. Geçer herhalde. Öyle duracak değil ya?

5 Nisan 2025 Cumartesi

“Time is the longest distance between two places.”


 Eve döndüm dün. Bayramda tatil yok pek diye bir yere gitmeyip, evde dinlenecektim. İlk planım buydu. Sonra işte bayrama birkaç gün kala o haber geldi, 9 güne uzayınca tatil baktım annem telefonda gözümün içine bakıyor, gitmeye karar verdim. Kendimi tamamen 4 gün evden çıkmayacağım, biriktirdiğim ne kadar ne varsa hepsini halledeceğim hayatımı yoluna sokacağım diye ayarladığım için kafa olarak, her şeyim bir allak bullak olmadı değil haliyle. O 4 günlük hali tatilin o kadar büyümüştü ki gözümde, her şeyi çözecektim o sürede. Ama birden bire cuma akşamı işten gelip, bavul falan toplayıp, cumartesi sabahı yola düşmüş oldum. Nasıl olsa evde olacağım halledeceğim diyerek bir süredir evde hiçbir şeyi toplamamıştım, mutfakta hiçbir şey yapmamıştım, banyoda çamaşırları hiç ellememiştim,...evin içinde adım atacak yer yoktu yani. Bırakıp gitmek zorunda kaldım.

Cumartesi trafik yoğundu haliyle. Yine de geçen seneki ramazan bayramı yol çilesi gibi değildi, bu sefer 11 saatle halledebildim gidiş yolculuğunu. Dönerken de dün 8 saat sürdü yaklaşık. Yol boş değildi gene de. Herkes bugün veya yarın döner diye düşündüğümden dün çıktım ama yine de çok doluydu yol. Birden bire nüfus patlaması mı yaşadık ne oluyor böyle birkaç yıldır? Bu kadar çok insan yoktu eskiden. Gerçekten arada çığlık atasım geliyor dışarıda, yeter be neden bu kadar çoksunuz diye.

Bir de bu sefer neden herkes aşırı yavaş gidiyordu yolda onu çözemedim. Yani doğduğumdan beri arabayla başka bir şehirden bizim köye bu yolculuğu yapıyorum ve hiç bu seferki gibi arabaların yavaş gittiğini görmemiştim. Kimse ilerlemiyor, öylece yolda kitleler halinde 50 ile gidiyoruz. Evet her yerde polis arabası, radar işareti, kameralar falan vardı eskisine oranla çılgınca ama cidden kimse 50'yi geçmiyordu. Ceza yemiş olabilirim yani pek çok kere. Baygınlık geçirecek gibi olduğum her seferinde hepinizden nefret ediyorum bırakın beniii diye sinirlenerek basmış olabilirim. Baktım henüz ceza yazmıyor ama belki de geç giriyorlar mıdır ki sisteme? Neyse.

Köyde hava yine puslu, sisli ve yağmurluydu. Bu sefer neyse ki ikna edip annemleri gezmeye götürebildim. Bir gün çıkıp Sinop'a gittik günübirlik. Babamla tabiki gezi olmadı bu tam olarak. Çok soğukmuş, burası neden bu kadar soğuk kış gibi diyerek söylenip durdu. Şuraya bakalım mı diyorum, ben arabada oturayım siz bakın. Oraya yürümem buraya yürümem. Arabayla önünden veya içinden geçilen her yer gezilmiş oluyor onun sözlüğünde. Yine de en azından...Bu da bir başarı benim için.

En son 23'ünde yazmıştım, 24'ünde doktoruma gittim yine. Tahlil yaptı, sonuçlara baktıktan sonra dedi ki bir ay daha devam edelim ilaçlara. Değerler istediği kıvama gelmemişti. Bu ayın sonunda bir daha bakacağız. Yine düşmemişse değerlerim yapılacak bir şey yok. Böyle ilaçlara devam etmem gerekecek.




"My Dearest Nemesis (그놈은 흑염룡)" ve "Undercover High School (언더커버하이스쿨)" izliyordum haftalık olarak, onları bitirdim dün ve bugün. "When Life Gives You Tangerines (폭싹 속았수다)" e başlamıştım gitmeden önce, bugün de devam edeyim diye açtım ama çok istememe rağmen bir türlü peş peşe izleyemiyorum bu diziyi. İçime çok oturuyor.


Bayramdan hemen önce oturup ilk sezonunu bitirdim Friends'in. Bu güne dek hiç öyle baştan ya da düzenli bir şekilde izlememiştim. Ben lisedeyken yayınlanıyordu bir kanalda ama hangisinde hatırlayamıyorum. O zaman denk geldikçe akşamları ders çalışırken bakardım beş on dakika. Hatırladığım tek şey bu. Birkaç yıl önce de açmıştım baştan şunu bir izleyeyim insan gibi diye. Ama demek ki onun da zamanı değilmiş, hiç canım istememişti izlemek, bırakmıştım birkaç bölüm sonra. Bu sefer çok mutlu etti beni izlemek. Mutlu oldum ya resmen. Sanki 90ların başına dönmüşüm, böyle her şey güllük gülistanlıkmış gibi hissettirdi (öyle değildi gerçeğinde yaşarken hatırlıyorum ben de oradaydım ama demeye çalıştığım farklı bir şey). İnternetin olmadığı, akıllı telefonların sosyal medyanın olmadığı,...böyle inanılmaz güzel bir duyguydu.


Xdinary Heroes'umun yeni albümü çıktı 24'ünde bu arada. Dünya turu da açıkladılar. Gerçi Koreli grupların dünya turundan kastı uzakdoğu ülkeleri ve birkaç amerika şehri oluyor. O yüzden XH'nin de öyle oldu. Ama yine de haberi görünce içim bir kıpır kıpır etti, sanki hayatım mahvolmamış, sağlığım yerin dibinde değilmiş gibi, sanki annemin babamın...sanki kapana kısılmışım gibi hissetmiyormuşum gibi, sanki elimde avucumda ne varsa şu ameliyat işine falan gömmeyecekmişim gibi...bir saçma sapan heveslendim. Neyse.



23 Mart 2025 Pazar

“It is such a mysterious place, the land of tears.”


 Neredeyse 36 gün olmuş. Hiçbir şey düzelmiş değil ama en azından...Daha iyiyim de diyemiyorum ama en azından...Gerçekten sanırım zamanın her şeye biraz da olsa ilaç olabildiğini anlayacak kadar yaşadım. Bir şeylerin üstünden zaman geçtikçe - düzelmeseler bile - artık o ilk andaki kadar acıtmadıklarını anlayacak kadar "zaman" yaşadım sayılır.

Ne olduğunu tam anlatabilmem için, anlaşılabilir olması için tam olarak ne yaşadığımı, her şeyin en başına dönmem gerektiğini düşündüğüm için anlatamıyorum henüz. O kadar vaktim yok bu ara. Gerçi ne zaman var ki? Habire bir şeyler yapmam gerekiyormuş ve geride kalıyormuşum, yetiştirmem gerekiyormuş gibi hissetmeden yaşadığım tek bir saniye olmadığı için son 30 yıldır, sanırım bu "o kadar vaktim yok" hissi hiç geçmeyecek. Neyse. Anlatacağım bir ara.

