25 Nisan 2020 Cumartesi

6 Bölümlük Belgravia

1815 yılında Brüksel kentindeyiz. Yirmi küsür senedir Avrupa'da savaş devam ediyor (öyle dünya savaşı tarzında değil de ülkeler birbirleriyle hep bir çatışma halinde yani öyle bir durum). Bir önceki yazıda, hani kitabı anlattığım, Fransa Kralı XIV.Louis'den bahsettim ya, hah işte bizim güneş gibi parlayan luiden sonra gayet otomatik bir sıralamayla XV.Louis ve XVI.Louis Fransa tahtına çıkıyor. XV.'nin yönetimi biraz çalkantılı, kendisi bizim luinin torunu (72 yıl tahtta kalırsan senden sonra ancak torunların hayatta kalmış oluyor haliyle), eh güçsüz de, ortalık karışıyor. Gidip evlendiği kişiden dolayı Polonya tahtına da hak iddia ediyor arada. Eee Polonya bu, dünya savaşlarında bile çok sorun olacak yer (savaşların tarihinde Polonya oradan buradan pop-up gibi çıkıverir çocuklar). Önüne gelen orası benim diyor tee o zamanlar da (önüne gelenler : Avusturya, Rusya felan feşmekan). Bu XV.'den sonra gelen de hepinizin bildiği XVI.Louis, hani Marie-Antoniette'in kocası. Hah işte insan ona biraz acıyor, çünkü aslında tee bizim güneş kral luinin zamanında tomurcuklanan devrim, on altıncının yönetiminde iyice olgunlaşıyor ve en sonunda bu on altıncının başına patlıyor (giyotin olarak). Oldu mu size Fransız Devrimi?! Hah işte devrimden sonra alıyor diğer Avrupa krallıklarını bir korku. Ulan bizimkiler de ayaklanıp, gelir mi saraya diye (Victoria'nın 3.sezonunda sanırsam böyle bir bölüm vardı).
Hal böyle olunca diğer Avrupa krallıkları-devletleri, Fransa hanedanlığından geriye ne kaldıysa onu desteklemeye başlıyor. Fransa'daki cumhuriyet ise vay siz misiniz bizim cumhuriyetimize karışan diye efeleniyor. Bu efelenme olayı insanın gözünde hep minik bir adam boyundan büyük hareketlere girişiyor olarak canlanır ya, hah tam öyle işte. Napolyon Bonapart isminde bir küçük enişte kılıklı general bu devam eden savaşmaların, çatışmaların arasında milleti punduna getirip, darbe yapıyor, artık o imparatoreeee. Ve hambur humbur dünyayı yutmaya başlıyor.
İşte 1815 yılının haziranında Brüksel'in dışında, Waterloo denen bir yerin yakınında en son meşhur Dük Wellington komutasındaki İngiliz, Hollandalı, Hannover'lı falan toplaşmış kuvvetler Napolyon'u ve ordusunu dümdüz ediyor (her iki taraf için de ağır oluyor da işte Fransızlar yenilmiş oluyor). Napolyon durdurulmuş, 23 yıldır süren savaşlar bitirilmiş oluyor.
Dizimiz de tam olarak o savaştan iki gün önce başlıyor (https://www.imdb.com/title/tt9642982). Brüksel'de Britanyalı aristokratların ve üst rütbeli askerlerin olduğu bir baloya konuk oluyoruz önce. Orduya mal tedarik eden alt tabakadan bir tüccar olan James Trenchard'ın kızı Sophia, acayip asil ve köklü Brockenhurst ailesinin varisi Edmund'la birbirlerine çok aşık. Sophia'nın annesi endişeli, bu aile bizim kızı istemez, kalacak bu kız ortada diye. Nitekim tam da o gece Quatre Bras Muharebesi patlak veriyor ve Edmund da tüm askerlerle birlikte savaşa gidiyor. İki gün sonra Waterloo kazanılıyor ama Edmund artık hayatta değil. Sophia, Edmund'ın onu sahte bir evlilikle kandırdığını söylüyor ailesine. Ama çok büyük bir sorunları var, Sophia aynı zamanda hamile. Gizli gizli ayarlamaları yapıyorlar, Sophia, İskoçya'da bir yerde çocuğu doğuruyor, bir rahip ailesine veriliyor çocuk. Ve 28 yıl sonrasına atlıyoruz.
1843 yılına geldiğimizde görüntü tamamen değişmiş. Artık İngiltere tahtında Kraliçe Victoria var, Trenchard ailesi daha da zenginleşmiş, aristokrasi içerisinde kendilerine yer edinmeye başlamış. James Trenchard sadece tüccar değil artık, inşaat işine de girmiş. Londra'da köklü aristokratlar için Belgravia denilen toki gibi bir yer inşa etmiş. Trenchard'ın karısı Anne Trenchard, yıllar önce kaybettiği kızının hala yasını tutarken, kendisi gibi yas tutan bir diğer anne ile karşılaşıyor: Edmund'ın annesi Kontes Brockenhurst. Ve ortak bir torunları olduğunu söylemeye karar veriyor.
