Hikayemiz 1959 Moskova'sında başlıyor. ABD ile Rusya arasındaki Soğuk Savaş'ın en hararetli zamanlarında, muhteşem Sovyetler Birliği idealine inanarak büyümüş Alexander, Dışişleri Bakanlığı'nda 3.seviyeden bir memur olarak işe başlamasının mutluluğu içinde. Bir akşam kız peşindeki arkadaşı Misha ile gittiği bir partide güzeller güzeli Katya ile tanışıyor. İlk birkaç cümlelerinde bile çok farklı bir dünyaya inandıklarını anlamış olsalar da galiba 60 yıl önce hala ilk görüşte aşk diye bir şey var, bir araya gelmeden duramıyorlar. Çok vakit geçmeden evleniyorlar ama Alexander'ın iş yerinde casusluk yapıldığı anlaşılınca Alexander'ın dünyası başına yıkılmaya başlıyor. Çünkü çok sevdiği karısı Katya'nın bir ABD ajanı olduğunu ve onun yüzünden sovyetler çekiçinin ikisinin de kafasına inmek üzere olduğunu öğreniyor. Yapabilecekleri tek şey ABD'ye kaçmak oluyor ve 1961 yılında Alexander'ın kaçmayı başardığını görüyoruz. Sonra 30 yıl geçiyor ve artık saçları beyazlamış bir ihtiyar olan Alexander'ın tıpkı Katya'nın burnundan düşmüş gibi görünen yeğeni Lauren ile tanışıyoruz. Lauren, Katya'nın erkek kardeşinin kızı, 30 yıl önce kaderin işiyle bebek Lauren'ı Alexander sahipleniyor ve ABD'de büyütüyor. Neyse, ne diyorduk? Hah bu Lauren ressam ve sergi için gelin görün ki Moskova'ya gidiveriyor. Oraya gitmişken de eniştesinin 30 yıl önce geride bıraktığı hikayenin peşine düşüyor. Alexander kaçmayı başarırken Katya nasıl oldu da geride kalabildi ve bunca yıl ona ne oldu? Hikaye bizi bir 1959'a, bir 1990lara hoplatarak adım adım Katya'nın peşinde koşturtmaya başlıyor.
"Despite The Falling Snow" Shamim Sharif'in aynı adlı romanından yine kendisi tarafından senaryolaştırılıp, bir de yine kendisi tarafından yönetilerek sinemaya uyarlanmış hali. Evet teyze çok azimli. Oturup istediği konu hakkında bir roman yazmış, üstüne hiç çekinmemiş bir de bunu film yapmış. Hiç birinize de ihtiyacım yok diyerek, her işe de el atmış. Hatta ve hatta, kendi kurduğu prodüksiyon şirketi de filmlerini yayınlayabilmek için. O derece. Yaptığı bu film aslında ilk "büyük" oynaması sayılabilir. Beni çeken daha ilk tanıtımlarındaki o havasıydı. Bir kere filmin ismi insana böyle bir gizemli, soğuk karın altında, pırıl pırıl kristallerin arasında nereye olduğunu bilmeden yürüyormuşsunuz havası vermiyor mu? Ayrıca Soğuk Savaş döneminde bir casusluk gerilimini kim sevmez ki? Hele ki o dönem kıyafetleri içinde göz kamaştıran bir Rebecca Ferguson'ı da görünce, ben kendimi direkt filme attım ister istemez (attım dediysem de 4 senelik olmuş film, ancak izleyebildim, neyse bu da başka bir mesele). Bu kadından ilk olarak The White Queen'i anlatırken bahsetmiştim, ilk tanışmamdı kendisiyle. Zaten sonra da Mission Impossible:Rogue Nation'da dibim düşmüş olduğundan, şurada da artık güzelleme düzmüştüm. Onca filmi olmasına ve ben kadına resmen aşık olmama rağmen yine de bu anlatıyor olduğum filmi dışında anca iki Mission Impossibble'da izlemişim, bir de işte dizide 10 bölüm. Artık eskisi kadar o hevesli gençliğim kalmamış herhalde, oturup taktığım bir oyuncunun annesinin karnından çıkmasından beri neyi varsa oturup izlediğim günler tarihe karışmış.
Filme gelirsek açıkçası ben tüm o görüntülerden, atmosferden, oyunculardan ve hikayeden çok daha fazla şeyler bekliyordum. O hevesle açmıştım yani filmi. İlk başta yavaş da olsa bir şeyler olacak gibiydi. Hikayenin içine pek çekemiyordu, soğuktu hikaye ama herhalde biraz daha ilerlemek gerekiyor diye sabrettim. Ama dakikalar ilerledikçe baktım ki sadece boş gerilim veriyor film. Gerilim de vermiyor gerçi, gerilim olacakmış diye beklenti veriyor. Hep bir daha fazla bir şeyler olacak gibi oluyor içinizde, böyle hep bir hah tamam şimdi hızını almış bir casusluk hikayesine girivereceğiz dedirtiyor ama olmuyor. Her an böyle bir etkilenecekmişsiniz, vovvv dedirtecekmişiniz gibi hissettiriyor ama bakıyorsunuz bir şey yok. Tüm bir film, sanki çok daha etkileyici ve çarpıcı bir hikayenin üstünden şöyle bir teğet geçmişiz hissi veriyor. Çok lezzetli bir kaymaklı yoğurt varmış önümüzde ama bizi sarkıttıkları ipler bir türlü gevşemediği için kaymağa şöyle bir burnumuzu yanaştırıp, koklayıp geri çekiliyormuşuz gibi oluyor. Oyuncuların oyunu da bu hissi veriyor. Hiçbir şey olmayan bir hikayede sanki her an bir şey olmuş gibi bir derinlik içinde görünüyorlar, bizim görmediğimiz bir sahnede bir şeyler olmuş gibi, sanki bu özet sahneleri izliyormuşuz gibi. Müzikler bile böyle hissettiriyor, çok etkileyici, çok duygu yoğunluğu yaratıyor ama sahnede bir şey yok. Tüm bir film boyunca, bir buçuk saat, kaymak önümdeyken bir türlü yiyememiş gibi oldum. Sonra film bitti. Bitişi de ayrı bir zarar ziyan.
Yani pek de öneremiyorum "Despite The Falling Snow"u. Oysa hem etkilenmek istemiştim çok, hem de izleyin mutlaka izleyin diyebilmek. Öyle olacağına emin gibiydim filmi açtığımda çünkü. Oysa sadece Rebecca Ferguson'ın o muhteşem varlığıyla keyif alıp, yoluma devam ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder