movies etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
movies etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2020 Çarşamba

Şöyle bir üstünden geçmek gibi: Despite The Falling Snow(2016)


Hikayemiz 1959 Moskova'sında başlıyor. ABD ile Rusya arasındaki Soğuk Savaş'ın en hararetli zamanlarında, muhteşem Sovyetler Birliği idealine inanarak büyümüş Alexander, Dışişleri Bakanlığı'nda 3.seviyeden bir memur olarak işe başlamasının mutluluğu içinde. Bir akşam kız peşindeki arkadaşı Misha ile gittiği bir partide güzeller güzeli Katya ile tanışıyor. İlk birkaç cümlelerinde bile çok farklı bir dünyaya inandıklarını anlamış olsalar da galiba 60 yıl önce hala ilk görüşte aşk diye bir şey var, bir araya gelmeden duramıyorlar. Çok vakit geçmeden evleniyorlar ama Alexander'ın iş yerinde casusluk yapıldığı anlaşılınca Alexander'ın dünyası başına yıkılmaya başlıyor. Çünkü çok sevdiği karısı Katya'nın bir ABD ajanı olduğunu ve onun yüzünden sovyetler çekiçinin ikisinin de kafasına inmek üzere olduğunu öğreniyor. Yapabilecekleri tek şey ABD'ye kaçmak oluyor ve 1961 yılında Alexander'ın kaçmayı başardığını görüyoruz. Sonra 30 yıl geçiyor ve artık saçları beyazlamış bir ihtiyar olan Alexander'ın tıpkı Katya'nın burnundan düşmüş gibi görünen yeğeni Lauren ile tanışıyoruz. Lauren, Katya'nın erkek kardeşinin kızı, 30 yıl önce kaderin işiyle bebek Lauren'ı Alexander sahipleniyor ve ABD'de büyütüyor. Neyse, ne diyorduk? Hah bu Lauren ressam ve sergi için gelin görün ki Moskova'ya gidiveriyor. Oraya gitmişken de eniştesinin 30 yıl önce geride bıraktığı hikayenin peşine düşüyor. Alexander kaçmayı başarırken Katya nasıl oldu da geride kalabildi ve bunca yıl ona ne oldu? Hikaye bizi bir 1959'a, bir 1990lara hoplatarak adım adım Katya'nın peşinde koşturtmaya başlıyor.



"Despite The Falling Snow" Shamim Sharif'in aynı adlı romanından yine kendisi tarafından senaryolaştırılıp, bir de yine kendisi tarafından yönetilerek sinemaya uyarlanmış hali. Evet teyze çok azimli. Oturup istediği konu hakkında bir roman yazmış, üstüne hiç çekinmemiş bir de bunu film yapmış. Hiç birinize de ihtiyacım yok diyerek, her işe de el atmış. Hatta ve hatta, kendi kurduğu prodüksiyon şirketi de filmlerini yayınlayabilmek için. O derece. Yaptığı bu film aslında ilk "büyük" oynaması sayılabilir. Beni çeken daha ilk tanıtımlarındaki o havasıydı. Bir kere filmin ismi insana böyle bir gizemli, soğuk karın altında, pırıl pırıl kristallerin arasında nereye olduğunu bilmeden yürüyormuşsunuz havası vermiyor mu? Ayrıca Soğuk Savaş döneminde bir casusluk gerilimini kim sevmez ki? Hele ki o dönem kıyafetleri içinde göz kamaştıran bir Rebecca Ferguson'ı da görünce, ben kendimi direkt filme attım ister istemez (attım dediysem de 4 senelik olmuş film, ancak izleyebildim, neyse bu da başka bir mesele). Bu kadından ilk olarak The White Queen'i anlatırken bahsetmiştim, ilk tanışmamdı kendisiyle. Zaten sonra da Mission Impossible:Rogue Nation'da dibim düşmüş olduğundan, şurada da artık güzelleme düzmüştüm. Onca filmi olmasına ve ben kadına resmen aşık olmama rağmen yine de bu anlatıyor olduğum filmi dışında anca iki Mission Impossibble'da izlemişim, bir de işte dizide 10 bölüm. Artık eskisi kadar o hevesli gençliğim kalmamış herhalde, oturup taktığım bir oyuncunun annesinin karnından çıkmasından beri neyi varsa oturup izlediğim günler tarihe karışmış.



Filme gelirsek açıkçası ben tüm o görüntülerden, atmosferden, oyunculardan ve hikayeden çok daha fazla şeyler bekliyordum. O hevesle açmıştım yani filmi. İlk başta yavaş da olsa bir şeyler olacak gibiydi. Hikayenin içine pek çekemiyordu, soğuktu hikaye ama herhalde biraz daha ilerlemek gerekiyor diye sabrettim. Ama dakikalar ilerledikçe baktım ki sadece boş gerilim veriyor film. Gerilim de vermiyor gerçi, gerilim olacakmış diye beklenti veriyor. Hep bir daha fazla bir şeyler olacak gibi oluyor içinizde, böyle hep bir hah tamam şimdi hızını almış bir casusluk hikayesine girivereceğiz dedirtiyor ama olmuyor. Her an böyle bir etkilenecekmişsiniz, vovvv dedirtecekmişiniz gibi hissettiriyor ama bakıyorsunuz bir şey yok. Tüm bir film, sanki çok daha etkileyici ve çarpıcı bir hikayenin üstünden şöyle bir teğet geçmişiz hissi veriyor. Çok lezzetli bir kaymaklı yoğurt varmış önümüzde ama bizi sarkıttıkları ipler bir türlü gevşemediği için kaymağa şöyle bir burnumuzu yanaştırıp, koklayıp geri çekiliyormuşuz gibi oluyor. Oyuncuların oyunu da bu hissi veriyor. Hiçbir şey olmayan bir hikayede sanki her an bir şey olmuş gibi bir derinlik içinde görünüyorlar, bizim görmediğimiz bir sahnede bir şeyler olmuş gibi, sanki bu özet sahneleri izliyormuşuz gibi. Müzikler bile böyle hissettiriyor, çok etkileyici, çok duygu yoğunluğu yaratıyor ama sahnede bir şey yok. Tüm bir film boyunca, bir buçuk saat, kaymak önümdeyken bir türlü yiyememiş gibi oldum. Sonra film bitti. Bitişi de ayrı bir zarar ziyan.

Yani pek de öneremiyorum "Despite The Falling Snow"u. Oysa hem etkilenmek istemiştim çok, hem de izleyin mutlaka izleyin diyebilmek. Öyle olacağına emin gibiydim filmi açtığımda çünkü. Oysa sadece Rebecca Ferguson'ın o muhteşem varlığıyla keyif alıp, yoluma devam ettim.

3 Aralık 2020 Perşembe

90'ların muhteşemliğinden Demolition Man (1993)


1996 yılında azılı suçlu Simon Phoenix ile onun peşindeki kural tanımaz polis John Spartan arasında kedi-fare oyunu son adımına gelmiştir. John Spartan sonunda bu psikopatı yakalar ve hapse tıkar. O dönemde dondurarak hapse koyma yöntemi çıktığı için de Simon Phoenix buz kalıbı olarak buz hapishanesine konur. Ancak polis Spartan'ın suçluların peşindeyken kullandığı değişik yöntemler ve her defasında ortalığa, sağladığı yarardan çok zarar vermesi sonunda pahalıya patlar. İşlemediği bir suç üstüne kalır ve onu da buz hapishanesine yollarlar.

Aradan yıllar geçer ve takvimler 2032'yi gösterdiğinde manyak suçlu Simon Phoenix ne olduysa olur, eriyiverir ve hapishaneden kaçar. Etrafta yeniden terör estirmeye başladığında onunla ne yapacağını bilemeyen 21.yy.ın tontiş polisleri, çareyi onu son defasında yakalayan adamı da buz kalıbından çıkarıp, peşine salmakta bulurlar. Buzun içinde geçen 36 yıldan sonra John Spartan'ın uyandığı dünya artık eskisinden çok farklı olsa da yaptığı şey değişmez. Simon Phoenix'in peşine takılıp, ortalığı dağıtmak.



Demolition Man, 93'te Slyvester Stallone'nin yarışa geri dönüşünün filmi. 80'lerde ortalığı Rambolarla Rockylerle kasıp kavurduktan sonra bir duraklamaya giren kariyerini 90ların aksiyon macera ortamına son sürat daldırdığı iki filmden biri. Diğeri de aynı sene gelen Cliffhanger(1993) ki dağları, buzları, karları, tırmanmayı hiç sevmeyen benim bile manyak sevdiğim bir film.

Ama Demolition Man'i tam 90ların klasik filmlerinden biri haline getiren sadece Stallone değil. 90ların sonu 2000lerin başında Blade(1998) ile efsane olacak bir Wesley Snipes'ın kültleşmiş bir psikopat kötüye (Simon diyor ki:) ) çılgınca hayat vermesi de var ortada. Ama en dikkat çekeni, en safından, en temizinden bir bilim kurgu olması karşımızda. Hem de 90ların çiğliği içinde. Şu an bulunduğumuz noktadan 12 yıl sonrasını, 1993 yılında bu kadar isabetli tahminlerle hayal etmesinin yanında film, aslında kendinden beklenmeyecek derecede fikirlerle, eleştirilerle, felsefeyle, sosyolojiyle dolu. Yıkıcı bir deprem sonra Los Angeles ve San Francisco şehirler birleşiyor, San Angeles diye yeni bir şehir kuruluyor ve bu şehirde de adeta zen kafasıyla yeni bir yaşam, toplum anlayışı ortaya çıkıyor. Japon kültürüne azcık orasından şurasından benzer bir görünüş içindeki bu yeni toplum düzeninin bir kurucusu da var. Bu toplum artık zararlı şeyler tüketmiyor, alkol sigara yok, yağlar karbonhidratlar şekerler tuz yok. İnsanlar birbirine dokunmuyor bile, "vücut sıvısı" alışverişi yok. Kötü söz söylemek yok, tüm gün şeker gibi dolanıyorlar. Ortada anarşi yok, suç yok. Kameralar var, izleme çipleri var, refah var, temizlik var. Ama tabi her güzel görünen şeyin altında bir bit yeniği olması, her temiz görünen evdeki kanepelerin altında tozların uçuşması gibi bu düzende de bir şeyler var. Bu "bir şeyler"i katman katman çözdükçe Stallone, hem eğleniyoruz hem izliyoruz.