14 Şubat'ta gittiğim ilk doktordan aldığım haber kötüydü, şimdilik bu kadarını söyleyebilirim. Onun açık açık başka yere git demesi üzerine gittiğim üniversite hastanesinde de daha da kötü şeyler duyunca son bir yıldır kaçtığım kendi doktoruma gittim mecburen başımı öne eğip. Doktorlardan istemediğim şeyler duyarsam kaçıyorum çünkü. Sadece doktorlardan da değil gerçi, genel olarak. Fikrimi açıklayamadığım, içimden geçeni dürüstçe söyleyemediğim için birden toz oluveriyorum. Doktoruma da yavaştan bunu yapmış gibiydim ama o noktada artık bu durumun kaçamayacağım bir hale geldiğini suratıma kocaman bir yumruk olarak yiyerek anlamış oldum. Sağlığımın çok büyük bir kısmını kaybettim. Diyebileceğim bu. Bir kere gidince geri gelmeyen bir kısmını. 90+5'te hasar kontrolü yapıyoruz şu an. İlaçlar verdi doktorum, ilk kutunun sonunda yeniden bir kontrol olacak ama kutu bitiyor ve bende o konuda bir düzelme pek yok. Durum biraz karışık. Bilmiyorum, sanırım yarın veya öbür gün gideceğim yine.

İşte demeye çalıştığım en başta o "zaman"la ilgili olarak, 36 gün sonra nihayet o ilk günkü haberi ilk aldığımdaki kadar acıtmıyor olduğunu düşünmem. Evet yine bunları yazarken boğazımdaki yumruyu yutkunarak geri itmeye çalışıyorum ve gözlerim gözyaşlarımdan ekranı zor görüyor ama en azından...O ilk iki hafta kafamın içinde olmak gibi değil. En azından...

Tüm bu sürede saçmasapan şeyler yaşamaya da devam ettim. T. ile sanırım tamamen yollarımız ayrıldı. Gerçi ben her durumda hemen en kökten şeyi düşünmeye eğilimliyim ama bence bu noktadan dönüş yok. Çünkü bu sefer geçen seferki gibi haklı olduğumu bile bile olgunluk yapıp, geri adım atmayacağım. Çünkü arkadaş olduğumuz bu 4 senede yaptığım tüm gözlemlerden çıkardığım, karşımda gerçekten ciddi içsel sorunlara sahip bir insan olduğu. Çok fazla insanla tanıştım, çok insan tanıdım diyorum hep ama öyle kızsal dramaların olduğu, çoğu insanın karşılaştığı o ortamlarda olmamıştım hiç. Bunu anladım. Tamam arada birkaç tane manyak insanla karşılaştım, gerçekten delilerle. Ama hiç böyle kız arkadaşlığı edinmemişim. Hele ki bu yaşta insan artık böyle şeylere takılmaz, birçok şeyi aşmış oluyoruz, mantıklı düşünen insanlarız, lisede değiliz diye düşünürken karşılaştığım duruma hala inanamıyorum.

İşin ilginci, rahatlamış hissediyorum. Ciddi anlamda kurtulmuş gibi hissediyorum. Yani...ne bileyim, böyle hissetmemem mi gerekiyor ona da bir kafam karışmıyor değil. İnsanlar - özellikle arkadaşım olarak yanımda olanlar - kötü insanlar olmasalar bile bana zarar veriyorlar artık diye herkesten kurtulduktan sonra kapımı açtığım ilk insandı T. İstekli değildim gene de ama...Bu 4 senede yine de her adım benim için bir tür mücadeleydi. Sanırım bu yüzden rahatlamış hissediyorum şu an. Bu beni kötü bir insan mı yapıyor? Kötü biri olmam gerçekten kötü bir şey mi peki?

Neyse. Dediğim gibi ya yarın ya da sonraki gün doktorda olacağım yine sanırım. Bundan sonrasında biraz uzun ve meşakkatli bir süreç var. Finansal olarak nasıl olacak henüz bir fikrim yok. Doktorla tam onları konuşamadım. Bir tür ameliyat gibi bir şey olacak ama ondan sonra da ilaçlarla yaşayacağım en iyi ihtimalle bir 20 yıl var önümde (en kötü ihtimalde bir 5 sene sonra ben de doktorum da vazgeçer). Bakalım ameliyat ne zaman olacak, sonrasında nasıl olacak her şey? Bu seneyi nasıl hayal etmiştim değil mi? Ülkede neler oluyor, umrumda olmayı bırakalı 20 yıl oldu gerçi ama neler olduğunu bile yeni öğreniyorum. O kadar ilgilenmeyi bırakmışım, o kadar Türkiye ile ilgili hiçbir şey düşmüyordu ki internette önüme, geçen akşam çalışma masamın başında otururken dışarıdan gelen sesleri duyunca bir ayıldım.

Nasıl olacak bilmiyorum. Her şey nasıl olacak hiç bilmiyorum.


***Fotoğraf Busan'daki Gamcheon Köyü'nden. Hani geçen sene temmuz'da gidip de hiç anlatmadığım gezimden.

“I am looking for friends. What does that mean -- tame?"

31 Ocak 2025 Cuma

Ocak '25 : It just has to be. In time. In place. In spirit.

 


Bu sene zamanın akışına yetişemeyişim ayrı bir seviyeye ulaştı sanırım. Biten yılın çetelesini ancak Şubat ayında yazabildim mesela. Ocak ayının bitmiş gitmiş olduğunun ayırdına da ancak şimdi, Şubat'ın içinde 8 gün uçmuşken varabiliyorum. Sosyal medyada Ocak çok uzun geldi diye baya bir geyik döndü birkaç hafta, şaka mı yapıyorsunuz diye bakakaldım. Ben ne ara Ocak başladı, ne ara bitti anlayamadım bile. Ellerimden öylece kayıp gitti Ocak ayı. Yetişemedim.

Uzun yıllardan sonra ilk defa tek başıma bir yılbaşı geçirdim bu sene. Onu bile anlayamadım mesela. O kadar çabuk geçti. İşten gelip yemek yapmaya koyuldum, bir baktım saat 8-9 olmuş. Oturup yiyeyim, annemle telefonda konuşayım derken de saatler geçti. Masayı, mutfağı toplayacağım derken en son kafamı bir kaldırdım, saat neredeyse gece yarısı olmuş. O yersiz refleksle bıraktım hepsini, kendimi attım kanepeye. Öyle ya yeni yıla mutfakta bulaşık toplarken girmeyecektim ya. Saat 12'yi geçtiği anda da gittim yattım zaten, sabahın köründe kalkmış işe gitmişim zaten.


Ocak'ın ilk gününde işe gitmek zorunda olmayışımın keyfini çıkarmaya çalıştım ama o da hemen geçti. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi'nde Ahmet Kamil Bey'in Günlükleri diye bir kitap almıştım, Yeditepe Yayınevi basımı,(şuradan inceleyebilirsiniz) ona başladım bir hevesle. İki hafta sonra finaller yokmuş gibi, 7 dersin hiçbirine vizelerden sonra bir satır bakmamışım gibi. Gerçek bir günlük bu arada bu kitap, gerçekten de Dünya Savaşı'nda ve Kurtuluş Savaşı'nda bir asker olarak görev yapmış Ahmet Kamil Bey'in tüm o süre boyunca tuttuğu günlüklerinin basımı. Tüm Ocak ayı boyunca okudum kitabı. Önce bir film izliyor gibi kaptırıp gittim ama sonra sonra kafama dank ettikçe tüm bu okuduğum satırların gerçekten yaşamış bir insanın kaleminden çıktığını ve bu okuduğum satırlarda meydana gelen şeylerin her birinin gerçekten de olmuş olduğu gerçeği, yutkuna yutkuna zor bitirdim günlükleri.

Ocak'ın bu ilk günlerinde biten yılda başladığım iki diziye devam ettim. Who Is She (수상한 그녀)'ye devam ettim ve When The Phone Rings (지금 거신 전화는) bitti. The Six Triple Eight (2024) diye bir film gördüm sonra, uzun bir aradan sonra film izlemiş oldum. Bir heveslendim, dedim böyle yeni yılın ilk haftası bir film izledim ya artık düzenli olarak her hafta bir film izlerim. Ha-ha-ha. Kendime ha-ha-ha. Ayın 3'üydü bunu düşündüğümde. Şu an Şubat'ın 8'i. Başka film izlemedim. Ha-ha-ha.

