20 Aralık 2022 Salı

The Gilded Age (2022 - ) - Amerikan Rüyası'nın Ortaya Çıkışı

 


1882 yılının Pennsylvania, Doylestown'ında yeni vefat eden babasının geride bir dolu borç bıraktığını öğrenen Marian Brook, borçlar ödendikten sonra elinde kalan 30 dolarla, New York'un soylu çevresinde yaşayan halalarının evine doğru yola çıkıyor. Küçük bir kasabada, samimi bir ortamda, pek de paraymış zenginmiş fakirmiş siyahmış beyazmış diye düşünmeden büyüyen Marian, Amerika'nın "parıldayan çağı"nın New York'unda kendini "eski para" sahibi aristokrat kökenli ailelerle, "yeni para" sahibi burjuva aileler arasında bocalarken buluyor böylece. Marian'ın evine yerleştiği büyük halası Agnes, zamanında mantıklı görünen seçenek olduğu için zengin ve aristokrat biri ile evlenip, kendi kendine ayakta kalabilen, yeni düzenle birlikte ortaya çıkan burjuvaları küçük gören bir demir yürek. Küçük halası Ada ise büyüğünün tam tersi, kalbinin sesini dinleyip dinleyip, evlenmemiş, herkese ve her şeye iyi kalplilikle yaklaşan narin bir ruh. Marian'ın kuzeni Oscar, sert annesinin arkasından bin türlü dolap çevirip, kendi ajandasına göre yolunu bulan bir kaypak evlat. Marian'ın yolda tanıştığı ve yardım aldığı Peggy Scott, siyahi insanlar için açılmış olan bir enstitüden yeni mezun olmuş, yazar olma hayalleriyle New York'a taşınıyor. Sokağın hemen karşısına devasa ve gösterişli malikanelerini inşa ettirip, taşınan Russell ailesi dee var gücüyle kendilerini New York sosyetesine kabul ettirmeye çalışıyor. Bu arada tabiki üst kattaki zengin ve soylularımıza hizmet eden alt katta yaşayan sınıfımız var, sokağın her iki yanındaki bu evlerin hizmetçileri, aşçıları, uşakları ve Marian'ın memleketinden bir hevesle atlayıp New York sosyetesine dalmaya gelen avukat Tom Raikes ile birlikte bu parıldayan çağın tam ortasına düşüveriyoruz.

The Gilded Age'ın ilk sezonu 24 Ocak 2022-21 Mart 2022 arasında 9 bölüm olarak yayınlandı. Sinema ve tv dünyasının dönem draması açığını neredeyse tekeline almış gibi olan Julian Fellowes'un en son işi olarak ekranlardaki yerini, ilk sezonu bitmeden de ikinci sezon onayını aldı. Fellowes'u hemen hepimiz gibi ben de Downton Abbey ile tanıdım, Neverland'de bu konuda yazdım da yazdım. Bu downton abbey formülü olarak yarattığı şey o kadar tuttu ki onun gazıyla Belgravia(2020) ve şimdi de The Gilded Age(2022) ortaya çıktı. Belgravia'yı şurada anlatmıştım, onun devamı gelip gelmeyeceğine dair hiçbir ses yok. Olmayacak yüzde doksan dokuz ihtimalle. Yine Fellowes'un yarattığı The English Game(2020) filmini de burada anlatmıştım. The Young Victoria(2009)'sını da izlemişim, imdB'de işaretlemiş ve puan vermişim ama hiçbir şey hatırlamıyorum, nasıl olduysa silmişim filmi hafızamdan. Neverland'de de yazmamışım, bunalım zamanlarıma mı denk gelmiş ki? O kadar mı kötüymüş acaba film? İzlemek istediğim bir beş altı tane daha dönem yapımı daha var Fellowes'un ama ayrıca şu Angelinalı ve Johnnyli The Tourist(2010)'in de senaryosunun kendisine ait olduğunu söylemeden geçemeyeceğim (Onu da şurada anlatmıştım).

