19 Eylül 2017 Salı

ilk güney kore dizisi deneyimim: Fated to Love You (2014)

Bu diziyi nasıl izlemeye başladığımın serüvenini geçenlerde "saçmalamasam da saçmalasam" yazımda anlatmıştım. O yüzden bu yazıda önce konuyla hiç alakası olmayanlar için dizi nedir ne değildir ondan bahsedip, sonrasında da böyle bir şey izledikten okuduktan sonra arkadaşlarınızla oturup saatlerce o şey hakkında konuşurken kendinizi durduramaz oydu da buydu şuydu diye bir orasından bir burasından söylenip durursunuz ya hah işte öyle yapacağım. Hazır mıyız?
"Dizi 2 temmuz-4 eylül 2014 arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış Güney Kore'de. Orijinali Tayvan'danmış, 2008'de 24 bölümlük bir Tayvan yapımı diziymiş." diye yazmışım üstte bahsettiğim yazımda. Güney Kore yapımı hikayemizde iki ana karakterimizle tanışıyoruz: Esas kızımız Kim Mi-Young ve esas adamımız Lee Gun. Kızımız bir hukuk şirketinde çalışıyor, pek sevimli, pek sevgi dolu bir insan. Ama o kadar vur kafasını al ekmeğini bir insan ki şirketteki ve dahil hayatındaki herkes ona her türlü işlerini yaptırarak eziyorlar kızımızı. Kimseye hayır diyemiyor, kimseye eh yeter be sen de çok oldun ya da ben bunu yapmak istemiyorum diyemiyor. Küçük bir balıkçı kasabasında büyümüş, pek sevdiği babasını çocukken kaybetmiş. Gizliden, kendince de sevdiği bir adam var aynı şirkette (ismi hiç lazım değil çünkü yeni başlayanlar için kore isimleri hakikaten çok zor ve kafa karıştırıcı o yüzden elimden geldiğince az isimle sıyıracağım sizi bu işten). Şirketteki bir şeyden (hatırlayamadım şimdi bir seneyi geçti izleyeli) bir tatil kazanınca Kim Mi-Young kızımız bu platonik aşkını davet ediyor kendisiyle gelmeye, böylece hem ona açılırım hem de yalnız gitmemiş olurum diyor kendince.
Onlar bu tatile birlikte gelirken bir taraftan da esas adamımız Lee Gun ile tanışıyoruz. Lee Gun büyük ve köklü bir şirketin sahibi olan ailenin son üyesi, şakacı, neşeli, biraz fazla kendine güvenli ve çılgın kahkahalar adamı. Şirketten ve dahi ondan sorumlu, hükümet gibi kadın büyükannesi artık evlen evlen de önümüzü görelim diye tutturmuş durumda. Sanki eski zamanlardan bir hanedanmışlar gibi Lee Gun'ın bir an önce evlenip çocuk yapması gerekiyor ki şirket aç gözlü akbabalarca ele geçirilmesin. Lee Gun da istekli aslında evlenmeye çünkü deliler gibi aşık olduğu bir sevgilisi var: Nam Se-Ra. Bu kızımız da pek yetenekli bir balerin, Amerika'da falan çalışıyor, Lee Gun'ı da çok seviyor. Lee Gun bu uzun yıllardan birlikte olduğu balerin kızımıza en sonunda evlilik teklifi etmek için bir tatil ayarlıyor. Ve evet tam da orada, esas kızımız Kim Mi-Young'un platoniği ile geldiği tatil yerinde.
Böylece kaderin saçma ama komik tesadüfleriyle birlikte Kim Mi-Young kızımız ve Lee Gun oğlumuz içtikleri ilaçlı bir içeceğin etkisiyle kendilerini aynı yatakta (pek yakın) bir gece geçirmiş olarak buluyorlar. Dahası birkaç ay sonra Kim Mi-Young'un Lee Gun'dan hamile olduğu gerçeği ile kendilerini bu defa da tamamen yabancı bir evliliğin içine dalarken buluyorlar.
