Diziler sayesinde tarih öğreniyoruz desek yeridir, bu sefer de 1400'lerin ikinci yarısında, Gül Savaşları'ndayız. Sene 1464'te Lancaster tarafından kral 6.Henry ile York tarafından 4.Edward taht için savaşırken, Lancasterlı bir ailenin kızı olan Elizabeth Grey (Woodville) bu bitmek bilmeyen savaşın içinde, Henry için savaşırken ölen kocasından kalan araziler ellerinden alındığı için çıkıyor sabahın köründe yeni kral Edward'ın karşısına, iki küçük oğlunun mirasını ondan geri istiyor. Böyle bildiğiniz iki oğlunu yanına katmış, savaşa giden ordunun yolu üstünde bir koca ağacın dibine durmuş, krala bak hele hop koçum şeklinde el ediyor. Şimdi normalde ne düşünürsünüz, bana bunu dese birisi direkt aklımda belirir, lan ben olsam orada anında ya boynumu vururlar ya da hiç istiflerini bozmadan tozu dumana kataraktan geçer giderler diye. Amma velakin söz konusu olan Elizabeth Grey. Onu şöyle bir göz ucuyla görüp de can evinden vurulmayacak erkeği geçtim, canlı yok. Hakikaten de, tarihte öyle yazıyor kendisi için ve üstüne dizi için seçtikleri Rebecca Ferguson insanın tansiyonunu düşürecek, gözlerini karartacak, bir iki gün hülyalı hülyalı gezmeye yol açacak bir güzellik.
Bir bölüm boyunca izledim kadını ama kendimde değildim vallahi, hayır öyle birşey yaratıyorsun, yaratabiliyorsun yani o malzeme o ölçüler var elinde. E peki bizi niye yaratıyorsun bir de sanki dalga geçer gibi. Cevap istiyorum, bizim suçumuz günahımız ne.
Herneyse, bırakırsam kendimi üç saat sızlanacağım ama konumuz o değil. Yeni kral Edward'ı bir şekilde ağına düşüren Elizabeth, onunla gizliden evleniyor savaş ortasında. Savaş biraz durulur gibi olunca da hoop ailesiyle birlikte saraya gidiyor, taç giymeye.
Aslında herşey bir The Tudors havasında görünüyor böyle anlatınca, büyük ihtimalle bundan sonraki bölümlerde de saray içi entrikaları, gelsin kızlar gitsin krallar şeklinde devam edecek ama The White Queen'in bu ilk bölümü bana resmen at koşturuyormuşuz gibi geldi. Bir başladı bölüm, hemen kral geldi Elizabeth geldi, tanıştılar seviştiler evlendiler, sarayda bulduk kendimizi. Oradan oraya hop hop, koşturduk durduk. Tamam belki asıl olay sonraki bölümlerde olacak, asıl konuyu işleyebilmek için bir temel oluşturmaya çalıştılar ama sanki önceki sene boyunca bu diziyi izlemişiz de şimdi sezon arasından dönmüş böyle "previously on the white queen" izliyoruz. Bir de çok özensiz göründü böyle yapınca onlar. Elizabeth rolündeki Rebecca Ferguson iyi güzel hoş da karşısında Edward rolünde Max Irons olunca ikisine birlikte ısınmanız gerekiyor, aşık olduklarına inanmanız gerekiyor ama izleyeceğimiz hikayede bizi peşlerinden sürükleyecek olan çift bu mu oluyorsunuz. Hani şöyle düşünün Jonathan Rhys-Meyers kötü-hırçın-kadın düşkünüydü ama güçlü bir kraldı 8.Henry olarak, onca pisliğine rağmen ona kapılıp gidiyorduk. Oysa bu Max Irons'ta onu hiç göremedim, gerçi burada asıl kahramanımız Elizabeth Grey olacak ama, olsun.
Elizabeth'in annesi Jacquetta Grey rolünde Janet McTeer elindeki senaryodan mıdır nedir, sihirle uğraşan böyle tanımlanması zor değişik bir insan gibi görünüyor. Önce kızını resmen bu saray entrikalarının içine atıyor , bir yandan onu koruyor, sonra da tutturmuş bir bizim soyumuz şu cadıya şu tanrıçaya kadar uzanıyor diye, habire bir sen de geleceği görüyorsun diyor kızına. Böyle kızı korkunç şeyler gördükçe gelecekle ilgili, o görebiliyor diye seviniyor. Elizabeth ise masum mu, krala nasıl gerçekten aşık oldu anlayamıyoruz. Ya da masum değilse hırslı mı, herşeyi sırf saraya gitmek için mi yaptı, kraliçe olabilmek için mi yaptı? Rebecca Ferguson bize bunu göstermiyor.
Sanırım ben bir iki bölüm daha izleyeceğim, tarihin hatrına.
BBC'nin The White Queen sayfası : böyle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder