En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk bir sistemi, mailleri kontrol ettikten sonra ofiste ders çalışmaktı. Çünkü bir önceki hafta özellikle oturup, birçok işi önden yapmıştım. Pazartesi manyakçaydı. Planım çalışmamaktı evet, birlikte çalıştığım iş arkadaşım benim yapabildiğim her şeyi yapabiliyor, o bakacaktı, baktı da işlere. Ama nasıl olduysa bir şekilde ben de çalıştım. Bir yandan iş yaptım, bir yandan önümdeki ders notlarına baktım. Kafam çorba oldu. Tükendim. Eve gidip ders çalışmaya devam edecektim güya, eve girdiğimde öylece yığılıp kaldım. Salı günü daha da beter geçti. Çorba çamura döndü, beynimden eser kalmadı ortada. Akşama doğru artık dedim ki ben niye kendimi böyle zorluyorum ki. Zorum ne yani? Bir dolu iznim var, niye almıyorum? Niye izin alamıyorum? Zorla, söylene söylene, bastırarak izin alabildim (hatta ertesi gün öğleden sonra onaylandı iznim). Haftanın geri kalanında evde, sınavlara çalıştım.
Evde olmak mükemmel. Söylemiş miydim daha önce? Belki yeteri kadar söylememişimdir diye tekrar ediyorum. MÜKKEMMELL. Yüzüm değişiyor, sağlığım düzeliyor, karnımın şişliği iniyor, kırışıklıklarım gidiyor, gözlerimin yanması geçiyor, her şey ama her şey düzeliyor evde olunca. Çarşamba günü sakin sakin ders çalıştım, dinlendim. Böyle olursa belki diğer günler yürüyüşe bile çıkarım diyordum ki kendi kendime, Perşembe sabahı elektrik gitti. Başkentin ortasında. Sabah öylece, kahvaltımı bitirmişim duş alacağım, şak elektrik gitti. Kombi çalışamıyordu haliyle. Ev buz gibi oldu. Modem çalışmıyordu, internet yoktu. Telefonunkine bağlayayım bilgisayarı dedim, telefon hattı da çekmemeye başladı (elektrik kesintisi baz istasyonlarını da etkiliyor sanırım, evet bu da başkentin ortasında). Öylece kalakaldım buz gibi bir evin içinde. Evimin keyfini çıkarayım diye aldığım zar zor izinde evim bu halde. Duş alamamış o berbat halde, dedim ki şöyle insan olmayan bir kafeye falan gidip, çalışayım o zaman. Ben evden çıkana kadar yüz kere elektrik gitti geldi. Oynayıp durdular.
Çıktım bir avmnin dış tarafındaki bir kafeye. İçeri girip, bir süre bakındım. İçimden hiç oturmak gelmedi. Ne bileyim. İçimin bir bildiği vardır belki dedim. Cey'i aradım. Belki o da gelmek isterse muhabbet ederiz diye düşündüm. Sen gel dedi, peki dedim. Tam arabaya dönecekken komşum olan arkadaşım elektriğin bu sefer temelli geldiğini haber edince, koşturarak eve döndüm, duş aldım, Cey'e gittim. O günün olması gereken gidişatı buydu çünkü, öyle gibime geldi, evrenin mesajlarını görmezden gelemezdim. Cey'de akşama kadar oturup, muhabbet ettik. Çin yemeği söyledik, bir ondan bir bundan konuştuk. Gece evde döndüğümde direkt yatağa girip, bir şeyler izledim, telefona bakındım. O gün öyle bir gün olmalıymış demek ki.
Cuma günü, son izin günümde neyse ki yine tüm gün evde ders çalışabildim. Haftasonu 7 dersten birden sınava girecek olmak biraz zorlayıcıydı tabi. Ama asıl sorun sınavlara girecek olmam değil. O sınavlarda sorumlu olduğum konular hakkında ne varsa okuyabilmek istiyorum aslında. Ama tüm zamanım ofise gitmek ve çalışmakla dolduğu için oturup da ne ders kitaplarını okuyabiliyorum, ne merak ettiklerimi araştırabiliyorum. İşe gitmek zorunda olmasam, bu aldığım derslerde ne anlatılıyorsa satır satır ezberleyebileceğime, hatta üstlerine daha da fazlasını öğrenebileceğimi eminim. Çünkü merak ediyorum, ilgimi çekiyor, mutlu oluyorum. Oysa şu halimle ancak sınavlardan önce bir iki hafta çıkmış sınav sorularına bakıp, haa bu derste bunlar mı varmış o zaman diye bakınabiliyorum. Susuzluktan ölüyor haldeyim ama önümdeki habire leblebi tozu var, ağzıma tıkıştırıp duruyorlar ve ben elimi uzatıp, o kocaman su dolu bardağa parmağımın ucunu değdirip, dudaklarımı ıslatabiliyorum.
Cumartesi sabahı iki dersin sınavı vardı, T. götürmek istedi arabayla, karşı çıkmayayım dedim. Meğerse tüm gün için plan yapmış. Öğleden sonra da 4 dersten sınavım vardı, kahvaltı yaparız, yemek yeriz, o sınavlara da götürüp, eve getirir beni diye planlamış. Kalp kırma dedim kendime, sorun yok, kendi kafamdaki plan bu değildi-olabilir, duruma uyum sağla dedim. Yani bunlar ufak şeyler belki ama benim tam olarak da kurtulmaya çalıştığım benliğim-kişiliğim buydu ya hani, o yüzden kötü. Yani o anda yok ben eve gitmeyi düşünüyordum, kendi kendime youtube izleyerek kahvaltı yapmak ve sonraki sınava kadarki birkaç saatte notlarımın üstünden geçmek istiyordum...desem ne oluyor biliyor musunuz? KÜSÜYORLAR. Koskocaman, yetişkin insanların suratı düşüyor, küsüyorlar. Küsmedim diyorlar, yok sorun değil diyorlar ama küsüyorlar. Sonraki birkaç hafta pek iletişim kurmuyorlar mesela. Belli oluyor hallerinden tavırlarından. Nereden biliyorum biliyor musunuz? Birkaç kere denedim çünkü. Bir yere gelmek istemedim mesela ya da o gün arabayla gitmek istemedim, onların istediği bir şeyi istemedim en basiti. Yaptım bunu. Sonucu hep böyleydi. İnsanlar, onların istediği bir şeyi yapmadığınızda, onların kafalarındaki plana uymadığınızda, kendinize ait bir hayata sahip olduğunuzda neden bunu kendilerine bir saldırı gibi algılıyorlar? Aşırı tuhaf değil mi? Bu istememezliğimin seninle bir ilgisi yok diye bağırmak istiyorum böyle durumlarda. Bir şeyi istemiyor olmamın seninle hiçbir ilgisi yok. O durumda yanımda başka biri de olsa istemeyeceğim çünkü, kişiden bağımsız bir istememezlik bu. Algılayamıyorlar. Olmuyor. Yani çocukça diyeceğim ama çocukluk da böyle kötü bir şey değil ki. Neyse. Cumartesi tüm gün sınav sınav okul okul yokuş bayır çık in buz gibi hava terle soğu şeklinde planımın ve düşündüğümün çok dışında bir gün geçirdim.
Cumartesi akşamı film izledim. Aylar yıllar sonra gibi gelen bir zamandan sonra. Film izleyebildim. Komik görünüyor diye kenara kaydettiğim Freelance (2023) diye bir filmi. John Cena eski bir askeri oynuyor. Bir operasyonda yaralanıp, emekli oluyor. Yıllar sonra eski bir arkadaşının güvenlik şirketi için bir gazeteciyi koruma görevi alıyor. Kariyerinin kötü bir noktasındaki gazeteciyi de Alison Brie oynuyor. Eski askerimiz, bu gazetecinin bir Latin Amerika ülkesinin diktatörüyle röportaj yaparken korunmasından sorumlu. Ama tam onlar gittiğinde muhalifler diktatörü devirmeye çalışıyor. Aşırı sarmadı, durdurup, evin içinde birkaç iş yapıp, geri açıp bakıp, sonra döngüyü tekrarlayarak bitirdim ama kötü de değildi. İlginçti. Yani saçma bir komedi beklerken ciddi şeylerden bahsetti. Çok ciddi politik şeyleri anlattı mesela. Ama komediydi de. Daha doğrusu tam olarak şöyle hissettirdi: Biraz daha yapsalar iyi bir komedi olacakmış ya da biraz daha ciddileşse güzel bir politik drama olacakmış. Hatta biraz daha üstüne düşseler eğlenceli bir aksiyon olacakmış. İşte hep "olacakmış". Mesela filmin açılışı çok iyiydi. İnsanın hayattaki amacını bulması ve onu gerçekleştirmesi, hayallerin mutluluğu üzerine çok iyi yazılmış bir monologla açılıyordu, çekim tarzını da beğendim ayrıca. Ama ne o olmuş ne bu. Ara ara haa diyerek ekrana bakıyorsunuz, tam öyle dediğim şeylerden biri olacakmış gibi geliyor ama olmuyor.
Pazar da öğleden sonra tek bir dersten sınav vardı. Evin biraz yukarısında (yarım saatlik yürüme mesafesinde) görünüyordu okul. Çıkıp yavaş yavaş yürüyeyim, aklım da boşalır belki dedim. Çoook yukarıdaymış, aşırı aşırı bir tepenin başındaymış. Son anda yetiştiğim gibi kayboluyordum da ara sokaklarda. Eve dönünce sanki bundan sonra hiç ders çalışmam gerekmiyormuş gibi bir rahatlama gelir ya hani, ondan gelince üstüme dışarıdan yemek söyledim. Açıp, bir süredir baya tavsiye ettikleri bir diziyi izlemeye başlayayım dedim. Diziye yeni başlamıştım ki T. mesaj attı. Bilgisayarındaki bir sorunu soruyordu, dedim getir evde bakayım. Bir saat falan o oturdu, sorunu düzelttim, çay içtik. Çayın yanına irmik helvası yapacaktım mesela, o geldiği için yapamadım çünkü yemiyor. Gelmesinde sorun yok tabiki, onu demeye çalışmıyorum. Bu kafamdaki plan olayı için diyorum. Her zaman istemsiz bir şekilde plan yapıyorum, hayatımın her dakikasında. Ve bu planlara hep insanların müdahalesi olmuş oluyor. Gelmesinden keyif aldım, oturup çay içip muhabbet etmekten de keyif aldım. Ama plan...Hani kafamdaki bu değildi ve duruma uyum sağlamaya çalıştım ya...Beni biraz zorluyor.
O gittikten sonra yaptım irmiği, geç bir saatte yemiş oldum. Ama irmiğe sıra gelene kadar nedense yemekten de hemen önce karnım şişmişti gene. Davul gibiydim yani yine. Sabah kahvaltı yapıp, öğleden sonra sınava giderken iyiydim halbuki. Tek fark edebildiğim, sınavdan dönerken markete girdim, eve dönüş yolunun geri kalanında elimde hindistan cevizli bir çikolatayla aheste aheste yürürken karnımın şişmeye başladığıydı. Açken. Durup dururken. Bu durumu ilk fark etmeye başladığımdan beri neredeyse 2 yıl olacak ama artık gerçekten aşırı aşırı can sıkıcı olmaya başladı. Canımı yakıyor bu şişlik. Fiziksel olarak. Psikolojime yaptıklarından bahsetmiyorum. Karnım içeriden patlayacakmış gibi oluyor. Giydiğim hiçbir şeyi üstümden istemiyorum, karnıma bıçak saplayıp kesip atmak istiyorum o hale geliyorum.