Ocak'ın 4'ünde Love Scout (나의 완벽한 비서) diye bir diziye başladım, yeni başlamıştı. Akşamüstü de  annemler geldi zaten. 6'sında babamın kolonoskopisi vardı çünkü. 5'inde yengemin doğumgünü olduğu için abimlere gittik. Fena değildi. 6'sında pazartesi günü iş yerinden öğlene kadar izin aldım, babamı hastaneye götürür getiririm diye. 8'deydi çünkü kolonoskopi, öğlene kadar hayda hayda biterdi. Ama burası Türkiye'ydi ve biz bir devlet hastanesine gitmiştik. Öğleden sonra, saat iki buçuktan sonra aldılar. Tüm gün orada öylece 30-40 kadar hasta ve yakını, hep beraber oturup sıramızın gelmesini bekleyerek, içeri sadece tanıdıkların alınmasını izleyerek zaman geçirdik. Kolonoskopi için günlerce gıdım gıdım bir şeyler yiyerek ve son gün de lağman yapıp, mideyi bağırsakları boşaltıp, aç bilaç bir şekilde gidiliyor. O kadar insan, neredeyse hepsi 50-60 yaşın üstünde, bayıldı bayılacak halde bekledi. Kendilerine doktor, hemşire artık ne diyorlarsa o insan müsveddeleri, sadece aa merhaba sen mi geldin diyerek kucakladıklarını içeri aldılar. Arkamızda oturan kadınla adam, sonunda beklemeye dayanamayıp, gidip bir tanıdıklarını alıp geldiler hastanenin başka bir köşesinden. O tanıdıkları da doktor muydu neydi işte, direkt daldı içeri, kolonoskopi yapan doktorlardan biriyle konuştu, sonra arkamızdaki kadına seslendi, o kadını hemen aldılar içeri işlem için. O tanıdıkları doktor da sonra göstere göstere gelip, kadının kocasına dedi ki bakın ne kadar kolaymış değil mi diyerek güldü. Herkesin içinde. O kadar aç bilaç bekleyen hasta insanın içinde. Herkes duymuş duymamış zerrre utanmayarak.


Ertesi gün işe gittim mecburen. Babam da ürolojiye sonuçlarını göstermeye gitmiş, tahlil ve biyopsi istemiş doktor. Akşam çılgınca kavga ettiler, gerçi annemle babamın durumunda pek kavga olmuyor. Babam öküz gibi bağırırken annem ağlıyor, sonra küsüyorlar. 40 yaşına geldim, hala bunu yaşıyor olmam şakadan başka bir şey olamaz.

8'inde abimlerle dışarıda yemek yedik akşam. Abim emekli olduktan sonra girdiği yeni işini kutlamak için herkesin bir arada olmasını beklemiş. Yengemin de annesi babası buradaydı çünkü. Medeni insanlar gibi oturup, muhabbetler edildi, yemekler yenildi. İlgincime gitti. Ailemin medeni olabileceğine dair hiçbir umudum yok çünkü. Neyse. Böyle durumlar anksiyetemi çok pis tetikler normalde ama üstüme bir hissizlik çökmüş gibiydi, o kadar da rahatsız etmedi. Aslında sanırım bu seneki Ocak ayımın özelliği buydu, bir salmışlık hissi ile kayıp gidiyormuşum gibi bir şey. Yani mesela Ocak ayından nefret ederdim ya (hala ediyorum o baki de), sebebi de herkesin (kendiminki de) doğum gününün bu aya denk gelmesi ve üstüme bir sürü "zorunluluk" yüklenmesiydi ya. Her Ocak'ta kaçmaya, bir şeyler bulmaya, yok olmaya çalışırdım ya. Hah işte bu sene bıraktım mesela. Amaan dedim. Ne olacaksa olsun. Ne olacaksa yine de oluyor zaten. Ben kaçmaya çalışırken daha çok yoruluyorum. Umrumda değil olsun bu sefer de dedim. Herkes diyeceğini der, düşüneceğini düşünür, küsen küser, üzülen üzülür. Ama ben hepsi için stres olmayacağım dedim. Öylece kuru yaprak gibi ortada duracağım, rüzgarla savrulup duracağım. Çünkü kendimi rüzgara bırakmaz da bir yerlere tutunmaya çalışırsam veya kımıldamamaya çalışırsam parçalanıyorum. Bıraktım o yüzden. Püfüüüü. Ne olacaksa olur dedim. Sanırım o yüzden böyle yemeklere gitmek, hasta ziyaretleri, doğumgünü kutlamaları çok da dokunmadı bu sene.

Ertesi sabah, dokuzunda annemler köye geri döndü. Ben de işe gittim haliyle, bir perşembe günü. Ama çok yorgundum. Kafamın içi de, tüm bedenim de yorgundu. Ama iş yerindeki kızlara söz vermiştim, pazar sabahı kahvaltıya geleceklerdi. Cuma akşamı biraz oturabildim, sonra tüm cumartesi evi topladım, temizledim. Çünkü annemler her gelişlerinde evden buldozer geçmiş gibi oluyor. Tüm cumartesim öylece temizliğe gidiverdi. Söz verdiğim için çok pişmandım. Hazır annemler gitmişken boylu boyunca yatıp, hem aklımı hem bedenimi dinlendirmek istiyordum. Yeniden kendime arkadaşlar edinmeyi başardığım için kendimi küfürlerle kutladım durdum tüm gün. 2019'dan sonra ne güzel herkesten kurtulmuştun, kafanı dinliyordun, bunu ne demeye yaptın yine kendine dedim.

Pazar gününü de öyle kızlarla geçirmiş oldum işte. İnsanlarla bir aradayken mutlu oluyorum, iyi geliyor o ayrı ama sonrasında ya da öncesinde hep kendime ait vaktimden çalıyorlarmış hissi içime çörekleniyorum, engel olamıyorum. Zaten vaktim çok az, nefes aldığım her günü iş denen saçmalıkla harcıyorken geri kalanını da başka insanlara harcıyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Halbuki arkadaşlarla vakit geçirmek iki taraflı bir şey, öyle olmalı. Yani bir aradayken alınan keyif, benim de aldığım bir şey. Sadece karşımdakine kendi vaktimi verip, ben elimde hiçbir şey almadan öylece kalmış olmuyorum. Ben arkadaşlarıma bir şeyler verirken onlar da bana veriyor, sosyal etkileşimlerin, iletişim kurmanın doğası bu. Ama ben gene de her seferinde ben vaktimi başkalarına vermişim de, giden benden gitmiş gibi hissedip duruyorum. Böyle hissetmemeliyim. Yanlış bu, seviyorum çünkü mesela kendimce, arkadaşlarımı. İnsan sevdikleri ondan zaman çalıyormuş gibi hisseder mi? Hissetmemeli. Lanet olsun işe, iş yerine, o lanet işte çalışmak zorunda kalmama.

Neyse ki o hafta ilk iki gün iş yerinde odada yalnızdım, diğerleri hastaydı gelmediler. İki gün biraz kafamı dinleyebildim. When The Stars Gossip (별들에게 물어봐) başlamıştı, ona başladım. Motel California (모텔 캘리포니아)'ya baktım ama bıraktım. Haftanın geri kalanında herkes işe geldi. Cuma günü abimin doğum günüydü, dışarıda yemeğe davet ettiler abimler ve yengemin annesi babası ile. Dedim ya kafam amaan ne olacaksa olur modunda, olur dedim, tabiki geliyorum.


Cumartesi de benim doğum günümdü. Finaller vardı. Cumartesi sabah ve öğlende, pazar da sabah. Doğum günüm olduğu için iş yerindeki kızlar o gün kutlamaya gidelim demişlerdi. Sabahtan T. arabayla beni ve A.'yı sınava götürdü, sabah sınavlarından çıkışta önce File'ye gidip bir market alışveriş yaptık, sonra Atakule'ye gidip, biraz dolaştık. Oyuncakçıdan kendime Barbie'nin özel serisi Dia De Muertos bebeğini aldım. Dükkana girer girmez gördüm, aşık oldum ve artık bunu alamayacaklarını bildiğim ailemle yaşamıyorum dedim. Bakıp, iç geçirip, yetişkin olduğum, kendime istediğim her şeyi alabildiğim bir zamanın hayalini kurarak, kös kös eve geri döndüğüm o yaşlarda değilim dedim. Aldım. Baya da pahalıydı. Çoktu. Bana ne. Aldım. Şimdi kitaplığımda duruyor. Öylece duruyor. Arada karşısına geçip, gülümsüyorum. Belki çocukken yaptığım şeyleri yapamıyorum bu bebekle ama olsun. Burada, benimle. Kendime hediyem.

Öğleden sonraki sınavım Atakule'nin yakınındaydı. Beni beklediler sınav bitene kadar. Sınav çıkışı okulun bahçesinde bir demet çiçekle karşıladılar beni. Şaşırdım, mutlu oldum, bir ilginç bir şeydi. Çiçeklere alışık değilim. Sonra gidip, G.'yi de evden aldık, hep beraber yemek yemeye gittik. Yemeğin ardından bir kafeye oturup, doğum günümü kutlamak için tatlı yedik, mumlarımı üfledim. Gecenin bir vaktine kadar oturduk, muhabbet ettik. 11'i geçiyordu herhalde eve girdiğimde. Ertesi sabah da sınavım olduğu için abartmayalım demiştik ama. Böyle işte, nasıl geçtiğini anlamadığım bir günün sonunda, pantolonum olduğu gibi çamur içinde, üstüm başıma kombucha dökülmüş halde, yüzümün kuruluğundan fondötenin pul pul olmuş halimle, 38 oldum.


Pazar günü sabahtan sınava gidip, geldim. Şu yaşta bile bir sınav geçince insana tarif edilemez bir rahatlama geliyor. Öncesinde de çalışmış veya takmış değildim halbuki ama işte yüzyıllar süren öğrenciliğin beynime kazıdığı bir tepki olsa gerek. Eve gelir gelmez sanki o zamana kadar izlemiyormuşum gibi oturup, hiç kıpırdaman çayımla dizi izledim. XO Kitty'nin 2.sezonu gelmişti, onu bitirene kadar izledim. Dünyanın en salak saçma şeylerinden biri olabilir bu dizi. Yani fikir olarak fena değil ama yapım olarak cidden nasıl bu kadar oyuncak gibi olabiliyor her şey? Diyaloglar aşırı cringe, senaryo inanılmaz saçma ve oyunculuklar bu dünyadan değil (kötü anlamda). O kadar kötü ki izlemekten kendimi alamıyorum. (Minho karakterinin bundaki etkisini ben söylemedim, ben öyle bir şey demedim, hayır, hiç.)

Doğum günümden sonraki hafta koordinatörüm birkaç günlüğüne gelmediği için biraz rahat sayılırdım. Aslında o hafta izin almak istemiştim, yeni yıla bir sürü aile işi, sınav, şu bu diye bir dolu yorgunlukla başladığım için nihayet biraz dinlensem mi demiştim. İzin vermedi. Kendisi izin aldı. Ben de ayakta sallanarak işe gittim geldim. Yorgunluktan artık gerçekten olduğum yerde yığılmak üzereydim. O haftanın cuması sonunda sabahtan aile hekimine uğrayıp, kan verdim. Tahlil için. Bakıp da artık ne haldeyim bulsunlar diye. Aile hekimi karşısına geçip, biraz konuştuktan sonra bana direkt son zamanlarda ağır bir travma mı yaşadın dedi. Yaşamak zorunda kaldığım bu hayatı yaşıyor olmam zaten travma, diyemedim. O lanet işe gitmek, travma diyemedim. Babamla uğraşmak travma, hiç diyemedim.


O cuma akşamına da C. ve N.'ye söz vermiştim, bana gelin bir akşam yemek yiyelim oturalım diye. O yüzden perşembe akşamı işten gelip, hiç oturmadan saatlerce evi toplayıp, temizledim. En son ulan saat kaç oldu be diye bir baktım, 9'u geçiyordu. Tam o sırada N. mesaj attı, cumartesiye ertelemeye karar verdik. Kocaman bir nefes verip, kendimi yatağa attım. Bayılmak üzereydim. 25'inde cumartesi günü de C. ve N. ile oturduk, gnocchi risotto tiramisu üçgeninde konuştuk da konuştuk.

26'sında sınav sonuçları açıklandı. 7 dersin 6'sından geçmişim. Hiç fena değil. Aferin bana. Eğer şu lanet olası Osmanlıca'yı da sökersem, belki 5 yılda bitirebilirim Tarih'i.

Ocak'ın son haftası çok salaktı. Artık iş yerinde cidden hiçbir şeye dayanamıyor hale geldim. İçimde bir şeyler kaynıyor da kaynıyor, her bir olan şey üst üste üst üste binip, birikmeye devam ediyor. Patlamayayım diye kendimi daha ne kadar tutabilirim bilmiyorum. Arkama bakmadan koşup, kaçmak istiyorum. Kirayı ve faturaları ödemenin bir başka yolunu bulabilsem saniyesinde kaçacağım ama olmuyor, yok. O kadar bunaldım, o kadar nefret ediyorum ki, bir haddi hesabı yok. O hafta da artık sınırlarımı zorladım. Dayanabilmek için. Kan tahlili sonucundan demir eksikliği çıktı, doktor ilaç verdi. Bu kadar yorgun olmama bunun o kadar etkisi olacağını düşünmüyorum. İçim yorgun artık, tüm hücrelerim yorgun. İş yerinde aşırı salak günler geçirirken o hafta büyük yeğenimin doğum günü için de bir akşam yine abimlerle pasta kesmeye gittim. Başka bir çocuklu aile dostları da geldi. Yine bana anksiyeteler, yine bana insanlara katlanmak zorunda kalmalar diye düşünüp, amaan diyerek çıktığım yolda yine ne olacaksa olur'un güzelliğini yaşadım. Bir şekilde hallettim o akşamı da. Ama Ocak'ın son haftası, hatta son günleri gerçekten zulümdü.


Bu arada 20'sinde falandı sanırım, Xdinary Heroes'un official fan club üyeliğini satın aldım. Aslında geçen yıl lazımdı böyle bir şey ama. Çünkü sağladığı şeyler arasında konser biletlerini önceden satın alabilme gibi bir özellik var. Yani konser biletlerini normalde yarın satışa çıkaracaklarsa, bugün de official fan club üyeleri için satışa sunuyorlar. Böylece bilet kalmaması, arkalarda kalması gibi şeylerle uğraşmak zorunda olmuyor insan. Geçen sene bileti almak için bir saat başında oturup, habire dolu koltuklara tıklayıp durmuştum belki bir tanesi boşalır da alırım diye (ki tam olarak böyle bir şey oldu da alabildim). Bu sene yine konser olacak - kesinlikle. Yeni bir albüm de çıkaracaklar. Sonrasında turneye çıkmalarına kesin gözle bakılıyor ama işte sorun Türkiye'ye gelme olasılıklarının olmaması. Avrupa'ya gittiklerinde de vize ile uğraşmam gerekir. Ama yine onca yolu ekonomi sınıfında uçmak gözümde acayip büyüyor. THY'nin uçaklarında ekonomi koltuklarına ben bile sığmıyorum, bir buçuk metre boyumla. 10 saat uçmak tam bir eziyet haline geliyor. Gerçi ekonomiye bile maaşın hepsini yatırmak zorunda kalırken nasıl business'ın hayalini kurabilirim ki? Neyse üyeliğin sağladığı bir diğer şey de bir paketle bir şeyler yollayacak olmaları. Zaten üyelik ücretinden çok o paket için aldıkları kargo parası tuttu. Yine gümrükle saçma salak bir şekilde uğraşmak istemiyorum ama kısmet.

Evet her şey olacağına varır. Ne olacaksa olur. Amaaan.

(Yayın tarihini 31 Ocak yapayım da en azından kendimi rahatlatayım:D)

2024'ün Çetelesi

Sanırım yine o "ben ne yapmışım" fonlu, senelik yazının zamanını iyice şaşırmış oldum. Yeni yılın ilk ayı bitti ama benim ancak vaktim oluyor. Neyse. Bu şekilde her sonu sonunda bir liste gibi dökünce ortaya her şeyi, hangi senemin daha saçma olduğunu, saçmalıkla dolu olduğunu anlayabilme çabamda yardımı dokunuyor diye sevinebilirim.
2024 nasıldı diye durup düşününce aklımda beliren taslak şöyle aslında, daha açıp da hatırlamak için hiçbir yazıya, fotoğraf klasörüne falan bakmadan evvel: Yılın ilk aylarında annemler ve abimlerle dramalar şeklinde hatırlıyorum sanki. İlk birkaç ay abimlerin yine canımı sıkmasıyla, allahım ben bu dünyaya neden geldim diye yakınmalarımla geçti gibime geliyor. Sonra ardarda, aralıksızca, peş peşe ve durmak bilmeksizin salakça kararlar ve hareketlerde bulunmaya başladığımı hatırlıyorum. Kış bitişinden yazın başlamasına kadar durmaksızın ben bu yazı nasıl geçireceğim, nereye gideceğim, bu senenin yazını da heba etmeden geçirmek istiyorum, hayatımda bir kere de olsun bir yaz iyi geçsin istiyorum diye ıkınmaktan bir dolu saçma şey yapıp, bir sürü de parayı çar çur ettiğimi biliyorum. Mart'ın ortaları ya da sonlarında ise yeniden aşık olduğumu (heyecan yapmayalım tabiki bir müzik grubuna, müziğe, yeniden müzik dinleyebilmeye, şarkıların o iyileştirici gücüne yeniden aşık olmayı kast ediyorum). O aşkla geçen ayların sonunda da Temmuz'un başında kendimi yeniden dünyanın öbür ucunda, bir konserde bulduğumu ise çok net bir şekilde hatırlıyorum (şu an düşününce hayal gibi gelse de). Kore'den ikinci kere döndükten sonrası ise çok hızlı geçmiş gibi. Yeniden kendimi insanlara açmaya başlamanın zorluklarına büründüğümü fark ediyorum. Saatimi sıfırlamamı sağlayan şeyleri, bu sefer başka insanlarla başka bir ortamda yeniden mi yaşıyorum diye düşünmeye başladığımı ama bu seferkinin başka bir ben olduğunu gördüğümü biliyorum. Geziler, hah tamam geziler. Yaz biterken ve sonbaharda arkadaşlarla geziler. Ve babamın hastalık hastalığı manyaklığının geldiği nokta. Yine iyi hatırlıyormuşum.
Toplamda 15 post görünüyor 2024'te. Gene hiç fena değil. Sayıyı görmesem bu sene hiç yazmamış olabilirim derdim. İnternetin, uygulamaların, tüm bu dünyanın geldiği noktayı düşünürsek hala bloga yazıyor olmam bile mucize gibi geliyor bana. Hala "yazıyor" olmam bile başlı başına mucize aslında.
Ocak ayını The Matchmakers {혼례대첩} (2023) dizisini anlatarak açmışım. 2023'ün son günlerinde bitmiş yayınlanması, o yüzden ancak yazmışım gibi. Sonra Ocak ayına özgü, artık gelenekselleşmiş (:p) iki yazı var: Biri her ocakta beliren Xena ile Mitoloji Saati projemi yazma perileriyle bir bölüm yazıp, sonraki seneye kadar bir daha yazamadığım o Xena bölümü incelemesi yazısı, diğeri de lanet olasıca doğum günümün yazılarından biri.
Şubat'ta bir yazı var durum güncellemesi gibi, Besettelse. Aslında bir de bir şey not alıp, taslakta bıraktığım bir yazı görünüyor. “Follow your inner moonlight; don't hide the madness.” diye bir sözü not almışım mesela, yanına Allen Ginsberg yazmışım ama bilmiyorum o mu demiş. “Too many of us are hung up on what we don't have, can't have, or won't ever have. We spend too much energy being down, when we could use that same energy – if not less of it – doing, or at least trying to do, some of the things we really want to do.” yazıyor sonra, Terry McMillan diye not etmişim. Kim, onu bile bilmiyorum. Bir de  en sonuna "Bir büyücünün her zaman tam vaktinde olması gereken yerde olduğunu, her altının parlamadığını ve her gezginin yolunu yitirmediğini çok iyi biliriz." diye yazmışım. Bu nereden, neden ve bunların hepsini neden boş bir sayfaya not edip, öylece bırakmışım bilmiyorum. Aklımdan neler geçiyordu acaba.
Mart'ta iki yazı var, umutlu. Biri Beatha ve Bahar Ekinoksu. Mart'ın birinde Dune'u izlemişim, sinemada. En son sinemaya o zaman gittim herhalde, öyle oluyor. Vay be. Mart'taki bu umutlu ve mutlu havam okuyunca bana bile ilginç geldi. Ama en yukarıda da dedim ya, sanki yine aynı kapana kısılıyormuşum da haberim yokmuş gibi. Mart'ın geri kalanında ramazanmış galiba, öyle görünüyor. Sonunda da seçim olmuş, tamamen silmişim kafamdan.
Nisan bomboş ama sonra, blog adına. Çünkü tam da işte o Nisan günlerinde başlamışım salaklıklarıma. Öyle anlıyorum sonraki yazdıklarımdan. Ofiste herkes oruç olunca her öğlen kendimi bir kahvecide kitap okurken bulduğum, bu arada da devamlı salakça planlar yapmaya çabaladığım o günler. Arabayla bayram tatili için köye gidip, gelmiştim doğru. İlkinde babamla gidip gelmiştim köye, ne zamandı acaba. Sonra bu sene Nisan'da annem geldi yanıma, onunla birlikte gittim. Yalnız araba kullanmayayım diye onca yolda, bir biri bir öbürü eşlik etmiş olmuştu yani bu ilk iki seferde. Ama haaa nasıl unutabilirim, gidişi 11 saat, dönüşü 17 saat süren 600 km yolu. Yani hakikaten ufak tefeğim, hastalıklıyım, ağlıyorum yerlere atıyorum kendimi falan ama çok güçlüyüm ben ya. Vallahi billahi ne çıkmadık canım varmış, ne güçlüymüşüm ben neleri başarmışım ya.
Nisan ayı bu yüzden boş belki de. Güçlü olmaya çalışmakla, manyaklar gibi Xdinary Heroes dinlemekle geçirmişim.
Mayıs'ta da iki yazı var, tüm bir Mart'ın yarısını, Nisan'ın tamamını ve Mayıs'ımın yarısını açıklayan. Nisan'ın sonundan Mayıs'ın yarısına kadar o dediğim salaklıklarımla meşgulmüşüm gibi görünüyor. Oraya mı bilet alsam buraya mı. O konsere mi gitsem bu konsere mi. Çok büyük bir ders almış oldum, size de öğreteyim: Karaborsa sitelerinden konser bileti almayın. Normal fiyatının 5 katına satıyorlar çünkü. Yani özetle Nisan boyu, önce konser bileti alıp, iade etmeye ve geri satmaya çalışmamla, bu arada uçak bileti alıp iade etmeye çalışmamla falan geçmiş.
Haziran'da tek bir yazı var (Mi Manchi), Mayıs'ımın geri kalanını anlatan. Sınavlarım varmış mesela, Lovely Runner'ın bittiği zamanlarmış. Cey'le bir onun evinde bir benim evimde buluşup, dizi izlemelere başladığımız zamanmış mesela.
Temmuz'um yazısız çünkü bir manyaklıkla aldığım konser biletinin peşinden hemen Temmuz'un birinde Kore'ye gitmiştim yine. Xdinary Heroes konserine. Ve birkaç günlüğüne Busan'ı da görmüştüm. Eskiden olsa giderken gidiyorum diye bir şeyler yazardım, döndüğümde gördüklerimi anlatmaya başlardım ama hayatım önümden son sürat akan otobüs camı görüntüsü gibi artık. Gözlerimi kırpıştırıyorum bir şeyler görebilmek için ama gene de yakalayamıyorum. Temmuz'un sonunda bir de Horma Kanyonu-Safranbolu gezisi yapmıştım arkadaşlarla. Onu bile anlatamadım, halbuki tek bir günlüktü. 
Ağustos'ta tek bir durum güncellemem var, Non So Cosa Sto Facendo. Ağustos'ta işte yukarıda bahsettiğim, hayatımın ilk tek başına uzun yolculuğunu, (arabayı kendim sürerek) yaptım. Rahattı, mutluydum. Daha çok korkacağımı, endişeleneceğimi, panik yapacağımı düşünmüştüm ama öyle olmadı hiç. Şaşkınım evet. Kendime. Neredeyse gurur duyacağım hani. İlginç. Kendime aferin demeye, kendimi takdir etmeye, kendimden memnun olmaya hiç alışkın değilim ya tuhaf geliyor. Pek de bir şey başarmışım gibi hissedemiyorum o yüzden. O günlerde annemlerin yanında bir dolu şey başardım aslında düşününce. Onu getir bunu götür, onu hallet bunu hallet. Evin hem büyük oğlu hem kızı oldum o günler. Hepsini tek başıma göğüsledim. Gerçekten de bu minik beden neler kaldırmış be.
Eylül ayında yazdığım tek yazıya (Eylülde) şimdi bakınca ne düşündüğümü hatırlıyor gibiyim ama saçmalık, çok takılmayın. Oysa eylülde bir dolu şey oldu. Hayatımın yine bir ilki. T.'nin yeni aldığı arabayı o taraftan Ankara'ya getirdim. 3 yıl boyunca sadece kendi arabamı sürdükten sonra bir gün hop ilk defa gördüğüm bir arabaya atlayıp, şehirlerarası yolda geldim. Kendimle gurur duyayım mı?
Tabi bu bahaneyle Balıkesir ve Bergama taraflarını da gezmiş oldum (bilin bakalım bunları da anlatabildim mi). Sonra Eylül'ün son günlerinde bir gün de Sivrihisar'ı gezdik, keyifliydi. Eylül'ün geri kalanını ise tamamen dişçi koltuğundaki saatlerimle hatırlıyorum.
Ekim'de de yazı yok. Oysa bir başka gezi yaptığım bir aydı. Eskişehir-Kütahya-Afyon yaptık, anlatacak ve söylemek istediğim pek çok şey var ama.
Şu kararlılığı ve karizmayı
 tam olarak
hangi noktada kaybettiğimi
 bilmiyorum ama geri bulacağım.
Kasım'da da tek bir yazı var: Vi odio Tutti. Bu kadar insanlarla vakit geçirmenin bir patlaması olacaktı haliyle ve Kasım'da artık patlama noktasına gelmişim. Ekim'in sonunda da zaten babamın saçmalıkları başlamış. Kasım hep sinir harpleri, saçmalıklar, patlamalar şeklinde içimde.
Bu yüzden Aralık'ta 3 yazı var. 2024'ün ilk ayı ve son ayı yılın en fazla yazı yazdığım zamanları olmuş, tesadüf mü, bilemedim. Neve e Gengis Khan, So many books so little time ve So Be It.

2024 neydi nasıldı bana ne dedi diye düşündüm de bir an şimdi, bir dolu karmaşa. Hani bir kafeye girersiniz de bir dolu ses vardır, hiçbirinin ne dediği anlaşılmayan bir gürültü karmaşası olur, aynen onun gibiydi 2024. Oraya buraya dağılmak gibiydi, geçtiğimiz 20 yılda öğrendiklerimi öğrenebilmiş miyim diye evrenin kafama habire böyle yandan yandan vurduğunu hissetmek gibiydi. Sen hani bak böyle böyle dersler aldın, kendine şöyle şöyle şeyler dedin ya, hah işte şimdi bak yine aynı yola girer gibi yapacaksın ve bakalım farklı sonuca ulaşabilecek misin diye sorduğu bir yıl oldu. Çok başarılı bir sınav veremesem de, debelensem bocalasam da bir miktar öğrenmiş olduğumu fark ettim.

29 Aralık 2024 Pazar

So be it.

Seungmin'in konuyla alakası yok ama bu bakışı, iki haftadır ruh halime uyuyor

 Nerede kalmışız? Hah 12 Aralık Perşembe. O perşembe ve cuma koordinatörüm izinliydi, o yüzden işyerinde rahattım. Tamam hatırladım. Ofiste rahattım belki ama alttan alttan kaynayan bir şeylerin fışkırmasına az kalmıştı. O hafta bitmeden T.'yi küstürdüm. Küsmek diyelim adına ama işte 30lu yaşlarımızda artık buna ne denirse. Tabi kafamda bir dolu başka şey, babam mr'a mı gelecek, yılbaşına ne olacak, onu mu yapacağım bunu mu edeceğim...Peki dedim içimden, sadece peki. O kafayla bir de bu konuya girişirsem kendim de dahil herkesin pişman olacağı şeyler söyleyeceğim. Peki. Dur. Şimdilik anlamıyormuş gibi yap ne olup bittiğini.

Cumartesi ya da pazar abim arabayı aldı gene. Kendi arabalarının üst camını mı değiştirteceklermiş bir şeyler, o arada araba lazım olur diye. Peki dedim. Ona da peki. Hafta içinde babam mr'a gelecek, bunu ikimiz de biliyoruz, babamın neyle geleceğini nasıl hastaneye gideceğini şunu bunu konuşmadık daha, ee o zaman insan bir önce bu durumlara açıklık getirmek istemez mi...Ihıh. Önce bir babamı aramış ve nasıl olacağını sormuş olsa, sonra ona göre arabanın bana lazım olup olmayacağını hesap edip, öyle istese mesela. Ihıh. Lazım olmadı sayılır sonuçta ama, olabilirdi de. Neyse. O hafta da ziyadesiyle keşke bir dağ başında öyle topraktan fışkırıp doğmuş olsaymışım dediğim bir hafta oldu.

O cumartesi-pazarı evde geçirdim tabiki. Cidden kocaman eve hem kira verip, hem ısıtmak için o kadar para harcayıp, sadece gelip uyuyup gitmek çok zoruma gidiyor. Bulabildiğim her fırsatta eve yapışıyorum bu yüzden. Hiç dışarı çıkmak istemiyorum. O kadar eşya alacağım seçeceğim kuracağım diye uğraştıktan sonra her gün dışarı fırlamak saçma geliyor. Hafta içi evimi göremiyorum. İşte bu yüzden yeniden arkadaş edinmemeliydim 2019'dan sonra. Arkadaşlar hep gezmek istiyor. Ben istemiyorum.