Fellowes'un yazdığı dönemler aralardaki birkaç başka insanların yazdığı hikayelerden uyarlamalar dışında genel olarak Victoria döneminden 1900'lerin ilk/ikinci on yılına uzanıyor (Başka kitaplardan senaryosunu yazdıkları da mesela çoğunlukla 1930-40'lara denk düşüyor.). Downton ve Belgravia ile Britanya tarihinde salınırken The Gilded Age'de yeni dünyaya uçuyoruz. Diziler ve filmler sayesinde Britanya tarihine siz de benim kadar hakim olmuşsunuzdur bunca yıldan sonra. O yüzden Amerika kıtasının ve ABD'nin tarihine yabancılıkta da bir o kadar beraberiz diye düşünüyorum. Genel olarak ABD tarihi bende şöyle kodlanmış durumda: Avrupalılar ABD'yi keşfetti, göçmenler geldi yerleşti, Britanya'dan bağımsızlık kazanmak için bir savaş yaptılar, sonra da kendi aralarında bir savaş yaptılar. Bu kendi aralarındaki savaşın sebepleri nasılları sonuçları hakkında açık bir fikrim yok, sadece kendimce romantize edilmiş bir "güneydekiler köleliği kuzeydekiler kölesizliği savunuyordu birbirlerine girdiler" gibi bir şey uydurmuş gibiyim. 1861-1865 arasında süren savaşın aslında çok daha karmaşık olayları var ama bugünkü tarih dersimizde o döneme değil, onun hemen sonrasına ışınlanıyoruz. 1865'in nisanında iç savaş bitiyor, 4 yıl sonra da ilk kıtalararası denilen tren yolu tamamlanıyor. Ve bu savaşın bitmesiyle ülkede adeta bir gelişme patlaması yaşanmaya başlıyor. Tren ve tren yolu olayının uçuşa geçmesinin yanında teknolojik her şey bir bir gün yüzüne çıkıyor. 1870'den itibaren ABD'yi şimdiki ABD yapmaya giden yolun taşları döşeniyor. 1872'de ilk pratik daktilo icat ediliyor. 1876'da Alexander Graham Bell ilk telefon için patent alıyor, 1877'de Thomas Edison ilk silindirik fonografı yapıyor (neyki bu alet neden bu kadar önemli diyenlerimiz için şöyle açıklayayım, sesleri kaydedip dinlemeye yarayan ilk alet bu). 1879'da yine Edison, ilk ampulü böyle pasparlak gösteriveriyor. 1888'de ilk Kodak kamerası yapılıyor.

Sadece böyle teknolojik icatların ortaya çıkması bu dönemi parlak yapan şey değil tabiki. Büyük sosyo ekonomik çığırların açıldığı bir dönem ayrıca bu. Çalışarak, bir şeyler üretip, bir şeyler başararak zenginleşme kavramının da ortaya çıktığı dönem neredeyse. Tren yolu inşa etme işine giren ve büyük başarılar kazanan yeni nesil bir tüccar sınıfı ortaya çıkıyor. O dönemlerdeki anlayışa göre toplumun alt tabakalarında doğan bu insanlar, hesapsızca kazandıkları bu devasa miktarlardaki paralarla eskinin aristokratlarını sollayarak yeni bir sınıf ortaya çıkarıyorlar. Önceleri bu eski aristokratların arasına girmeye, tek bildikleri yöntem olan bu sınıf atlama yöntemine uymaya çalışıyorlar. Bu da ortaya bir tür eski çağın zenginleri ile yeni çağın zenginleri arasında kültürel bir savaşa sebep oluyor. Paralı tarafta dönen bu fırtınaların yanında ise diğer tarafta 1873 ile 1896 arasında "The Long Depression" yani Uzun Buhran yaşanıyor. Dünya genelinde etkileri olan bu ekonomik bunalım döneminde fakirler iyice fakirleşirken zenginler daha da zenginleşiyor. İşçi sınıfı hareketleri ortaya çıkıyor bir yandan da. Sonraki yüzyıllar boyunca dünya ekonomisini belirleyen Rockefellerlar, Carnegieler, Vanderbiltler, J.P.Morganlar da bu dönemde yükselip, ortalığı ele geçiren "baron"lar bu arada.

1900 yılı itibariyle dönemi bitiriyor tarihçiler. Gerçi 1880'de de bitirenler var ama olsun. Döneme ismini Mark Twain ile Charles Dudley Warner'ın 1873'te yazdığı "The Gilded Age" romanından dolayı vermişler. Romanda yukarıda da dediğim büyük ekonomik kriz ve bununla birlikte yerlerde sürünen halkla, türlü yollarla kazandıkları paraların gücüyle baronlara dönüşen zenginler ve onların parmağında oynattıkları politikacıların arasındaki uçurumdan bahsediliyormuş, Twain amcamız akıllı bir mizahçı olarak tabiki toplumun bu kötü durumunu eleştirmiş. Dizimiz ise işte tam bu Gilded Age'in ortasında, 1882'de başlıyor. 1882'nin Eylül'ünde, Edison'un Pearl Street'teki ilk elektrik gösterisinin yansıtıldığı olay, 7.bölümde gerçekleşiyor mesela. İlk sezon bittiğinde henüz 1883'e geçmemiş olabiliriz diye düşünüyorum çünkü Metropolitan Opera Binası açılmamıştı sanki hatırladığım kadarıyla ki o 1883'ün sonunda oluyor.


Bu en sevdiğim kısım olan tarih anlatma kısmını yerinde bırakarak diziye dönüyorum. Haliyle Downton sonrası bu tür hikayelere açlıkla atladığım için The Gilded Age'e de çöl ortasında vaha görmüş gibi atladım. Doğru düzgün bilmediğim, hatta hemen hemen hiç bilmediğim bir dönemi görecektim. Çok heyecanlıydım, çok umutluydum. Sonra pat diye şu yanda görmüş olduğunuz yüzle karşılaştım. Aman allahım, gerçek olamazdı. Oyuncunun kendisine, kişiliğine laf etmiyorum, yanlış anlamayın. Sadece hayat seçimlerine lafım. Oyunculuk yapmayı seçmiş olması sorgulanması gereken bir konu. Gidip, herhangi bir şirkete girebilir, herhangi bir iş yapabilirdi yani. Nolmuş yani Merly Streep'in kızıysan? Tüm ablaların da oyuncu diye illa sende mi olmak zorundasın? Belki çok iyi bir insandır, orasını bilemem. Belki dünyaya aşırı yararlı bir bireydir, orasını da bilemem. Ama bu kadar itici gelmesinde bir sorun olduğunu biliyorum. İlk bölümü zar zor bitirmemi sebep olması çok kolay bir şey değil yani. Hayır bir de onun dışında ortalık yıllanmış tiyatrocularla, tarihi dramaların pek çok bilindik yüzüyle dolu. Ama bu kızımız, yer aldığı her sahnede insanı delirtiyor. Ekrana bakmak istemiyorsunuz, karakteri de şansımıza tüm hikayenin üzerine kurulduğu Marian değil mi? Mecburen her sahnede var, her konunun ortasında, küçük bir kasabadan gelip kendini New York sosyetesindeki güç savaşlarının arasında savrulurken bulması gereken bir karakter. Bu tür karakterleri iki türlü oynayabilirsiniz. Ya direkt masum, saf kasaba kızı olarak gelip, hikaye boyunca yaşadıkları ile gelişip, varacağı noktaya varan bir karakter olarak ya da içinde zaten kötü veya iyi bir karakter barındırırken gelip, burada yaşadıkları ile bir şeyler öğrenerek iyi veya kötü yönde değişen bir karakter olarak. Bu kızımız sayesinde Marian ikisi de olamıyor. Hep aynı dik bakışlarla dolaşıp, 9 bölümü bitiriyor.