Pazar akşamı dediğim gibi dizinin ilk iki bölümünü izledim. When The Phone Rings dediğim dizi. Romantik komedilerden öğk gelmişti, zaten 2 aydır da kdrama izlemiyordum ya, dedim açıp beş on dakika bakıp en azından merakımı gideririm. Zaten sıkar, izlemem. Öyle olmadı. Özlemişim de. Bir de aksiyon gerilim macera gizem...İkinci bölümü de izledim. 4 bölüm yayınlanmıştı, hepsini izleyemedim ertesi sabah işe gideceğim için tabi. Dün izledim herhalde dördüncü bölümü ancak. Şimdilik çok keyifli, bölümler gelse de izlesem diye bakınıyorum. Daha önce hiç izlemediğim Yoo Yeon Seok, cumhurbaşkanlığı sözcüsü. Daha önce Rookie Cops (2022)'ta, I'm Not A Robot (2017)'ta ve Love in The Moonlight (2016)'ta izlediğim Chae Soo Bin de onun eşi rolünde, duyabiliyor ama konuşamıyor. İşaret dili tercümanı olarak çalışıyor. CB sözcümüz eşini kamuoyundan gizli tutuyor, işte politik şeyler karımı basın tanırsa bana şey olur falan filan. Sonra birisi kadın üzerinden onu tehdit etmeye başlıyor, olaylar olaylar. Görünen bu, görünenin gerisinde bir dolu hikaye var. Heyecanlı.
Bu arada perşembe günü Kitapyurdu'nda Yeditepe Yayınları'nda indirim vardı, uzundur biriktirdiğim listedekilerden sipariş ettim hemen. Yeditepe'nin birçok kitabını işaretlemiştim çünkü en merak ettiğim şeyler hakkında kitaplar yayınlıyorlar : Tarih. Bir dolu kitap almış oldum. Ne zaman okuyacağımı bilmiyorum. Kısmet artık.
5 gün sonra babamın yine mr randevusu var. Ne zaman gelecek, ne zaman gidecek, neyle gelecek gidecek, annem de gelecek mi bu sefer falan hiçbir fikrim yok. Belki izin alabilirsem onunla köye gider miyim, yılbaşını orada geçirip gelir miyim...Bakalım. Bir şeyler önceden belli olmayınca da zorlanıyorum.
Geçen hafta cumartesi akşamı kar yağmıştı. Her kış mevsiminin ilk kar yağışında aklıma (ve gözümün önüne) Gilmore Girls'teki o sahnelerin gelmesi biraz hastalıklı bir durum gibi değil mi? Günün birinde bir şey izliyorsunuz ve izlerken hiç farkında olmuyorsunuz sonraki 20-25 yıl boyunca her "ilk kar"da kafanıza kazınmışçasına o sahneleri hatırlayacağınızın. Özellikle aklımıza kazınsın diye uğraştığımız şeyler kalmaz da böyle hiç dikkat etmediğimiz şeyler öylesine, öylece...kalıverir.
Pazar gecesi bir daha yağdı. Önce böyle bir hevesle, bir azimle yağınca sevindim, iyi bir kar olacak yüzyıllar sonra bu berbat şehirde düşündüm. Umutlandım. Uzun sürmedi.
Salı sabahı lastikleri değiştirmeye götüreyim arabayı dedim sabah erkenden. İşe oradan geçerim, pazartesi yağmadı zaten bir şey yoktur yerlerde dedim. Bir kalktım salı sabahı, her yer yine kar. Arabanın yanına indim, olduğu yerden çıkarabilmek için üstündeki tüm karı indirmem gerekti. Süpürgeye, şu buz kazıma şeyiyle yarım saat uğraştım. Boyum yetişmediği için üstteki karları süpürgeyle çekerken tamamen kar yığınının içinde kaldım. Sonunda arabayı yerinden çıkarabildiğimde planladığım saati epey geçirmiştim. Ustaya varabildiğimde önümde 7 araba daha vardı. Arabayı oraya bırakıp, taksiyle işe gideyim dedim. Kar yine yağıyordu. Taksi durağına yürümek zorunda kaldım, taksi yoktu, gelmez dedi görevli bu saatte. Otobüs durağına yürüdüm. Dolmuşlar dolu geçti. Sonunda bir otobüse binip, Kızılay'a gittim. Orada bir daha dolmuş yakalayıp, ofise ancak geçebildiğimde saat 11'e geliyordu sanırım. Her şeyle uğraşmak çok yorucu.
Çarşamba akşamı A. ve G.'nin yakınlardaki doğumgünlerini kutlayalım diye dışarı çıktık işten sonra. Bir süredir huysuz şirin gibi dolaştığımdan o akşam bana gerçekten keyifli geldi. Eğleneceğimi ve keyif alacağımı düşünmemiştim tabi çıkmadan önce, malum ruh halimden ötürü, bir tür görev gibi çıktım yola yine. Ama güzeldi. Arada lazım.
Perşembe akşamı annemler geldi. Babamın cuma sabahına mr randevusu var diye. Bakım varmış diye ertelendi gerçi de. Cumartesi de abimlere gittik (haliyle). Çocuklar odanın duvarlarındaki Blackpink resimlerini çıkarıp, yerine BTS doldurmuşlar. Görünce şoka girdim. Olamaz dedim ya. Olmamalı. Aramızda 30 yaş var. Odaya girer girmez Tae'nin yan bakışıyla karşılaşmak çok koydu. Ne yapıyorum ben hayatımla ya acaba?
Bu sabah da annemler geri döndü köye. Ders çalışmam gerekiyordu ama rollercoaster gibiydi geçirdiğim hafta. Önce bir oturup, boş boş youtube izledim. Instagrama baktım saatlerce. Günlerdir telefonuma bakamamıştım bir kere bile. Bakıyorum diğer insanlara böyle olmuyor. Ben başka birileriyle birlikteyken kesinlikle telefonuma bakamıyorum. Telefon ve internet, sosyal medya falan sadece yalnızken yapabileceğim bir şeymiş gibi geliyor bana. Buradaki "yapabilmek"ten kastım gerçek anlamıyla "-ebilmek". Yanımda başka biri veya birileri varken onlara konsantre olmam gerekiyor yoksa ortamdan soyutlanıveriyorum. İki saniye whatsapptan gelen mesajı bile okusam aklım uçup gidiyor, ne o mesaja odaklanabiliyorum ne de karşımdaki insana. Böyle mal gibi bir arafta kalakalıyorum. İkisini bir arada yapamıyorum. Annemlerleyken bir an geliyor, böyle bu ikisi oturmuş, ikisinin de elinde telefonları, acayip dalmışlar, kimse konuşmuyor, ben de yanlarında oturmuş onlara bakıyor oluyorum. Onlar telefonlarına ben onlara. Ama ben telefonuma bakamıyorum.
Son bir aydır yeni çıkanlardan hoşuma gidenleri size de dinleteyim dedim. Yaşım bunlar için de çok mu büyük acaba ya, neyse.
Bir de NOT : Ya tarayıcının ya blogger'ın bir şeylerin ayarlarıyla oynamıştım, şimdi yorumlara yanıt yazamıyorum. Oturum açmamı istiyor. Ulan zaten ben yazıyorum oturum açıkken blog yazısını yazarken. Neyse yine Sarah Connor'a hak verdiğim bir başka teknoloji ile imtihan zamanım demek ki. Bunu da çözerim. Seni de yenerim skynet!
Ölmedim. Sanırım. Henüz değil. Sadece kendime biraz izin verdim yavaşlayabilmek için. Hiçbir şeye yetişemedikçe, her şey üst üste biriktikçe, ben altında ezildikçe...dayanamadım. Son bir aydır da saçma sapan, salak salak şeyler olunca ardı ardına yeter dedim. Hiçbir yeni şeye başlamıyorum bir aydır. Hiçbir dizi izlemiyorum, film izlemiyorum. Kenara köşeye bakayım diye kaydettiğim ne varsa onlara bakıyorum, youtube videoları falan. Dinleyeyim diye bekletip, bir türlü dinlemediğim albümleri dinliyorum. Yavaş yavaş kitap okuyorum. Her gün 5 sayfa 10 sayfa. Öyle. Kendimi zorlamadan. Yaşamak beni zorluyor. Sadece kendi kendime kalabilmek için çok uğraşmıştım, çok azmetmiştim, bir süreliğine de olsa başarır gibi olmuştum ama gene insanlar birikti etrafımda. Ben istemedikçe neden yine biriktiler etrafımda? Yoruyorlar. Boğuyorlar.
En son ne yaptığıma dair bir şeyleri Ağustos'un başında yazmışım. Ağustos bitti, ne yaptım? Araba sürmeye başladığımdan beri geçen 3 yılın ardından ilk defa kendi başıma uzun yola çıktım. Atladım köye gittim. 11 saat sürdü 548 km. Olsun. Rahat rahat gittim. Hayatımda yaptığım en terapi gibi şeydi. Annemle veya babamla ya da arkadaşlarımla gittiğim uzun yollardaki gibi boynum, kollarım, ellerim tutulmadı. Bunun üzerine düşünmedim. Sürdüm ve vardığımda bir baktım, hiçbir yerim tutulmamış. Yorulmamışım. Öyle bir yolculuk yapmışım.
Annemle birkaç dolaşma şansım oldu. Bir haftalığına gitmiştim zaten. Fındığın bitişiydi. Fındık müzesine gittik, Kurtuluş Savaşı zamanından bir gemi-müzeye gittik. Bir kere denize gittik hep beraber. Babam herhalde 30 yıldan sonra ilk defa denize girmiş oldu. Ağustos'un geri kalanı iş yerinde çalışmakla ve dişçi randevuları, diş dolgularıyla geçti.
Eylül'de ise hayatımın bir başka ilkini yaşadım. T.'nin yeni aldığı arabasını (ve kendisini) Ankara'a getirebilmek için atladım otobüse Balıkesir tarafına gittim. Arabasını Ankara'ya dönüşte ben kullandım (o daha ilk defa araba sürmeye başlayacaktı çünkü). Üstüne çok düşünmedim, bana ihtiyaç duyulduğunu görünce olur dedim ve gittim, yaptım. Bir ay öncesinde kendi kendime ilk defa uzun yola gitmişken, bir ay sonrasında bu defa ilk defa gördüğüm bir arabaya atlayıp, uzun yolda sürdüm. Büyümek böyle bir şey miydi?
O tarafa gitmişken hazır Bergama'yı da görmek istemiştim. Biraz gezdik. Ama asıl Asklepion kısmına yetişemedik, akşam olmuştu, dönmek zorunda kaldık. Balıkesir'in merkezinde biraz bir yarım saat bir saat bakındık, çok gezemedik yine, dönüş yolu uzundu.
Eylül'de de dişçi koltuğundaki maceralarım devam etti. Bir yandan da Cey'de kore dizisi izleme maratonlarına devam ettik. Eylül'ün sonunda ise bir haftasonu çıkıp, Sivrihisar'a gittik kızlarla. Tek motivasyonum yol üstündeki ballı gözlemecide ballı gözleme yemekti yola çıkarken ama ciddi ciddi keyif aldım Sivrihisar gezisinden. Hiç beklemediğim, ummadığım bir atmosferle karşılaştım. İlginçti.
Ekim'in ortasında ise aylardır planladığımız Eskişehir-Kütahya-Afyon gezisi vardı. Düşündükçe sinirlerim tepeme çıkıyor. Öyle bir gezi oldu benim için. Tek iyi yanı Aizonai'yi görebilmiş olmamdı yıllarca merak ettikten sonra. Bu geziyle ilgili sayfalarca yakınabilirim. İnsanlar. Gerçekten zorlar. Neyse.