Bir de Sandra Bullock var, onu unutmayalım. Henüz kariyerinin başında. Bir sonraki sene Speed(1994) ile parlayacak ve nasıl olduysa oradan keskin bir dönüşle kendini 90ların romantik komedi sevimli başrolü olarak bulacak. Haa bir de o 3 deniz kabuğu meselesi var. Filmi ilk defa izlememin üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş olsa da geç oldu güç olmadı, nasıl kullanıldıklarını öğrendim bu ikinci sefer izlememin şerefine.

Bu sene başında Stallone, sinsi sinsi ikincisini yapıyoruz diye açıkladı bu arada. Ortada, damaklarımıza bu kadar güzel bir tat bırakmış bir film varken neden illa aklımızdaki hatırasının da içine etmeye çalışırlar, hala anlayabilmiş değilim.

21 Kasım 2020 Cumartesi

Buram buram Bir Van Damme Klasiği : The Quest(1996)


Çocukluğumun filmlerini ne kadar kötü veya absürd olurlarsa olsunlar bu kadar seviyor olmamı sanırım sadece nostalji duygusu ile açıklamak saçmalık olur. İnsan nerede güvende hissederse ruhu oraya kaçıveriyor bence. Çok güzel bir çocukluk geçirdiğimi söylemiyorum, aksine şu yaşımda ne zorluk çekiyor, ne sıkıntılar yaşıyorsam büyük ihtimalle hepsi o dönemlerde hissedip, beynime kazıdıklarımdan. Ama ne kadar kötü olursa olsun, bir şekilde güvende hissettirmiş olmalı. Bu güveni de sadece ailemle aynı evin içinde yaşıyor olmama, çocuk olmama falan bağlayamayız herhalde. Daha çok o dönemde içinde bulunduğum hayatı, ailemi algılayışımla alakalı bir his bu. Çocukken hiçbir şey, hiç kimse size zarar veremez gibi geliyor. Annem babam kocaman, etrafımda her şeyden beni koruyabilecek birer duvar gibi geliyordu. Abim herkesi dövebilirdi ve ben her akşam tvnin karşısındaki kanepeye geçtiğimde dışarısı kaç derece olursa olsun sıcacık olurdum. Tabiki böyle değildi gerçekte ama hissettirdiği şey bu. O yüzden o zaman o tvde izlediğim her şey içimde bu hissi geri getiriyor artık. Çünkü artık kirasını kendim ödediğim kocaman bomboş evde tek başıma dolaşırken biliyorum ki annem de babam da korumam gereken güçsüz insanlar ve abimin kavgalarda önceliği uzun yıllardır ben değilim.

İşte o dönemlerden bir şekilde aklıma kazınmış o filmlerden biri 1996 tarihli The Quest. İzlediğim zaman tabiki farkında olmadığım ama hayatım boyunca kişiliğimi, hayallerimi, sevdiğim şeyleri şekillendiren pek çok elementi içinde barındırıyor. Christopher Dubois adındaki NY'lu bir adam, silah kaçakçıları tarafından kaçırılıyor ve kendini okyanusta bir yerlerde buluyor. Sene 1925 çünkü, gerçi 100 yıl sonra da olmaz mı böyle bir şey, olur. Dünya aynı dünya. Herneyse. Oradan evine dönebilmek için uğraşırken bu sefer cin fikirli korsanlara rast geliyor ve onlar da fark ettirmeden Chris'i yerlilerin yaşadığı bir adaya satıyor. Chris orada önce Amerika'ya dönebileceği bir gemi gelecek zannediyor ama durumu yavaş yavaş anlıyor ve yerlilerin arasında yaşamaya başlıyor. Burası Güney Pasifik'te bir yer bu arada, yerliler kendi aralarında Muay Thai yapıyor. Chris de iyi bir dövüşçü geldiği yerde de ünü var zaten. Onları izliyor, öğreniyor. Yeri geliyor öğretiyor. Bu sırada kadim gizli bir şehirde dünya dövüşçülerinin arasından en iyisinin seçileceği bir turnuvanın düzenleneceği haberini alıyor. Turnuvanın ödülü altın ejderi çalıp, evine dönebilmek istediği için kendisini daha önce satan dolandırıcı korsanlar Lord Edgar Dobbs ve yardımcısı Harry Smythe ile bir anlaşma yapıyor. Chris turnuvaya katılıp, etrafı oyalarken, korsanlar ejderi çalmasına yardım edecekler. Tabi bu turnuva pek mistik, yeri gizli, seçilmiş katılımcılara özel olarak yollanan haritalı davetiyesi falan var. Turnuva yerini öğrenebilmek için de tesadüfen tanıştıkları güzeller güzeli (ama harbiden rüya gibi görünüyor burada Janet Gunn) gazeteci Carrie Newton ile işbirliği yapıyorlar. Onun yardımıyla turnuvaya Amerika'dan katılacak olan boks şampiyonu Maxie Devine'ı kandırıyorlar ve kaderin bir araya getirdiği iki dolandırıcı, bir dövüşçü, bir gazeteci, bir eski boksör gizemli bir turnuvaya yol alıyorlar.




Film aslında o kadar saçma sapan şeylere sahne oluyor ki bu hikayeyi anlatırken, şimdiki zamanın anlayabileceği bir halde değil. Yani 96 yılında, altın çağını yaşayan bir Van Damme'ın klasik hareketlerini görebileceğimiz dövüş sahnelerini şimdi çekseniz, o zamanki gibi bir etki yaratması mümkün değil tabiki. Turnuvanın olduğu sahneler hele evlere şenlik. Dünyanın her bir köşesinden bir klasik görüyorsunuz. Bir kenardan boyunlarında halkalar olan bu Afrika'daki bir kabile vardı ya hani, onlar el sallıyor, Güneydoğu Asya'da bunların ne işi var diyorsunuz. Ya da turnuvaya gelmiş kocaman bir Nazi zeplini, kalabalığın ortasına park etmiş, salınıyor (1925'te Nazi kavramı bu kadar belirgin miydi bilemedim yani, hani parti vardı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi 1920'de kuruldu ama direkt böyle gamalı haçlı zeplin de yani). Japonya'yı temsilen bir sumo güreşçisi turnuvada dövüşüyor (sumo Japonya'yı temsil eder ona bir şey demiyorum ama sumo güreşçisi de uçan kaçan zıplayanların olduğu bir dövüş turnuvasında tuhaf geliyor yani). Ya da çok çılgın karşılaşmalar izleyebiliyoruz. Alman, Japon, İskoç, hatta bir de Türk de var da oraya hiç girmeyeyim. Youtube'da hemen hemen tüm karşılaşmaları bulabilirsiniz. Hatta tüm filmi de. Neyse. Ama beni en şaşırtanı bu yaşımda izlediğimde çok daha farklı gelen son dövüş. Küçükken bu izbandut herifle Van Damme'ın dövüşü sırasında sadece adamın ürkünçlüğüne ve Van Damme'ın onu klas hareketlerle nasıl yeneceğine odaklanmışım. Oysa şimdi izlediğimde çok çok daha değişik geldi dövüş. Bir kere adam kocaman ama gayet hareketliymiş. Kolay yenilecek, yutulacak akılsız bir kas yığını değilmiş. Aslında sahnenin göstermeye çalıştığının aksine oldukça zor bir mücadele bu Christopher Dubois için ama filmin dediği şekilde zor değil. Bu izbandut kılıklı herif her hareketini düşünerek, planlayarak da yapıyor aslında. Bir de çok ilginç, onu canlandıran Abdel Qissi boş boş ortada dolanmıyor. Yüzüne zoom yapılan her sahnede bir duygu gösteriyor. En şaşırdığım buydu. Adam oynamış. Cüssesi için kameranın önüne konmuş bir adam resmen rol yaparak oynuyor. Kim olduğuna, nereden geldiğine bakınca daha iyi anladım bunun nasıl olabileceğini, alakasız bir yardımcı oyuncunun neden boş boş bakmadığını. Qissi ile Van Damme, Brüksel'de büyümüş, aynı spor merkezinde eğitim almışlar. Ve sonrasında Qissi'nin kardeşi de dahil, üçlü birlikte soluğu filmlerde oynamak için Los Angeles'ta almış.

Diyeceğim o ki bu bence çok güzel bir film. 90ların her şeyi var içinde. Tüm önyargıları, tüm dünya görüşü, katıksız gözü kapalılığı, klişeleri, uçan tekme atan Van Damme'ı,... Aklımdan tamamen çıkmışken, önceki hafta tvde sinema kanalları arasında dolanırken tesadüfen rastlayınca olduğum yere mıhlanmama sebep olan keyifli bir film. Yeniden o kadar güvende hissettirdi o pazar günü bu film, o vakitten beridir oturup bir Van Damme maratonu mu yapsam diyorum ciddi ciddi. Bir Legionnaire(1998), bir Timecop(1994), bir Universal Soldier(1992), bir Bloodsport(1988) izlesem...Sanki dünya yeniden eskisi gibi olmaz mı....