Daha da kötüsü, Marian karakterini ekranınızda görmek zorunda kalmaktan da kötüsü, Cynthia Nixon'ın canlandırdığı Ada Hala'yı Marian ile birlikte izlemek. Gerçi onu da toptan izlemek kötü. Hikayenin iyi tarafı olması gereken halamız, her sahnesinde ya az kalsın gülmekten püskürecekmiş gibi duruyor ya da bir yeri çimdikleniyormuş da ağzı acıdan ıhhh dermiş gibi bakıyor. Sesi de aynı şekilde hep ihihihihi ağlayacak gibi çıkıyor. Sevecenlik ve anlayışlılık bu değil sevgili Nixon. Saf ve temiz kalpli, iyi niyetli bir halayı böyle yaparak canlandıramıyoruz maalesef.

Bu ikisi o kadar kötü ki, onlar dışındaki herkes iyiymiş gibi geliyor. Genelde izleyenlerin - sanıyorum görünüşünden ötürü - George Russell karakterini canlandıran Morgan Spector hakkında söyledikleri var ama bence o da çok iyiydi. Benim özellikle burada izleyip adeta aşık olduğum bir Carrie Coon var ki aman yarabbi. Mükemmel ötesi bir Bertha Russell izletti bize. Konuşması, tonlamaları, bakışı, salınışı ile nereye girse ortamı ele geçiriyordu. Kocası ile çalışarak, didinerek kocaman bir ticari imparatorluk kuran, azimli, hırslı Bertha, hep hayalini kurduğu sosyetik çevreye kabul ettirmeye çalışıyor kendini ve ailesini. Carrie Coon, bu karakter için ilk düşünülen isim değilmiş bir de. Ondan başkası bu kadar etkili olabilir miydi bilmiyorum.


Ayrıca bir de Jullian Fellowes dramalarının olmazsa olmazı Dowager Grantham karakteri bayrağını burada dalgalandıran Agnes Hala'yı canlandıran Christine Baranski var ki, keşke tüm dizi merkezine bu ikisini alsaymış dedirtiyor. En başta biraz çakma, biraz da zorlama bir Dowager Grantham'mış gibi geliyor ama karakteri adım adım kendileştirmeyi bildiği için izlemesi en keyifli sahneler birden bire onunkiler oluyor.


Pek çok Jane Austen uyarlamasından ve Britanya yapımı tarihi dramalardan bildiğim Blake Ritson'ı Oscar Van Rhijn olarak izlemek de ayrı keyifli. Gerçi o çok tanıdık bu tür rollerde, çok beklendikti benim için tekinsiz bir Blake Ritson. Olsun, gene de izlemek güzeldi.

İlginç ve maceralı bir dönemi, önemli oyuncularla anlatmasından ziyade, dizinin en güzel yanı aslında tüm o dünyayı inanılmaz görüntülerle önümüze sermesi. Her bir kareye bak bak doyamıyor insan. Her bir kostümün kendi içinde ayrı güzelliğine, detaylarına hayran oluyorsunuz. Zaten Outstanding Production Design kategorisinde bir Emmy'si ve başkada bir en iyi kostüm tasarımı ödülü almış durumda. 


Resimden çok anlaşılmıyor ama Bertha Russell karakterinin bu elbiseyle merdivenlerden bir inişi var ki

Solda Agnes hala, sağda Ada hala



Oyuncuların etkisi bir yana, dizinin benim için ilk bölümü oldukça sıkıcı, zorlayıcı ve izlemesi bunaltıcı bir seyirlik sunması ilk başta kötü bir durumdu. Büyük umutlarla karşısına geçtiğim ekrana bakmaya devam edemedim çoğu zamanında. İlk bölümü izledikten aylar sonra haydi ikinci bir şans vereyim diyerek ikinci bölümü açtım ve o bölümün sonlarından itibaren hikaye ivme kazandı, karakterlerin ne olabileceğine dair bir ön gösterim yaptı ve beni coşkuyla dünyanın içine savurdu. Bu diziden ilham alarak diğer bıraktığım pek çok diziye ikinci bir şans vermeye başladım mesela. Yeni sezonunu ise karışık duygular içinde bekliyorum. Umarım bir taş düşer de Marian karakterini oynayan Louisa Jacobson'ı sonsuza kadar değiştirirler. Cynthia Nixon'a yine de bir çizgi film karakteri olarak dayanabilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...