Zaten saçmalıklar da bu geziyle başladı. Berbat geçen 3 günün sonunda evime geldim, bitmiş tükenmiş, mutsuz bir halde. Ertesi gün babam geldi. Son iki yıldır hastalık hastası olarak hepimizin başını yemiş durumda. Doktor randevusu almış Gülhane'den. Otobüse atlayıp gelmiş. Annemi köyde bırakıp. Önceden de söylemiyor. Son dakikada annem söyledi ki en azından kapıyı açınca karşımda bulmayayım diye. O salak saçma geziden döndükten sonraki bir hafta da babamla uğraştım. İnsanın psikolojisiyle oynayan bir ruh hastası olmasa kendisi, aslında gelip bende kalmasında, ne bileyim doktora gitmesinde falan hiçbir zorlayıcı yan yok. Ya da insan annesi babası geldi diye off beni bitirdi der mi, demem yani, ben demem niye diyeyim, başımın üstünde yerleri var ama işte o bir ruh hastası. Zorluyor. Çok.
Babamın gelip, geri döndüğü haftanın sonunda bir de iş yerinde haftasonu çalışması yok muydu? Sıyırmama ramak kalmıştı. Ciddiyim. Kasım'ın da ilk haftasının bitiminde iyice iğrenç bir şey oldu. Gerizekalının biri teklif yaptı gibi bir şey, detaylara girmeyeceğim midem çok bulanıyor düşündükçe bile. Tamamen unutmaya çalışıyorum ama hemen evimin dibinde yaşadığından çok da kolay olmuyor. Iyyyyy. Off ben neler yaşıyorum ya! Ne kadar saçma bir hayat bu! İnsanlardan gerçekten nefret ediyorum. Tiksiniyorum. Herkesi kılıçtan geçirip, şöyle bir ohh çekip, alıp başımı sıcacık kumsallı bir adaya gidip, yatmak istiyorum. Hayvanları da istemiyorum. Hayvanlar da olmasın. Onları da sevmiyorum. Canlı olan hiçbir şeyi sevmiyorum. Bir beni rahat bırakın ya. Bir bırakın beni ya.
Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. Her şey hallolabilirdi. Herkesi mutlu edebilirdim böylece.
Ama isteyemiyorum. Bir türlü içimden gelmiyor. Bu, gelmiyor. Öbürünü, öbür türlüsünü, o hep imkansız olanı istiyor canım. İçimdeki ses de bağırıyor habire, imkansız mı neden imkansız olsun ki. Onlara göre imkansızsa sana göre de mi imkansız olmalı? Neden öyle kabul edesin ki? Neden bu kadarını kabullenmek zorunda olasın ki?
Yanlış hayattayım. Yanlış olanda. Yanlış. Aşırı yanlış.
Ne yaptığımı bilmiyorum. En son 2 ay önce yazmışım. O günden bu yana hep bir şeyler yazayım diye diye 2 ayı geçirmişim. En son çılgınlar gibi Xdinary Heroes dinliyorum diye yazmıştım ya, hah işte bir başka çılgınlık daha yapıp, temmuzun 7'sindeki konserlerine bilet aldım o arada. Sonra da bir konser için birkaç hafta içinde bilet şu bu alıp, uçağa atladım, Kore'ye gittim. Evet, yine. Konser Seul'deydi ama bu sefer bari başka bir şehir daha göreyim diyerek arada 3 günlüğüne Busan'a da gittim. Böyle bir rüzgara kapılmışım gibi, bu sene hiç aklımda oraya gitmek yokken, geçen sene son gün ülkeye veda ederken bir daha göremem herhalde diyerek içim buruk ayrıldıktan sonra, yine gittim. Kendimi orada buldum. Saçmalamış gibi hissediyorum. Saçmaladım belki de. Kim bilir. Hayatım gittikçe daha da spontane bir hal alıyor. Onca yıl kendimi, her düşündüğümü her hissettiğimi baskı altında tuttuktan, sımsıkı bastırdıktan sonra artık fışkırıyormuş gibi hissediyorum. İstediğim hiçbir şeyi yapamadığım bir 35 yılın ardından şimdi bir şey görüyorum, canım mı istedi, hadi alayım, hadi göreyim, hadi gideyim şeklinde ilerliyorum. Kendime engel olamıyorum. Bir kontrol mekanizmam kalmadı gibi oluyor. Saçma harcamalar yapıyorum, saçma kararlar veriyorum, kendimi durup dururken bir sürü saçma durumun içinde buluyorum.
Koca bir haziran geçmiş, ardından temmuz bitip gitmiş, hiçbir fikrim yok. Temmuz'un ilk günü uçağa bindim, o kadarını biliyorum. İlk haftası Kore'deydim yani, sonraki hafta dönüp, biraz evimin keyfini çıkardım. Hakikaten iyi geldi evdeki o günler. Bir kere daha anladım, sabah evden çıkıp, sabit bir işe gidip, tüm gün bir odada bilgisayar başında oturup, akşamları tükenmiş bir halde eve gelmek olabilecek en salakça yaşama biçimi. Sağlığımın bu kadar b.ktan hale gelmesinin en büyük sebeplerinden biri. Evde geçirdiğim o bir haftada yemem içmem de düzeldi, karın şişliğim de, cildim de saçlarım da psikolojim de. Kendi istediğim saatte kalkıp, ilgimi çeken şeylerle uğraştığımda hem çok verimli olabiliyorum hem de sağlıklı. Allahım gerçekten nefret ediyorum işe gitmekten ya. Gene oturup ağlayasım geldi şu an çaresizlikten.
Haziran hakkında hiçbir fikrim yok bu yüzden. Bilmiyorum ne yaptım. Sanırım yeni bağımlılığımla geçti. Gözüm açık olduğu her an Xdinary Heroes videoları izledim, şarkılarını dinledim. Ofiste de her bulduğum boşlukta, evde de. Daha önce de bahsetmiştim, bir şeyi sevince kendimi öldürüyorum. Sevmeyi bilmediğim için kendimi boğana kadar o şeye düşüyorum. Ortalara doğru bir noktada da sıra kıskançlığa geliyor. O kadar çok seviyorum ki benim olsun sadece, elimi atayım alayım, elimde dursun istiyorum. Benim olamadıkça da çıldırmaya, sinirlenmeye, ardından çok büyük üzülmeye, depresyona girmeye başlıyorum. Bu sefer konserlerine bile gittim, varın siz düşünün.
Cey'le ev buluşmalarımızda "100 Days My Prince [백일의 낭군님]" izlemeye başladık. Baya sardı, 10.bölümdeyiz. Şöyle saray entrikalı, kılıçtan geçirmeli, hafıza kayıplı, yüz tanıyamamalı bir tarihi kdrama izlemeyeli baya olmuştu, iyi geldi. Cey izleyip, ilk 10 puanını verdiği için "Soundtrack #1 [사운드트랙#1]" diye 4 bölümlük mini bir diziyi de izlemeye başladım, son bölümü kaldı. Ama sinirimi bozdu biraz. Yoktan yere kendilerine acı çıkarıveriyor karakterler. Başrollerimiz küçüklüklerinden beri kankalar. Ama neymiş çocuk, kıza aşıkmış aslında, kız bilmiyormuş. Sonra kız fark edince de ben onu üzerim aman olmaz diyerek arkadaşız bir diye tutturuyor. Yok sana bir şey hissetmiyorum demiyor, ben sana aşık değilim demiyor. İsterim ama üzerim diyor. Arghhhh...İçim bayılıyor vallahi.
"Serendipity's Embrace [우연일까?]" diye bir dizi başladı, onu izliyorum sonra haftalık olarak. O da kısa aslında 8 bölüm sürecek. İlk aşklarla ilgili. Kendi kendime neler ediyorum yarabbi?
"Miss Night and Day [낮과 밤이 다른 그녀]" diye bir dizi başladı bir de. Hiç tanıtımlarını görmemiştim, tesadüfen rastladım, şimdi haftalık olarak onu da izliyorum. Aşırı eğlenceli, aşırı komik ve ilginç bir bir fikir olarak başladı. Bu hafta son iki bölümü yayınlandı, vaktim olursa bitiririm bugüne yarına.
Uçakta Kore'ye giderken "Lohusa(2024)"yı izledim, dönüşte de "Jungle Cruise(2021)"u. Film izleyebilecek kadar odaklanabilmem için sanırım 10 saatlik uçak yolculuklarına ihtiyaç duyuyormuşum. Lohusa'yı izlerken iyi güldüm, iyi oldu. Gerçi uçakta herkes uyurken izliyor olduğum gerçeğiyle hiç uyuşmuyor bu durum ama elimi ağzıma kapatıp, kahkahalarımı içime doğru bıraktım. Jungle Cruise ise güvenli bir liman gibiydi benim için, Dwayne dayımla saçma ama komik bir macera yine.
"All The Light We Cannot See" diye bir dizi var, bayadır izlemek istiyordum. Ona başladım. İki bölüm izleyebildim ki sadece 4 bölüm zaten. Beni üzeceğini biliyordum, gene de devam etmek istiyorum. "Belgravia:The Next Chapter"ı bitirdim sonra. Şurada anlattığım Belgravia'nın devamı gibi düşünülmüş ama bir 20-30 yıl sonrasında başlıyor. İlkini gene izleyebilmiştim, bu o kadar bile ilginç değildi. Sırf işte period drama ve tanıdık bir hikaye diye izledim. "Maxton Hall : The World Between Us" diye bir dizi izledim, tam bir guilty pleasure olarak. Çünkü ben de bir kızım ve arada böyle psikolojik desteklere ihtiyacım var. "Zamanın Kapıları" diye bir yerli diziyi ilginç buldum gibi oldu tanıtımlarında. Ona bakayım dedim, iki bölüm izledim. Devam etmek istediğimi düşünmüyorum.
Kaan Murat Yanık'ın Sular Üstünde Gökler Altındakitabını okuyorum hala. Haziran'ın başında başlamıştım, hayatım gibi o da elimde dolanıp duruyor. Aslında arada iş yerinde öğlenleri çıkıp, parka oturup bir saat de olsa iyi okuyordum. Öyle bir süre iyi gitti kitap. Ama sonra parkta habire ötemde berimde sigara içen insanlar oturmaya başladı. Dumanlarıyla nasıl olsa açık havadayız diye beni rahatsız ettiklerini zerre düşünmeden oturan bu yaratıklar kitap okuma hevesimi de kursağımda bıraktı. Hele bir gün bir tane kadına dönüp baktım, o da bana baktı noldu der gibi. Dedim pöff duman, e napabilirim dedi pişkin pişkin. Öl geber, onu yapabilirsin mesela. Gün içinde sinirime dokunup, keşke ölse dediğim herkes ölse, dünya çok mükemmel bir yer olacak.
Neyse yine iki cümle yazayım dedim saat dokuzu geçti. Oysa bilgisayarın başına oturduğumda hava bile aydınlıktı.
Yine zamanın ucunu kaçırdım. Neyse. 19 Mayıs'tan bugüne, tam iki hafta. Olsun.
Zamanın ucunu kaçırmakla alakası yok ama bugünlerde hep şunu düşünüyorum, sanki ne kadar yapmam-sevmem-istemem-bakmam-düşünmem dediğim şey varsa hepsi tek tek önüme çıkıyor, içimden fırlıyor, aklıma düşüyor gibi. Sanki bu son birkaç senede, hep böyle şeyler oluyor gibi. Misal, 9 yaşındayım ve kırmızıdan nefret ediyorum diyorum. Yıllarımı kırmızıdan nefret ettiğim düşüncesiyle geçirmişim, benim için normal bir şey haline dönüşmüş bu. Aklımın ucuna bile gelmemiş onca yıl, üstüne hiç düşünmemişim başkaca. Ama, diyorum ya bu son birkaç sene içerisinde bir gün, öyle alelade bir anda, durup dururken bir de bakıyorum ki kırmızı çok güzel. Aman yarabbi içim içime sığmıyor, kırmızıya bir sebepsiz coşku duyuyorum. Misal dedim, kırmızıyla alıp veremediğim yok yani.