26 Eylül 2020 Cumartesi

Sherlock bile Sherlock değil : Enola Holmes (2020)


1900 yılında İngiltere'nin o yemyeşil kırsalında, güzel bir mülkte, Ferndall Hall'dayız. Efsane dedektifimiz Sherlock Holmes'un aile evi burası. Ama tabi Sherlock Londra'da kendine şan şöhret edinirken, meymenetsiz abisi Mycroft da devletin içerisinde basamakları hızla tırmanırken aaa o da ne? Bizim zeka küpü Holmes kardeşlerin bir küçük kız kardeşleri daha varmış, onu öğreniyoruz. Çünkü bu müthiş manzaralara hayran hayran bakakaldığımız geniş plan çekimlerin ortasında ergen bir Holmes kardeş konuşuyor bizimle: Enola. Ağabeyler evden ayrılıp, kendilerine isim edinirken Enola koskoca mülkte ilginç annesi ile birlikte kalmış meğerse. 16 yıl boyunca anne Holmes, kızını adeta tablolarından biri gibi ilmek ilmek işleyerek büyütmüş. Dış dünya dışında her şeyi - uzak doğu dövüş sanatlarından tutun da kılık değiştirmeye kadar - öğrenen Enola 16.doğumgününün sabahında bir de bakıyor ki annesi ortada yok. Hiçbir şey söylemeden öylece ortadan kayboluyor anne Holmes. Ee zeki dedektiflerin aile bu, hemen anne nerede diye ağabeyler geliyor. Ama nedense çok da aramıyorlar, bu deli kadın gittiyse zaten bulunmak istemiyordur gibi rahat bir sonuca ulaşıyorlar. Ama yatılı zarafet okuluna gönderilmek istemeyen Enola, annesinin peşine düşüyor. Yolda kendi yaşlarında evden kaçan bir Markiz (ülkenin asil ailelerinin birinin varisi yani) ile de türlü maceralara bulaşırken, Sherlock ve Mycroft da onun peşine düşüyor tabi. (IMDb)
hikayenin yazarı Nancy Springer teyze
Bu ilginç ama sevimli hikayenin kaynağı Nancy Springer isimli Amerikalı bir yazarın (kendi web sitesi) 2006 tarihli The Case of the Missing Marquess kitabıymış çocuklar. Yazarın sanırım 6 kitaplık Enola Holmes serisinin (Goodreads) ilk kitabı bu. Film ise Netflix'te geçen günlerde yayınlandı. Tabiki bir çocuk/gençlik filmi gibi birşey oluyor. İçinde Sherlock Holmes geçmesine bakmayın, daha önce gördüğümüz, okuduğumuz hiçbir Sherlock gibi değil bu önümüzdeki. Hikaye öyle, orası tamam, pek keyifli, pek eğlenceli, aksiyonlu, maceralı, gizemli, dedektifçilikli tam bir Holmes hikayesi. Ama ne Sherlock ne de Mycroft, bizim bildiğimiz gibi. Zaten Henry Cavillciğim daha ilk göstediğinde bakın ben Sherlock oldum diye instagramında, yoook artııııık demiştim. Haklıymışım. Böyle bir adamdan elinde Cumberbatch'inki gibi bir senaryo bile olsa bizim Sherlock'umuz çıkmazdı, çıkmamış zaten. Hatta sanırım nette şey haberlerine rastladım, çok bakmadım ama, Sir Arthur'un ailesi/varisleri dava mı açmış, çıngar mı çıkarmış ne Sherlock'un böyle ortaya konmasına. Haksız da değiller hani, Henry Cavill Sherlock Holmes'ten başka her bir şey olmuş yani. Hatta kendisi olmuş direkt. Enola'yı canlandıran Millie Bobby Brown'a normal hayatta nasıl abisi olarak davranıyorsa öyle oynamış. Bu noktada MBB'ye hayran kaldığımı söylemeden geçemem. Ben kendisini ilk defa görüyorum, o peeeek meşhur diziyi hiç izlemedim evet. Ama kör de değilim, orada burada görüp duruyordum bacak kadarlığından beri. Filmde resmen hayran kaldım. Hem koskocaman, güzel, sağlık ve gençlik fışkıran bir genç kadın olup çıkmış, hem de çok ama çok iyi oynuyor. Her bir bakışı, her bir hareketi, duruşu, nefes bile alıp verişi tamamen filmin içinde. Yani sıfır oyunculuğa gerek duyan bir çocuk filminde bile bu derece oynuyorsa kim bilir bundan sonra neler yapacak. Filmi benim için bu kadar keyifli hale getiren büyük oranda oydu diyebilirim. Tamam senaryo da çok eğlenceli ve boşluksuzdu, görüntüler şahaneydi (İngiltere kırsalının romantize edilmiş güzelliği diyorum başka bir şey demiyorum, ha bir de Henry Cavill ve Sam Claflin :) ). Ama başrolde başka biri olsaydı bu kadar sarmayabilirdi film.


Sam Claflin demişken. Kendisi en az Sherlock kadar tuhaf bir Mycroft olmuş. Baştan ayağa sinir ve gıcık küpü olarak arz-ı endam ediyor ekranda. Herhalde senaryodaki karakter böyle. Görüntüsüne diyecek bir şeyim yok Henry Cavill gibi, Claflin'in karakterleri üstüne giymede bir sorunu yok çünkü. Ama sinir bozucu bir Mycroft olmuş ki Mycroft öyledir evet ama sadece sinir bozucu değildir. Onun dışında Helena Bonham Carter, anne Holmes'ümüz. O da nereye koysanız kendi yorumunu koyan (kendisi olan diyemedim de şimdi koskoca oyuncuya laf etmiş gibi olurum diye ama öyle napayım) bir insan olduğu için gene kendisi gibi burada da. Ama yazılan karakter çok iyi, rüyalardaki anne adeta (bilemedim gerçi sizin rüyalarınızda daha değişik olma ihtimali yüksek). O yüzden tabiki HBC da şahane görünüyor bu rolde. Hepimiz kızlarımızı anne Holmes gibi yetiştirmeliyiz çocuklar. Oyuncuların yanında hikaye de öyle eften püften değil. Olabildiğince hem o dönemde olan hem de bugüne etkisi bariz şeyler üzerine kafa yormuşlar, işleyerek, dokuyarak bize bu sevimli dedektiflik hikayesi içerisinde anlatmaya çalışmışlar.

Açıkçası ben filmi pek sevdim. Öyle çok sıkıcı bir günün sonunda ya da ne yapacağımı bilemediğim renksiz bir öğleden sonrada açıp ekranda iki üç sahnesini izleyip, mutlu olabilirim. Bir de müzikleri çok eğlenceli. Henry Cavill dışında her şeyine tamamım yani filmin de ahh işte ona da iyi ki varsın Henry diye bakacağız, sorun yok.


Ayrıca Neverland'de çılgınca Sherlock Holmes okuduğum zamanlar için:

25 Eylül 2020 Cuma

Zırhımızın altında biz kimiz? --> Mulan (2020)


Bu yazıyı yazmak benim hem çok zor, hem de bir o kadar mutluluk verici olacak. Başlığa baktığınızda bir film, bir Disney filmi anlatacakmışım gibi görünüyor evet, ama bende yeri çok ayrı olan bir hikayeden ve böyle hikayelerin bendeki yerinden bahsedeceğim aslında. Neverland'de daha önce pek çok kez rast geldiniz esasında. Her yazdığım şeyde, çocukluğumla ilgili söylediğim hemen hemen her şeyde, ipuçlarını görebilirdiniz. Tam olarak demek istediğim durumun açık bir tarifini nasıl yapabilirim bilmiyorum. Deneyeceğim. Artık kaç günde biter bu yazı bilemem.
Mulan ismindeki genç bir kızın babası yerine savaşa gitmesinin hikayesi Çin folklorunda oldukça bilinen bir hikayeymiş, önce oradan başlayayım. Gerçi daha önce 1998 yapımı çizgi film versiyonunu yazarken de anlatmışım bir güzel ama olsun, yeni gelenler vardır. İlk olarak, 4.-6.yüzyıllar arasında bestelendiği düşünülen bir halk şarkısı olarak kayıtlara geçmiş. Ballad of Mulan'da bahsedilen bu hikayenin o zamanlar Kuzey Wei Krallığı olarak geçen bölgeden geldiği kabul ediliyor. Şimdiki Çin'in kuzey doğusunda bir bölge burası. Batıdan gelen göçebe Rouran kağanlığının saldırılarına karşı ordu toplayan krallık, her evden bir erkeği askere çağırıyor. Bu balada göre Mulan'ın evinde yaşlı babası ve bebek yaştaki erkek kardeşi olduğu için Mulan, ailesine de ben gidiyorum diyor ve savaşa katılıyor erkek kılığında. Büyük kahramanlıklarla evine dönüyor, krallıktan yüksek bir askeri pozisyonda bir mevki teklif ediliyor, bunu kabul etmiyor. Köyüne dönüp, ailesi ile yaşamaya devam ediyor baladdaki Mulan. Ve bir efsane oluyor. (The Society of Classical Poets'ta Ballad of Mulan)
Efsanedeki Mulan, çizgi filmdeki ve bu en son yapılan "live-action" filmdeki portrenin tersine bizi nasıl kandırırsın'larla, sen kız başına nasıl erkek kılığına girer savaşa gidersin'lerle falan karşılaşmıyor. Birinci yüzyıl Çin kültüründe cinsiyet rollerinde benim bilmediğim bir modernlik olsa gerek, orasına bir şey diyemeyeceğim.