İşte böyle başlayan hikayemiz 6 bölüm olarak ITV kanalında 15 Mart-19 Nisan arasında yayınlandı. Birkaç gün önce anlattığım The English Game gibi, bir Julian Fellowes senaryosu. Daha doğrusu Fellowes'un 2016'da yayınlanan aynı isimli romanından uyarlama. Geneline baktığımızda oldukça iyi bir iş olmuş gibi duruyor. Gayet iyi oyuncularla, tıkır tıkır işleyen bir hikaye. Zaten gözleri kapalı bile period-drama çekebilen Britanya tvlerinde çok da olağanüstü bir durum olmadıkça ortaya çıkan işler kalitesiz olmuyor. Ama azıcık durup düşünüp baktığımızda bu tıkır tıkırlık sanki biraz formülize geliyor. Downton Abbey'den önce ve DA'dan sonra diye iki dönem var artık çünkü tv seyircileri için. Karşılaştırıp duruyor insan ister istemez artık izlediği her period-dramayı. Belgravia'da da sanki bildiğimiz tüm formülleri kullandıkları bir çorba oluşturmuşlar gibi geliyor ilk başlarda. Çok doğal bir hikaye izlemiyoruz gibi oluyor. Ne zamanki hikaye hızını alıyor, oradan buradan sağlı sollu kroşeler önümüzde patlamaya başlıyor, hah işte o zaman biz de kaptırıp gidiyoruz. O formüllü yapaylık kayboluyor, oyuncular karakterlere bürünüyor ve vay anasını şimdi ne olacak acaba demeye başlıyoruz.
Yine de arada takıldığım şeyler yok değil. Misal neden Belgravia? Yani asillerin oturduğu, işte Trenchardların inşa ettiği bölge orası ama dizinin, hikayenin odak noktası ya da önemli bir parçası değil. Yani Downton'da o ev, o arazi asıl konuydu, o ailenin var oluş sebebiydi. Burada bu isim pek alakasız hikaye ile. Sırf karizmatik bir isim olsun diziye diye koymuşlar ha, ya da işte Fellowes kitaba öyle koymuş.
Bir de böyle çoğu şeyi, çoğu karakterin neye ne diyeceğini tahmin edebiliyorsunuz. Yani formül formül deyip durmak da istemiyorum ama bir karakterle tanıştığımız anda ne olacağını ufaktan tahmin ediyoruz. Gerçi hakkını yemeyeyim, acayip twistler de oldu yol boyunca. Daha önce hiç rastlamadığım türden karakterlere de rastladım. Yani elimizde yine bir üst kattakiler-alt kattakiler hikayesi var ama burada - dönemin de etkisiyle - daha karmaşık gruplarımız. Bir yanda geleneksel asillerimiz var title'larıyla rank'leriyle, havada burunlarıyla. Bir yanda bu geleneksel yapı içinde yer edinmeye çalışan, yeni yüzyılın, sanayi ve teknoloji devriminin yol aldığı çağın asıl sahipleri olan çalışarak zenginleşmiş kesim var. Onlar da asiller gibi görünüyor, onlar gibi yaşıyorlar ama yine de hep uzak tutuluyorlar. En son da hizmetçi dediğimiz sınıf var. Asillerin ve aristokratların hep etrafında, hayatlarının her anında, her olayın içinde. Ve bu sefer hiç de bildiğimiz gibi değiller, neler dönüyor neler.
Ama tüm hikayede en bir sevdiğim, tüm bu sınıfların arasında, tüm olayların entrikaların içinde, Kontes Brockenhurst ile Anne Trenchard'ın ilişkisiydi. Yani bu bromance'in kadın versiyonuna ne deniyordu hah işte o. Bu iki kadının bir araya geldiği her sahne pırlanta gibiydi. İzlemesi en keyifli dakikaları onlar oluşturuyordu bence.
Demem o ki, bu ara canınız Downton ya da Bronte kardeşler, Austen hikayeleri falan çekiyorsa (ki ne zaman çekmiyor değil mi:D ), Belgravia bir parmak bal çalabilir ağzınıza.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Tha mi creidsinn gun do shoirbhich leam

 En son yazdığımdan bu yana geçen bir haftadan bahsetmek için oturdum klavyenin başına. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Aklımda planladı...