Bu durum sadece böyle bir şeyleri beğenmek-beğenmemek üzerine olsa gene iyi. Çocukken - pek bilmiş ukala bir çocukken - ve içine kapanmış gözlüklü sivilceli bir gençken küçük gördüğüm, hıh dediğim, burnumu kıvıra kıvıra bir hal olduğum ne var, tek tek yollarına gelmeye başlıyorum. Ve içimden geliyor bu, zorunda kalıyor muyum diye düşünüyorum, tam da öyle de değil. İçimde bir anda o düşünceleri buluyorum. Dalga geçtiğim onca şeyi, isterken buluyorum mesela kendimi. Küçük gördüğüm pek çok şeyin aslında tam da istemiş olabileceğim şeyler olduğunu anlıyorum mesela. Lanetler ettiğim bazı şeyleri de elimde tutabilmek için dua eder hale geliyorum, elimden gitmediği her an için sevinç gözyaşları döküyorum mesela.
Bir de kararlarım gece başka gündüz başka hale geliyor. Bunun yukarıdaki durumlarla alakası yok. Yine başka bir konuya atladım. Neyse. Gündüzleri, güneş varken, evden dışarı çıkmışken, ne bileyim işteyken, insanların arasındayken, parkta bahçedeyken, kendi halimde yürürken falan her şeyi yapabilirmişim hissiyle doluyorum. Bu dünyada istediğim ne varsa, hepsini yapabilirmişim gibi. Her şeyi başarabilirmişim gibi. Oraya da giderim buraya da. Onu da söylerim bunu da. Ne var bunda korkacak utanacak üşenecek, yap gitsin, çık yola, söyle olsun. Roket takımıyım güneşin altında.
Ama karanlık çöküp, eve girince, hele bir de kafamı yastığa koyunca puff...Hayır diyorum, hayır hayır hayır. Yapma yapma. Gidemezsin, olur mu nasıl olur, yok yok. Yapamazsın, nasıl olacak daha neler. Şuraya kıvrılıver, şu yorganın altına, ıhıh çıkma buradan, ses etmeden şöyle huzurlu huzurlu takıl. Nasıl olsa vakit sınırlı, yaşar gidersin işte, boşver. En güzeli burası, en rahatı vallahi, kitabın da yanında oku mesela, bilgisayar da şurada hemen, peş peşe bir sürü dizi izlersin ohhh şahane. Her şey güvenli, güvendesin, yapma bir şey salak mısın? Tam olarak bu haldeyim geceleri.
Bu yüzden hiçbir şeye karar veremiyorum hayatımda şu ara. Aslında taa geçen seneden başlamıştı sanırım. Bir dolu tiyatro bileti şu bu alıp gündüz kafamla, gece ev kafamla gitmedim ya mesela o oyunlara. Hah işte. Böyle. Şimdi de gündüzleri cesaretle dolup, yapacağım diye karar verdiğim her şeyden geceleri vazgeçiveriyorum. Artı birle eksi biri toplayınca da sonuç beliriveriyor.
Neyse ne diyecektim? Bu iki haftada ne yaptım? "A Typical Family" diye bir dizi başlamıştı, onun ilk bölümüne baktım. jTBC dizisi olduğu için pek de benlik bir atmosferi yoktu, o yüzden o kadar ilginç bir konusu olmasına rağmen bıraktım. Doğaüstü güçleri olan bir aile var, bir yanda da zenginleri dolandırarak geçinen bir aile var. İşte gerisini hayal edin. Başka bir kanal çekse çok daha eğlenceli ve heyecanlı olabilecekken jTBC çekince böyle oluyor işte, bana baygınlıklar geliyor izlerken. Oysa ailenin torunu olan küçük kızın maceralarını izlemeyi çok istiyordum. Kısmet değilmiş.
Sonra "Dare to Love Me" diye bir dizi başladı, onun ilk bölümlerini izledikten sonra devam etmeye karar verdim haftalık olarak. Aslında vakit kaybı gibi duruyor da. Kim Myung Soo'yu uzun zamandır izlememiştim, başrolde. Bir de bunun da konusu ilginç aslında ve iyi bir noktadan başlıyor ama bütçesi düşük, yapımı ucuz. Seul'ün azcık dışında hala Joseon dönemindeki geleneklerine bağlı bir şekilde yaşayan bir köy varmış diyerek başlıyor. Hani 21.yy.dayız evet ama bu köy böyle kendi içinde teknolojiden uzak durup, bir yandan dış dünyayla uyum içinde ama kendi halinde takılıyor. Turistler için köyün dış tarafında pek çok şey var ama asıl iç kapıdan içeri girilmiyor. Bu köyün yönetici ailesinin oğlu da lisede bir ara şehre kaçıp, çizgi roman çizme kursu gibi bir şeye gitmiş. Oradaki çizim hocası olan kadınla yıllar sonra karşılaşıyorlar. Aralarında 6 yaş var, bir de roller tersine dönmüş, yıllar önce ezik olan oğlumuz şimdi suçluların peşinde kaslı bir adam, yıllar önce öğrencilerin saygı duyduğu öğretmenimiz ise 30una gelip, bir türlü kariyerini ilerletememiş, iş yerinde herkesin ezdiği bir junior tasarımcı. Yan karakterler daha eğlenceli şimdilik. İzliyorum, düşünmeden, mutlu eder belki diye.
Geçen haftasonu finaller vardı. Pek umutlu değilim ama umarım içlerinden birkaç tanesini geçerim. 19.yy. Türk dünyası tarihi diye 1800lerde Kazakistan'da, Rusya'da, Azerbaycan'da olan ve zerre merak etmediğim bir dolu şeyle ilgili soru çözmek zorunda kaldığım için sinirim bozuk ama yapacak bir şey yok. Hayır bakın tarihi gerçekten seviyorum, her bir detayını, kenarını köşesini. Burada siz biliyorsunuz nasıl seviyorum. Ama beni bile ilgilendirmeyen şeyler varmış tarihte. Daha doğrusu bazı ülkeler, bazı ırklar, bazı milletler...Gerçek hayatta karşılaşıp da hiç hazzetmediğim insanların milletlerinin tarihlerinden mesela tiksinebiliyormuşum. Bir de hala sorguluyorum ama boşuna biliyorum, Türkiye'de tarih öğretiliyorsa neden illa mesela Türkler Türkler Türkler...diye...off neyse. Bu konuya girmeyeceğim.
Yazının Tarihi diye bir kitap da sipariş etmiştim geçen aylarda hani. Unutmuşum tamamen, duruyordu kitaplıkta. Ona başladım. Hem de en merak ederek aldıklarımdan, listemde uzun zamandır duranlardan biriydi. Evet, kötüymüş. Bitirince daha detaylı söylerim ama yazıyla ilgili bir kitap ancak bu kadar kötü yazılabilirmiş. Teşekkürler Steven Roger Fischer.
"Lovely Runner" bitti bu arada. Evet o pek beklediğim mutlu sonuma kavuştum. Ama ne bileyim ya. Mutlu son görünce de üzülüyorum artık dizilerde. Hani benim mutlu sonum diye ekrana bakakalarak. Ben de artık 16.bölümüme gelmek istiyorum hikayemin yahu. Her şeyin çözüldüğü, sorunların kalmadığı, her karakterin gülümsediği, gökyüzünün mutlu bir mavi olduğu, kötülerin yok olduğu cezalarını bulduğu, iyilerin hiçbir endişesinin kalmadığı. Nerede?
Cuma akşamı da Cey'e gittim işten sonra. O da kore dizisi izlemeye başladı. Onca yıldan sonra. İzlediğim onlarca diziden tek kelime bile bahsedemedikten sonra ben, o da başladı. Sevinçten ortalıklarda koşturacaktım. Ama bu sefer de 2016'dan beri içimde biriktirdiğim ne varsa bir anda anlatacak gibi olduğum için kötü oluyor. Ağzımı açınca hiç susmayacağım diye korkuyorum, kendimi durdurmaya çalışıyorum. Oturduk o akşam, "My Sassy Girl"ün ilk bölümünü izledik birlikte. Çok sarmadı tabi, Oh Yeon Seo'yu pek sevmem zaten. Sonra açtık ikimizin de yarıda kaldığı My Demon'a baktık.
Çılgınlar gibi Xdinary Heroes dinlemeye devam ediyorum. Youtube videolarını da izliyorum tek tek. BTS'e daldığım ilk zamanlarıma döndüm. O kadar değiller tabiki de, aynı heyecan, aynı merakla bakıyorum. Ahh özledim. İnsan hiç gitmediği yerleri evi gibi hissettiği gibi, hiç tanışmadığı, konuşmadığı insanın da özlemini çekebiliyormuş demek ki. Çok özledim be.
Son iki gündür yaz geldi. Gerçek anlamda. Mayıs'ın ortasında bile kombi yakmışken, hiç gelmeyecek gibiydi. Bu yazı da geçen yaz gibi geçirmek istemiyorum. Umrumda değil.
En son yazdığımdan bu yana geçen bir haftadan bahsetmek için oturdum klavyenin başına. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Aklımda planladığım miniminnacık bir şeyi de olsa yapıyor olmamın haklı gururu bu. Küçük zaferler. Daha büyüklerini de başarmamı sağlayabilir mi? Neyse.
Çok önemli bir şeyler olduğundan değil tabi bu bir haftadan bahsetme isteğim. Yazmak sonuçta. Amaç yazmaktı, yazabiliyorum ya. Önemli olan o.
13'ü pazartesiye kararlı bir şekilde başladım. Haftasonu oturup da burada içimde biriktirdiklerimi atabilince cesaret geldi haliyle. Bankanın uygulamasında kredi kartımın hareketlerinde iptal ettiğim uçak biletinin geri yatacak miktarını bir türlü göremiyordum. Ama havayollarının sitesinde gönderdik yazıp duruyordu. Önce bankayı aradım. Sabırla menüler arasında yol alıp, canlı bir insana ulaşabilmek için uğraştım. Sonunda kontrol ettirebildim, geri ödeme yatmış. Ama orada da bir yumruk yedim tabi. Ben bakarken miktarlara, o anksiyete ve kendime küfretmelerim arasında çok pembe bir miktar hesaplamışım. Benim yatacağını sandığım miktarın çok çok daha azı yattı. Olsundu. Kısmet. Nefes al, ver. Kendine kızma. Kendine gülümse. Kendi kendinin başını okşa.
Sabahtan kapkaranlıktı hava pazartesi. Öğlene doğru güneşlendi, ısınırmış gibi yaptı ama soğuktu gene de. Aklıma geçen sene nisanın sonunda Seul'de tiril tiril gezerim derken nasıl da buz tuttuğum geldi. Eskiden de baharda üşüyor muydum ki? Hatırlayamıyorum bir türlü. Eski yazdıklarıma bakmam gerek belki de. Baharı hiç sevmedim zaten oldum olası. Yıl boyu yalnızca yeteri kadar ısındığım zamanları sevdim hep. Hep böyleydim, çok daha gençken sadece biraz romantiktim sanırım. O boş romantiklikle sonbahar ne güzeldi, yağan yağmur ne hoştu. Ay allahım ne salakmışım da...Nefes al, ver. Kendine kızmak yok. Kendine güzel güzel seslen. Hişt. Tamam.