Çizgi film için yazdıklarımı yine buralara linkliyorum. Daha önce sanıyorum Moana da dahil olmak üzere Moana'ya kadar olan bu Disney prenses çizgi filmlerini bir seri halinde izleyip, yazmıştım. Aralara denk geldikçe bu "live-action" versiyonları da katmaya çalışıyorum. Çizgi filmleri izledikten sonra Mulan'ın hikayesi çok ayrı bir yere yerleşmişti gözümde. Bir numaram, gönlümün birincisi Belle gibi, o da ailesinin yerine kendini feda ediyor temelde. Ailelerini, sevdikleri insanları korumak için hiç düşünmeden, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri bir güçle kendilerini siper ediyorlar bu kahramanlar. Evet bu dönemin kahramanları hep savaşçı, hep cesur, siz bunlara hep alışıksınız artık. Ama hep beyaz atlı prensler tarafından kurtarılmasına alışık olduğumuz masalların dünyasına doğan benim gibiler (yani önceki nesiller için) 90larda böyle şeyler görmek inanılmaz büyük bir şeydi. Taa Snow White ile başlıyordu hikaye çünkü. Kendi canını kurtarma peşinde kaçıyordu Snow White ormana ve prensi onu kurtarana kadar salaklık üstüne salaklık geçiriyordu. Cinderella zaten prens onu gelini olarak seçene kadar kendine eziyet edenlere gıkını bile çıkarmıyordu. Uyuyan Güzel'den bahsetmiyorum bile - çünkü sadece uyuyordu. Denizkızı Ariel ise gidip başkası ile evlenecek/evlenen bir salak için kendini feda ediyordu. Pocahontas ise yakışıklı bir yabancı uğruna ailesini, kabilesini bir kenara atıyordu. Bunların arasında Belle gelmişti karşımıza bir değişiklik olarak. Kitap okumaya bayılıyordu ve babası için kendini bir canavarın önüne atmıştı. İşte tüm bunların üzerine gelmişti Mulan. Belle gibiydi, herkes onu olduğu kişi için tuhaf buluyordu, bir türlü insanlarının arasına uyamıyordu. Ve ailesi için kendini feda ediyordu yine Belle gibi ama daha da fazlasını yapıyordu. Savaşıyordu. Hem kendiyle hem dünyayla.

Bu yüzden ayrıca önemli Mulan'ın hikayesi bizim için, benim için. Bulunduğunuz yere bir türlü uyum sağlayamamanın hikayesi de olduğu için. Hep "onlar" gibi olmadığımız için bizi sindirmeye, kendilerine benzetmeye çalışan, hepsi aynı olduğu için bir arada durup, aralarındaki en ufak bir değişikliği, farklılığı karşılarına almaya çalışan insanların ortasına doğan bizlerin hikayesi olduğu için.
Ama bu hikaye bile live-action filmin tam oturmamış, izlerken ama bir şeyler olmamış mı ki sanki dedirten taraflarını görmemize engel olamıyor. Senaryoda bir şeylerin teklediğini fark ediyor ama bir türlü parmağınızı tam yaranın yerini bulup, üstüne koyamıyorsunuz. Diyaloglarda oturmamışlığı fark ediyor, amaan canım neyse deyip geçiştirebiliyorsunuz. Ya da koskoca Jet Li'yi benim gibi "bu amcayı bir yerden tanıyorum ben ama nereden" diye diye saatlerce seyredip, bir türlü hatırlayamayabiliyorsunuz. Çünkü öylesine eğreti duruyor, öylesine pööh film mi çekiyoruz şimdi diye ortada kazık gibi duruyor ki, yok yok böyle bir yeteneksizliği, böyle bir boşvermişliği daha önce hiçbir yerde izlemiş olamam diyerek tanımadığınızı düşündürtüyor.
Çizgi film versiyonuna göre hikayede değişiklikler olduğu gibi karakterlerde tabi baya değişiklikler var. Çizgi filmde Mulan'a dövüşmeyi öğreten ve bir anlamda hem dostu hem ustası gibi olan Shang karakteri yerine filmde iki ayrı karakter yazılmış. Biri birlikte çarpıştığı Honghui karakteri, diğeri de Commander Tung. Hem ayrıca filmdeki Mulan'ımız dövüşmeyi zaten biliyor olarak geliyor orduya. Çizgi filmde daha çok kafasını çalıştırarak başarıyordu her şeyi Mulan. Bir de filmin hikayesinde Asya/Çin kültüründen daha çok şeyler katılmış. Hikaye "chi" kavramının etrafında örülüyor mesela. Bir de düşmanın kadın büyücüsü ile Mulan arasındaki hikaye arkı ile günümüz popüler kadın dayanışması/dışlananların kaderi temasına kucak açılmış. Çizgi filmde yanlış hatırlamıyorsam Hunlar'dı düşman, burada tarihsel olarak daha doğru bir seçim olarak düşman Rouran kavimleri (wikipedia'ya bakabiliriz). Filmdeki kavmin başındaki karakteri de film boyunca ama sana neden kızamıyorum, neden o kadar kötü bir adam olarak göremiyorum neden neden diye görmemin de bir sebebi olduğunu oyuncu listesine bakarken anladım bu arada. Böri Khan'ı oynayan Jason Scott Lee'yi tee küçüklüğümün Mowgli'si olarak izleyip, kalbime kazıdığım içinmiş. O da ayrı bir iyiydi tabi. Gerçek karakterler dışında çizgi filmdeki haliyle çocuklara daha yakın hissettirmesi için çizilmiş hayalet ruhlar, ailenin koruyucu ruhu gibi elementler filmde bir başka mitolojik simgeye toplanmış, Anka kuşu. Aslında Time'da Mulan efsanesinin kökenlerine dair oldukça doyurucu bir yazı var tavsiye ederim, şurada.
Ama Christina ablanın sözleri yine de insanın ciğerine ciğerine saplanıyor: "Should I ask myself in the water/What a warrior would do?/Tell me, underneath my armor/Am I loyal, brave and true?/Who am I without my armor?Standing in my father's shoes/All I know is that it's harder/To be loyal, brave and true."


26 Mayıs 2020 Salı

DCEU'nun bir diğer kahramanı : Shazam! (2019)

14 yaşındaki Billy Batson, çocukken annesini bir lunaparkta kaybettiğinden beri bakıcı ailelerin evlerinde oradan oraya sürüklenmektedir. Bir yandan her yerleştirildiği evden kaçarken, bir yandan da elinde annesinin ismi tüm Philadelphia'da annesini aramaktadır. En son yerleştirildiği evdeki çift ve diğer 5 çocuk aslında oldukça canayakın ve iyi insanlardır ama Billy annesini bulmaya kafayı taktığı için kimseye hiçbir şekilde yakınlaşmayı reddetmektedir. Bu yüzden yine bu evden de kaçarken bir büyücü ile karşılaşır. Büyücü, güçlerini aktarmak için Billy'i seçer ve 14 yaşındaki kimsesiz Billy artık kocaman yetişkin bir adam olarak süper güçlere sahip olur. (https://www.imdb.com/title/tt0448115/-->bu arada linkleri böyle açık açık koyuyorum, çünkü kelimenin içine koyduğumda sanki fark etmiyormuşsunuz gibime geliyor)
Süper kahramana dönüşen Billy Batson'ın bu hikayesinin adı Shazam olarak konulmuş ama aslında onun süper kahramanının adı "Captain Marvel" imiş. C.C.Beck ve Bill Parker'ın 1939'da yarattığı karakter ilk defa 1940'da yayınlanan bir çizgi romanda görünmüş. Shazam, ona güçlerini veren büyücünün ismi. Gerçi o da onun gerçek ismi değilmiş ama bunlar çizgi roman detayları çocuklar, oralara girmiyoruz. Şimdi Captain Marvel dedim ama kafalar karıştı. Haklısınız, çocukken benim de karışıktı bu DC ve Marvel şirketleri yüzünden. Ben küçükken tvde Spiderman ve Batman çizgi filmleri yayınlanırdı (bir de ninja kaplumbağalar. En sevdiğim tabiki Leonardo'ydu, benden başka ne bekleyebilirsiniz?). Sonra büyüdüm Smallville hayatıma girdi. Çizgi roman okumadığımı bildiğinize göre diyebilirim ki süper kahramanlarla ilgili ne öğrendiysem, bu çizgi romanlarla ilgili ne öğrendiysem hemen hemen hepsini Smallville'den öğrendim. Hah işte o zamanlar Superman'in hikayesine gelen giden diğer süperkahramanların haddi hesabı yoktu. O aşamada diyordum ki benim spidey niye görünmüyor o zaman? Çünkü bir yandan da 2000lerin başındayız yani Tobey Maguire'lı Spider-Man filmleri ortalığı kasıp kavuruyor. Benim de kafam bir hayli karışmıştı anlayacağınız. Ta ki 2000lerin sonuna doğru Christian Bale'in (aman yarabbi) Batman'leri ve nihayet MCEU'nun Iron-Man ile açtığı yol önüme serilene kadar. Sonunda Marvel ve DC'yi ayırt edebilmeyi öğrenmiş, Spidey ile Batman'in binalar arasında uçarken neden birbirlerine çarpmadıklarını da anlamıştım.


