40'larında olduklarını tahmin ettiğimiz Debbie ve Peter, neredeyse 20 yıldır kankalar. Ama yapışıklık derecesinde kankalar yani, böyle tüm gün telefondalar, tüm hayatlarını birbirlerine anlatmakla meşguller. Debbie, Kaliforniya tarafında yaşıyor. 13 yaşında bir oğlu var, boşanmış, bir okulun muhasebesinde (öyle bir şey işte) çalışıyor. Peter ise New York tarafında, böyle büyük büyük şirketlerle uğraşan businessçı bir şey (vallahi böyle soyut işleri kafamda oturtamıyorum). Debbie'nin New York'ta alacağı muhasebe temalı bir eğitim çıkınca ve pek alerjik, üzerine titrediği oğluşuna bakacak kimseyi bulamayınca Peter atlıyor Debbie'nin oğluna bakmak için Kali tarafına onun evine geliyor, Debbie de bir haftalık eğitim sırasında Peter'ın New York'taki evinde kalıyor. Bu bir haftada ikisi de hem birbirleri hem de kendileri hakkında yepyeni şeyler öğreniyorlar.
"Your Place or Mine" daha öncesinde filmografisinde rom-comların da olduğu ama en önemlisi Devil Wears Prada'yı Lauren Weisberger'in kitabından senaryolaştıran Aline Brosh Mckenna'nın yazıp, yönettiği bir romantik komedi. Hepimizin iç geçirerek yad ettiği rom-comların altın çağından sonra böyle ara ara bir rom-comlara yeniden özgürlüüük diye bir denemelere girişiliyor ya artık, hah işte bu seneki denememiz de bu. Özellikle Reese Witherspoon ile Ashton Kutcher gibi, o altın çağdan kalan hazinelerin bir araya gelip haydi bir özleyenlere şöyle bir kıyak geçelim demiş olmalarından ötürü bu kadar heyecanlandırmıştı beni. Reese abla filmin haberlerini ilk paylaşmaya başladığından sevinmiştim.
İlk görüntüler de oldukça umut vericiydi. Film de şimdi hakkını yemeyeyim çok iyi bir flashback sahnesi ile başlıyor. 2000lerin başında yaşamış, o günlerde genç olmuş bir insana, gençliğinde bir dolu umudu ve kişiliği olup da bu lanet olası dünya sayesinde hepsini yitirip sadece para getirdiği için sıkıcı ve sabit işlerde çalışmak zorunda kalmış, 2020lerde anksiyeteli Y Kuşağı olarak dalga geçilen o nesildenseniz yüzünüze kocaman bir gülümseme ile kıkırdamalar oturtuyor. Tabi günümüze döndüğümüz kısımda her iki karakterimizin de halini görünce aynı gülümseme, yılların geçtiği hızla kayboluveriyor. Bu açıdan film, jenerasyonun halini vaktini, duygularını, düşüncelerini çok iyi yakalamış yazım açısından. İki karakterin de hem kendi yaşamlarındaki hallerini, hem de sonrasında birbirlerinin yaşam alanlarında yaşadıkları o bir haftadaki halleri de eğlenceli bir şekilde izleniyor. Aslında bu kısımlarda yaşananlar tamamen o bildiğimiz, klasik Amerikan rom-comlarından aşina olduğumuz imkansızların olması, hayallerin coşması falan filan gibi şeyler. İzleniyor yani, keyifli.
Ashton Kutcher'ı 2000lerin başındaki halinden cidden hatırladığım için filmde anlamış oldum, bazı adamlar hakikaten yaş almalı tipleri, duruşları, karakterlerinin oturması için. Şimdiye kadar nerede görsem hep Kelso'ydu benim için, öyle de davranıyordu. Oysa bu oldukça basit, hafif rom-comda bile tamamen değişmişti. Reese ise bildiğimiz Reese, instagramında nasılsa filmde de öyle. Yani evet hiç oyunculuk gerektirmeyen bir hikayede, hiç çaba sarf etmeden repliklerini de söyleyebilirlerdi. Reese abla her zamanki gibi, hemen hemen hiçbir şey hissettirmiyor. Gene de film böyle böyle bize oldukça keyifli, detaylı bir hikaye inşa edip, sonunda helele hülele diyerek bitiriyor. Bir noktaya kadar inşa edip edip, bize haa hikayenin bu kısmını biraz daha açacaklar galiba ama nasıl açacaklar süre de bitmek üzere derken cidden hiçbir şeyi açmayıp, o tatmin hissini hiçbir türlü vermeyip, alın bitti de gitti deyiveriyor.
Lise bitmiş, Beacon Hills sakinlerinin her biri hayatlarına devam ediyor. Scott, Los Angeles'ta bir hayvan barınağı işletiyor mesela. Veteriner amca Deaton da yine oraya taşınmış, barınağın yanında veterinerlik yapıyor. Lydia tabiki büyük şehirde bir bilimsel-teknolojik şirkette çalışıyor, kariyer insanı olmuş. Derek, Beacon Hills'te polislere danışmanlık yapıyor (Derek için özel iş icat etmişler:D ). Şerif Stilinski bildiğimiz gibi, of aman yaşlandım kemiklerim yeter be ya diye diye yine de olayları çözüyor, kötülere direniyor. Malia'nın ne yaptığı belli değil, ortalıklarla çakallık, bir de Deputy Parrish'le işi pişirme. en gereksiz kurt avcısı baba Argent'ın da gereksizlikleri devam ediyor. Zaten lise arkadaşları buluşması, pardon filmimizin konusu da oradan çıkıyor. Baba Argent, yıllar önce (3.sezonda), yaklaşık 15 yıl önce ölen kızı Allison'ın sesini falan duyduğunu söyleyerek çıkageliyor. Tesadüf bu ya Scott da hayalini görüp duruyormuş. Aynı tesadüf Lydia'da da olmaz mı? O da yine manyak manyak translara girerek resimler çizmeye başlamış. Bu akıllılar toplaşıp, diyor ki ulan galiba Allison'ımız öte tarafa geçemedi (kendisinden sonraki 3 sezon boyunca Scott'ın habire bir başka kızdan öbür kıza atlamasını izlerken huzurla öte dünyaya geçmek istememiş olabilir doğru), bize ulaşmaya çalışıyor. Peki tamam geçemedi, haydi o zaman onu huzura kavuşturmak için gereken neyse onu yapalım iki dua edelim falan demiyorlar. Hayır, biliyorsunuz ki Teen Wolf evreninde kafalar öyle çalışmıyor. Haydi o zaman Allison'ı geri getirelim diyorlar. Çünkü gözümüzün önünde bir şeyin kılıcı yeyip, Scott'un kollarında diziye veda eden, cenazeler düzenlediğimiz, üstüne her sezon başka bir dövüşebilen genç kız bulduğumuz Allison'ın nedense Araf'tan seslenmelerini ben yaşıyorum olarak algılıyorlar (çünkü 2014'te ay ben artık 30'uma geldim bir liseliyi oynamak istemiyorum oyunculukta yeni şeyler denemek istiyorum taammı diyerek kaçtığı diziden sonra ele avuca gelir bir iş yapamadığının farkına varmış, yeniden Teen Wolf'un ekmeğini yemek istemiş Crystal Reed). Bu akıllılar 15 yıldır ölü olan birini geri getirmenin formülü ellerinde, Beacon Hills'e doğru yola çıkarken dünyanın öte ucunda kapüşonlu ve her şeyden haberi varmış gibi görünen biri, Liam'ın ve Hikari isminde bir kızın çalıştığı bir bardan Nogitsune'nin hapsedildiği kavanozu çalıyor. Ahahah :D Hay allahım :D Bakın bu Nogitsune bir sezon boyunca hepsinin anasını ağlattı, koca bir sezonumuzu heba etti. Gene de tahtadan bir kavanoza koyup, bir de onu Japonya'daki bir barın orta yerinde diğer kavanozlarla birlikte süs diye saklıyorsun. Hayır koruma olarak da iki ergeni bırakmışsın başına. Tabiki birisi çıkıp gelip alır. Neyse bu kapüşonlunun amacı Nogitsune'yi serbest bırakıp, bizimkilerin başına salmak ve intikamını almakmış. Sonuçta bir bakmışız, hep beraber Beacon Hills'e geri dönmüşüz.
Teen Wolf ile ilgili hislerimi, 2011-2017 arasında yayınlanan bu görünüşte klasik bir amerikan gençlik dizisi hikayesinin benim için önemine dair düşüncelerimi "6 yıl 111 bölümün ardından Teen Wolf'a veda etmek" yazısında anlatmıştım. Ohh hem de ne anlatmışım, valla yazdıklarımı beğenmek huyum değil ama bu sefer çok beğendim. Yani tam olarak içimden geçenleri cümlelerle ifade edebilmişim. Ağlamaklı olmadan okuyamıyorum şu an o yazıyı. 2017'de Teen Wolf'a veda ederken hiç aklımın ucuna gelmemişti bir gün, onlar kazık kadar olmuşken (ben hala hobbit kadar kalmışken) ve dünya artık çok farklı bir yere dönüşmüşken yine hepimiz bir araya geleceğiz ve bir filmle de olsa Beacon Hills'e geri döneceğiz. Bu yüzden filmin yapılacağı haberini gördüğümde karmaşık duygular içindeydim. O kadar üzülerek vedamı etmişim, siz gelin bir daha umutlandırın. Büyük olasılıkla yapımcılar da aynı umutlarla girişti bu işe. Yahu biz acayip izlenen, tutan bir iş yapıyorduk, belki gene bundan tutan bir şeyler başlatabilir miyiz ki diyerek bir film yapalım, gerisine bakalım demiş olmalılar.
Film anlamında, bunun bir film olması anlamında bir şeyler söyleyebileceğimi zannetmiyorum. Objektif bakamıyor olabilirim çünkü. Bana gayet böyle baştan sona oturmuşum, uzuuun bir Teen Wolf bölümü izlemişim gibi geldi. Düzenlemede, akışta, ilerleyişinde başka izlediğim pek çok örneğin aksine hiçbir takılma, sorun yoktu. Gayet de dizi nasıl akıyorsa, film öyle akıyor. Ha pek mantıklı şeyler olduğundan değil. Zaten Teen Wolf'da bu konuya takılmıyorduk hatırlıyorsanız. Film daha çok böyle bir lise buluşması tadında, bir bahaneyle tek tek eski dostlarla buluşuyormuşuz gibi. Önce Scott ve Deaton ile baba Argent bir araya geliyor, ardından Lydia'yı alıyoruz. Sonra Malia ve Hellhound'umuz Deputy Parrish geliyor, Şerif Stilinski'ye kavuşuyoruz, son sezondaki kanka Mason da Deputy olmuş o geliyor. Derek'i yasal bir işte, polislerle görünce, bir de oğluna babalık ederken görünce gözlerimiz yaşlanıyor. Derek'in gereksiz oğlu Eli ile tanışıyoruz ki olası bir spin-off için ona bel bağlamaya çalışıyorlar gibi görünüyor. Scott'ın hemşire annesi doktor olmuş, yine dünya yanarken bir kalbur samanına bir şey olmadan dolanıyor. İncelikli kötümüz Peter yine en mühim anda burdayım diyor. Saçmasapan havasıyla Jackson mutfakta beliriyor. Her zamanki gibi yine onca dünyayı kurtarıyoruzun arasında Koç Finstock'la uğraşıyoruz mesela. Yani resmen bir herkesle buluşup, kucaklaşma bu. Her bir karakter sadece olaylara dahil olmak için, bizimle hasret gidermek için ortaya çıkıyor.
Açıkçası ben büyük bir hevesle, çok sevdiğim dostlarımla buluştuğum için yüzümde bir tebessümle izledim filmi. Tam olarak eskiden izlediğimde hissettiğim şeyleri hissetmedim doğru, çünkü ben de aynı ben değilim artık, Teen Wolf da. Ama güzel bir kavuşma hissiyle izledim, tatlı bir eğlence havasıyla mutlu oldum. Bundan sonra bir Teen Wolf dizisi daha yapmaya çalışırlarsa izlemem, doğruya doğru. Geçenlerde demiştim ya bir başka çocuk kitabından uyarlama kurt dizisi başladı, ilk bölüm bile dayanamadım diye. Ama böyle eski dostlarımla, arada böyle saçma da olsa hikayelerle tv filmi getirirlerse mutlu mesut izlerim.
Bu arada herşeyimiz Stiles'ımız, FBI'da çalışıyormuş. Filmde tabiki yoktu. Te allahım ya. Bu ne inattır be Dylan O'Brien, ne inattır. Hayır bir de Stiles ile Lydia'nın ayrılma sebebini Lydia'nın gördüğü rüyaya bağlamaları...6 yıl boyunca bu ikisi arasındaki bağı ilmek ilmek inşa edip, sonra bu şekilde yıkmak da yani, peh Jeff Davis.
Çok da uzak olmayan bir gelecekte Dünya'mızın kaynaklarını bir güzel tükettiğimiz için insanlık uzayda, başka gezegenlerde koloniler kurmaya karar veriyor. Bu kolonilerden üç tanesi daha sonra of aman biz tek siz hepiniz diyerek diğerlerine savaş açıyor. Çünkü neden açmasın?! Yıllaaar yıllaaar süren savaşta özellikle Koreli paralı askerler çok makbule geçer oluyor, biraz iyiler yaptıkları işte. Bu askerlerden Captain Yoon Jung Yi özellikle efsane. Ancak son görevinde, tüm savaşı bitirebilecek bir yakıt yerini patlatma görevinde başarısız olarak hayatını kaybediyor (bitkisel hayata giriyor, makinelere bağlı şekilde yaşatmaya devam ediyorlar). 35 yıl sonra, hala devam eden savaşı bitirebilmek için bir teknoloji şirketi captain'ın beynini kopyalayıp, Jung_E adını verdikleri robotlar yapıyor. Captain'ın birebir aynı görüntüsünde, aynı beyne, düşünme, hissetme ve anlama kapasitesine sahip bu robotları savaşa göndermeden önce test ediyorlar tabiki. Ancak her defasında, bu efsanevi askerin robotu bile son görevin simülasyonundan bir türlü çıkamıyor. Sonunda savaşın anlaşmayla bitirilmesine karar verildiği haberi ile proje sonlandırılıyor. Ancak projenin başında askerin kızı var ve son simülasyonda da olsa bir şeyleri anlamaya başlıyor.
Neredeyse hepsini anlattığım film, Yeon Sang Ho'nun yazıp, yönettiği bir Güney Kore yapımı. Yönetmen, şu pek ünlü (ve benim tabiki izlemediğim) Train to Busan (2016) filmini de yapan kişi. Onun dışında aslında daha çok animasyon filmler yapmış gibi görünüyor. Ki Jung_E'de de mükemmel denebilecek görsel efektleri, görüntü olarak şahane sahneleri izliyoruz. Film dışarıdan bakılınca böyle eni konu hareketli bir bilim kurgu macerası gibi görünüyor. İnsan gibi görünen robot, oooo. Manyak savaşıyor hem de, oooo. Gibi görünüyor. Ancak izlemeye başladığınızda anlıyorsunuz ki bu film, bir aksiyon olmaya çalışmıyor. Bilim kurgunun nimetleriyle yola çıkıp, insanı gerim gerim gerip rahatsız eden bir sakinlik içinde felsefi sorgulamalara girişiyor. Neredeyse klostrofobik denilebilecek belirli birkaç mekanda geçiyor. İnsanın ne kadar pislik bir düşünce yapısına sahip olduğunu, yüzyıllar geçse de, başka gezegenlere gitse de, teknolojiyi fethetse de yine zengin-fakir, güçlü-zayıf gibi kavramların hiçbir şekilde değişmeyeceğini göstermeye çalışıyor bir yandan.
Özellikle robot askerimizi ve dolayısıyla yaşarken asıl askerimizi görevde başarısız eden sebebi gösterdiklerinde, anladığımızda daha da büyük bir soruyla karşı karşıya bırakıyor hikaye bizi. Beynimizdeki o "yer" yüzünden başarısız oluyorsak, o "yer" olmadığında gene de insan sayılır mıyız?
Sonuçta filmin ilk yarısında sabredip, kendinizi çok germezseniz, bu kapalı mekandaki 70ler fütüristik atmosferinde umutsuzluk ve adaletsizlik asabınızı bozmazsa, ikinci yarıda güzel birkaç ters köşeyle tatmin edici aksiyon sekansları arasında keyifle hoplayabilirsiniz. Ama o kadar. Beni mutsuz ettiği için sevmedim tabiki.
Lise öğrencisi Jiwoo, zengin ve başarılıların gittiği bir lisede var olma savaşı veren bir genç. Başarılı olduğu için bu liseye girme hakkı kazanan Jiwoo kardeşimiz burada oldukça zorlanmaya başlıyor. Çünkü neredeyse bir tür küçük dereden büyük okyanusa düşme durumu yaşıyor. Önceki okulunda küçük derenin büyük balığı iken, büyük balıkların doldurduğu bir okyanusa atıldığında aslında normal, hatta daha minik olduğunu fark etmeye başlıyor. Eski okulunda akıllı ve zekiyken, burada herkese yetişmeye çalışırken yolunu kaybediyor. Zaten bir yandan da fakirliği çökmüş üstüne, o küçükken vefat eden babasından sonra annesi onu tek başına yetiştirmeye çalışıyor. Bu yüzden mesela tüm sınıf arkadaşları özel kurslara, matematik akademilerine giderken o sadece kendi başına çalışmak zorunda kalıyor. Bu yüzden kaderin bir cilvesiyle okulun temizlik görevlisi/bekçisi/hademesi gibi olan Hak Sung amca ile yolları kesişiyor. Nasıl olup da bu kadar matematikten anladığını çözemediği Hak Sung'dan gece yarılarında matematik dersleri almaya başlıyor fakir ama gururlu Jiwoomuz. Bu gizli gizli matematik geceleri ekibine Jiwoo'nun sınıf arkadaşı Boram'ın da katılmasıyla keyifli bir hayat dersi başlıyor aslında her üç kahramanımız için de.
In Our Prime(2022) Kore Kültür Merkezi'nin düzenlediği Ankara Kore Film Festivali'nde izleme şansı bulduğum ikinci filmdi. Açıkçası Kore filmleri ile ilgili çok bir deneyimim yok. 2016'dan bu yana izlediğim (baştan sona bitirebildiğim) 56 dizinin yanında ancak 4 tane film izlemişim şimdi baktım da. Bu yüzden aslında kafamda bir Kore filmi stili yok. Ama çok belirgin ve ayırt edici bir Kore dizisi tarzı var. Bu filmi izlerken kafamda karmaşık düşüncelerin oluşmasına sebep olan da işte bu bilgimden ileri gelen şaşırmışlıktı. Filmi izlerken karmakarışıktım. Bir yandan eli yüzü düzgün, aslında normal bir film izledim dedim. Hani böyle belirli bir yere gitmek için belirli bir şeyler giymeniz gerekiyordur ve onları giyersiniz. Bir iş görüşmesine gidecekseniz mesela, dolaptaki siyah kumaş pantolonu ve beyaz ütülü gömleği giyersiniz ve tam da beklenen görüntü budur. Hah işte film de böyle hissettirdi bana. Ütülü kıyafetlerini çekmiş, boyu boyuna uygun, kumaşı tam ayarında. Oysa benim bildiğim, yıllardır izlediğim Kore hikaye anlatıcılığında o düzgünlük değildi aklıma yerleşen. Kore dizilerini izlerken pek çok yerde bunu nasıl bir insan yazmış, benim hissettiklerimi hisseden bir insan yazmış olabilir ancak diye bakakalırım mesela. Ya da öyle ince detayları, öylesine güzellikle, fark ettirmeden anlatırlar ki bunu yazan nasıl yazıyor, oynayan nasıl hissedip de hissettirebiliyor diye iç geçiririm. İşte In Our Prime'ı izlerken de bu refleks gibi düşüncelerimle oturduğum sinema koltuğundan tıpkı öyle bir iş görüşmesine giden biriyle 2 saat oturmuşum gibi hissettim. İzlediğim hikayeyi, daha önce defalarca başka bir ülkenin sinemasında - doğru tahmin hollywoodda - izlemişim gibiydi. Hikaye ilerlerken her adımda, bir Güney Kore filmi izlediğim için, başka bir yöne evrilmesini ya da bir şeyler hissettirmekte daha farklı bir şeyler göstermesini bekledim içten içe. Ama olmadı. Film, tam da bir hollywood filminden beklenebilecek manevraları yaptı, ezberlediğim yollardan ilerledi ve işleyişini bile o şekilde yaptı. Bittiğinde sanki böyle ağzımda bir tat ararken kalakaldım. Şekeri tam belli olmamış bir irmik helvası gibi. Bir Güney Kore yapımı olduğu için gene süt ile yapılmış şerbeti, yani kıvamı iyi ama şekeri amerikan ölçü kaplarıyla konduğu için bir şeyler eksik.
Sütle yapılmış şerbetini oluşturansa büyük oranda oyuncular aslında. Park Byung Eun dışındakileri ilk defa izlediğim oyuncuların, hikayenin anlatılış ve işlenişine rağmen Güney Kore'ye özgülüğü çağrıştırabilen oyunculuklarından ötürü yine de içimde hissedebildiğim bir şeyler bulabildiğim bir hikaye izlediğimi düşünebiliyorum. Yani her bir oyuncu aslında bunu 16 bölümlük bir dizide oynuyor olsaydı, tam da o hissetmek istediklerimi hissedebilecekmişim gibi. Hikayenin anlatmaya çalıştıkları da aslında tüm ülkelere ve kültürlere - ne yazık ki - tanıdık şeyler, daha önce izlediğim bir şeyler gibi derken bunu kastetmiyorum bu arada. Eğitim sistemindeki kocaman çarpıklıklar, zengin-fakir ayrımı, sahip olduğumuz para miktarına göre sosyal statü kazanmak, yararlı olabilecek bir buluşu her türlü kötüye kullanabilmek için bir yol bulma çabası, yabancı olanın zorlanması, hayal edilen güzel hayatın hiçbir zaman hayal ettiğimiz gibi olmaması...bizim için tanıdık olduğu kadar hemen her kültür için de alabildiğine tanıdık. Keşke olmasaydı ama öyle. Bu yüzden izlerken aslında içimizden hissedebileceğimiz, kendimizden bir şeyler de bulabileceğimiz bir hikaye izliyoruz. Ama dediğim gibi, bir şeyler eksik geliyor, bir şeyler "tam" hissettirmiyor.
Yine de sevimli sevimli gülümsemek, aralarda acı acı hayıflanmak ve matematiği başka bir güzellikte görüp, hoş bir iki saat geçirmek için güzel bir hikaye.
Eylül ayında Kore Kültür Merkezi'nin düzenlediği I.Ankara Kore Film Festivali kapsamında gösterilen ilk film, aslında bir belgesel olan "I Am From Chosun"du. Öncesinde internetten konusuna hiç bakmadan, sürpriz olsun, heyecanlı olur diyerek gidip, izlediğim belgeselde tamamen hiç beklemediğim, hiçbir fikrimin olmadığı ama çok etkilendiğim ve sonrasında kafamda soru işaretleriyle kaldığım bir konu ile karşılaştım.
2002 yılında yönetmen Kim Cheol Min, Kuzey Kore'de yer alan Geumgang Dağı'ndaki bir gençlik festivaline gitmiş. Bu dağ, antik zamanlardan beri oldukça güzel bir manzaraya ve çevreye sahip olduğu için oldukça ünlü. 1989'da güneyden de turistlerin gelip, gezebilmesi için açılmış bir bölge. Gerçi 2008'de bir Güney Koreli turist teyzenin Kuzey Koreli sınır askerlerince vurulmasından sonra sanırım artık güneydekiler oraya gitmiyor ama neyse. 2002 yılında burada iki ülkenin insanları, gençleri falan bir araya gelsin babında böyle bir festival gibi bir şey yapılırken yönetmenimiz orada Japonya'dan gelen Koreliler'le karşılaşıyor. Sohbet muhabbet derken baya hikayelerine ilgi duyunca da atlıyor Japonya'ya gidip, gerçekten bu insanların hikayesini enine boyuna dinleyip, bir belgesel yapmaya. O zamandan bu zamana Japonya'da yaşayan Koreli insanlarla kuşak kuşak röportajlar yapıp, görüntüler çekip, sonunda 2021 yılında pek çok festivalde gösterilen belgeselini oluşturuyor.
Asya tarihini hepimizin sadece Hunlar, Göktürkler, Uygurlar şeklinde bildiğimizin farkında olduğum için en sevdiğim şeyi yapacağım, tarihi anlatacağım. 1800'lerin sonunda Kore'de bağımsızmış gibi görünen bir yönetim var olmasına rağmen hemen yanı başındaki Japon İmparatorluğu bir şekilde savaşlarla, anlaşmalarla habire dürtükleyip duruyordu yarımadayı. 1905'teki bir anlaşmayla Japonlar önce kendilerini Kore İmparatorluğu'nun koruyucusu ilan etti, 1910'da ise tamamen el koydular ülkeye. 1910'dan 1945'te II.Dünya Savaşı'nın bitmesiyle Japonya yenilene kadar Kore'nin bütünü, Japon bir genel vali tarafından yönetildi. İsmine büyük ihtimalle imparatorluktan önce, neredeyse 500 yıl kadar ülkenin tümünü oluşturan Joseon Krallığı'ndan gelen Chosun demişler (Bu yüzden sonradan Japonya'da kalan Korelilere de Chosunlular demişler). Bu 35 yıl boyunca Japonlar, Kore'yi alabildiğine sömürüp, bir yandan da tüm kültürü, dili, tarihi yok etmeye, eritmeye çalıştılar. Eh haliyle, ele geçirdiğin bir yeri tam anlamıyla boyun eğdirip, elinde tutabilmek için kimliği yok edip, kendinden yapmaya çalışırsın. Dünya tarihinde pek çok defa, pek çok yerde gördüğümüz bu yöntem, her iki ülkenin tarihinde ve kültüründe tabiki çok büyük etkiler bırakmış oldu. Bu dönemle ilgili birçok Güney Kore yapımı film ve dizi var, hatta daha geçenlerde Apple'da yayınlanan Pachinko dizisinde de kuşaklara yayılan böyle bir hikaye var. Neyse, 1945'te dünya savaşı bitince Japonya, Kore'den çekilince ortalık gene de çok düzelmedi tabi. Tüm bu seneler boyunca Japonya'ya yerleşmiş olan Koreliler tam o zaman Kore'ye mi dönsek ki diye düşünürlerken malum savaş çıkıp, ülke ikiye ayrıldı.
Şimdi şöyle düşünün, dedeniz doğduğu topraklardan ayrılıp, o topraklara hükmeden ülkenin bir şehrine daha iyi bir iş bulmak için geliyor ve kalıyor. Sonra onun çocuğu, onun da çocuğu, siz doğuyorsunuz. Doğduğunuz ülkenin, doğduğunuz şehri, köklerinizin geldiği şehir değil ama orada büyüyüp bir yandan oranın kültürünü dilini alıyorsunuz, bir yandan da evde dedelerden kalan diğer şehrin kültürünü görüyorsunuz. Sonra siz büyürken köklerinizin geldiği şehir, yaşadığınız ülkeden ayrılıyor. Yaşadığınız ülkede yabancı durumuna düşüyorsunuz. Oralara mı dönsek diyorsunuz, iki ülke bunun için anlaşmalar falan yapıyor. Ama dilini bile konuşamıyorsunuz memleketinizin, bir düşünelim derken pat, bu sefer memleketinizin olduğu yer artık iki ayrı ülke oluyor. Dedenizin doğduğu şehir bir ülkede, büyükannenizin doğduğu şehir bir başka ülkede, bu ikisi de birbiriyle kanlı bıçaklı, sınırlar kapalı falan. E dönelim de nereye dönelim oluyorsunuz. Biz şimdi ailecek kuzeyli miyiz güneyli mi? E bu arada zaten üç dört kuşaktır da şu anda yaşadığınız ülkede yaşamışsınız, dilini konuşuyor, kültürünü yaşıyorsunuz, işiniz gücünüz sosyal çevreniz bir hayatınız var. Kafa karıştırıcı değil mi? Aslında çok saçma. İnsanın insana ettiği, insanın dünyaya ettiği kadar salak saçma bir şey yok. Haa ama saçmalıklar bununla da bitmiyor.
Bu şekilde Japonya'nın bir bölgesinde kalakalan Koreliler, Japonlardan resmen eziyet görmeye başlıyor. Şey olsa gene bir miktar mantıklı gelecek, hani Kore Japonya'yı işgal etmiş, senelerce eziyet etmiş olsa ve sonunda Kore Japonya'dan çekildiğinde orada kaldıkları için Koreliler'den nefret ediyor olsalar. Ama gene saçmalık. Benim dayalı döşeli bir evim var, bahçesindeki bir kulübede de birileri yaşıyor. Sonra gidiyorum başka bir eve, o kulübedekilerin akrabası olan bir eve, içinde yaşayanlar varken çöküyorum, orada yaşarken onları da eziyorum. Sonra o evden çıkmak zorunda kalıyorum, kendi evime dönüyorum. Evim gene rahat, geniş, dayalı döşeli. Ama ben çıkıp, bahçedeki kulübedeki o insanlara bağırıp, çağırıyorum, defolun diyorum. Ne kadar mantıklı şeyler oluyor şu dünya üstünde.
Belgeselde işte yaklaşık bir buçuk saat boyunca ilk kuşaktan 3.-4.kuşaklara kadar Japonya'daki Koreliler'in orada nasıl yaşadıklarını, bu saçmalıklar gibi nasıl eziyetlerle karşılaştıklarını izledik. Japonların onlara gidin buradan pis koreliler şeklinde davranmasının yanında bir de Kore anakarasındaki iki ülkenin de onlara daha saçma davranışlarını öğrenince bende hepten şalter attı. Japonya'da kendilerine ait okulların önünde çocukların korkmasına, ağlamasına yol açacak kadar Japonlar'ın tacizli protestolarına maruz kalmalarının yanında, özellikle 1970ler ve 80lerde Kuzey ve Güney Kore'de karşılaştıkları muameleler inanılır gibi değil. Bu senelerde dünyada bir şeytan büyüsü dolanmış gibi, hep aynı motifi görüyoruz sanki. Japonya'dan anavatanlarına üniversite okumak için gelen bu Chosunlular, bir süre sonra siz kuzeyin ajanısınız diyerek hapse atılmış, senelerce işkence görmüş, idam edilmişler. Bir şekilde idamdan kurtulanlarsa seneler sonra, gençlikleri heba olduktan sonra 90'lar, 2000lerde affedildiniz denilerek salıverilmişler. Kore tarihini en başından bugüne değin okurken hep aklıma aynı düşünce gelip duruyordu. Dönem dönem olan şeyler hep birbirini tutuyor, aynı dönemlerde burada da orada da neredeyse benzer şeyler olmuş gibi görünüyor. Tam da bir 29 Ekim günü, bizim çok büyük bir şansa sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Aynı şeyleri yaşayıp da kilit anlarda onların içine düştüğü zorluklardan sıyrılmamızı sağlamış bir şansa sahipmişiz. Umarım hep böyle şanslı oluruz.
Tarihin gidişatı bakımından benzerliklerin yanında bir belgesel olduğu için gerçek insanların gerçek hikayelerini, kendileri anlatırken dinlediğimiz için insanların da ne kadar benzer olduğunu bir kere daha gördüm. İlk kuşak Chosunlulardan olan filmin başındaki yaşlı amca konuşup, gençliğini anlatırken gözümün önünde, perdede birden bire büyükbabam belirdi mesela (aşağıdaki fragmanda 35.saniyedeki amca). Onun o neşeyle, kendi kendine gülerek, sevimli kahkahalarıyla yaşadıklarını anlatışıyla büyükbabamı yine köydeki evin mutfağında masanın başında evi inlete inlete konuşurken gördüm. Bir belgeselde bu kadar boğazımın düğümlenmesini beklemiyordum ama ardından, dediğim o 70ler 80ler dönemini yaşayan insanların şimdi ne düşündüklerini anlattıkları kısımda yutkunamıyordum artık. Cidden neden yapıyor insan, insana bunu?
O taraflardaki politik ortama pek hakim olmadığından elbette doğru şeyler düşünmüyor olabilirim ama belgeseli izlerken de izledikten hemen sonra da kafamda bir şeyler yerine oturmakta zorlandı. Mesela neden bir türlü Kore'ye dönmüyor, dönmemiş olmamaları konusu. Belgeselde öne sürülen şeyler, çocuklarımızın Korece bilmiyor ya da ülke ikiye ayrılmış durumda gibi argümanlardı. Belgesel, Chosunluların Kore'nin birleşmesi üzerine bir fikre, bir dileğe sahip oldukları yönünde bir bakış açısıyla ilerledi hep. O kadar eziyet görüyor, o kadar dışlanıyorsanız neden Japonya'da kalmaya devam ediyorsunuz diye düşündüm gayet uzaktan ve dışarıdan bakıyor olduğum için. Evet Kore ikiye ayrılmış durumda ama ortalama bir akıl sağlığına sahip bir insan bile Kuzey'de yaşamayı bir saniye düşünmez sonuçta. Özellikle son dönemde tüm dünya Güney Kore'ye akın ediyorken yaşamakta bu kadar zorlandığınız bir yerde kalmanın ne mantığı var bilemedim.
Bir de belgeselde bolca bahsedildi ama dedim ya politik ortam hakkında çok da bir fikrim olmadığı için anlayamadığım bir şeyler vardı. Japonya'da Koreli nüfusu içinde de sanırım politik görüşler bakımından ayrımlar var. Savaştan sonra Kuzey'i tutanlar, Güney'i tutanlar ve birleşmeyi savunanlar olmak üzere gruplar ortaya çıkmış bu küçük toplulukta bile. Her siyasi grup kendi derneğini kurup, toplantılar, kongreler falan yapmış zaman içinde. Güney'in 80lerde bu kadar katı davranmasının sebeplerinden biri de bunlar sanırım yanlış anlamadıysam. Çünkü belgeseli izlerken sanki Chosunluların - ya da yönetmenin görüştüğü ve röportaj yaptığı çevrenin - genel bir Kuzey eğilimi, sempatisi var gibi görünüyordu. Her iki taraf da - güney de kuzey de - Chosunlulara kendi ideolojilerini serpmek için okullar oluşturmuş, yardımlar yapmış gibi geldi bana. Bu yüzden belgeseli izlerken sanki yönetmenin bir miktar olsa da kendi birleşme yanlısı düşüncelerinden ötürü konuya öyle yaklaştığını, anlatımı bunun üzerine kurguladığını düşünür gibi oldum. Dediğim gibi, tarihlerinin o kısmına ve fikirlere, olaylara yeteri kadar hakim olmadığım için bir izleyici hissiydi benimki sadece.
Yine de tamamen şans eseri de olsa böyle bir belgeseli izleme şansı bulduğum ve tarihin böylesi bir parçasını öğrenebildiğim için mutluyum. Gerçi yine evrenin en kötü canlısının insan olduğunu bir kere daha görmüş olduğum için üzgünüm. O yüzden siz siz olun, hazır bir Halloween gecesi gelirken karanlıkta tavandan sarkacak bir örümcekten ya da duvardan fırlayacak bir hayaletten değil, yaşayan düşünen insanların en korkutucu şey olduğunu bilerek kendinizi koruyun.
Bu arada böyle bir festivalde izleyebilmiş olduğum için mutluyum. Filmden önce yönetmen Kim Cheol Min ile fotoğraf çekinebilme, filmden sonra da soru cevaplı söyleşi yapabilme şansımız oldu böylece. Umarım gelecek senelerde de bu festivali görebilme ve yararlanabilme imkanımız olur.
1928 yılının Britanya'sında Downton Abbey arazisinde işler herkes için biraz daha değişiyor gibi görünüyor. Aslında yıllardır ayaklanmaya başlayan bu değişiklikler, sonunda yepyeni bir dönemin kapılarını açıyor. 1912'den beri bizimle olanlar, bayrağı bir sonraki nesle devrederken, dışarıdaki dünya Downton'ın içine de sızıp, aristokrasiyi ve hizmetli sınıfını yıllardır içinde yuvarlandıkları değişikliklerin gerçekleştirdiği başka bir evrene taşıyor.
Bizim için 2010 yılının Eylül'ünde, Downton Abbey evreni için 1912'nin Nisan'ında başlayan yolculuğun geldiği - şimdilik - en son noktada, adından anlaşılacağı gibi yeni bir çağın kapı eşiğindeyiz. 1928 yılında bir yandan Hollywood ve sinema dünyası, Downton'a sızıyor, bir yandan tüm açık kalmış meseleler çözüme kavuşuyor. Eski bir dönemi kapatmak için ne gerekliyse, senaryo onu yapmaya çalışıyor. Eski dönemin timsali gibi, yıkılmadan hep orada duran Lady Violet'e veda ediyoruz bu yüzden mesela, Julian Fellowes da Maggie Smith'in hayat verdiği bu karaktere bizim de ne anlamlar yüklediğimizi bildiğinden, böyle yapmakta çok büyük fayda görmüş olmalı. Lady Violet'e eski bir gençlik aşkından kalan miras, Fransa'nın güneyinde mükemmel bir villa, bu filmin iki ana konusundan biri. Downton sakinlerinin bir kısmını film boyunca Fransız Rivierası'na yolluyoruz. Diğer yarısı ise evde kalırken, Hollywood ile tanışıyoruz. Bir film ekibi, çekim yapmak için Downton'ı seçiyor ve asilliği olan her Britanyalı aile gibi Crawleyler'in de parası olmadığından akan çatıyı yaptıramadıklarından, kabul ediyorlar. İlk başta Downton Abbey dizisinin çekimleri de Highclere Kalesi'nin çatısının yenilenmesine yaradığından çok manidar olmuş hikayenin bu kısmı gerçi.
Bir önceki filmde de olduğu gibi, şurada da yazdığım gibi, yine bir sinema filmi özelliği gösteremiyor bu film de. Ama 6 sezon boyunca izlediğimiz dizi bölümleri havasını da taşımıyor. Onlar kadar güzel veya anlamlı da olamıyor yani. Kullanılan filtre, kamera vs. bile bir tuhaf, bir değişik duruyor. Hikaye anlatımı açısından da bir akış yakalayamıyor. Bir önceki filmde herkesin sadece görünmek için kameranın şöyle bir önünden geçtiğini söylemiştim. Burada da ikişer üçer karakterler bir noktada durup, birbirlerine bir iki cümle söylüyor. Resmen yönetmen "cut!" demeyi unutmuş, uyumuş gibi hissettiriyor. Karakterler böyle minik minik skeçler gibi oynuyorlar bölümlerini, kamera öylece kalıyor, onlar susuyor, ama oynamıyorlar çünkü sahne bitmiş oluyor, eh hadi söyledim lafımı gidelim gibi bakıyorlar. Sonra hop diğer skeçe atlıyoruz. Hikayenin anlattıkları da aşırı klişeleşiyor. Dizideki o incelikten, o içe işleyen soğuk gibi görünen ama samimi incelikten yoksun her şey. Mary ile Edith birbirlerine gıcık olmalı, o zaman normal konuşmanın ortasında birbirlerine küfretsinler denmiş mesela. İki oyuncu da durup birbirlerine saçma sapan bir cümle söylüyorlar ama zerre duygu ya da oyunculuk göstermeden, sonra sahne devam ediyor. Sanki diziyi izlemiş biri oturmuş senaryonun başına, hımm şimdi bu karakterin şöyle bir iş becermesi lazım, şu karakterin de mutlaka böyle bir söz söylemesi lazım diye yazmış. Karakterlerin asıl "karakteri" ne bundan bihaber bir şekilde yazılmış. Lady Violet'in hiçbir şekilde söylemeyeceği, yapmayacağı şeyleri dan dun söyleyişine şahit oluyoruz mesela. Ya da sırf dizide Violet'in o meşhur efsaneleşmiş laflarından ettirebilmek için durup ikonik bir şey söyletmeye çalışıyorlar, ama ne o etkisi var o lafın ne de konuya uygun düşüyor.