Böyle baktığımızda Fated to Love You çılgıncasına eğlenceki bir absürt komedi olarak başlıyor aslında. Hem esas karakterler hem de yan karakterler komedide döktürüyor ellerindeki hikayenin de gazıyla. Önce iki yabancının tamamen ayrı dünyalarını izliyoruz, sonra resmen gezegenlerin çarpışması gibi bir gece için bir araya gelmelerini ve kendi hayatlarına dönmelerine seyirci kalıyoruz. Kaderin oyunu ile yeniden bir araya gelmek zorunda kaldıklarında ise bu defa bu iki yabancının hayatlarındaki durumları eğerek bükerek birbirlerine yer açmaya çabalamalarının hikayesi geliyor. Her şeyi tersten yaşamalarını izliyoruz. Önce evlenip, sonra birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Birbirlerine alışmaya çalışıyorlar, birbirlerini değiştirmeye başlıyorlar. Daha doğrusu birlikte değişiyor, gelişiyorlar. Ama hepsi acılı oluyor, oraya buraya çarparak, düşerek kalkarak yol alıyorlar. Gene de birbirlerine aşık olma evresinde, tahminen dizinin ilk 10 bölümü süresince, tüm çarpışmalara, düşmelere kalkmalara rağmen herşey alabildiğine eğlenceli ve gülümsetir şekilde devam ediyor.
kaynak: Yamalı Sandal
Ta ki bir noktaya kadar. Öyle bir nokta ki hep beraber savruluyoruz. Hikaye hem bizi izlerken hem de onları, karakterlerimizi öyle bir savuruyor ki aman yarabbi dramın, ağlamanın dibine vuruyoruz. Lee Gun ağlıyor, biz hönkürüyoruz. Çünkü ilk on bölüm boyunca gülüp eğlendikten sonra birden böyle dramın köküne köküne vurdurunca insan bir neye uğradığını şaşırıyor. Hele bir de öylesine sevimli ki her bir karakter, kötüsü bile öylesine kötü değil ki, diziyi izlerken ayırdığınız o birer saatlerde dünya tamamen başka bir yer oluyor, daha mutlu daha sevimli daha umut dolu bir şey gibi geliyor yaşamak. İşte tam da bu yüzden hikaye yön değiştirdiğinde yine 10 yaşınızda dönüp, Anthony'yi attan düşmüş halde yerde uzanırken izleyen Candy gibi kalakalıyorsunuz.(Çocukken japonlar büyüyünce de koreliler...ulan ettiniz el birliğiyle psikolojimin içine!)
sen ne tatlı bir şeysin Kim Mi Young
Esas kızımız canlandıran Jang Na-Ra, ufacık tefecik, kocaman gözleri alabildiğine masum bakan, bir yaprak gibi en hafif rüzgarda savrulup gidecekmiş gibi duran, çok naif bir Kim Mi-Young ortaya çıkarmış. Beni vuran da sanırım en çok bu Kim Mi-Young olduğu için diziye tutuldum. Çünkü daha ilk dakikalarda kendimin bir versiyonunu izliyor gibiydim. Kimseye hayır diyemeyen, sesini bile çıkaramayan Kim Mi-Young gibiyim ben de. Ama tabi ufak bir detay var ki Kim Mi-Young'un bu hayır diyememesi içindeki iyilikten, insanların yine de kötülük düşünmüyor oldukları umudundan. Benimkisi ise çok daha farklı sebeplerden şimdi burada uzun uzun psikolojik çözümlemeye girmeyelim, ben büyük oranda korkudan, karşı çıkma korkusu gibi şeylerden hayır diyemiyorum ve yine içimden küfrediyorum. Yani yapıyorum ama küfrediyorum. Peki olur diyorum karşımdakine ama kafamda onu öldürmenin binbir yolunu düşünüyorum. Oysa Kim Mi-Young baştan sonra kadar içindeki o parıl parıl naif parçayı hiç bozmuyor. Tabi yaşadıklarıyla gelişiyor, değişiyor, büyüyor ve o ilk başlardaki gibi ezdirmiyor kendini ama o pırıltısı da hiç kaybolmuyor. (Bir de Jang Na-Ra sen ne güzel ne çıtı pıtı bir kadınsın yahu.)