Konumuza dönersek, 1940'ta Fawcett Comics bu Captain Marvel'i piyasaya sürüyor, Superman'den bile daha çok seviliyor. Tabi 50lerde DC ile davalar falan derken sonunda 70lerden 90lara gelindiğinde çizgi romanın yapanı tüm haklarını yeter ulan artık alın sizin olsun diyerek DC'ye satıyor. Artık Captain Marvel DC'nin bir parçası oluyor. Ama 60larda bizim Stan (Lee olan) de bir Captain Marvel ortaya koyduğu için Marvel ile DC şirketi arasında yine bir böyle atışmalar, senindi benimdiler oluyor. Sonunda DC karakterin ismini Shazam olarak yeniden koyuyor.
DC'nin 2013'te Man of Steel ile başlayan extended universe oluşturma çabasının sanıyorum 7.adımı olan Shazam, benim DCEU filmleri listemin 3.sırasına yerleşecek kadar iyi açıkçası. Gerçi hepi topu 8 film mi ne var şimdilik ama ortada o kadar kötü filmleri var ki DC'nin ilk 3 bile bulamayabilirdim yani buna da şükür (Bir numaramda tabiki Wonder Woman, iki numaramda ise - Amber pisliğine rağmen film iyi olduğu için - Aquaman var.).
Shazam'ın hikayeyi anlatmaya başladığı nokta, karakterleri, hikayeyi anlatma şekli beklemediğim kadar başarılıydı. Hem kendini o kadar ciddiye almayıp, hem de absürdlüğe düşmeden her şeyi ilerletiyor olması; hikayeyi bir bütün olarak başlatıp, anlatıp, çok da iyi bir noktada yine keyifli bir şekilde bitirebilmiş olması takdire şayandı. Zachary Levi'yı zaten severdim, görmekten memnun oldum. Üstüne bir de hiç beklemezken (oyuncu listesine bakmamıştım) Adam Brody'yi görünce sırıtmadan desem yalan olur. Sadece Shazam kostümü biraz çiğ duruyordu sanki, böyle içine sünger doldurulmuş gibi ama bu bilerek oluşturdukları bir görüntü herhalde. Yani Batman'in veya Superman'in kostümü gibi ortama-görüntüye yedirilmemiş olmaması. Bir de karakterlerin biraz daha özelliklerinin, ne bileyim yan hikayelerinin verilebilmiş olmasını tercih ederdim ama o da film süresinden ötürü diye düşünüyorum.
Shazam, anlattıklarımdan da anlayabileceğiniz gibi bence gayet eğlenceli, başarıyla yapılmış bir süper kahraman filmi. Bu kadar kenarda beklettiğim için pişmanın açıkçası.


Ya bu arada ben küçükken bir film izlemiştim sanki Shaquille O'Neill böyle yine shazam isminde bir karakteri oynuyordu. Öyle bir şey vardı ya sanki. Bulamıyorum şimdi. yok muydu?

25 Mayıs 2020 Pazartesi

The Giver (2014)

Evlere kapanmamızdan hemen önce, iş yerinde cihaz değişikliğinden ötürü çılgınca yoğun günler yaşadığımız günlerin birinde, öğlen vakti gelip geçerken hadi bir yemek yiyelim de gelelim diye yürüyor, K. abi ile muhabbet ediyorduk. Laf bu distopik genç-yetişkin (young-adult) kitaplarına-filmlerine gelmişti. Bir yandan içim coşkuyla dolmuş, iş yerinde bunlardan konuşabilen birine rastlamışım, bir yandan da şaşkınlıkla bakıyorum K. abiye, bu yaşta bu görüntüde bir adamdan hiç beklemediğim şekilde benimle aynı şeylerden bahsedebiliyor. Bir filmden bahsetmişti o gün, ismini cismini falan hatırlayamıyordu ama anlattığı hikaye ilgimi çekmişti. Allah allah böyle bir film varmış, hiç haberim olmamış mı diye düşünmüştüm. Eve gidince bakayım da izleyeyim demiştim ama tabi sonra dünyamız daha çılgın bir hal aldı, topyekün bir felaket filminin içine yuvarlandık ve eve kapanıp, kendimi güvende hissettiğim diğer dünyaya, tarihi dizilerin (period-dramaların) içine gömüldüm.
İşte o gün hikayesini dinlediğim, The Giver (https://www.imdb.com/title/tt0435651/), 1937 doğumlu Amerikalı yazar Lois Lowry'nin 1993'te yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanmış bir film. Belirsiz bir gelecekte, oldukça mükemmel görünen bir topluluğa konuk oluyoruz. İçindeki her şeyin kameralarla kontrol edildiği bir fanusun içinde yaşayan bu toplulukta insanlar her gün haplarını alıyor, duygularından kurtuluyor. Hatta renkleri bile göremiyorlar. Topluluğun yaşlıları, insanlığı daha önceki çağlarda savaşa, yıkıma götüren her türlü duygudan kurtarmanın en iyisi olduğuna karar vermişler çünkü. Her şey çok iyi işliyor böyle. Bebekleri doğurmaktan sorumlu anneler var, doğan her bebek seçilen bir aileye veriliyor. Belli bir yaşa kadar eğitim alıp, izlendikten sonra hangi işlere atanacakları yine yaşlılar komitesi tarafından belirleniyor. Asıl kahramanımız Jonas ile arkadaşları Fiona ve Asher da işlerine atanacakları yaşa geliyorlar. Tüm toplumun önünde hayatları boyunca yapacakları mesleklerine atanıyorlar ancak Jonas'a diğerlerinden farklı bir görev düşüyor. "Receiver of Memories" olarak görevlendiriliyor Jonas ve kendinden önceki Receiver'dan eğitim almaya başlıyor. Ama hiç beklemediği, hiç bilmediği şeyleri görmeye başlayan Jonas'ın dünyası yavaş yavaş parçalanmaya başlıyor.
Lois Lowry teyze
Çok tanıdık geldi değil mi böyle anlatınca? Duygular, ilaçlar falan deyince sanki bir Equilibrium (https://www.imdb.com/title/tt0238380/) geliyor insanın aklına ama The Giver'ın hikayesinin 93'te yayınlandığına bakarsak öyle bir durum olmadığını görüyoruz. Equilibrium'u Kurt Wimmer yazıp, yönettiğinde sene 2002 idi. Bir de o hikaye daha karanlık, daha ciddiydi. Lois Lowry'nin hikayesi tür (genre) olarak "young-adult" çünkü. Kitapta kahramanımız 12 yaşında ama film için tabiki pek çok değişikliğe gidilmiş. Yaşlar 18-20 civarında ve karakterler arası ilişkiler de biraz daha değişmiş.
Yine de oldukça ciddi bir şeyler anlatıyor olduğunu bilerek kafamızın içinde, izliyoruz ama film o kadar da ciddi gelemiyor bir türlü. Bunun için illa karanlık olması gerekmiyor ama anlatımından, anlatmayı seçtiği tondan ötürü hep bir o diğer izlediğimiz genç-yetişkin distopyalarının arasında öylesine bir film gibi geliyor. Söylemek istediği şeyi, kim bilir belki kitabının söylediği şeyi çok da hissetmiyoruz. İçeride önemli bir şeyler var, biliyoruz ama bize ulaşamıyor.
Oysa içerisi şampiyonlar ligi kadrosu gibi. Projeyi zaten uzun yıllardır Jeff Bridges hayata geçirmeye çalışıyormuş, sonunda filmi yaptığında kilit rolde yer alıyor. Yanında Meryl Streep var ki kadının oyunculuğuna ne derece hayran olduğumu daha önce yeteri kadar anlatabildim mi bilmiyorum (her bir karakterinde bedeninden yayılan enerji bile değişiyor öyle bir şey). Bir de görünce aman yarabbi sen nereden çıktın gönüllerimizin (gözlerimizin) efendisi diyebileceğimiz Alexander Skarsgaard çıkıyor karşımıza. İlginç hımm, dedirten Katie Holmes da orada. Aslında elimizde her şey var ama dediğim gibi bir yere varamıyoruz. Varıyoruz da, diğerlerinden farklı olmuyor.
Kitabını Arkadaş Yayınları "Seçilmiş Kişi" adıyla basmış (Arkadaş Yayınları'nın sitesinde görebilirsiniz) bu arada. Yayınevinden çıkan diğer 5 kitabı da orada ayrıca.


Bu arada sevgili blogger sesimi duymuş sanıyorum. Artık resim eklediğimde üstüne tıklayınca hemen yerleşim seçenekleri çıkıyor. Hadi bu seferlik iyi bir şey yaptın be blogger. Önceki kötülüklerini bir nebze olsun hafifletti sayılır.

17 Mayıs 2020 Pazar

Kendimize neden bunu yapıyoruz filmlerinden biri: After (2019)

Her şey önceki haftanın başında instagramda bir haber görmemle başladı. Twilight'tan bir fotoğrafın altında Stephenie Meyer'ın Midnight Sun kitabını bitirdiği ve yakında yayınlanacağı gibi bir şeyler yazıyordu. Bazılarınız neyden bahsettiğimi anladı. Ama anlamayan - şanslı - azınlık için şöyle açıklayayım: Bu Twilight filmleri vardı ya hani yüzyıllar önce, hah işte onların uyarlandığı kitap serisinin yazarı bu seriye dair bir kitap daha yazmış. Aslında yeni bir şey değil bu kitap. Seri ilk tamamlandığında, ilk kitaptaki olayları bir de Edward'ın bakış açısından anlatan birkaç bölüm yazmıştı Meyer. Web sitesinde yayınlamıştı o zamanlar, biz de tüm o çılgınlığın içinde vuhaaa olleyy ay ay ay diyerek okuyup, geçmiştik. O dönemde büyük bir istek vardı bunu yazsın da toptan okuyalım diye ama kadında öyle amaan şimdi bunu kim yazacak hali olduğundan üstünde durulmamıştı. Son kitabın yayınlanmasının üstünden 12, son filmin yayınlanmasının üstünden ise 8 sene geçmişken anlaşılan o ki ablamız kazandıklarını tüketmek üzere. En kolay nereden gelir bu paralar bana diye düşünüp, cevabı bulmakta gecikmemiş.
Bakın farkındayım Twilight'tan bahsediyorum burada şu an. Ne kadar gerizekalıca bir durum olduğunun da farkındayım ama bundan daha önce bahsettim diye hatırlıyorum. Yani insan bir yandan seviyor, öte yandansa sevdiği için kendinden nefret ediyor. Dahası böyle bir şeyleri okumuş, izlemiş olduğum için bile kendime saygımı yitiriyorum. Ama daha önce blogda bir yerlerde de dediğim gibi, insanın elinde değil. Daha doğrusu normal bir ruhsal sağlığa sahip bir insan değilseniz. Sigara içiyor da olabilirdim ya da ne bileyim kendime kesikler atıyor falan da olabilirdim. Böyle şeyler yerine böyle gerizekalı şeylere takılıyorum. Bir tür uyuşturucu gibi düşünün. Twilight'ın anlattığı şeyleri veya filmlerinin gösterdiklerini seviyorum diye değil, çok kötü olduğum zamanlardan birinde bana keyifli birer kaçış, çıkış sağladıkları için, o kaçışta hissettiklerimi zaman zaman yine hissetme ihtiyacı duyduğum için. O hisse dört elle sarılıyorum o yüzden gördüğümde. Peşine düşüyorum. O gün de, o haberi, o fotoğrafı görünce peşine düştüm yine.
Gidip kitapların durduğu rafın önünde bir süre dolandım durdum. Sonra bir süre evin içinde elimde kitaplarla gezdim. Birkaç bölüm açıp, okudum. Filmleri mi izlesem diye bu sefer raftan dvdleri çekip, çıkardım. Bir süre de onlar gezdi benimle. Tam o ara bu sefer instagramda takip ettiğim biri bir akşam oturup 5 filmi peş peşe izledi ve her birinde bir dolu story attı. Ulan ne oluyor tek tek gelin derken acaba böyle bir çılgınlık mı yapsam diye birkaç gün manyak gibi dolandım. Ama tabiki böyle bir saçmalığa dayanabilecek yaşı geçtim-çok şükür. Artık hiçbir şeyi ikinci defa izleyemiyorum gerçi, o ayrı mesele de. Neyse. O düşünceden kurtuldum ama o "hisse" ihtiyacım var. Bir şekilde gidermem gerek. Aynı hissi verebilecek filmlerin peşine düştüm bu sefer. IMDb'de bir filmin sayfasını açtığınızda altta bir de o filme dayanarak - benzer - filmler önerdiği bir bölümü var. Oraya hevesle baktım. Ama dedim ya, zaman zaman gelen bu histen ötürü benzer filmleri tüketmişim. Neyi önerdiyse izlemişim. O filmden o filme, sayfalarda ilerlerken After'a denk geldim (https://www.imdb.com/title/tt4126476). Aha dedim tam da o salaklıkta görünüyor. Bu iş görür. Hemen izlemeye oturdum.
Bu tür filmlerdekiler eskiden genç görünürdü, artık çocuk görünüyorlar, neden ÇOCUK bunlar?!