Dahası herkese bir partner bulalım kaygısı. Ortalık Twilight'a dönmüş resmen. Her bir karaktere, neredeyse masada duran tabağa bile bir partner bulma kaygısıyla herkesi çift çift haline getirebilmek için cumburlop gelişen yan hikayelerle dolu ortalık. Zaten hemen hemen her sezonda Mary'e yeni bir love interest oluşturma klişesine de girişiyorlar durduk yere. Hayır yani o zaman daha mantıklı bir arka plan oluşturup, şimdiki kocasından kurtarsaydınız da film yapımcısı adamla yaptıkları tüm o muhabbetler, hikaye gelişimleri bir işe yarasaydı. Ya da hizmetlilerin olayların en çetrefilli anında hayati müdahaleler yapması olayını zorlayıp, bakın işte minik Daisy'miz gene işe yaradı diye ortaya fırlatmaları gibi durduk yere hiç inandırıcı veya gerekli gelmeyen şeylerin olmasına ne demeli? Senaryonun fikri güzelken, ilerleyişi ve ortaya konması o kadar zorlama ki nereden tutulursa tutulsun elde kalıyor. Hayır bu filmi de tüm diziyi yaratan Julian Fellowes yazmış görünüyor anlamadım ki. Ohh parayı çap ettim nasıl olsa deyip, asistan ordusuna mı yazdırdı ya.
Tüm bunlara, Lord ve Lady Grantham'ın hakikaten de hastalıklı ve yaşlanmış görünmelerine bile, rağmen ben tabiki zevk aldım izlemekten. Downton'ın benim için önemini ve yerini biliyorsanız anlıyorsunuzdur. Böylesine her beklediğimi karşılayabilmiş başka bir dizi, bu alanda, olmadı şimdiye kadar. Bu yüzden nasıl saçma çekilirse çekilsin yine severek ve mutlu olarak izleyeceğim. Yine Lady Mary'nin kıyafetlerinden gözlerimi alamamaya, evdeki eşyalara ah keşke benim olsa diye bakıp kalmaya, yemyeşi bahçede dantelli şemsiyemle beş çayına kalmaya, Mrs.Hughes ile Carson'ın şirinlik abidesi kulübesine özenmeye devam edeceğim.
Romantik-macera kitapları yazarı Loretta Sage, kitaplarında yazdığı arkeolojik kazılı maceralardan dolayı deli bir multi-milyoner tarafından kaçırılıp, antik bir hazineyi bulması için zorlanır. Onu kurtarmak için resmi olarak yetkilileri ikna edemeyen yayıncısı Beth ile kitaplarının kapağında poz veren model Alan da kendilerince bir kurtarma planı yapar. Alan, eski bir asker olan tanıdığı bir adamla Loretta'nın kaçırıldığı adaya doğru yola çıkar. Ama kahramanlarımızın hiçbiri kitaplardakiler gibi değildir, ne Loretta becerikli bir arkeolog, ne de Alan korkusuz bir maceraperesttir. İki modern dünya uyumsuzu, zorlukların üstesinden gelip, deli milyonerin elinden kaçıp, gizemleri çözmek için birbirine güvenmek zorunda kalır.
Film yapımcısı ve yönetmeni Seth Gordon'ın yazdığı hikayeden senaryolaştırılan "The Lost City" hemen hemen böyle bir konuya sahip. Aslında 90larda 2000lerin başında izlediğimiz (aslında 70lere kadar geriye giden) bir türün modern zaman parodisi gibi. Bilgiye sahip bilim insanı ile kas gücüne sahip korkusuz macera insanının antik bir gizemi çözmeye çalışırken maceradan maceraya atlaması, koşması, uçmasının hikayesi. En sevdiklerimden bir tanesi. Indiana Jones ile tepe noktasına çıkan tür, uzun yıllar boyunca uykuda kalmıştı. Sanırım şu son birkaç senedir uyandırmaya çalışıyorlar. Ama modern zamanlar her şeyin içine ettiği gibi bu hikayelere de iyi gelmiyor gibi. Karakterler ve hikayeler kendileriyle dalga geçmeden, günümüzde bu tür bir film yazabilmek ya da yapabilmek mümkün değilmiş gibi. Bundan önce izlediğim Uncharted(2022) biraz daha ciddiye alıyordu ama burada asıl amaç komedi olduğundan sanırım her şey daha parodi. Aslında yer yer ciddileşmeye, ele avuca gelir karakter gelişimleri oluşturmaya çalışmıyor değil film. Ama pek de başarılı olamıyor. Böyle filmlerde, iki saatin ardından pek bir şey hatırlamaz, pek bir şeyin üstüne takılmazsınız. Sadece keyifli ve eğlenceli vakit geçirmiş olmanın güzel hafifliğiyle kalkarsınız yerinizden. Bu keyfi oluşturanlar da genelde kahkahalar attığınız birkaç sahne, izlemesi eğlenceli birkaç karakter, kafanızda cidden o iki saat içinde merak oluşturan antik bir gizem gibi şeyler olur. Bu filmde sanki bunların hepsinde tam karar verememiş ve üstünden geçmişler gibi hissettiriyor. Kahkaha attım mı, hımm biraz. Eğlendiğim karakterler oldu mu? Hah tam işte o konuya gelelim.
Elimizde tükenme noktasına gelmiş bir adet yazarımız var. Loretta Sage, belli ki tarihli arkeolojili bir şeyler okumuş ve yine çok başarılı bir arkeolog olan kocası ile mutlu mesut yaşarken kocasını kaybetmesinin üzerine depresyona girmiş. Kendini evine kapatmış (ki bu noktada bir an böyle gözümün önünden Jodie Foster geçti, hangi filmdi o, sanki gerilimmiş gibi hatırlıyorum, böyle bu evden çıkamıyordu ama kötü adamlar eve girmeye çalışıyordu falan gibi), seri seri yazdığı kitapları artık yazmak istemiyor. Yazamıyor da, içinden bir şey gelmiyor. Kitaplarının tanıtım günlerine katılmak istemiyor. Çağın teknolojilerine yabancı kalmış, kendi yazdığı vıcık vıcık romantik kitaplardan bile tiksiniyor. Gerçek anlamda bilimsel arkeolojik bilgiye sahip ama okunup, tutabilmesi için günümüzün grinin elli tonu furyasına uydurmak zorunda kalmış yazdıklarını. Bu çok bilmişliği ile de insanları hor görüyor bir yandan. Özellikle kapak modeli Alan'a resmen tepeden bakıyor.
Alan ise tıpkı Loretta'nın gördüğü gibi görünüyor ilk başta. Düzgün görünümlü bir kas yığını, hiçbir şey hakkında doğru düzgün bir bilgiye sahip değilmiş gibi. Loretta ile her konuştuğunda saçma sapan kelimeler söylüyor. Bu şekilde görünen pek çoğu gibi, pratikte bir etkinliği yok. Yani mesela fotoğraflarda güzel çıkan kol kasları, gerçek dövüşe geldiğinde aciz kalıyor gibi şeyler. Zaten o da kendini çok üstün görmüyor, konu gerçek bir kurtarmaya gelince hemen yardım almak için koşturuyor.
Ki bu da bizi filmin en güzel yanına getiriyor: Brad Pitt. Burada böyle bu yaşta fangirl kıvamına geçmek istemezdim ama bu adama niye bir şey olmamış ya?! Yıllardır diğerleri gibi, benim gençliğimde ortalığı kasıp kavuran hollywoodun yakışıklı oyuncuları ekibine dahil diğerleri gibi, yaşlanmış, pörsümüş, şişmiş, güney amerikalı suç kartellerine dönmüş olduğunu düşünüyordum. Ben en son 11 yıl önce The Tree of Life(2011) filminde izlemişim Brad'i. O zamandan beri arada fotoğrafı haberi denk geliyordu ve doğru düzgün bakmıyordum bile. Oysa adam - 98'deki Meet Joe Black'teki kadar olmasa da - hala muhteşemmiş. Sadece görüntüsü, yakışıklılığı açısından demiyorum. Brad Pitt'te oyunculuk yaparken insanı ele geçiren değişik bir hava var, o hiç sönmemiş, kaybolmamış. Sadece yakışıklı bir yüzden fazlası yani, yoksa ortalıkta bir dolu yakışıklı adam var, iki dakika izleyip peff dedirtiyorlar. [Ki bana bile yani, bir insanda en takdir edip ilk baktığım şey görüntüsüdür :) ] Biraz Brad Pitt'i övelim günü gibi olmaya doğru gidiyor o yüzden kesiyorum.
Loretta rolünde Sandra Bullock'u izliyoruz. Kendisine ölürüm, o derece. Hayatımın, şimdi dönüp bakınca kötü hissettiğim şeylerini hatırlamadığım zamanlarına ait filmlerin en güzel yüzlerinden biriydi çünkü. Hani yine bu 90ların sonu 2000lerin başı diyeceğim ama mecbur, hayatımın en belirleyici ve uzun zamanı o yıllardı, o yılların Julia Roberts, Meg Ryan, Sandra Bullock üçgenindeki romantik komedilerinden aldığım tadı şimdi hiçbir filmden almıyorum mesela. Sadece romantik komedilerde de değil, arada çeşit olsun diye gerilimlerde maceralarda da oynadı bu üçlü. O filmlerinden de ayrı keyif alırdım (Speed(1994)'i hatırlatmama gerek var mı acaba). Burada da harika geldi bana tabiki bana Sandra, karakteri başka birisi oynasa bu kadar eğlenceli olmayabilirdi mesela. Ya çok daha absürt hale getirirdi başka bir oyuncu Loretta'yı ya da daha soğuk-katı olurdu. Oysa Sandra tam arasında, her zamanki gibi izlemesi de bakması da keyifli halde.
Oysa kapak modeli Alan'ımız olan Channing Tatum için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Oyunculukların çok düşünülecek bir konu olması gerekmeyen bir film bu, oraya girmiyorum zaten. Ama bu abi bana hep çabalıyor çabalıyor da olmuyor gibi geliyor. Hep aynı insan gibi geliyor ama zaten onun dışında bu hikayede onun karakteri için çok ortada bir yazım vardı. Kendisi karar vermeye çalışıp, aralarda değişik bir şeyler gösterir gibi olup, yine aynı insana kayıyordu.
Brad Pitt'ten ve karakterinden sonraki tek eğlenceli kısım yayıncımız Beth'in maceraları olan kısımlar. Tüm o curcunanın içinde arada bir kamera ona dönüyor ve şaşkın şaşkın bakarken gülüp, geçiyoruz. Deli milyoner olarak Daniel Radcliffe için ise üzgünüm ama bir şey söyleyemiyorum, bu çocuk bana Ateş Kadehi'nden itibaren böyle histerik teyzeler gibi geliyor. O yüzden sokakta da böyle deli milyoner gibi dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Ama izlemesi eğlenceliydi burada en azından. Başka bir filmde çekemiyorum kendisini.