Akşam eve gelince de sabahki aynı kararlılığımla bu sefer şu konser biletlerini aldığım (ve satışa koyduğum) web sitesinin yardım hattına yazmaya oturdum. Biletleri satışa koyduğum ilk günlerde de yine aynı şeyi sormuştum canlı chatte, o akşam da aynısını sormak üzere oturdum. Çünkü biletlerden biri satılmış diye mail geldi. Mailde de sattınız haydi şu işlemlerden birini yapmanız lazım gibisinden şeyler vardı. Ama elimde olmaya bilet, ne işlemi yapacağım falan (geçen hafta anlatmış olmalıyım). Haziranın birindeki konserin bileti satılmış, benim satın aldığım satıcının uluslararası posta yoluyla bana göndereceği hani. Benim de önce otel ayarlayamadığım için bir türlü posta adresimi Türkiye'den Hong Kong'a değiştiremediğim bilet hani. Açtım live chati, başladım beklemeye. Bu sefer niyeyse çok yoğundu, bir saate yakın bekledim birinin gelmesi için. Başım uykudan düştü düşecek, bilgisayarın başında oturdum. Sonunda Ashley geldi (böyle isimli insanlar cevap veriyor işte), dedim ben daha önce de sormuştum Jericho ile konuşmuştum (Jericho da bana bir türlü gerçek isim havası vermemişti gerçi, çünkü benim için Jericho hep yüksek lisans derslerinde gördüğüm antik şehir). Benim bilet satıldı ama bilet bende değil. Dahası konser gününe kadar da bende olmayacaktı zaten. Ben şimdi elimde olmayan bileti nasıl göndereyim yeni alıcıya? Bu arada satıştan sonra yeni alıcının adresi de bana gösterildiği için benden satın alan kişinin de Hong Kong'da olduğunu görebiliyordum. Dedim ki Ashley'ye, bu bilet inşallah çoktan Ankara'ya doğru yola çıkmamıştır, inşallah okyanusta bir yerlerde falan değildir değil mi? Bak öyleyse konsere kadar bana ancak ulaşır, ben de sonra yeni alana gönderemem. Tabi sayfalarca yazdım böyle. Ashley benim endişe seviyemden tırstı, kontrol ediyorum, biraz bekleteceğim falan filan uğraştı durdu. Saatlerce bekledim, o kontrol etti. Sonunda baktı ben manyağa bağlamış durumdayım, dedi şu an asıl satıcıya ulaşamıyorum istersen mail atayım sana, o mailden yarın yine iletişime geçelim falan. Karalar bağladım. Peki dedim, kapattım ama dünya başıma yıkılmış halde. Gene zombi gibiydim.
14'ünde salı günü zombi zombi işe gittim. İş yerinde görüşemediğim için mecburen eve dönmeyi beklemem gerekiyordu. Akşam hemen açıp, yine yazdım live chate. Bu sefer başka bir isim. John gibi bir şeydi. Önceki akşam yazdıklarımı tekrarladım, gelen maili kopyaladım, yine kriz geçiriyorum tabi. Neyse ki John daha aklı selim çıktı, sabırla dinledi, tüm sorularıma cevap verdi. Ama tabi ben onunla konuşmadan önce siteyi biraz daha kurcalamış, neler olabileceğine dair tüm senaryoların en kötüsüne bağlamıştım aklımı. John oraya ulaştı buraya ulaştı, bekletti falan bu arada dedim John'a ben bu bileti yeni alıcıya gönderemezsem ne olacak bak kötüyüm şu an. Önce yeni alıcıya yeni bir bilet buluyorlarmış, sonra o biletin de parasını benden alıyorlarmış, bu arada zaten bir de iki katına aldığım biletin parası da benden çıkmış oluyor, ohh sabahlar olmasın. Dedim John, ben şurada iki dakika bir balkondan kendimi atıp geliyorum sen devam et. Eski satıcıya ulaşıp, sorgulatana kadar öldüm öldüm dirildim. Sonrasında hala şaşırıyorum ve inanasım gelmiyor ama bilet hala eski satıcıdaymış. Yola çıkmamış. Eski satıcıya yeni alıcının adresini bildirdi John, bak buraya göndereceksin yanlışlık olmasın diye. Bana da merak etme, sorun yok dedi. Hala şansıma inanamıyorum ama neyse. John'a teşekkür ede ede, kendimi açıklaya açıklaya bırakmadım ya. Başka bir şey var mı diyor kapatacak chati, ben habire ama bak valla kusuruma bakma ben böyle pimpirikli manyak bir şeyim bak eminsin değil mi böyle oldu değil mi diye diye yazmaya devam ediyorum. Ama bir şey diyeyim mi, o her şey yolunda diye yazınca üstümden kocaman bir kamyon kalkmış da yeniden nefes almışım gibi hissettim. Hayat yeniden önümde uzanır gibi oldu. Diyorum ya hep, aslında gayet yolunda giden hayatımda habire kendi kendime zorluklar yaratıyorum. Habire kendimi sıkıntıya sokuyorum yoktan yere.
15'i çarşamba sabahı güneş açtı tabiki de. Ruh halimle birlikte. Yeniden gözlerim açılır gibi oldu, öğlende yürüyüş yapabildim. Ama tam da o yürüyüş sonrasında anladım ki artık nur topu gibi bahar alerjim var. Bu yaştan sonra. Bunca yıl alerjisi olan herkesle dalga geçtikten, burun kıvırdıktan, hor gördükten sonra. Çok kötü oldum ya. Gözlerim biber sürmüş gibi yanıyordu, normalde kuruluktan yanardı ama bu öyle değildi. Burnum fış fış - o da normalde akar evet ama bu böyle fış fış. Gece tıkanıyorum, gündüzleri bacaklarım yerinden kalkmıyor, gözlerim açılmıyor uykudan. Yapacak bir şey yok. Yaşlanmak kötü.
16'sı perşembe günü o yüzden odadan hiç çıkmadan günü geçirdim. Ofiste pencereden baktım, odada volta attım. Dışarı çıkmayınca gözüm burnum biraz daha iyiydi. Ama eve gelince dayanamadım artık, iki adım yürüyeyim, hem yağmur da yağdı polen falan inmiştir yere dedim. Akşam üstü biraz yürüdüm.
17'si cuma günü yağmurla başladı. Yine öğlene doğru güneş açtı. Ben gene üşüdüm tabi. Salı akşamında o iyi haberi aldığımdan beri aslında günler nasıl geçti pek bir fikrim yok. Tam hatırlayamıyorum da cumartesi olana kadar.
18'i cumartesi müzeler günü olduğu için heyecanlıydım ama boş bir heyecanmış tabi. Geçen seneydi sanırım ya da önceki sene miydi, müzeler gününde akşam 10'a mı 11'e kadar mı ne açık olacağını duyunca müzelerin ne hevesle gidip gezmiştim...Yine öyle bir şeyler hayal ediyordum kafamda. Kahvaltıdan sonra çıktım, Ulus otobüsüne atladım. İki haftadır evden de çıkmayınca bir kendimi ikna ettim yani, güneş de var durma dedim. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne giderim, sonra Roma Hamamı'na, sonra da halime bakarım canım ne isterse diye düşünüyordum. Otobüs tahmin ettiğim yerden gitmeyip, dönünce başka bir noktada indim, indiğim yerden de AMM'ye yürümeye başlayınca önce Ankara Palas ile karşılaştım. Hiç aklımda yoktu, unutmuşum da. Oysa T demişti açıldığında, gidecektik. Dedim kader herhalde, bugün görmeliymişim. Daldım. Geçen sene müzeler gününde müzelere giriş bedava değil miydi ya? Yanlış mı hatırlıyorum, hayal mi ediyorum? Herkes de benim gibi hayal mi görmüş ki, sorup da şaşıranlar oldu çünkü. Neyse, Ankara Palas'ın içinde foto-video çekemiyorsunuz, ayağınıza da galoş geçiriyorsunuz. Daha detaylı anlatacaktım ama bu yazı çok uzuyor, saat yine geç oluyor. Ayrıca anlatırım o halde. Sadece şey diyeyim, içerisi ve bina bence çok güzel, sergilenenler de ama...Ama'sı var işte, neden yani.
Oradan yokuş yukarı sardım AMM'ye. Bu arada Ulus her zamankinden kalabalıktı. Okullar geziye gelmiş sanırım, her yer genç. Bir de çocuğunu kapan aileler, gruplar...Herkes müze geziyor. Operada bilet kalmadığında yaşadığım şaşkınlığı yaşadım yine. Hep aynı soruyu tekrarlıyorum, madem müze gezebilen insanlarsınız neden o zaman yine de herkes öküz? Ülke böyle?! Madem herkes operaya gidiyor, tiyatroda yer kalmıyor, müzeler tıklım tıklım...E o zaman nasıl?! Gerçi durum da şöyle bir yandan...AMM'ye girebilmek için sıraya girmek zorunda kaldım, o derece kalabalık ama tabi ki kimse sıra olmayı, sırada beklemeyi bilmiyor, şark kurnazları dolu ortalık...Dahası kavga edenler, görevlilerle atışanlar...Ama herkes müze gezmeye gelmiş, evet.
AMM'de gerçekten aşırı yoruldum. Hem kalabalıktan hem açlıktan. Bir de çıktım Kızılay'a yürüdüm. Bir tatlıyı hak ettiğimi düşündüm. Tek bir Kore kafesi var burada, Lumiere. Orada hem dinledim, hem de aylar sonra güzel bir croffle'ın tadını çıkarmış oldum. Çalışan çocuklardan biri beni hatırladı, çok şaşırdım, en son ne zaman gittiğimi bile hatırlayamıyorum çünkü. Bu hafta da tatlılarla yaşıyorum köşemiz böyleydi, sağolun varolun.
Geçen hafta cumartesi akşamıydı sanırım, içim dayanamadı gene şu filmi açtım bakayım diye. Anne Hathaway'i gördüğüm için sırf. "The Idea of You". Sevmedim demek yeterli olur mu ki? Böyle bir boş bir tat bıraktı ağzımda. Çocuk beni rahatsız eden bir şeylere sahip, anlayamadım. Nicholas Galitzine ismi, daha önce nerede gördüm ki? Beni rahatsız eden bir şeyler var üstünde, havasında. "The Craft:Legacy" diye bir film izlemiştim bir ara, ay allahım gülesim geldi neyse, orada varmış mesela ama imdb'de görmesem hatırlamazdım da. Neyse işte, bu Galitzine'yi bir daha görmek istemiyorum sanırım, iyi hissettirmiyor bana. O yüzden onca Anne Hathaway sevgime rağmen mutsuz oldum filmi izledikten sonra. Zaten olmamış da film.
Hafta içinde de Lovely Runner'ın bu haftaki bölümlerini izlemeye çalıştım önce. Bir bölümü izledim, dedim hayır, dayanamıyorum yine. Yani evet romantik komedi, böyle puf puf bir hikaye olması gereken şey bana endişe atakları geçirtiyor. Hah şimdi çok mutlu bir şeyler oluyor ama kesin kötü bir şey olacak, hah şimdi gülümsüyorlar ama bunlar hep geçmişte kalacak böhüüüü diye diye izliyorum ya. O yüzden haftanın ikinci bölümünü ancak bugün izleyebildim. Araya My Man is Cupid'in kalan bölümlerini sokuşturunca ancak psikolojim düzeldi. Çünkü o kadar kötü ki o dizi :D Bayramdı annemdi çocuklardı derken yarım bıraktıklarımdan biriydi o da. Geri dönmeyecektim aslında ama Lovely Runner'ın ruh halime ettiklerine ancak o iyi gelir diye açtım, bir baktım bitirebiliyorum - ileri sara sara tabiki. Dedim haydi be, bitir gitsin. Bitti. Onu da Jang Dong Yoon ve Nana hatrına izlemiş oldum ama olsun. Arada böyle 5.sınıf saçmalıklara da ihtiyaç var. Yalnız daha ne kadar geçmiş yaşamda böyle oldu şimdi gene bulduk temalı hikayelere maruz kalacağız kore dizisi obsesifleri olarak bilemiyorum. Bu senenin dizilerine çok da bakamadım ama geçen sene tamamen gündemimiz buydu ve inanılmaz bıkkınlık geldi. Peşinden de geçmişe dönme teması görüyor gibiyim ama haydi hayırlısı.
Kitap okumadığım bir hafta daha bu arada. Haftaya finaller var. Ders çalışmaya çalışıyorum. Yine kendimi durup dururken sıkıntıya sokmak gibi geliyor artık ama bu da. Yani niye uğraşıyorum ki diyorum, bu derslere uğraşacağıma milyon tane kitap okurdum, zibilyon tane film izlerdim. Ama işte, yol üstünde takıldığım noktalar...Habire geri dönüyorum. Bir noktayı çözemeden, hiçbir yere gidemiyorum.
En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks yazısını uykumda yazmışım gibi hissediyorum). Böyle bir şeylerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelince insan gereksiz bir motivasyonla doluyor değil mi? Köşeli masa, odanın tam köşesine tam oturunca ya da yolda yürürken tam ışıklara geldiğinizde ışık yeşil yanınca falan böyle bir, bir şeylerin tam olması hissi işte.
Öyle bir motivasyonla dedim ben bu ramazanda çılgınca oruç tutarım. Yaparım. Hem dışarıdan yemek istemiyorum artık, hem her gün evden bir şeyler hazırlayarak getirmenin yükünden kurtulurum. Ofiste de diğerleri tuttuğu için tüm ramazan boyu, bir şeyler yemek içmek de zaten insana bir tuhaf geliyor, onun psikolojisinden kurtulurum. Ama her zamanki gibi kendimi çok abarttım. Nasıl bu 1,5 metrelik boyumu unutarak kafamın içinde bu apartmanın çatısından öbür apartmanın çatısına atlayabileceğime dair senaryolar döndürüp, buna inanabiliyorsam, oruç da tutabileceğime inandım. O pazartesi, ben, ben değildim. Her gören neyin var dedi, ölüyormuşum gibi şaşkın ve acıklı gözlerle üstüme titredi. Öğleden sonra artık tamamen insanlıktan çıktım. Başımın ortadan ikiye yarılmasının yanında öğürmelerimi zor tuttum. Kusarsam bozulur diye kusmamı geri bastırmaya çalışmaktan içim dışıma çıktı. İftara da T bana gel bu halinle tek başına uğraşma, ben de yemek sofra var dedi. Yok dedim, ıhıh dedim ama dinletemedim. Çünkü o halde yemeği bile düşünmüyordum, sadece eve gidip, kendimi halının üstüne atıp, son nefesimi huzur içinde vermek istiyordum. Mecburen gittim. Evet eski ben'in değişmesi oldukça yol kat etti ama bazı şeyler hala nezaket ve iyi duygular içeriyor, onları da ayırt edebiliyorum. Neyse gitmeden önce tatlı alayım hemen caddeden de öyle geçeyim dedim. Tatlıcıda bir baktım kartım yanımda yok, naktim çıkışmadı, zombi gibiyim ayakta sallanıyorum, iftar oldu olacak, tatlıcı dedi ki al al önemli değil. Elimde tatlı paketi, yere çöküp ağlayacaktım ama abi ben ben...diye diye. Şimdi hatırladıkça sinirle gülüyorum. Hayatım kendi kendimi zor durumlara sokmakla, habire kendime yoktan yere sersefillik yaşatmakla geçti hakikaten. T'de yemeği zor yedim, artık kesinlikle kusmam gerekiyordu, kendimi eve zor attım. Saçma sapan bir şekilde durup dururken kendime zorluk yaşatmışım, kendimi hasta etmişim gibi hissediyorum vallahi.
O akşam Midnight Photo Studio (야한 사진관) dizisi başladı. Geçen hafta bitmiş olması lazım. O başladığı akşam bakmadım ama daha sonra bir ara ilk bölümüne baktım. Tee Joseon Dönemi'ndeki bir atası, ölüler dünyası ile anlaşma yapan Seo Ki Joo isimli esas kahramanımız, öldükten sonra ruhların son isteklerini yerine getiren bir fotoğrafçı gibi bir şey. Han Bom isimli başrol kızımız ise doğrucu davut bir savcıyken kovuluyor mu ne, avukatlık yapmaya çalışıyor. Tabiki yolları kesişiyor, oğlumuzun antik lanete göre son 100 günü mü ne kalmış yaşamak için falan filan. Başrollerde Joo Won ve Kwon Nara var, Joo Won'u severim de kız için hislerim karmaşık. Konu da böyle birçok başka fantastik dizinin orasından burasından birkaç bir şey alınıp, patchwork battaniye yapılmaya çalışılmış gibiydi. Çok çok boş, aşırı işsiz ve sıkılmış iseniz izlenebilir tabi. Bir bölüm bakıp, kapattım.
O hafta boyu artık ömrüm boyunca oruç tutamayacağımı anlamış olmanın yenilgi duygusuyla her öğle arasında bir kahveciye oturup kitap okudum. Gizli Bahçe'ye başladığımdan bir önceki yazıda bahsetmişim, Şubat'tı. İncecik kitap ama satır satır dikkat ede ede okumak istedim. O hafta bitti kitap. Ve filmi izlediğim yaşlarda okusam dikkat etmeyeceğim, beni etkilemeyecek şeyleri böyle fark ederek okumuş oldum.
15'inde cuma akşamı haftayı yine servisteki kızlarla iftar yaparak bitirdik (tek birimiz oruç tutuyordu ama olsun adı iftar). O gün telefon hattımı da değiştirdim. İşe başladığımdan beri Vodafone'du sanırım, Turkcell'e geçtim. Numarayı değiştirdim çünkü artık o icra olacak, fatura borcunuzu bize ödeyin diye taciz edip duran avukatlık bürosundan kurtulmam gerekiyordu. Şikayet edebileceğim her yere ettim, numaran değil de isimden geldiği için de engelleyemiyordum. Koskoca ülkenin adalet sistemi böyle bir şeye bile engel olamadığı, dahası bunu illegal bile bulmadığı için kendim çözüm bulmaya çalıştım. Artık hiçbir yere numaramı vermiyorum, satarsa bir Turkcell satar. (Gelen mesajlarda benim olmayan bir numara ve benim olmayan bir isim bulunuyordu bu arada, en üst düzeyden sinir bozucu.)
Gizli Bahçe bitince Kelt Mitleri ve Efsaneleri'ni aldım elime hevesle. Şubat'taki kitap siparişimle gelmişti o da. Evet hevesle okumaya başladım ama doğru düzgün 20-30 sayfa bile okuyamadım. Kafam allak bullak oldu. Tabiki Kelt mitolojisi ile ilgili bilgim sınırlı ve her şey yabancı geliyordu ama bu derece, bu kadar aşırılıkta bir yabancılık beklemiyordum. Yine ne de olsa bir kulak dolgunluğum var diyordum. Okuma benim için hiç keyifli olmamaya başladığı noktada tamam dedim, bir kenarda dursun onun da zamanı gelir herhalde.
O günlerde tvde yayınlanan bir diziye sardım ister istemez: Kızıl Goncalar. Youtube'da habire önüme düşüyordu videoları. Hımm bu neymiş o neymiş diye bakarken bir baktım izliyorum. İzleyebiliyorum, izlenebilir bir şey yani dedim. Sardı, cidden sardı. Özcan Deniz'den hoşlaşmayışımızda hepimiz birleşiyoruz evet ve bence Özgü Namal gerçekten rol yapamıyor (konuşma telaffuz tarzı ve ses rengiyle ilgili bir çiğlik var, kendi gerçek hayattaki sınıfından çıkamıyor bir türlü, her ağzını açtığında Adıyaman gibi bir yerlerden gelmiş, 14 yaşında evlendirilmiş, kaskatı bir cemaatin içinde büyümüş, dünya görmemiş bir kadın değil de şen şakrak bir Özgü'nün benliğini alttan alttan duyuveriyorum.). Ama hikaye sarıyor, diğer oyuncular çıtayı yükseltiyor - özellikle Sadi Hüdayi'yi oynayan Erkan Avcı ve Müyesser'i oynayan Asiye Dinçsoy'u ekranda her görüşümde kilitleniyorum - ve bir bakmışım merakla yeni bölüm bekliyorum.
Ekinoksta yazdım ama hey be kafam nasıldı dedim ya, işte baharın gelişinin ertesi günü kar yağdı burada. Şaşırdık mı hayır. Çünkü sonraki gün de 22'sinde de yağmaya devam etti. O haftasonu - 22'si ve 23'ünde - açıköğretim vizeleri vardı. Varmış yani, ben takvimime nedense daha sonraki bir tarihi işaretlemişim dönem başında. Instada Anadolu Üniversitesi'nin hesabında vizelerle ilgili bir gönderi görünce haftanın başında hayıııır olamaaaz diyerek ders çalışmaya başladım. Bir hafta çalışıp, vizelere girdim. Nedense - benim kaplumbağa hayatıma göre - aşırı hareketli bir haftasonu oldu o. Cumartesi tüm gün sınavlara girdim, çıktım T ve E ile alışverişe gittim, yemeğe tatlıcıya derken gecenin bir yarısı eve döndüm. Yorucu ama iyi hissettiren bir cumartesiydi. Üçümüz oturup tatlıcıda, güneşin batışını izleyerek muhabbet ettik. Hava aşırı soğuktu bana göre, sabah arabanın üstünde ince bir kar tabakası vardı mesela. Pazar günü de yine sabahtan sınava gittim, sınav çıkışı yine T ile Kızılay'da dolaştık.
Tatlı konusunda ne kadar abarttığımın kanıtı
25'i 26'sı 27'si güneşli ama buz gibi ve rüzgarlı olmaya devam etti. 28'inde çöl tozları geldi buldu bizi, hava yaz gibi oldu. 29'unda cuma akşamı eve geldikten sonra otururken aklıma esti, T'yi aradım gel gidip creme brulee yiyelim dedim. Aşırı güzeldi o creme brulee yalnız. 40'ıma varmadan bir arada bu tatlı işini kesmem gerekiyor biliyorum, ama nasıl olacak. Çünkü bazen - değil neredeyse her zaman - hayatta ilgimi çekip beni mutlu eden tek şeyin tatlılar olduğunu düşünmüyor değilim.
Aşırı güzel ama çok az gelen Creme Brulee
O haftasonu ise seçim zamanıydı. 30'unda cumartesi güneşin de etkisiyle balkondaki saksılara ne bulduysam ektim. Tüm gün balkonda iki büklüm maydanoz, salatalık, domates, çilek, çiçekler...ne bulduysam ektim. Arada bir bazı seneler böyle heves geliyor, azimle bir şeyler yapıyorum. Sonra güneş ve kuşlarla (ve tembellikle) olan mücadelemi kaybedip, vazgeçiyorum. Bakalım.
31'inde seçim günü hiçbir şey yapmadım. O kadar umutsuz, o kadar bezmiş halde, bu sefer sabah erkenden bile gitmedim oy vermeye. Akşam en son artık biterken gittim bir koşu. Amaaan diyerek. Tüm gün tv açmadım, hiçbir habere bakmadım netten. Sonra whatsapp gruplarından bir şeyler gelmeye başladı akşam. Neler oluyor diye bir açtım tvyi...Sanırım ilk defa 22 Temmuz 2007'deki genel seçimlerde oy kullanmış oluyorum, 18'i geçtikten sonra karşılaştığım ilk seçim o olmalı. En erken hatırlayabildiğim siyaset görüntüleri de Turgut Özal'ın gözlüklü halini içeriyor. Ben hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım.
Nisan başlarken açtığım şans kurabiyesi falı - Ama yalan -
Nisan da yine bir motivasyon hissiyle başlamadı değil, 1 Nisan pazartesiydi çünkü. Ramazan son sürat devam ediyor olduğundan yine her öğlen kendimi odadan dışarı atıyordum. Ama her gün her gün bir kahvecide oturamazdım, hava da parklarda oturabilmek için yeterli durumda değildi o günlere dek. Nisan'ın ilk günlerindeyse 26lara kadar çıktı. Aklım havalarda dolaşmaya başladı. Ve o akılla bu senenin de salaklıklarını yapmaya başladım. Nette dolanırken takip ettiğim sanatçıların, grupların konserlerini turlarını görüyordum. Oraya bak buraya bak, onu araştır buna tıkla derken bir baktım bir yerden çok da dinlemediğim bir tanesinin tee Kuala Lumpur'daki konserine iki katı fiyatına bilet alıyorum. İşte böyle hayatımın bazı aşamalarında bazı şeylerde akıl tutulması yaşıyorum ya hani. Burada kaç kere de yazdım bunları, kaç kere böyle salaklıklar yaptığımı. Gene de yapıyorum.
Köye doğru yola çıkmadan hemen önce gelen kitaplarım
Ertesi gün annem geldi köyden. Bayramda ben onların yanına gidecektim, ama arabayla geleceğim dedim. Bunun üzerine tek başına olmaz diyerek birimiz yanında gelelim bahanesiyle annem geldi bu sefer. Cuma günü de işe gittim, cumartesi yola çıktık annemle. Annem araba süremiyor, direksiyonunun yükünü almak için değil de hani yalnız olmayayım diye yanımdaydı. Yalnız daha iyi sürüyor olduğuma inandırmam mümkün değildi tabi. En saçma günde yola çıktık tabi. 551 kmlik yol 11 saat sürdü. Aşırı trafik vardı, her yerde yol çalışması vardı. Suyum çıktı.
Köyde bayram ziyaretlerinden ev baklavaları
Köydeki ilk günler elimi kolumu kaldıramaz haldeydim. Her yerimden et kesilmişti. Böyle günlerce spor yapmışım da hiç dinlenmemişim gibi. Hareketsiz yatmak istedim ama bir yandan da annem hiçbir şey yapmasın, ben varım en azından bu birkaç günde her işi ben yapayım diye uğraştım. Tüm temizliği yaptım, tatlıları almaya gittim, her şeyi düzenledim, mezarlık ziyaretine gittim. Bayram günlerinde de bayram ziyaretlerine götürdüm onları. Biraz bile olsun dinlenemeden 13'ünde de bu sefer geri dönüş yoluna koyuldum. Yine yan koltukta annem, bu sefer aynı yol 17 saat sürdü. Çünkü geri dönüş yolunda bu kez her şey çok daha kötü bir hal almıştı. Her yer kapalıydı, arabalar yol kenarlarında durmak zorunda kaldı. Bir santim ilerlemeden saatlerce dağların, bayırların, çorak arazilerin ortasında yüzlerce araba bekledik. Tuvaletler doluydu, yiyecek bir şey yoktu, kaldı ki saatlerce hiç benzin alacak yer bile görünmedi. Çıkmayacak canım varmış diyorum. O gün geceyarısını geçerken eve girdik. Ama bu hayata çile çekmek için gelmişim. Bitmemişti.
Bu arada köye gitmeden hemen önce kitap siparişlerim gelmişti, Kaan Murat Yanık'ın iki kitabı ile Erşc H.Cline'ın M.Ö.1177 kitabı. Bavula atıp, gitmiştim. Kaan Murat Yanık'ın kitaplarına birkaç zamandır denk geliyorum, baya da merak ediyordum, sonunda Kitap Yurdu'nda bir indirim görünce aldım. Yanlarına sepeti tamamlasın diye attığım kitaba onlardan önce başladım ama. M.Ö.1177 kitabı da alışveriş listemdeydi tabi, ne zamandır okumak istiyordum ama indirim olmuyordu. Neyse almış oldum ve köyde öyle bir an boş vakit bulunca bir açayım bakayım dedim. Kendimden geçtim. Cidden. Çok mutlu etti beni kitap. Bunu tabiki anlayamazsınız, anlatamam. Goodreads'te şöyle yazdım mesela:
Konuyu daha önce okulda gördüğüm ve bir derste birkaç haftalığına dinlediğim için belirli bir fikrim vardı kitabı elime alırken. Ki zaten elime almama sebep olan da buydu. Arkeolojinin en ilginç dönemlerinden biridir bu dönem. Geç Tunç Çağı'nda Akdeniz'in etrafındaki topraklarda şimdi hikayelerimize ve efsanelerimize konu olan o meşhur medeniyetler en şaşaalı dönemlerini yaşıyordu. Mısır, antik dünyanın o muhteşem imparatorluğuydu. Hititler onlara kafa tutan bir diğer muhteşem uygarlıktı. Kenan'da, Mezopotamya'da, Yunan anakarasında ve adalarda tüm o isimlerini bildiğimiz büyük krallıklar, imparatorluklar gelişmişti. Sonra bir anda, hepsi tarih sahnesinden silindi. Mısır ayakta kaldı ama artık o eski Mısır değildi. Büyük imparatorlukların yerini küçük şehir devletleri, tuncun yerini demir aldı. Dünya sanki birden karanlığa gömülmüş gibi oldu. Çok eskiden beri tarihçilerin ve arkeologların bu duruma açıklaması III.Ramses'in sözlerinden alıntıydı: Deniz insanları gelip, her şeyi yakıp yıkmıştı. Bu o kadar dilimize oturdu ki, arkeolojiyle ilk ilgilenmeye başladığımdan beri "deniz kavimleri" deyişi benim için de alabildiğine normal bir şey haline geldi. Oysa durum bundan çok daha karmaşık ve çok daha farklıydı. İşte tüm bunları da Cline'ın yazdıkları sayesinde öğrenebildim. Cline aslında fikir belirtmekten çok bu konuda yüzyıllardır ne yazılıp, çizildiyse uzun uzun onları döküp, sayıyor. Aralara hımm belki de şöyle böyle diye sıkıştırıyor ama ekseriyetle kesin böyle düşünüyorum demiyor. Esasında kitabın sonlarına doğru içimde tamamen genişletilmiş bir tez okuyorum hissi uyanmadı değil. Okulda yazdığımız tüm o proje ödevleri ve tezlerin ana yapısına birebir uymuş. Önce tüm bu uygarlıkların o kocaman kocaman hallerine nasıl geldiğini bir anlatıyor, oyuncuların biyografilerini dizer gibi. Sonra en gelişmiş hallerindeki hikayeyi anlatıyor ki o dönemdeki kozmopolitliğin bu derece olduğunu bilmiyordum cidden inanılmaz boyutlarda bir global dünya oluşturmuşlar 3000 sene önce. Ardından sözkonusu nihai çöküşe getirip, böyle oldu diyor. En sonda da tıpkı tezlerde yaptığımız gibi, bir sonuca bağlamaya çalışıyor ki kendi düşüncelerini belki de en fazla bu kısımda açık ediyor. Ben aşırı keyif aldım okumaktan. Çok severek, her bir satırında öğrendiğim bilgilerin mutluluğuyla dolarak taşarak okudum.
O hafta boyu annem kalırım haftaya dönerim deyince sevinmiştim. Hem birlikte daha çok vakit geçirmiş oluruz hem de köyde pek bir şey göremiyor, gezeriz diye düşünmüştüm. Ama bayram dönüşü ofistekiler haydiiii çalışalııımm deliler gibiiii modundaydı. İki gün izin istedim, vermediler. Ya yazık günah, annemi azcık gezdireceğim, kendim için istemiyorum, ıhıh. Çalışacağız. Sanki atomu parçalıyoruz. Zaten bayramda da izin yapmışım. Bayramda? İzin? Zaten resmi tatil olan günler olduğu için hiçbirimiz ofise gelmedik ki. Nasıl yani dedim. Yok şehir dışına gitmişim. Herkes burada kalmış ben gitmişim yani izin yapmışım. Aklım dimağım almıyor. Almadı. Şaka mı dedim ya. Bu olsa olsa şaka olabilir böyle absürt bir şey. RESMİ TATİL. Evde oturup, bilgisayarı açıp güvenlik duvarına gözlerimi dikip, her an bir şey olur da ofise koşmam gerekirse diye arabanın anahtarı elimde durmam mı gerekiyordu?!
Çocuklarla resim yapmak - aşırı rahatlatıcıymış!?
Salı gün öğleden sonra çıkabildim güç bela rica minnet. Annemi biraz gezdirdim. Abim hemen aradı tabi. Size geleceğiz diye. Dedim gelmeyin biz gelelim. Belki böyle yırtarız diye düşünmüşüm, ne kadar safım. 27'si çarşamba akşamı gittik tamam. Dedim artık daha görmemize gerek yok bir kere görüştük. Ama içimde hala sıkıntısı var. Hava 30 derecelere doğru yol alıyor. İşten bir türlü başka izin alamıyorum, annem evde, ben ofiste çılgınlar gibi çalışıyorum. Tabi bunların hiçbiri yine salaklıklarım için bahane değil ama işte bence haklıyım. Benim suçum değil. Her şey diğer insanların suçu. Herkes ve her şey üstüme aşırı baskı oluşturmasa, herkes ve her şey hayatıma karışmasa....Yeter artık diye bağırmak istedim ya. Bağıramadığım için bu sefer de başka bir grubun Hong Kong'daki konserine yine iki katına bilet aldım. Bunları hiç düşünerek yapmadım bu arada anlayabiliyor musunuz? Böyle kocaman bir topun içinde herkes beni bir tarafa sallıyormuş, yuvarlanıyormuşum gibi bir kafada geçen günlerde yaptım bu işleri. Bir yandan diyorum ben ne yapıyorum ama yapıyorum. Hong Kong'a da gitmek istemiyorum, Kuala Lumpur'a da. O kızı da dinlemiyorum öbür grubun müziğine de pek dayanamıyorum. Ofiste habire bir şeyler oluyor, ya bir saniye konuşmayın benimle bir saniye bir şey söylemeyin bir karışmayın bir beni bana bırakın da bir anlığına da olsa kafam bana kalsın ya. Yok. Çıldırmanın eşiğindeydim, bir yandan Hong Kong'a gidiş bileti aldım. Ama hiçbiri istediğim şeyler değil, kim yapıyor bunları diye ellerime bakıyorum. Zaten cuma akşamı da abim geldi, çocukları bize attı ve gitti. Cumartesi oldu, çocuklar duruyor. Cumartesi akşamı ofise gitmem gerekiyordu, çalışma yapacaktık. Bakın haftasonu bile işe gittim o hafta. Pazar sabahı oldu çocuklar hala bizde. Annem de yorgun, ben bitiğim. Bu arada anneme pazartesiye geri dönüş bileti aldık, ben durdukça bunlar senin başını yiyecek dedi kadın çünkü. Halime o daha da üzüldü. Pazar günü ancak öğleden sonra olduktan sonra annemle baş başa kalabildik. Biraz belki birkaç saat ayaklarını uzatabildi. 22'sinde de döndü zaten.