16'sında pazartesi annemler geldi. Babam annemi de alıp, kendi arabasıyla geldi. Ertesi gün, sabahın 5'inde evden çıktık, hastaneye gittik. Benim arabamla da gidebilirdik, böylece kapkara gece ayazında otoparktan hastane binası kilometrelerce yürümemiş olurduk. Ben onları direkt kapıda indirir, park etmeye giderdim. Bekleme süresi uzayınca işe giderdim veya off neyse işte. Oralara girmeyelim. Sabahın 5 buçuğundan saat 9'a kadar içeri almalarını bekledik. Gerçekten hasta olmak istemediğime karar verdim. Doktorlara ve hastanelere işim düşmesin istedim. Hiçbir şey elde etme ya da çözme şansınız yok çünkü. Bir sürü sorunum varken mesela şu an, hiçbir şekilde doktora gitmemeye çalışıyorum. Görmezden gelirsem hastalıklarım da belki kaybolur diyorum.

Annemler hemen ertesi sabah yola çıkıp, köye geri döndü. Benim de üstüme bir böyle bir bırakmışlık çöktü. T.'ye mesaj attım, özür diledim. Öğle arasında buluştuk, muhabbet ettik. Bilmiyorum, o gün içimden öyle geldi. Sanırım doğru zamanı beklemek gerekiyor. Hep ani bir şekilde öfkeleniyorum, daha önce de bahsettim herhalde, dışarı çıkaramadığım için öfkemi diğer insanlar gibi sağlıklı bir şekilde. Birden çok fazla, aşırı fazla öfkeleniyorum en ufak şeye bile. O öfkelenme anımda da her şeyi parçalıyorum, her şeyi herkesi siliyorum, yıkıyorum. Ama içimden. İçimde. Daha önce böyle kendimi bekletebildiğim pek olmamıştı, bu sefer başarabildim. Ve işe yaradı.

T. konusunda iyi olabilmeyi başardım ama o birkaç gün ofiste her şey çok kötüydü. Detayına girmeyeceğim. Sadece yine her akşam eve gelip, annemle telefonda konuşurken bir şey belli etmemeye çalışıp, uyanık olduğum her anı ağlayarak geçirdiğim o zamanlardan biriydi. Dışarıdan bakınca şanslı olduğumu düşünenler var biliyorum, herkese kendi ortamı daha kötü geliyor ama...diyecek bir şeyim yok. Ölüyorum. Biraz daha bu işte, bu meslekte, bu ülkede, böyle mesai yaparak çalışmaya devam edersem sadece ölüm kalacak ortada.

20'sinde cuma günü öğlene doğru mu öğlenden sonra mı neydi annem aradı. Yengem kayıp düşmüş, bacağının üst kısmındaki kemiği kırılmış. Hastanedeymiş, ameliyat olacakmış. İşteydim, arabam abimdeydi. Sadece arayabildim abimi. Neyse ki yengemin annesi babası geldi ertesi gün bakmak için. Haberi ilk aldığımda aklımdan geçen düşünceler...Ben kötü bir insan mıyım diye kendime kızmakla, beni bu hale getirenlerin suçu olmuyor mu böyle düşünmem diye başkalarına kızmak arasında gidip geldim. Neyse.

21'inde E.'lere gittik, "altın günü" sırası onlarda olduğundan. İnsan arkadaşlarıyla vakit geçirip, sohbet edip, pasta börek yediği için mutlu olmalı değil mi? Bense sadece tüm cumartesimi yediler, gene evimi göremedim hiçbir işimi halledemedim diye sinir püskürüyorum. Ben gerçekten kötü bir insan mıyım? Arkadaşlarımı sevmiyor değilim, bunu anlatabiliyor muyum ki. Sadece hiç vaktim yok, tüm zamanımı habire başkaları talep ediyor gibi hissediyorum. Zaten tüm günümü ofiste geçiyorum, elimde sadece haftasonları kalıyor. Kendim için, kendim olabilmem için. Daha önce de dediğim gibi, insanlar bunu söylesem sadece kendi üstlerine alınacaklar. Kişisel algılayacaklar. Beni sevmiyor diyecekler, istemiyor diyecekler. Susuyorum. Peki.

Pazar günü abim geldi, aldı beni evden, yengemi ziyarete gittim. Arabamı da alıp, geri döndüm. Yani geçen haftasonum tamamıyla puf oldu.

Bu arada annemler gittiğinden beri ocağımın iki gözünün düğmesi dönmüyordu. Çalıştırabildiğim iki gözden birisinin çakmağı ateşlemiyordu. Tabi anneme ocağı mı bozdunuz demedim telefonlarda. Ama bozmuşlar. Ben de anlamadım. Taş gibi düğmeler, dönmüyor. Ocak zaten uzatmalarını yaşıyordu ama işte her şeyde olduğu gibi bunda da "nasıl olsa gideceğim" diyen kafamın içindeki o saçma sesle yaşadığım için değiştirmeye kalkamıyordum. Mecbur kaldım. 

Bu ocak taa ben üniversitedeyken diğer ocağımızın üstünde yemek yanınca alınan ocaktı. İkinci sınıftaydık herhalde, eylül ayıydı. Okuldayken bir gün annem aramıştı, dayım vefat ettiği için babamla yola çıktıklarını, merak etmememi söylemişti. Ders bitince C. ile G. de ben yalnız kalmayayım diye benimle birlikte gelmişti. Eve girdiğimiz anda kalın bir duman tabakasıyla karşılaşmıştık. Annem haberin şok ediciliğiyle (dayım daha 50li yaşlarında olmalı o zaman hatırlayamıyorum ama, hiçbir hastalığı ya da bir şeyi yokken birden böyle bir haber aldık yani) evden nasıl çıkmışsa, ocakta yemek tenceresi kalmıştı. O akşam saatlerce kızlar o ocağı ovaladı süngerle. Beyaz bir set üstü ocaktı. Kapkara olmuştu kömürden. Sonra her şey durulunca bu şimdiki ocak alınmıştı, gümüş rengi. Yine set üstü. O beyaz olandan da önce fırınlı o büyük ocaklardan vardı evimizde. Ama fırınını hiç kullanmazdık, hep ayrı başka minik bir fırınımız olmuştu. Sadece ocak kısmını kullanırdık. Anneme sorduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Neden bunu kullanmıyoruz diye. Çünkü filmlerde, dizilerde hep öyle fırın kullandıklarını görüyordum, ekran gördüğüm her şey benim için daha güzel (mutlu) bir hayatı ifade ettiğinden de heves ediyordum. Bozuk muydu, iyi mi değildi bir şeylerdi, hatırlamıyorum annem tam ne diyordu. Ömrümün bu noktasına kadar yani, hep set üstü ocakla yaşadım. Ne kadar saçma, ne kadar basit bir şey değil mi? Niye bu kadar taktıysam. O yüzden bu sefer tam da o heves ettiğim fırınlı ocaktan ya da ocaklı fırından neyse artık, ondan aldım. Bazen yaptığım her şeyi sanki büyüdüğüm yıllara, evlere, eşyalara inat yapıyormuşum gibi yaptığımı hissediyorum. Daha doğrusu babama. Tüm hayatıma karar veren, tüm o taşındığımız evlere, eşyalara, her şeye karar veren, her şeyin kararını veren babamın kararlarına inat etmeye, hep onların dışına çıkmaya çalışıyormuşum gibi. Tüm amacım büyüdüğüm yılların rövanşını almaya çalışmakmış gibi geliyor. Saçmalıyorum.

Pazartesi biraz baktım internetten modellere falan. Salı sabahı sipariş ettim bir tanesini, yılbaşına kadar gelir herhalde diye düşünerek. Öğleden sonra aradı bayi, yarın sabah getirelim dedi. Şaşkındım ama olurdu tabi, neden olmasın.

Salı akşamı da servisteki kızlarla yılbaşı yemeği yiyelim dedik. Ertesi sabah fırını takmaya geleceklerdi, mutfağı toplamak ve hazırlamam gerekiyordu ama olsundu. Bir de salı sabahı kabuslarla uyandım. Tüm gece kabus görüp, kötü bir uykudan uyanamadığım için işe geç kaldım, yüzüm gözüm şişti, gözlerim kan çanağı halinde ayakta uyuyordum. Gene de mutlu bir akşam oldu. Yemek yedik, sonra kahveciye geçtik. Güldük, muhabbet ettik.

Çarşamba sabahı işe gitmedim. 10'da getireceğiz dediler kurulum yapmaya. 11'de geldiler (çünkü burası Türkiye). Ustalardan gıcık olanı, eski ocağa bağlı gaz borusunu eline alıp çıkarmaya başlayınca dirsek kırıldı. Bir parçası borunun içinde kaldı. Çıkaramadı. Borunu değişmesi gerek dedi. Güya o boruyu bağlayanlar (eve taşındığımda başkent gazdan gelip bağlamışlardı ocağımı) dirsek kısmına da gaz kaçırmasın diye sıkılan spreyden sıkmışlar da, o madde de onu çürütmüş de. Yüzde iki yüz eminim ki benim yerimde başkası olsaydı, ben dışında herkes yani, adama senin suçun derdi. Sen kırdın, sen yapacaksın. Derdi. Derdiniz. Her biriniz. Ben diyemedim. Bir tane tesisatçı bulmanız gerek, boruyu değiştirip, ocağı bağlayabilir diyerek gittiler. Ben ücretsiz kurulum diye özellikle aldım, sonunda elimde kırılmış dirsek ve değişmesi gereken bir boru ile kalakaldım. Yeni fırınlı ocak bir kenarda. Bulaşık makinesi ortada. Bir de sabahın köründe kalkıp, tüm o etrafını cifle ovalamıştım. Üstüne yorgunluğum. Bir de normalde bulaşık makinesini fırının olması gereken yere koyup, üstüne set üstü ocağı koymuştum taşındığımda. Şimdi yeni fırınlı ocak geliyor diye mecburen bulaşık makinesini asıl olması gereken yerine taşımam gerekti ama borularını söküp, öbür tarafa almam gerekiyordu ve sökemedim. Sökemedim. Döndüremedim bağlantı yerlerini. Gücüm yetmedi. Bir şeye gücüm yetmeyince şoka giriyorum ben. Halbuki aynada şöyle bir iki saniye kendime baksam çok da normal olacağını anlayabileceğim. Ama işte kafamın içindeki ben çok farklı. Mesela şimdi şu kanepe merdivenlerden mi indirilecek, yaparım gibi geliyor. 35 bin parçalık giysi dolabı kurulacak mesela, hallederim gibi geliyor gayet, ne var ki bunda. Ata binip, dört nala giderken arkamı dönüp, ok da atabilirim. Hepsine dair kafamda başka bir ben var. Böyle saçma salak bir algım var. Düzeltemiyorum. Sonra da ufak bir boruyu yerinden oynatamayınca bakakalıyorum. Nasıl yani diyerek. Hani süper kahramanlar hikayenin bir noktasında mutlaka güçlerini bir süreliğine kaybederler de o arada bir kutuyu kaldıramazlar da şaşkınlıkla kalakalırlar ya. Tam olarak öyle oluyorum. Sanki hep tek elimle bir uçağı durdurabiliyormuşum da bunca yıl, şimdi o boruyu nasıl sökemiyorum diye ellerime bakakalıyorum.

Ustalar gidince o halde, ağlamaklı suratımla dışarı çıktım. Önce boruyu sorayım hırdavatçıya dedim, hem de bildikleri tesisatçı var mı derdim. Dükkanda ben bildiğiniz tesisatçı var mı diye sorunca kasada bir şey almak için bekleyen bir gözlüklü genç hemen atladı, biz tesisatçıyız, hemen şurada bir iş yapıyoruz gelelim dedi. Kartını çıkardı kendi dükkanlarının, baktım Keçiören yazıyor. Bir de yani moralim bozuk, böyle bir tesadüf sinir bozucu geldi. Bir de ısrarcıydı, yok diyebildim neyse ki allahım, çok  korktum hayır diyemeyeceğim diye. Dedim çok uzakmış yeriniz ben yakınlarda da bakayım olmadı ararım. Çocuk bozuldu, benim ayarlarım çok tutundu. Neyse ki çıktı dükkandan. Hırdavatçı bir  tane var şurada oturuyor dedi, bir kağıda isim ve telefon yazdı verdi. Dükkandan çıktım, kağıda baktım, bu da bir tuhaf geldi. Dükkan ismi vermedi, yer söylemedi, öylesine bir adam ismi ve telefonu. İçim zaten çok kötüydü, onu da aramadım. Annemle konuştum, annem ara sokakta vardı sanki dedi. Ben de sanki gördüm öyle bir şeyler dedim. Yürüdüm eve doğru, bakarak. Bir yer görüp girdim, yok biz teknik servisiz dedi adam. Başım önde, moralim eksilerde, bakkalın önünden geçerken bakkal abinin ikisine de sordum tesisatçı var mı bildiğiniz diye. Son bir tükenmişlikle. Az önce buradaydı bir tane dediler, kasanın oraya koymuşlar kartı varmış onu verdiler. Neyse ki bu kart biraz daha insanın içine sinen bir şekildeydi. Aradım, adam evinde yemek yiyormuş öğle arası diye. İki apartman ötede. Neyse ki geldi yarım saat içinde. Boruyu falan aldı, taktı ocağı. Bulaşık makinesini de yerine geçirdi, bağlantılarını yaptı. Ücretsiz kurulum diye aldığım şeyi bağlatmak için bir sürü para ve zaman vermiş olmamın yanında bir de kafam bozuldu, ruhum bozuldu, sinirlerim alt üst oldu. Bu dünya için fazla eziğim.

Tesisatçı ustanın işi bir buçuğu geçerken bitince, iş yerini aradım, gelmene gerek yok denilince peki dedim. Öğleden sonramı ustaların toz toprağa buladığı evi temizleyip, toplamaya ayırdım böylece.

Perşembe-cuma ofiste çılgınlar gibi çalışmaca ile geçti. Artık bir şey demiyorum. Neyse ki iki gündür evden çıkmadım. Gene de yetmedi. Yetmiyor. Haftasonu yetmiyor. Pazar akşamı saat on oldu, ben hala bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Daha neler yapacaktım halbuki. Tüm bir seneyi toplamam, nihayate erdirmem gerekiyordu.

Bu arada annemle önce benim yılbaşı için köye gitmem üzerine anlaşmıştık ama sonra dedi ki bu hafta konuşurken, kar falan yağar yollar buz olur boşver sen gelme. Biz zaten 2'sinde falan geliriz. Çünkü 6'sında da bu sefer kolonoskopi randevusu aldı babam. Peki dedim. Yılbaşında evimdeyim yani. Böyle söyleyince büyüsü bozulacak diye çok korkuyorum. Beni evimden çıkaracak bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Sadece şöyle sakince, kendi kendime birkaç gün geçireyim ya. Tek bir gün tatil zaten, önü arkası gene işe gideceğim. Sadece bir bırakın beni ya. Bir kendi halime bırakın. Bir ellemeyin. Bir hiçbir şey bozulmasın. Bir evden çıkmayayım.

En son evden çıkmak istemiyorum, hiç kimseyi görmek istemiyorum,, kimseyle konuşmak istemiyorum dediğimde 2019'un son aylarıydı ve Mart'ta pandemi başlamıştı. Bir şey demek gibi olmasın ama bence beni hayattan ve insanlardan bıktırmasanız iyi olurdu yani.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...