Boş vakitte izlenip, gülünüp geçilsin diye yapılmış bir film hakkında ne çok düşündüm gibi oldu bu ama sonuçta eğlendim be. Valla. Hep böyle filmler izlemek istiyorum. Tamam tam olarak bu kadar parodi olmasın ama böyle bir mutluluk olsun yani. Siz izlediniz mi? Ya da bunca dediğimden sonra izlemeyi düşündünüz mü?
Yalnız bir şey daha diyeceğim, az kalsın unutuyordum. Müzikleriyle çok eğlendim ben ya filmin. Her çıkan şarkı pek keyifliydi, her an elimde telefon, shazamlayıp durdum. Film biterken bir de baktım ki Music by Pınar Toprak yazıyor ekranda. Instagramı da var şöyle: @pinartoprakcomposer. Onun besteledikleri dışında başka sanatçıların kullanılan parçalarını da çok sevdim. Hemen yukarıda çalan şarkılardan oluşturan bir çalma listesi buldum koydum.
Persuasion, ona Jane'in verdiği isim bu olmasa da, Jane Austen'ın erken ölümünden hemen önce tamamladığı son kitabı. Bunu, burada Neverland'de daha önce de yazdım. Zamanında uyarlamalarla ilgili bir seri yaptığımda, sıra Persuasion'a geldiğinde (tam da şurada), aslında hemen hemen hissettiklerimi yazmıştım bu hikaye ile ilgili. Sene 2011'di, ben hala Anne Elliot'u, Elinor Dashwood'u içinde taşıyan, bir erkeğin yine de 7-8 yıl sonra aynı kadını aynı duygularla sevebileceğine cılız da olsa bir umutla inanan, hissettiklerini avaz avaz söylemesine gerek kalmadan, anlaşılabilecek diye düşünen bendim. İnsan ne garip. Genç ve hayat dolu olması gereken yaşta, oturaklı ve sessiz karakterleri içselleştirirken, tam da her şeyi, hayatı anladığı ve o oturaklı karakterler gibi olması gereken yaşta ise heyecanlı, patavatsız, şenlikli genç karakterleri seviyor. Bunu tam anlatamamışım o zamanlar, 10 yıl önce hala kafamdaki "demonlarla" savaşırken. Persuasion, benim için, ilk okuduğum yıllarda, tek ve gerçek Jane Austen kitabıydı. Anne Elliot'la o kadar bağ kurabiliyordum ki, kurmuştum ki, sanki satırların arasında Jane konuşuyordu benimle. Sağlığı bozulmuşken, günlerinin sonuna yaklaşmışken tüm hissettiklerini, tüm içtenliğiyle yazdığını düşünüyordum. Benim için yazdığını düşünmüştüm o zamanlar. Wentworthler gerçek olabilirdi, ben saçmalıyor olamazdım. Zaten Anne Elliot gibi salak saçma bir hayalin içinde yaşıyordum, yıllarca ben de "half agony, half hope"tum. Anne'in Wentworth'ten vazgeçmiş olmasını da çok iyi anlıyordum, geri geldiğindeki tüm o can çekişmelerini de. "Anne Elliot'ın her kalp çarpıntısında, her yüz kızarışında, her nefessiz kalışında siz de yutkunursunuz. O her sustuğunda siz çığlığı basmak istersiniz. O her sakinleşmek için ortamdan uzaklaştığında, siz de kitabın kapağını usulca örtüp, derin nefesler alırsınız. Jane'i sayfalarda hissedersiniz, işin kötüsü anlarsınız da. Çünkü böyle hissetmemiş bir akıl, bu cümleleri kuramaz bilirsiniz ve bu cümleleri kurduğu için üzülürsünüz onun için." Böyle yazmıştım o zamanlar. Ben de tıpkı Anne gibiydim. Oysa ne salaklık! Tüm bu yıllar boyunca kurtulmaya çalıştığım tam da bu kişiliğimdi işte. Sessiz kalan, içine atan, herkesi kendinden önce görüp saçını süpürge eden, üzülse de sıkılsa da sesini çıkarmayan, herkes kendi hayatını yaşarken bir köşede onu önemseyeceklerini düşünen...Kurtulmam bu kadar zamanıma ve onca acıya mal oldu ama artık nihayet Anne Elliot olmadığım için mutluyum. Artık Wentworthlerin var olmadığını biliyorum, artık Wentworthlerin sizi görmedikleri yıllarda binlerce sevgili edindiğini, sizin yanınızda sadece çıtır Louisalarla flört etmediğini, yanınızda daha başka binlerce sevgili edindiklerini, hatta zamanı gelince onlar için yüzük baktığınızı öğrendim. Tıpkı filmde dediği gibi, "We are not just exes anymore. We are worse than that. We are friends now." Böyle şeyler yaşanıyor ve insan onu öldürmeyen şeyin gerçekten de güçlendirdiğini yaşayarak öğreniyor.
Film demişken, evet, bu filmden bahsedecektim. Aslında silahlarımı kuşanıp, açmıştım filmi. Yeni bir Persuasion uyarlamasının geleceği haberini gördüğümde yaşadığım o sevinç - ohh nihayet nihayet - ilk fragmanı ve o Dakota cadısını görmemle yerini öyle bir nefrete, hınca bırakmıştı ki yönetmen veya senarist diye geçinen o şahıslardan herhangi birini bulsam tek elimle boğabilirdim. Bana o kadar yıl, onca şey hissettirmiş bir kitabı, bir hikayeyi bu hale getirmeye nasıl cüret edebilirlerdi? Sadece bana değildi, Jane'e bunu nasıl yapabilirlerdi? Anne Elliot'a bunu nasıl yapabilirlerdi? Filmi de işte bu sinirle açtım. İlk yarım saat gözlerimi devirmekten, habire sapkınlıkları (kitaptan sapkınlıkları) gözlemlemekten gına gelince kapattım. Ama sonra kafamı topladım ve dedim kendi kendime, bak şu salak saçma Emma uyarlamasına da aynı muameleyi yaptın izlemedin, bir bak buna. En azından görüntüler güzel, sinematografi iyi ve her ne kadar Wentworth, Manhattan'da bir ara sokakta gezen ayyaş bir adam gibi görünse de Henry Golding'in hatrına aç bak.
Ve kendime de şaşırdım ama ilk baştaki o eli kanlı halim kalmadan, filmi sonuna kadar götürebildim. Eğer her şeyi unutabilirseniz Jane Austen ile ilgili, bunun bir Persuasion uyarlaması değil de, kendi başına yazlık bir netflix çıtırlığı olduğunu düşünürseniz, izleniyor. Ama işte filmi yapanlar sanki hepimizle dalga geçmek ister gibi, ısrarla her noktada kocaman kocaman gözümüzün önüne sokuyor bu bir Persuasion uyarlamasıdır diye. Filmin hem sonunda hem başında ekranda kocaman yazıyor. Bu terbiyesizliği, bu pislik davranışın hakkını kendilerinde nasıl bulabiliyorlar, anlamak mümkün değil. Jane'in kitaplarından yola çıkarak, esinlenerek yaratılan onca hikaye var. Hatta şu zombili şeyler bile yapılmışken, insan bir düşünür. Yani sizin canınız böyle bir hikaye yaratmak istemiş olabilir, 7 yıl önce bir şekilde ayrılan ama geri birleşen iki karakterin böyle bir hikayesini oluşturmak istemiş olabilirsiniz. Ama bunu Jane Austen ekmeğinden yararlanmak için böyle küçük düşmek, böylesine çamurlaşmak...
Gene de dediğim gibi, tüm bunları unutup, sanki tamamen bir parodi izliyormuşum gibi kendimi ikna edip (:D) izleyebildim filmi. Ara ara saçmalıklara güldüm bile. Gülerek izleyebildim. Henry Golding'i her gördüğümde mutlu oldum, her sahnede en az bir siyahi karakter var mı yok mu oyunu oynayarak eğlendim. Mesela hayatım boyunca gördüğüm en iyi yazılmış Mary (Elliot) Musgrove karakterine şapka çıkardım. Şaka yapmıyorum, hakikaten aşırı iyi yazılmış ve iyi oynanmış bir karakterdi. Tüm hikayedeki belki de tek mantıklı şey oydu. Filmin geri kalanında ne bileyim tarihi uygunluk, kıyafetler, saçlar, makyajlar konuşulacak gibi değil zaten, hiçbir şey demiyorum. Şaka onlar. Ama Mary dışında mesela bir konuda da hakkını teslim etmeliyim, ilişkiler ve hisler hakkında aslında zaman zaman oldukça iyi cümleler ediyor film. Beğendiğim için kendime sinir olsam da, bazı anlarda, keşke böyle şartlar altında yapılmış bir film olmasaydı dedim. Anne karakterinin kendi kendine ve ekrana söylediği çoğu şey, aslında çok iyi yazılmış cümlelerdi. Ama işte, modern bir yazlık romantik komedi izliyor olsaydık. (IMDb'de film: https://www.imdb.com/title/tt13456318)
Off neyse. Büyük ihtimalle, Persusion okumamış, Jane neyden bahsediyor bir fikri olmayan o büyük çoğunluk olarak ne saçmalıyor bu diyorsunuz. Nesi var işte ne güzel film bunlar da hiçbir şey beğenmiyor diyorsunuz. Ahh çok şanslısınız. Hiç Anne Elliot gibi (Jane'in Anne'i, gerçek olanı) hissetmemiş, hiç ex'ten daha kötü hale gelmemişsiniz. Çok şanslısınız.
Bu arada tüm Jane Austen yazılarım için en yukarıda Hocamız Jane Austen sayfasına göz atabilirsiniz.
Hazine avcısı (?!) Victor Sullivan, uzun zamandır peşinde olduğu Macellan'ın kayıp altınlarının yerini bulabilmek için ufak çaplı hırsız Nate Drake ile işbirliği yapıp, Amerika'dan Barselona'ya oradan da Filipinler'e falan uzanan bir maceraya atılıyor. Yanlarında güvenmedikleri ama birlikte çalışmak zorunda kaldıkları bir başka hazine avcısı Chloe ve peşlerinde de dünya zengini Moncado ailesi varken yüzyıllar öncesinden bırakılan ipuçlarını çözüp, hayal bile edilemeyecek çokluktaki altınları bulmaya çalışıyorlar.
İşte tam da sevdiğim, izlemeye bayıldığım film türü, film hikayesi. Tarih var, arkeoloji var, macera, aksiyon, kovalamaca, uçaklardan atlamaca, denizlerdeki mağaralara dalmaca, eski şeylerden ipucu çözmece, ülke ülke dolaşmaca, birbirine oyunlar oynamaca...Ve bunların hepsini eğlence ile harmanlamaca. Üzüntü yok, dram yok, mide bulandırmak yok. Hayatım zaten savaşlarla, üzüntülerle, çaresizlikle, umutsuzlukla doluyken kendimi içine atıp, bir iki saatliğine de olsa içinde olmaktan, macerasını yaşamaktan keyif alabileceğim bir hikaye var. Aynı isimli video oyunundan uyarlanmış olsa da ben oyun oynamayı sevmediğimden, böylesi bir film haline getirdiklerinde izlemekten çok mutlu oluyorum. Çünkü hakikaten çok keyifli oyun senaryoları yazıyorlar. Ama işte ben oyun oynamayınca öyle hayıflanarak bakıyorum kalıyorum sadece oyunlara. İlk oyun 2007'de playstation için yayınlanmış, sonrasında 8-9 tane falan daha gelmiş bu zamana kadar. Bir yandan kart oyunu, çizgi romanı ve romanı da yayınlanırken tabiki sıra filmini yapmaya gelmiş. 2018'de 15 dakikalık bir resmi olmayan, böyle fan yapımı sayılan bir uyarlama gelmiş (şurada) ama asıl oyunun şirketinin de desteklediği resmi film, pandeminin oyalamasından sonra nihayet bu sene gelmiş.
Oyunun tam hikayesini bilemeyeceğim ama filmin hikayesinin tarihi kısmını 1480-1521 arasında yaşamış Portekizli bir denizci-kaşif olan Ferdinand Magellan'ın 1519'da İspanyol kralının desteğiyle çıktığı Doğu Hint Adaları seferi oluşturuyor. Magellan genç yaştan itibaren deneyimli bir denizciymiş, Portekiz kraliyetinin emri altında uzun yıllar Hint Okyanusu'nun oralardaki ufak bölgelerde çalıştıktan sonra memleketine dönünce tutturmuş ben kimsenin gitmediği yerden gidip, batıya doğru gidip, bizim bu doğuya giderek ulaştığımız adalara, Baharat Adaları'na ulaşacağım diye. Portekiz kralı allah aşkına Magellan bir saçmalama ya diyerek kapıyı gösterince, Magellan da kendini hemen kapı komşusu İspanya'ya atmış. İspanya kralı artık Portekiz kralının göremediği neyi gördüyse he demiş bu deliye ve emrine 5 gemilik bir armada vermiş. Neredeyse 270 kişi taşıyan Magellan'ın bayrak gemisi Trinidad, San Antonio, Concepción, Victoria ve Santiago. 1519'da 5 gemi İspanya'dan yola çıkmış, ancak 1522'de yalnızca bir gemi Magellansız dönmeyi başarmış. Daha Arjantin'in o alt kısmından geçmeden San Antonio ve Santiago çoktan zayi olmuş. 3 gemiyle kocaman Pasifik'i geçtikten sonra da Filipinler'de bir ada olan Mactan'da yerli halkla yaptıkları bir savaşta Magellan ölmüş. Mürettebattan Juan Sebastian Elcano komutasındaki Victoria gemisi sonunda dünyanın etrafını dolaşıp gelen "ilk" olmayı başararak İspanya topraklarına geri dönebilmiş. Elcano (El Cano da olabilir artık İspanyolca'yı o kadar çözmüş değilim) aslında bir diğer geminin kaptanıymış ve yolun başlarında çıkan bir isyanda da payı varmış. Ancak sonunda kader onu ve Victoria'daki 17 Avrupalı denizci ile bir avuç Maluku Adaları sakinini dünyanın etrafını dolaşan ilk insanlar yapmış.
Film işte bu tarihin içine kendi olaylarını yerleştiriyor. İzlediğimiz hikayede Magellan'ın bu seferini finanse eden ünlü bir İspanyol aile var, Moncadolar. Filmde, sefer boyunca Magellan'ın tayfasının bulduğu edindiği altınların Filipinler'den yola çıkan son 2 gemide olduğu ama bu altınların hiçbir zaman ele geçmediğini söylüyorlar. Elcano ve bu son kalan 17 adam, bu altınları bir yerlere sakladıkları ve sonra gidip alabilmek haritalara, ipuçları bıraktıkları için bizim maceracı hazine avcılarımız bu altınların peşine düşüyor. Tabi bu köklü Moncado ailesi de seferi asıl finanse eden bizdik, dolayısıyla seferin kazancı da aslında bizim hakkımız dediği için yüzyıllardır usanmadan, onlarda altınların peşine düşüyor.
Dediğim gibi oyunun kendisini bilmiyordum, filmin konusunu ve fragmanını gördüğüm anda tam benlik olduğunu anladığım için direkt izlemeliyim diye listeye almıştım. Taa şubatta vizyona girmesine rağmen ancak daha dün gece izleyebildim tabi. Başrolde Tom Holland var, bu ara peş peşe onun filmlerini izliyorum gibi oluyor ama (bir önce de 2015 yapımı In The Heart of The Sea'yi izlemiştim anlatacağım gerçi) bu durumdan rahatsız olmadığımı hatta memnun olduğumu fark ettim. Bazı oyuncuları izlemek, yalnızca çok keyifli oynadıkları ve güzel hikayeler ortaya koydukları için zevk veriyor. Aynı şekilde geçenlerde Timothée Chalamet'yi izlerken ne kadar hayran kaldığımı fark etmiştim. Yani demeye çalıştığım şu, bu benim ne kadar yüzeysel olduğumu mu gösteriyor bilemiyorm ama, genelde bir şeyleri izlemeye beni çeken görüntüdür. Oyuncuları o hikayenin, görsel olarak bana iyi geliyorsa izlemem kolay oluyor. Çok çok iyi bir hikaye bile olsa mesela, bakmaktan hiç keyif almadığım insanlar varsa gözümün önünde, çok zorlanıyorum. Çoğu zaman izleyemiyorum. İlla en yakışıklı, en güzel insanları kastetmiyorum. Bana göre güzel görünen diyorum. Misal James McAvoy çoğu insana göre yakışıklı bir adam değildir ya, bana iyi geliyor ve (çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen) beni onun filmlerini izlemeye çeken ilk sebep de ona bakmaktan keyif alıyor olmam. Mesela Anna Taylor-Joy diye bir kız var (Queen's Gambit diyeyim işte), mümkünü yok kıza bakamıyorum. Oysa çok istiyorum oynadığı şeyleri izlemeyi, hep de merak ettiğim şeyler ama yok, ıhıh, kız bana göre çok kötü ve bakamıyorum. Bu belki de o kadar görünüş odaklı değildir ya, yani tamamen görüntüleri ile alakalı da değil gibi, daha çok bana verdikleri his, yaydıkları enerji ile ilgili. İşte demeye çalıştığım bu iki genç arkadaş, Tom Holland ve Timothée Chalamet bana yakışıklı, güzel falan gelmiyorlar ama onlara baktığımda, onları bir karakterin hikayesini anlatırken izlediğimde keyif veriyorlar, mutlu ediyorlar.
Diğer rollerde Mark Wahlberg'ü (onu da bayadır görmemiştim, eskiden her filmde var gibi gelirdi), Sophia Ali diye ilk defa gördüğüm bir kızı ve yine ilk defa gördüğüm Tati Gabrielle diye bir başka kızı izliyoruz. Mark Wahlberg'ü tam oturtamadım kafamda bu role izlerken. Bir türlü karar verememiş gibiydi nasıl oynayacağına ya da çaba göstermemiş gibiydi. Hemen hemen hiç çabası yoktu karakter ortaya koymak için. Öyle dümdüz, dışarıda kendisi markete gitmiş gibi, repliklerini söyleyip devam ediyordu. Ayrıca hikayenin kötü adamı olarak zengin Moncado ailesinin varisi rolünde Antonio Banderas abiyi de görüyoruz ki o da oynarken baya eğlenmiştir. Böylesi filmlerden bekleyebileceğimiz üzere yer yer mantıksız şeylere takılabiliyoruz tabi ama işin keyfi orada (Chloe'nin çantası her aksiyon sahnesinde yok olup, sonra sihirli bir şekilde hep yanında bittiği için mesela film boyunca çantanın peşindeydim ben). Hikayeyi - oyunlar da devam eden bir hikaye dizisi olduğu için - devam ettireceklerini gösterir şekilde sahnelerle bitiriyorlar ayrıca. Açıkçası benim böyle filmlere hemen hemen her sene ihtiyacım oluyor, bir itirazım yok.
Sanırım partiye çok geç kaldım. Film taa 2019'un mayısında Cannes Film Festivali'nde gösterildikten sonra bir dolu festivali de dolaşıp, nihayet şubat 2020'de Oscar aldığında Türkiye'de de çoktan vizyona girmişti. Oscar'dan sonraki bir iki ay içinde de ismini duymayan, bir şekilde açıp bakmayan kalmamıştı. Öyle ya film, bir ülkenin belki de 20 yıldan daha fazladır hazırladığı, çabaladığı bir yolun başarı noktalarından biriydi. 100 bin kilometrekarelik Güney Kore'nin yıllardır kültür alanında gösterdiği çabanın bir diğer sonucuydu. Oscar alan ilk Güney Kore filmiydi Parasite.
Orijinal adı olan 기생충, "gisaengchung" şeklinde okunuyor. 기생물 (gisaengmul) kelimesi aslında tam olarak parazit-asalak demek. Naver'deki sözlüğe göre filmin adı bağırsak kurdu. Valla bu Korece'yi bir noktada çözeceğim ama artık 70 yaşında mı olur bilemiyorum. Bağırsak kurdu da bir asalak mıdır yoksa parazitlerle kurtçuklar farklı biyolojik sınıflardalar mıdır...Kim bilir.
