21 Nisan 2020 Salı

6 Bölümlük The English Game

1879 yılında İngiltere'deyiz (O zaman ne zaman oluyor ki diye bir düşünürsek şöyle karşılaştırabiliriz: II.Abdülhamid tahta çıkalı 3 yıl olmuş, Meşrutiyet ilan edilmiş, 93 harbi olmuş, Kıbrıs İngilizlere kiralanmış. Edison ampulü ha tanıttı ha tanıtacak. Einstein yeni doğmuş. Kraliçe Victoria tahtta 52.yılını geçiriyor. Ünlü Benjamin Disraeli başbakan. Oxford'a ilk kez kadın öğrenciler girmiş. Almanya'da Bismarck şansölye. 1873'te başlayan ekonomik bunalım dünya genelinde devam ediyor-ama bitecek. Öyle bir zamandayız.). Futbol henüz bizim bildiğimiz futbol değil. Ülkenin köklü ve prestijli okullarında, zengin ve asilzade "centilmen" beyler kendi aralarında oynuyor. Orada burada fabrika işçileri de oynuyor gerçi ama oyun, hala zenginlerin. Kupayı her sene aynı takım kazanıyor, kupayı veren federasyonun başkanı ve üyeleri de o takımda zaten. Böyle bir ortam.
İşte bu ortamda pamuk işçilerinden oluşan Darwen kasabasındaki futbol takımı kuzeyden, İskoçya'dan iki oyuncu transfer ediyor. Transferin, hele ki futboldan para kazanmanın sözlüklerde bile olmadığı bir dönemde Fergus Suter ve Jimmy Love Darwen takımına geliyor. Hedef büyük, o kadar yıldan sonra kupayı ilk defa bir işçi takımının kazanması. Bir yanda pamuk fiyatlarının düşmesiyle birlikte fabrikaların işçi çıkarmaya, ücretleri düşürmeye gittiği ve yoksulların daha da yoksullaştığı; diğer yanda zengin centilmenlerin yoksulların isyanlarıyla ve değişmekte olan dünyaya ayak uydurmaya çalışmalarının arasında bocalamadıkları bir ortamda futbol herkesin ortak noktası oluyor.

"The English Game" 20 Mart'ta 6 bölüm olarak yayınlanmış Netflix'te. İlk sezon olarak görünüyor şimdilik IMDb'de ama devamı gelecek mi henüz bir malümatım(bu kelime böyle mi yazılıyor acaba) yok. Instagram'da Charlotte Hope'u takip ediyorum, onun sayesinde haberim olmuştu diziden. Hem "period drama"ydı, hem futbol vardı, hem Charlotte Hope oynuyordu (The Spanish Princess'de izlediğim için takip edilesi gelmişti, bu arada size anlattım mıydı ben o diziyi?). Ama asıl itici güç, Julian Fellowes'un işin içinde olduğunu öğrenmem oldu. Kendini pek kıymetlim Downton Abbey'nin yaratıcısı, senaristi. O yüzden bu dizi de yayınlansın da göreyim diye umutla bekledim. Downton'dan sonra susuzluğumu belki bir nebze olsun giderebilirdi.
Dizi bu yüzden hikaye anlamında gayet iyi. Tam olarak tarihte olduğu şekliyle anlatmıyor tabiki olanları ama pek çok şeyi değiştirerek gayet anlamlı bir hikaye çıkarıyor. İyi yazılmış karakterleri var. Bu karakterleri çok da iyi oynayan oyuncuları var. İzlemesi son derece keyifli futbol sahneleri var. Her ne kadar insana az gibi gelse de bu sahneler, başarılı. Bir "British-period-drama"sı izliyor olduğumuzu aklımızdan çıkarmamamız gerek, aksiyondan çok durumlar, diyaloglar önemli. Ayrıca müzik kullanımı da bir o kadar iyi. Pek çok yerde o müziklerle gaza geliyor insan, bazen de tüyleri diken diken ediyor, gözlere yaş biriktiriyor.
Hikayemiz de sadece futbol değil tabi. Ya da futbol sadece bahane diyebiliriz. İngiliz gelenekselciliğinin ya da oradan yola çıkarak dünyanın eski halinden nasıl yeni bir çağa doğru ilerliyor olduğunun hikayesi daha çok. Elit kesimin kendi arasında tuttuğu bir eğlencenin yoksulların, emekçilerin umudu haline gelmesinin hikayesi. Hatta futbolun 20.yy.da (ama kesinlikle 21.yy.daki değil, şu an olan şey çok daha saçma bir şey) dünyanın en ücra köşesinde bile nasıl bir anlam ifade ettiğini, buraya nasıl geldiğini görebileceğimiz kıvılcımların hikayesi gibi.
Öte yandan hikayesi, görüntüleri, oyuncuları ne kadar iyiyse anlatımı da bir o kadar tekliyor dizinin. Yani keşke Downton'ı falan çeken, editleyen ekip toptan buraya da gelseymiş. Her bir sahnenin başladığı yeri ayırt edebiliyorsunuz, böyle her bir parça ayrı ayrı duruyor gözümüzün önünde. Bir şeyler akmıyor, birleşmiyor. Hani hikayeye kaptırıp, karakterlerle de işli dışlı olup çok takılmıyorsunuz ama diziyi izleyip bitirdiğinizde "oha muhteşem bir şey izledim ben" demenizi sağlayacak o duygudan yoksun kalıyorsunuz. Ve tabi Downton susuzluğuna da ancak bir damla gibi geliyor.
Bence izlemesi keyifli, merak ettirici, emekle çekilmiş (ama editlenememiş) pırıl pırıl bir dizi var karşımızda. Çok da öyle incelemeyin, aşırı parlamalar beklemeyin. Oturun izleyin, mis gibi.


Neyse ben gideyim de Belgravia'nın son bölümü düşmüş onu izleyeyim. Daha size onu anlatacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...