uçan Lee Gun
Lee Gun'ı ise Jang Hyuk canlandırıyor. Ve diziyi benim için bu kadar eşi bulunmaz yapan bir diğer faktör de Jang Hyuk'un bu inanılmaz Lee Gun portresi. Artık birbirinin tıpatıp aynı romantik komedilerdeki karbon kopya zengin ama buzdolabı esas adam tiplemesine kocaman bir kahkaha atıveriyor Lee Gun. Evet zengin, evet başarılı, evet geçmişinde birçok acı ve dram var. Ama o seven, aşık olan, aşkını binbir şekilde gösteren, duygu patlamalarıyla dolu, hareketli, neşeli, alabildiğine eğlenceli bir adam. Ama işte onun o pek güzel detayı da burada saklı: Lee Gun acılarını, kötü duygularını ve hatta utangaçlığını, kıskançlığını da neşesinin altına gizliyor. En başlarda insanı çıldırtan o manyak kahkahasının hikayenin içinde ilerledikçe ve Lee Gun'ı tanıdıkça neler neleeer ifade ettiğini görüyorsunuz ve her bir kahkaha ile yeri geliyor içimiz acıyor, yeri geliyor mutluluk gözyaşları döküyoruz. Başka bir oyuncu onu bu kadar sevdirebilir miydi bilmiyorum. Jang Hyuk böyle suratına baktığınızda sanki direkt ben çok iyi bir insanım diyen bir ifadeye sahip, resmen güven veriyor. Normalde de, yarattığı karakterin dışında da çok eğlenceli bir insanmış gibi. Ayrıca pek de sportif kendi yaşamında ki bunu dizide de pek eğlenceli şekillerde görebiliyoruz. (Belirtmeden geçemeyeceğim, ben ilk bölümlerdeki o uzun saçını beğendim, sonradan kestirince de fena olmadı ama bence ilk hali daha iyiydi.)



Hikayenin bir diğer güzel yanı da bunca drama rağmen yine de kendini o kadar ciddiye almaması ve o absürtlüğünden, o havailiğinden hiçbir şey kaybetmeden mutlu sonumuza bizi kavuşturması. Ayrıca hikaye boyunca her birine kendi özenli hikayeleri yazılmış ve pek yerinde kararında oynanmış yan karakterleri ile hiçbir boşluk bırakmıyor. Esas oğlanımızın balerin sevgilisi, esas kızımızın bir çeşit "mentor"u ve "abi"si olarak olaya dahil olan Daniel Pitt karakteri, kankası, esas kızımızın annesi ve iki ablası eniştesi; Lee Gun'ımızın üvey annesi üvey kardeşi, büyükannesi, sekreter Tak, hamu hamu kafadarlar...Öylesine güzel oynanmış, anlatılmış ki.
Bu noktada bir de Daniel Pitt karakteri için bir iki bir şey demek istiyorum çünkü yazının genelinde olaya çok karıştırmak, isim kalabalığı yapmak istemedim ama karakteri canlandıran Choi Jin Hyuk normalde beğenebileceğim bir tip değilken burada nasıl bir oynamışsa artık kendine aşık ediyor. Keşke herkesin yanında onun gibi destekleyici, karşılıksız seven, her şeye rağmen çıngar çıkarmayan bir adam olsa dedirtiyor ki tabi burada tüm alkışları Choi Jin Hyuk'a atfetmiyoruz, senaristin de kalemine sağlık.
balerin Nam Se-Ra ve mentor abi Daniel Pitt
Daha önceki yazıda da dediğim gibi Fated to Love You benim için tamamen başka bir kültürle, tamamen başka bir dünya ile tanışma dizisi oldu. İlk defa gördüğüm gelenekler, yemekler, şehirler, ülke ile birlikte aslında bu yaşıma kadar izleyip durduğum dünyanın dışında da pek şahane hikayeler anlatıldığını görme şansı verdi bana. İyi ki izlemişim dedirtti onca ağlatmasına rağmen.
Bir de pek güzel bir şarkı verdi dinlenecek ki onunla bitirivereyim:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...