Normalde en başta konudan bahsederdim doğru ama yazının burasına geldik hala bir konudan bahsetmedin sen diyorsanız, gene bahsetmeyeceğim diyorum. Çünkü bahsedilecek bir konu yok. Bu tür filmlerde olduğu gibi, bir konu yok. Bir mesaj yok. Bir şey anlatmıyor. Bir şey söylemiyor. Orasına takılmayın. Üniversite yaşındaki bir kız, üniversiteye başlıyor. Tabiki bir ben kötü çocuğum diyen bir erkekle tanışıyor (ay allahım kendimden yine iğrendim anlık olarak aklıma gelince, ben o kitapları da okudum ya, o filmi de izledim, ama o günü ve geceyi de çok net hatırlıyorum ve o gün birilerinden ötürü oturup böyle şeyler araştırmaya başlamış ve sonunda o kitaplara denk gelmiştim, biliyorum).
Film leş, onu söylememe bile gerek olmadığını sanıyorum çocuklar. Hayır bir de bir işime de yaramadı. Çünkü o hissin peşine düşmüştüm ya hani, maalesef. Aslında başroldeki velet olmasa film de hikaye de tam twilightlıktı ama. Kafamı ekrana geçirmek istiyorum ya. Vallahi billahi. İzlemeye başladığımda çocuğu görünce ilk bir şöyle lan?bir dakika bir dakika? oldum. Sonra jeton düştü, keşke düşmeyeydi. Başroldeki tam da o kötü çocuk imajını vermesi, bir buçuk saat bana ıkınan Edward illüzyonu sağlaması gereken çocuğun çocukluğunu biliyordum. Hani azcık daha genç bir Albus Dumbledore, siyah beyaz bir yetimhaneye gidiyor ve orada ürkütücü bir veletle konuşuyor. Pat! Bende ışıklar yandı. O ürkünç velet büyümüş, benden 30 santim daha uzun, bu ekranımdaki genç adama dönüşmüş. Her şey mahvoldu o an. Gözümün önünden Tom Riddle'ın çocukluğu gitmedi (https://www.imdb.com/name/nm2842005). Serseri olmaya çalıştığı her sahnede kendimi daha da yaşlı hissettim. Filmin anlamsızlığıyla kafamı uyuşturması gerektikçe ben daha da çok bunlar velet, bunlar çocuk, ben ne yapıyorum diyerek yaşlılığıma hüzünlendim.
vay başımıza gelenler, alın işte ergen Voldemort

Offf. Yine de birkaç bir anlatayım, neyse. Film, Anna Todd diye bir kızın wattpadde yazdığı bir şeylerden uyarlanmış (https://www.pegasuskitabevi.com/index.php?p=Products&wrt_id=23599). Kız benden çok da küçük değil neyse ki, o konuda da sinirim bozulmayacak. Herhalde 5 kitaplık seri mi öyle bir şey. Bu kızımız bizim, senin benim gibi yani, her gün öylesine "daydream" olarak hülyalara dalarak düşündüklerimizi oturup, internette yazarak para basmış anlayacağınız. One Direction diye bir grup var, hala var mıdır yok herhalde, ben boyband olayında en son BSB'de kaldım biliyorsunuz, İşte o grubun üyelerinden yola çıkarak böyle bir kız, bir de o üyeler falan feşmekan diye hayaller yazmış ve alın size hooop 5 kitaplık seri. Üstüne film hakları. Bir de tutmuş yani, öyle böyle değil, ikinci filmin prodüksiyonu bitmiş durumda.
Off vallahi billahi. Ne olacak benim bu halim? 30lu yaşlarınn başında hala 13 yaşında olacaksın deseler pıskırırdım, geldiğim noktaya bakın.


Bu arada bu blogger tüm düzeni değiştirerek ne yapmaya çalışmaktadır? Blogger çalışanlar karantinada çok mu sıkılmışlardır? Sesimi duyuyor musun eyy blogger? Yeter artık oynama şununla ya! Senelerdir her gün yeni bir düzenleme. Reader'ın içine ettiğiniz, takipçilerin web sitelerini gizlediğiniz yetmiyormuş gibi, şimdi de üç saat bana metni justify etmeyi aratıyorsunuz! Resim koymaya korkuyorum çünkü hiçbir şeyiyle oynayamıyorum şu an resmin. Hayır açıp htmlden düzeltmek zorunda mıyım illaki? Nereye gitti bu butonlar?! Şu aldığınız beddualarımın, ahlarımın haddi hesabı yok, haberiniz olsun!

5 Mart 2020 Perşembe

İki Film, İki Farklı Ruh Hali : To All the Boys I've Loved Before & To All the Boys: P.S. I Still Love You

16 yaşındaki Lara Jean, öyle kendi halinde okuluna gidip gelir, her içine kapanık genç kız gibi hayaller dünyasında yaşarken bir gün küçük kız kardeşi bir delilik yapar. Lara Jean'in küçüklüğünden beri dönem dönem hoşlandığı çocuklara onlardan hoşlandığını itiraf ettiği ama hiç göndermediği mektupları, bu cin fikirli kız kardeş alır, bir güzel sahiplerine postalar. Mektupları okuyanlar tek tek Lara Jean'e cevaplarını dönmeye başlayınca da olaylar birbirine girer. Lara Jean'in hayaller içindeki dünyası birden allak bullak olmaya başlar.
Amerikalı yazar Jenny Han'ın 2014'te yayınlanan kitabından uyarlanan hikayemiz böyle başlıyor. Çok şahane ve de etkili bir fikirden doğuyor bu hikaye: Şimdiye kadar aşık olduğunuz tüm insanlar onlar hakkında ne düşündüğünü öğrenseydi bir gün, ne olurdu acaba? Bu aslında o kadar çok hayalini kurduğumuz bir şey ki. Bu satırları okuyan sizlerin de eminim bir iki saniye durup, ahh diye bir kafasından geçirdiğinden eminim. Düşünsenize karşınızdaki insanlara içinizden geleni, o anda onlar için ne hissettiğinizi söyleyebilme şansınız olsa. Hiç de öyle aa canım kim tutuyor ağzını, söyle niye söylemiyorsun falan demeyin. Diyemezsiniz. Çünkü hiç birimiz birbirimize gerçekten ne düşündüğümüzü söylemiyoruz ki ne hissettiğimizi söyleyeceğiz. Tutuyor işte bir şeyler ağzımızı. Ne bileyim korku deyin, utanç deyin, gurur deyin. Bir şey var ve bize engel oluyor. Oysa Lara Jean'inki gibi bir kız kardeşimiz olsa bence hepimize çok büyük iyilik yapmış olabilirdi. Lara Jean 16 yaşında liseye giden bir genç kız olarak kendine sevgili yapmış, eski arkadaşlarına kavuşmuş, yeni ortamlar kurmuş olabilir ama benim hayatım çoook aşırı farklı bir şeye dönüşmüş olabilirdi mesela onlarca yıldır defterlere/ajandalara doldurduklarımı kardeşim gidip de muhataplarına okutmuş olsa. Aslında sanırım hayatından geçtiğim pek çok insanın hayatı çok farklı olurdu ama neyse oralara kadar düşünmüyoruz şimdi. Geçmiş yok, geçmişe dönüş yok, düşünme, düşünme. Nefes al, ver.
Ne diyordum, hah, yazar. Jenny Han tabiki pek çok yazar gibi kendinden çıkmış yola. O da gençliğinde böyle mektuplar yazarmış aşık olduğu çocuklara. Bu ilk kitaptan sonra iki kitap daha gelmiş aynı hikayenin devamı niteliğinde. Yani elimizde üç kitaplık bir seri var: To All The Boys I've Loved Before, P.S.I Still Love You, Always and Forever Lara Jean. Pegasus Yayınları üçünü de yayınlamış tabiki Türkiye'de (Pegasus'un sayfası). Artemis Yayınları'ndan da yazarın diğer bir serisi yayınlanmış ama onu bilemeyeceğim, bakarsınız. (Artemis Yayınları'nın sayfası)
Netflix de durmamış tabi, 2018'de ilk kitabın filmi yayına girmiş. Ben tam olarak o sene izlemiş olmalıyım, çünkü Cey ile birlikte izlemiştik, eh o da daha göreve gitmemişti. Neyse, demem o ki o film çok eğlenceli gelmişti o zaman. Belki birlikte izlediğimizden, belki hakikaten de film iyi olduğundan, karar veremiyorum açıkçası. Yeni bir soluk gibiydi bunca yıllık romantik komedi dünyamıza (ki bu işin uzmanlarıyız), eğlenceliydi, keyifliydi. 30 yaşımıza geldiğimiz için artık lise romantiklik komiklikleri pöff geliyorken bu filmi izlerken yaşımız hiç mevzu bahis olmamıştı. Film öyle akıp gitmişti, Cey zaten Lara Jean'i oynayan kıza bayılmıştı. Ben de tabiki serseri/bad boy ama içi pofuduk başrol çocuğumuzu izlemelere doyamamıştım (ay aman yarabbim hakikaten çocuk ya, çocuk yani, kendimden iğreniyorum).
Ama sonra bu yıl ikinci kitabın filmi geldi. İlk filmde o kadar eğlendiğimiz, mutlu olduğumuz hikaye devam ediyordu. Haliyle bir aşk üçgeni yaratılması gerektiği için yeni bir çocuğumuz daha geldi. İlk filmde birleşmelerini izlediğimiz çiftimiz bu filmde engebeli yollara girdi. Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar yazdıktan sonra ekranda, aslında neler olduğunu göstermeye çalıştı film. Ama olmamış, maalesef olamamış. Sıkıldım filmi izlerken. Aklım uçtu gitti filmden başka her yere. Ama özellikle de filmden yola çıkarak uçtu. Ulan lanet olsun 16-17 yaşlarımı heba ettim, ahh ahh ben o yaşlarda ne gerizekalıca yaşadım şunlara bak işleri güçleri ne, ahh ulan lanet olsun hayatım boş yere uçtu gitti, şu geldiğim yaşa bak öhüüü öhüüü diyerek ekranın karşısında oturdum durdum. Film devam ettikçe ben kendi içime döndüm, hikaye o saçma salak aşk üçgenini yaratmaya çalışırken ben kendime daha çok acıdım. İkinci film beni acayip mutsuz etti. Hem de ilk filmden aldığım gazla, şunu açayım da azıcık mutlu olayım diye izlememe rağmen.
Üçüncü kitabın filmini de ikinciyle peşpeşe çekmişler bu arada. O da artık çok geçmeden yayınlanır. Ama hiç hevesim yok. Kitapları da zaten okumam da. Öff. Dünya neden bu kitaplardaki hikayeler gibi değil. Tobey Maguire ile Reese Witherspoon hani izledikleri dizinin içine düşüyorlardı ya Pleasantville'de, öyle bir şey yapamıyor muyuz?

14 Ocak 2020 Salı

Jumanji : Welcome to The Jungle (2017)

Aynı lisede okuyan 4 genç Spencer, Fridge, Bethany ve Martha aynı gün okuldan sonra cezaya kalır. Ceza olarak ise okuldaki eski depo gibi bir odayı elden geçirmeleri gerekmektedir. Birbirinden oldukça farklı olan bu gençler, bu bir sürü ıvır zıvırla dolu odada eski bir video oyunu bulur ve meraktan açıp oynamaya çalışırlar. Oysa bu oyun bildikleri hiçbir oyun gibi değildir, sihirlidir ve dördünü de içine çeker. Kendilerini birden bire oyunun içinde ve dahası seçtikleri avatarların görüntüsünde bulan gençler Jumanji'nin dehşetli ormanlarında hayatta kalıp, eve dönmek üzere heyecanlı bir maceraya çıkarlar.
Bu konuyu hepimiz biliyoruz değil mi? 1995'teki efsanevi filmde Jumanji'nin dünyasına dalanlarımız çok iyi biliyor. O filmin yeri bende çok ayrı. Daha önce hiç bahsetmemişim, şimdi farkına vardım. Halbuki yukarıda "Ben Masumum" sayfasından da bulabileceğiniz gibi benim için böyle olan filmleri falan oturup, uzun uzun yazmıştım (tamam öyle uzun değil de işte bahsetmiştim). O film öyle değişik ama sempatik, eğlenceli ama dehşetengiz, içe dokunan, hem insanın böğrüne oturup, hem de kahkahalara boğan öylesine sevimli bir filmdi ki bu yenisinin haberini ilk gördüğümde beynimden alevler fışkırdı haliyle. Yapmamalılardı. Böylesine içimde olan bir filmi, bir hikayeyi, Robin Williams'tan bize kalan güzelliklerden bir tanesini daha mahvetmemelilerdi. Bakın Dwayne Johnson'ı da çok severim, biliyorsunuz. Ama hep aynı şeyi yaptığı, hep aynı şeyi olduğu filmler çok ve bunu da onlardan birine çevirecek kesin diye öylesine emindim ki. Yapay bir saçmalıklar silsilesine dönüştürecekler işte kahretsin diye düşündüm. Bir yandan görmeyi çok istedim, bir yandan da hiç istemedim. Sonunda tam da böyle bir şey yaptıklarını unutacaktım ki geçen sene bir tane daha yaptılar. Olamazdı. Bu kadar da olamazdı. Belki de Rock'tan artık nefret etme vaktim gelmişti.
Oysa geçen akşam tvde denk geldim. Tam açtığımda yeni başlıyordu. Yoo dedim, izleyemem. Gittim geldim, evin içinde dolandım, yine başına oturdum. Bakmaya başladım. Daha ben ne olduğunu anlamadan sarmıştı film, deli gibi izliyordum. Neyse ki reklam oldu, ben de gözlerimi ekrandan ayırabildim ve kapattım tvyi. Kararlıydım, izlemeyecektim.
Ama her hikayenin bir vakti var işte ve o vakit gelince ne olursa olsun önünüze çıkıyor. Ertesi sabah, tam da kahvaltıyı masaya getirmiş, oturmuş ve tvyi açmıştım ki yine o! Tam da akşam kaldığım yerden hem de devam ediyordu. Artık bu kadarına Simyacı bile kader diyeceği için izlemeye devam ettim. Ve ne kadar salaklık ettiğimi anladım. Film müthişti. Tamam tamam abartıyorum ama hakikaten çok iyi ya. Hikayesi özenilerek yazılmış, oyuncular özenerek oynamışlar, görüntüler, sesler, atmosferi, hissettirdikleri her şeyi öylesine iyi bir araya getirilmiş ki. Ya da ben o kadar rezil leş bir şey bekliyordum da beklentimin üzerinde çıktı diye mi böyle hissettim. Bu film gerçekten çok iyi. Oturup 120 dakika boyunca güzel anlatılmış, eğlenceli bir film izliyorsunuz. Her şeyi kendi içinde mantıklı. Dahası mahvedeceklerinden emin olduğum oyuncular, harika bir şey ortaya çıkarmışlar. Dwayne Johnson kendi dışında bir şeyler yapıyor. Karen Gillan ve Jack Black sevimli bir şekilde genç oyuncuların ruhuna bürünüyorlar. Bir zayıf halka bence Kevin Hart ve onun karakterinin hikayesiydi ama olsun, toplamda tüm bir hikaye çok iyi şeyler başarıyor.
Ama tüm bunlara rağmen bu bizim bildiğimiz Jumanji değil. Daha doğrusu bu, Jumanji değil. Çok eğlenceli, keyifli, iyi yazılmış, oynanmış, çekilmiş bir film ama başka bir film. Bu başka filmin geçen sene de Jumanji : Next Level diye bir devamını daha yaptılar işte. Neyse en azından batırmadıkları için affedebilirim belki. Ama ne bileyim yaa, keşke Jumanji demeselerdi.

15 Aralık 2019 Pazar

Keşke hiç bitmese bu hikaye: Downton Abbey (2019)

Downton Abbey'ye olan aşkımı, tutkumu biliyorsunuz, daha önce burada ilan etmiştim. Burada, şurada ve şurada, hatta bir de böyle anlatmaya çabalamışım. 2010 yılının eylülünde başlayıp, 6 sezon sürdükten sonra 2015'in aralık ayında final yapan dizi benim için bir efsane, bir klasik, bir başucu nesnesi, hayattaki tarzımı bulmamı sağlayan bir umut kaynağı (tabiki geçtiği dönemin tarzında giyinip dolaşamıyorum ya da evimi öyle dekore edemiyorum ama içimde öyle yaşatıyorum). Hani böyle Grace Kelly gibi bu dizi, bu hikaye. Hani bazı insanlar ne yaparsa yapsın dağınık, pasaklı, varoş duramaz ya, öyle (ya da bazıları da ne yaparsa yapsın hep Helena Bonham Carter gibi olmaktan kurtulamaz ya mesela). (https://www.imdb.com/title/tt1606375)
İşte böyle bir hikaye bittiğinde nasıl karalar bağlamışsam, filmini yapacaklarını öğrendiğimde de o kadar havalara uçmuştum. Biliyordum devam edeceğini, böyle bırakıp gidemezlerdi bizi. Çünkü biz kocaman bir nostaljik aileydik, nefret edilesi hayatlarımızdan kaçıp, Downton Abbey'nin yemek salonunda, kütüphanesinde, mutfağında, koridorlarında saklanan bir dolu mesut insandık. Bizi duydular, 4 yıldır ne halde olduğumuzu gördüler ve bir film ile de olsa, iki saatliğine de olsa bizi yeniden gülümsetmeye karar verdiler.
2 saat 2 dakikalık film adeta iki bölüm peşpeşe koymuş, izliyormuşuz hissi veriyor (https://www.imdb.com/title/tt6398184). Çünkü zaten dizinin de her bir bölümü film gibiydi yayınlanırken. Dizi bizi 1926'nın yılbaşı günü bırakmıştı, filmde bunun üzerinden çok zaman geçmeden 1927 yılında karşılıyor. Britanya kralı V.George ve kraliçe Mary'nin o sene böyle ülkeyi dolaştıkları bir kraliyet turu var. Gerçek, tarihi bir olay bu. (Bu kral, şimdiki Elizabeth ninenin dedesi oluyor bu arada.) Bizim kurgu Downton Abbey'nin bulunduğu Yorkshire'a da gelip, orada bir yerlerde kalmaları da gerçek. Ama tabi Downton'ımız ve ailemiz kurgu. Her neyse, film kraliyet ailesinin Downton'a gelip, bir gece kalacağı haberiyle açılıyor. Tabi ortalık karışıyor, üst kattakiler de alt kattakiler de panik. Hummalı hazırlıklara girişiliyor. Gerçi artık tanıdığımız herkesin yerleşmiş bir hayatı, düzene soktuğu bir hikayesi var ama bakıyoruz ki aslında hayat her zaman karmaşıklıklara ve yeni düzenlere, olasılıklara gebe. Her bir karakterimizin yollarının nerelere uzandığını görmeye başlıyoruz aslında böylece.

Film gibiydi dedim dizinin bölümleri için ama yine de bir tv dizisine aitti o bölümler ve bir tv dizisini oluşturacak bir hikaye oluşturuyorlardı hep beraber. Oysa burada önümüze gelen ne bir film ne de bir dizi. Yani bir sinema filmi diye baksak, değil. Çünkü elindeki bu kadar karakterle ve bunca hikayeyle iki saatte kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir hikaye anlatmıyor. Ondan biraz, şundan azcık, ne dediği belli değil. Ortaya koyamıyor derdini, eğer varsa. Dizinin sonraki sezonunun ilk iki bölümü desek, değil. Çünkü bir sezon boyunca anlatacağı şeyleri iki bölüme sığdırmaya çalışarak, tam bir karmaşa oluşturmuş. Tüm tanıdıklarımızı, eski dostlarımızı sırf görmemiz için şöyle bir ekranın önüne çıkarıveriyorlar. Onların yanında birden bire yepyeni karakterlerle tanışıyoruz. Ama onların hikayeleri de cumburlop oluşuyor. Kim ne için, nasıl burada bilemiyoruz. Yani sebebi neydi ki diye bakıp duruyoruz. Tüm bir filmi sanki hem onlar böyle bir araya gelip, azıcık eğlensinler hem de biz onları izleyip sebepsiz mutlu olalım, hasret giderelim diye yapmışlar gibi.

Sonundaysa verdiği mesajlarla ağzımıza bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor tabi Downton. 6 sezon boyunca bir sürü karakterin gelip geçtiğini, arazinin ve kasabanın ve insanların her bir çağa nasıl yeniden ve yeniden ayak uydurduğunu izledikten sonra 1927 yılının baharında diyor ki ayrı ayrı her bir karakterimiz; eskiler yavaş yavaş göç etse de bu hikayeden, yeniler onların yerlerini alacak ve hepimiz gitsek bile Downton Abbey bir kalp gibi burada atmaya devam edecek.
Yani bence daha hikayeler gelecek Downton Abbey'den. Ama nasıl, orasını bilemiyorum.

14 Aralık 2019 Cumartesi

Always Be My Maybe (2019)

Yalan yok, Keanu Reeves için izledim bu filmi. Filmi açarkenki düşüncem bu değildi ama eninde sonunda, ekranda o böyle azıcık bile belirdiği anda, öyle oluverdi. Ama bu durum bence tamamen filmin suçu. Filmi yazan Michael Golamco, Randall Park ve Ali Wong'un başarısızlığı. Tabi bence. Övünmek istemiyorum ama (zaten bu övünülecek de bir şey mi emin değilim) hemen hemen bir romantik-komedi uzmanı sayılırım artık. Çok uzun yıllarımı verdim bu işe (tüm gençliğimi, ergenliğimi diyelim :D). Bu yüzden de eğer bir romantik komedi beni ekranın başında sabit oturtamıyor, kalkıp kulağım filmde ellerim ev işlerini yapmakla uğraşıyor hale getiriyorsa bir sorun vardır diyebilirim rahatlıkla o senaryoda. Filmi ilk gördüğümde ooo bir tane daha (rom-com) diyerek listeme atmıştım mesela. Aman yarabbi Keanu da var, demiştim hatta. Sonra ertelemeye başladım (bu çocukluk kankaları-ilk aşk-uzun yıllar görüşmeme falan konsepti bana zararlı çocuklar, fellik fellik kaçıyorum artık ne travması derseniz) ama oradan buradan habire karşıma çıktı. Tamam artık izleyeyim dedim en sonunda. İzlerken ve izledikten sonra da filmle ilgili tek iyi şeyin Keanu olduğunu söylüyorsam, evet sorun var.
Halbuki gayet güzel bir şekilde yola çıkmış Ali Wong isimli ablamız. Kendisi baya meşhur bir stand-upçı, komedyen falan Amerika'da. Bu son yıllarda yükselen trendlerden biri olan "şahlanan Asyalılar" olayına kaptırıp, San Francisco'dan bir Asyalı-Amerikalı mahalle hikayesi yaratmış gibi duruyor bu filmde. Yanlış bilmiyorsam dünyanın en büyük/kalabalık Çin mahallesi de San Francisco'da zaten. Bitişik iki evde yaşayan Sasha ve Marcus, lise bitene kadar hep birlikteler. Önceleri çok iyi birer dost olan bu ikiliden Sasha'nın ailesi tüm vakitlerini dükkanda geçirdiği için Sasha da aslında Marcusların evinde büyüyor. Marcus'u annesi babası daha çok ebeveynlik ediyor yani bir anlamda Sasha'ya. Hep kanka olarak takılan bu ikili en son liseyi bitirirlerken olaylar gelişiyor ve bir gece birlikte oluyorlar, ardından da birbirlerine çok ağır laflar edip, kavga ediyorlar. Sonrasında 16 yıl bir daha hiç görüşmüyorlar. Bunca yılın ardından iş için Sasha mahalleye geri dönüyor ve defterler yeniden açılıyor.
Başrollerimiz Sasha ve Marcus'u oynayan iki oyuncu aynı zamanda senaryoyu da yazan üç kişiden ikisi. Bu yüzden bu iki karakter arasındaki tüm sahneler, diyaloglar, her şeyleri çok doğal ve çok iyiydi, su gibi akıp aynı zamanda acayip de eğlendiriyordu. İkisinin ailesi de çok iyi yazılmıştı (zaten Asya dizisi falan izlediyseniz bilirsiniz, her şey çöp olsa bile hikayelerin insanlarını, karakterlerin insaniliklerini çok iyi anlatır, çok iyi aktarır Asyalılar. Amerika'da doğmuş, büyümüş olsalar da bunlar da öyle yapmış görünüyor). Ama hikaye ilginç görünmesine rağmen, filmin daha ilk 10 dakikasında sıkıldım. Bu Netflix filmlerinin hemen hemen hepsinde böyle oluyorum ben ya. Böyle bir sessizlik, bir durağanlık var. En aksiyonlusu da olsa bir ses problemi var. Çoğunu 10-15 dakikadan fazla izleyemedim. Bu filmde de kapatmak yerine dedim Keanu gelene kadar sabret, açık bırakıp iş yapmaya koyuldum, çamaşırları astım, etrafı topladım, yemek yaptım. Neyse ki Keanu çabuk geliyor. Baya da duruyor, öyle bir görünüp kaybolma da değil. O gelince oturdum önüne, hakikaten de çok eğlendim. O kısımları da iyi yazmışlar, haklarını teslim etmem gerek. Gerçi Keanu baya bir doğaçlamaya girişmiş ama olsun.
Şuna nasıl katılıyorum, filmle ilgili hislerimi özetliyor.
Ama işte, film bir şekilde habire sıkıcılaşıyor. En azından bana öyle geldi. Belki siz izleyip bayılmış da olabilirsiniz. Ama sıkıcı ya. Öyle parladığı, sürüklediği, tam bir rom-com olarak eğlendirdiği, keyif verdiği çok az yer var. Genelde baktığınızda vakit kaybı gibi görünüyor insana. Halbuki yeni bir şey söyleme amacı gütmese bile yeni bir bakış açısı sağlama vaadiyle ortaya çıkıyor gibi duruyor. Asyalı bir kültürden, daha 21.yy. bir bakışı. Böyle klişe bir durumda - çocukluk kankaları-aşkları, birbirine açılamama, ayrı dünyalara doğru büyüme - bile o klişeleri son on yılın kültürüyle ters yüz ederek ilerliyor. Filmin sonunda ikisini de anlayabiliyoruz, ikisinin de kişiliklerine hak verebiliyoruz. İnsanın her zaman bir "maybe"sinin olmasının nasıl olduğunu biliyoruz, özellikle günün birinde artık o "maybe"nin bile kalmadığını fark ettiğimiz derin kuyumuzda yaşıyorsak. Ama bunları sadece travmalarımız olduğu için anlayabiliyoruz. Çünkü film o kadar da veremiyor bunları. Aslında durduğu tek bir yer bile yok gibi görünüyor ama kocaman bir karnaval gibi de gelmiyor düşündüğünüzde.
Ne bileyim belki artık benden geçmiştir romantik komedicilik. Hiçbir şeyi beğenmiyorumdur. En iyisi gidip bininci kez Point Break izleyeyim ben.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...