23'ünün tatil olması göklerden gelen bir iyilik gibiydi. Evin altı üstündeydi, kirlenmemiş, üstüne edilmemiş hiçbir eşya, hiçbir nokta kalmamıştı. Tüm gün temizlik yaptım. Evle birlikte ruhumu da temizlemeye çalışıyordum. Bu arada malum biletleri aldığım andan beri her dakika kafamın içinde şöyle dolaşıyordum: Gitmek istemiyorum, ne yapacağım, gideyim gideyim niye gitmeyeyim ki güzel macera hak ettim sonuçta taksit taksit öderim, hayır hayır istemiyorum o kadar para harcamak ne demek yarın öbür gün ülke iflas edecek ben ne yapıyorum hem hak etmiyorum etmiyorum işte istemiyorum,...ama her dakika. Her bir dakika. Kafamın içi. Yatıyorum, sabahlara kadar gözüme bir saniye uyku girmiyor. Gün içinde insanlarla konuşuyorum, kafamın içinde hep bu sesler. 23'ünde akşam boğazımın sol kenarına bir şey takıldı. Yediğim şey boğazımda kaldı ohh mükemmel diye küfrederek yattım. Elimi sokuyorum, kusmaya çalışıyorum, ekmek yiyorum, su içiyorum ıhıh gitmiyordu. Yine küfrederek ve tüm gece kafamda o seslerle yattım.
24'ünde sabah kalkarken bu sefer boğazımın her yanı acıyordu. Dedim iyi tahriş ettim akşam kalan şeyi çıkaracağım derken. Lanetler okuyarak işe gittim. Öğlende kafam bir milyon oldu, bir baktım ateşim çıkmış. Ben hala boğazımda bir şey kaldı zannediyorum. Allah allah dedim ne demek ateşim çıktı. Akşam evde otel-kalacak yer bakmaya başladım Hong Kong için. O kadar para gömdüm çünkü kaçarı yok artık işi ciddiye almam lazım dedim. Tüm akşam nette kalacak yer inceledim. Habire bir aksilik çıktı önce, en ufağından en büyüğüne. Liseden beri kullandığım kalem bozuldu mesela elimde. Kalakaldım. Otel bakarken bozuldu. Öylece. Kalem bile bozuldu. Okudukça, yer baktıkça moralim de bozuldu. Çok kötüydü. Her şey, her yer çok kötüydü. Ya bir aylık maaşımı verip, tamamen 4-5 yıldızlı bir otel tarzı bir yerde kalacaktım ya da sabahına tüm iç organlarımdan vazgeçeceğim tarzda bir yere razı olacaktım. Ki 4-5 yıldızlı oteller için bile neler yazıyordu. Sinirlerim alt üst oldu. Zaten gitmek istemiyorum bir de her şey kötüydü. Hong Kong da Çin'e dahil gibi bir şey olduğundan (bu konular teferruatlı) en son bir şey okuduktan sonra aklımda şey belirdi, e ben gidince annemi nasıl arayacağım whatsapptan diye düşünüp ağlamaya başladım. Zaten ateşim vardı. Sarhoş gibi bir şeydim.
25'inde perşembe sabahı bir gözümü açtım ölüyorum. Boğazım aşırı kötü, kafam sisin içinde. Hiçbir yerimi oynatamıyorum. İşe gidemedim, aile hekimine bari gideyim diye açılma saatinde asm'ye gittim. Bir soğuk algınlığı ilacı falan verir de öğleden sonra işe giderim diyordum, çünkü hala dünyayı biz kurtarıyoruz ya iş yerinde aman gitmemezlik etmeyeyim. Doktor boğazıma bakıp geri hopladı. Bu ne olmuş böyle dedi, ne olmuş dedim. Ben hala bir şey kaçtı ve tahriş oldu diyorum. Bir dolu ilaç, antibiyotik...verdi. Eve gidip, yattım. Ben nasıl hasta olurum diyordum kendi kendime. Yani midem rahatsızlanıyor evet son senelerde ama böyle hasta olmak...Gözlerim biraz açılır gibi olunca geçtim bilgisayarın başına ne olacaksa olsun dedim. Önce uçak biletini iptal ettim, bir kısmını kestiler tabi. Sonra konser biletlerini satışa çıkardım. Birkaç hafta içinde maaşımın yarısını öylece puf diye sokağa attım yani. Öylece. Sadece. Bir de işin detayları var ki şu anda da anksiyete krizleri geçirmeme sebep oluyor. Misal a ise b ise c veya d iken e gibi önermelerin sonucunda bir bakmışım şey olabilir, hem biletleri alırken ödediğim paranın benden çıkmasının yanında, hem yeni satacağım insanlara biletler ulaşmamış olacağı için onların ödediği paraları da benden alabilirler. Gitmesi gereken yere gitmeyip de bana gelirse biletin biri, bir de üstüne uluslararası kargo parası ve gümrük falan ödemek zorunda kalabilirim. Gibi gibi. Şeyler olabilir. Benim salaklığımla...hepsi olur valla. Havayolu şirketi de parayı yatırmadı zaten hala.
26'sı cuma günü işe gittim tabiki. Çünkü, dedim ya ça-lı-şı-yo-ruz. Ama ölüyorum. İlaçlar bana mısın demedi. Güller açmaya başlamıştı, aklımda Candy'nin jenerik müziği, gördüğüm her güle üzgün üzgün baktım. Evde yatarken Queen of Tears'ı (눈물의 여왕) izlemeye geri dönmüştüm. Bayramdan önce annem geldiğinde izlemeyi bıraktığım için ve o zamandan bu yana da başım dağılmadığı için 7.bölümde mi ne kalmıştım. Sonra Lovely Runner'a (선재 업고 튀어) başladım. Byeon Woo Seok'u Strong Girl Namsoon (힘쎈여자 강남순) fiyaskosundaki tek elmas tanesi olarak izleyip, yeteri kadar düşmüştük hep birlikte hatırlarsanız. Buradan sonra ne yapacak artık bu acıklı gözlerimizden kendini mahrum mu edecek derken bu dizinin haberi gelmişti. Gerçekten kendime bu eziyeti etmemem gerekiyor ya. Yine bir geçmişe dönüp, geleceği değiştirmeye çalışma hikayesi. Gene bir pişmanlıklar, kaçırılan şanslar, yaşananamışlıklar...İzlemek istiyorum, kendimi alamıyorum ama içim eziliyor, göğsüme taşlar doluşuyor. Çok aşırı mutlu sona bitmezse kendimi nasıl toparlarım bilmiyorum. Minik kalbim daha fazla dayanamayacak gibi hissediyorum.
27'si cumartesi olunca bu sefer de pikniğe gittim servisteki kızlarla. Çok önceden verilmiş bir sözdü, ayarlanmış bir şeydi, ben olmayınca da iptal olurdu, o yüzden ilaçlarımı içtim, kendimi iyi olabileceğime ikna ederek çıktım yola. İyi de geldi, temiz güneşli havada olmak, kızlarla muhabbet edip gülüşmek...Başka bir şey düşünmemek. Özellikle, düşünmemek. Gene de gün içinde zaman zaman olduğum yere yığılıp kalacakmışım gibi hissettim, hiçbir şey belli etmedim. O yüzden ertesi gün, pazar günü yattığım yerden kalkamadım, yine ateşim yükseldi. Hava da zaten delicesine bir fırtınaydı. Nisan'ın son günleri sırf o fırtınayla geçti zaten.
Mayıs'ın birinin de tatil olmasına gerçekten ağlayacaktım mutluluktan. Çünkü neredeyse bir aydır, Nisan'ın başından beri hayatım beni bir sürü kayayla çakılla dağın tepesinden yuvarlamış gibi hissediyordum. Her yerim yara bere içinde, etlerim sökülüyor ama duramıyorum, her durmaya çalıştığımda bir tekme geliyor dönmeye devam ediyordum. Yorgundum. Böyle bu kelime anlatmıyor hissettiklerimi. Yorgundum. Yopyorgun, yopusyorgun, yoryoryoryorgun. Hasta. Bitik. Bir türlü iyileşemiyordum. O gün evde olmak çok iyi geldi. Sabah kalkıp, ekmek almak için çıkınca hanımelilerin açtığını görünce de bir mutlu oldum (çünkü en çok sevdiğim çiçek).
Bu arada tam o günlerde instada bir grubun videolarına denk gelmeye başladım. Yıllardır k-pop'un hep aynı şeylerini dinleyip duruyorum, artık her yeni çıkan grup, her yeni çıkan şarkı tamamen aynı. Hiçbirinin birbirinden bir farkı olmuyor ya da müzikal anlamda bir şeyler ifade etmiyorlar. Olay tamamen konsepte dönmüş durumda. Bu sefer duyduğum şey pop değildi, rock müzikti. Sanki uzun yıllar önce arkamda bıraktığım bir arkadaşımla karşılaşmışım gibi hissettim. Yıllardır sadece kola içiyormuşum da şimdi elime su geçmiş ve ilk yudumla birlikte aslında suyun ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlamışım gibi oldu. Biraz daha dinledim, açtım şarkıların tamamını dinlemeye başladım. Sonra kim bunlar, ne bunlar diye bakındım, sadece kendi şarkılarını değil, yaptıkları coverların videolarını izledim. Xdinary Heroes diye bir gruptu bu. 6 çocuk. Bateri, bas gitar, iki elektro gitar ve keyboard, synthesizer vardı. Normalde k-popta önemli olan müzik gibi gelmiyor bana açık söyleyeyim. Hatta dediğim gibi, artık tamamen konsept için yapıyorlar her şeyi. Bu grubu dinlerken müziği duydum ya. Böyle basbaya müzik. Ben gençken ve müzik gerçekten müzikken canlı canlı duyduğum şeyleri duydum. Basın sesini duydum, müzikle birlikte hisseden bu çocukları gördüm. Tabi hiç fikrim yok değildi bu tür grupların varlığına dair. Şimdiye kadar The Rose dinliyordum mesela, Day 6 dinlemiştim, Hyukoh dinlemiştim, N.Flying dinliyordum. Ama hiçbirinin müziği bu derece "müzik" gibi gelmemişti. Gerçekten müzik duyuyordum. Sanki yıllarca mağarada kalıp, müzikle yeni tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Son 10 gündür aralıksız Xdinary Heroes dinliyorum. Evet yine bir şeye takınca kendimi tüketene kadar takıyorum. Bu ara denk gelmemin sebebi de yeni albümleri çıktığı için sosyal medyanın onları önermeye başlaması.
Mayıs'ın 4'ünde ve 5'inde cumartesi pazar günleri kombiyi yaktım. Evet. Mayıs'ta. Çünkü buz gibiydi evin içi. Geçen hafta boyu dışarıdan yedim. Aslında iyi gidiyordum bu konuda. Sonra işte, geçen hafta ip söküğü gibi...Bir gün pizza, bir gün döner, bir gün dürüm, en son dün akşam yine pizza derken bu sabah da kahvaltı niyetine kalan pizzaları yedim. Çok yorgun ve bitiğim diye gram hareket de etmiyordum zaten. Sağlığımın zirvesindeyim şu an. Dün akşam C ve N gelmişti, aylar sonra buluşmuş olduk. Saatlerce astroloji muhabbeti yaptık. Arada böyle şarj olmak gerekiyor sanırım. Onları yolcu edip, kapıyı kapatıp boş eve bakınca içimi bir bomboş hissettim. Yaşlanmışım.
Bugün cumartesi güya ama habire pazarmış gibi hissediyorum. Bir pazar havası var üstümde. Yerimden kalkıp, bir an yarın işe gideceğim diye moralim bozuluyor sonra kendime hatırlatıyorum yarın pazar, işe gitmeyeceksin. Sabah güneşliydi ama şimdi yine karanlık, yağmurlu, şimşekli. Tam pencere kenarında battaniyeye sarınıp, Jane Austen okumalık.