Filmi izlemek için bu kadar geç kalmamım tabi ismiyle bir alakası yok. Kore dizilerini manyak gibi izlerken filmlerine aynı gözle bakamadığımdan da olabilir (ilk Kore filmi tecrübem Kim Soo Hyun'un başrolünde olduğu 2017 yapımı Real'dı, valla düşününce bile içim bulandı), Parasite'ın bir dönem acayip popülerleşmiş olmasının ters tepkimesi de olabilir. Sonuçta izleyeyim izleyeyim diye ara ara gelen düşünceler geçen gün yine bir cuma akşamı sineması yapayım diye açmamla son bulmuş oldu. Evde her cuma akşamı, sinema akşamı yapmaya çalışıyorum başka bir şey çıkmazsa. Keşke hep beraber izleyip, konuşabileceğim insanlar olsa hayatımda ama. Neyse.
Film ilk başta 2 saat 12 dakikalık süresiyle gözümü korkutmadı değil. Öyle ya bir de Oscar aldığı için kesin içimi bunaltacak bir şeyleri vardır diye düşünüyor insan (önceki Oscar tecrübelerime dayanarak). Ama film açıkçası şaşırttı. Şaşırtmadı da aynı zamanda. Bir Oscarlı, festival filmi olmasına rağmen eğlendim, güldüm, üzüldüm, gerildim, düşüncelere gömüldüm, şoka girdim. Bir Kore filmi olduğu için de tam onlardan beklediklerimi ise, buldum. Sanırım tam da bu yüzden ortada kaldım. Filmi çok beğendim de diyemiyorum, hiç sevmedim de diyemiyorum. Zaten bildiğimiz bir şeyi anlatıyor ama aşırı tezatlığını yüzümüze çarparak ve çoğunlukla yarım gülüşün o alaycı haliyle bakarak. Filmin üstünde hep o sırıtış var, tüm hikayeyi o sırıtışla izletiyor. Ama işte, dediğim gibi, o sırıtış, ağzımızın kenarıyla, hep bir yarım. Çünkü biz de taa en başından hep o, birşeyler olacak hissiyle izliyoruz. Tıpkı zengin ailenin babasının, şöförü olarak çalışan fakir ailenin babası hakkında dediği his gibi. Hep haddini aşacak bir şey söyleyecek gibi duruyor ama hiç haddini aşmıyor, diyor zengin baba, fakir olanı için. Biz de filmi hep bu duyguyla izliyoruz. Hep o uçurumun kenarında düştü düşecek gerilimiyle.
Bunu büyük oranda da fakir ailenin babası rolündeki Song Kang Ho'nun - bence - muhteşem ötesi oyunculuğuna borçluyuz. Benim onu ilk izleyişimdi, haliyle, hiç dizide rol almamış 1996'da ilk filminde rol aldığından beri. Öyle ki filmografisinde sadece filmler var. Ama çok şey kaçırmışım. Eğer her rolünde de böyleyse...Onun yanındaki diğer pek çok oyuncuyu izlediğim dizilerden biliyordum. Zengin babayı oynayan Lee Sun Kyun'u Coffee Prince(2007)'de (şurada anlatmışım) izleyip, çok sevmemiştim oynadığı karakterden ötürü. Burada da sinir bozucuydu ve pek de parlayan bir yanı yoktu. Evin ilk hizmetçisini oynayan Lee Jung Eun'ı daha geçenlerde Law School(2021)'da izledim ve orada aşırı başarılı bir karakter yazılmıştı kendisine. O diziyi de anlatmayı çok istiyorum ama zaman olmadı. Asıl beni şaşırtan ise fakir ailenin üç kağıtçı kızını oynayan Park So Dam'dı. Cinderella and The Four Knights(2016) (onu da burada anlatmıştım) dizisinde izleyip, nasıl bu kadar boş oynayabilir tüm bu oyuncular diye diziye çemkirdikten sonra aslında sorunun oyuncularda değil tamamen diziyi yapanlarda olduğunu anlamıştım ama yine de onu başka bir yerde izleme şansım olmamıştı. Bu filmde, Song Kang Ho ile birlikte izlemesi en keyif veren oyuncu oydu. Ya da o saçmasapan dizide o kadar düşmüş ki beklentim, burada ister istemez vaaay dedirtti kendisine. Bilemedim şimdi.
Filmin konusunu, hala izlememiş, görmemiş olanlar varsa diye anlatmak bile spoiler vermeden çok kolay değil benim için. O yüzden bu noktaya kadar uzak durdum konusundan. Güney Kore'nin varoşlarında, işsiz, fakirlikten artık insanın sinirini bozacak kadar komik bir haldeki Kim ailesi bir gün kaderin cilvesiyle aşırı zengin Park ailesinin evinde çeşitli işlerde çalışmaya başlıyor. Onların bodrum katındaki dairelerinde sersefil yaşayan bir aile olduklarını bilmeyen Park ailesi, baba Kim'i şoför, anne Kim'i yardımcı, kızı resim öğretmeni ve oğul Kim'i de İngilizce öğretmeni olarak işe alıyor. Hikaye ilerledikçe bu iki ailenin bize zengin-fakir dünyalarının tezatlıklarını yaşatmalarına tanık oluyoruz daha çok.
Filmi herkes izlemeli, yok mutlaka görün diyemiyorum. Ama bence izlemesi keyifli, hikayesi sürükleyici, çoğu yerde şaşırtıcı, eğlendirici ama çoğunlukla düşündürücü. Süresi biraz uzun sayılabilir, bu yüzden çoğu insanın temposuna çok kapılabileceğini ve izlemeye devam edeceğini düşünmüyorum. Yine de bir şans verebilirsiniz.
Tam 20 yıl önce, 2001 yılının yaz aylarında (pek çok ülke için sonbahar ve kışın başlarında) The Fast and The Furios diye bir film gösterime girdi. Ken Li'nin Mayıs 1998'de Vibe'da yayınlanan "Racer X" isimli makalesinden ilham almıştı. Yönetmen Rob Cohen bu hikayeyi duyduktan ve Los Angeles'ta birkaç yarış izledikten sonra Universal'a gidip, haydi böyle bir film yapalım demiş. O zaman yayınlanmış olan makaleyi şuradan okuyabilirsiniz hatta. Filmde yasadışı sokak yarışları dünyasına gizli görevle gönderilen bir polisin, içine girdiği dünyada kendine bulduğu yeni dostlarla kurduğu ve içine adım attığı yepyeni bir hayatın hikayesini anlatıyordu. Hemen hemen tüm klişeleri barındırıyordu, ortada anlamsızca kalça sallayan seksi kadınlar dolaşıyordu, doğru düzgün içi dolu diyalog yoktu, aşırı düşünülmüş zeki bir gidişatı da yoktu. İlk bakışta, esinlendiği makaledeki gibi anormal yollarla hızlandırılmış, modifiye edilmiş arabalarla ölümüne yarışan tekinsiz tipleri, Los Angeles'ın suç dolu arka sokaklarını anlatıyor gibi görünüyordu ama filmi izledikten sonra, tıpkı gizli görevdeki polis Brian gibi biz de kendimizi gördüklerimize, yaşadıklarımıza kaptırmıştık. Dominic Torretto'yu ilk gördüğümüzde biz de Brian gibi, 1 saat 43 dakikalık filmin sonunda ailesinin bir parçası olmak isteyeceğimizi düşünmemiştik. İşte The Fast and The Furious'ı belki diğer suç, sokak yarışı, araba yarışı, aksiyon macera filmleri arasında kalbimize sokmayı başaran da buydu. Dom'un o kocaman, kaya gibi görüntüsünün, suratsız ifadesinin etrafında oluşan o sımsıkı güven verici aile hissi, hikayenin merkezine oturunca 20 yıl sürecek bir destan da başlamış oldu.
Sadece hikayenin kendisi değil, oyuncular da bizi bu hikayeye dahil eden büyük etkenlerdi. Vin Diesel ve Michelle Rodriguez'in suratsızlıkları bile onları ailemizin birer parçası gibi görmemizi engellemiyordu. Paul Walker henüz kariyerinin başında, klasik rüya adam tipindeydi zaten, tüm o serseri enerjisiyle filme kapılıyorduk.
Bu ilk filmde henüz Los Angeles sokaklarında, motor yağı ile kaplı halde dolaşmıştık. Sonradan "aile"yi oluşturacak pek çok karakter ile tanışmamıştık. Bu ilk film iki başrolü de dahil olmak üzere dublörlerine varana dek pek çok ödül aldı. Dünya çapında 207 milyon dolar hasılat da yapınca iki sene sonra ikinci film geldi: 2 Fast 2 Furious (2003). Miami merkezli bir uyuşturucu baronunu dize getirmeye çalışmalarını anlatan bu filmde şimdiki ailesinin iki üyesiyle tanışmıştık, Roman rolünde Tyrese Gibson ve Tej rolünde Ludacris. Ama kocaman bir eksik vardı, xXx(2002) çekiyor olduğu için bu filmde olmayan Vin Diesel'ın kaslı kütlesi kadar. Aslında stüdyonun bu ikinci film için oluşturduğu hikayeyi ve yaklaşımı beğenmediğinden reddetmiş Diesel filmde olmayı. Herhalde serinin en az beğenileni de bu filmdi. Bu filmin 3 yıl sonrasında ise ilginç bir deneme geldi, The Fast and The Furious:Tokyo Drift(2006). Filmin ismini ve yasa dışı sokak yarışı olayını alıp, neredeyse bir karate kid hikayesi ile buluşturan bu deneme, kendi başına keyifli bir film olarak görülebilse de tüm saga içinde biraz tuhaf bir yan kol olarak görünüyordu çünkü ilk iki filme bağlanan hemen hemen başka hiçbir şey yok gibiydi. Bir tek filmin sonunda Vin Diesel bir cameo ile yer alıyordu o kadar. Ama bu film de ailenin, sonradan önemli bir üyesi olan bir başka karakteri, Han'ı tanıştırmıştı.
Ama olayı bugün olduğu haline dönüştüren asıl film 2009'daki Fast & Furious'tı. İlk filmdeki ana kadro dönmüştü, Gal Gadot'un Giselle'i ile tanışmıştık, Han gelmişti. Hikaye olarak da F&F sagasının temel hikayesi bu filmde oluşturulmuştu, suçluları yine yarı suçlularla kovalayıp şehirden şehire patlamalı zıplamalı maceralara girişme. Bu film aslında hikayenin devamlılığı açısından ikinci filmin hemen ardında yer alıyor, bu filmdeki hikayenin devamı 5. ve 6. filmleri oluşturuyor. Tokyo Drift ise 6.filmden sonra yer alıyor hikaye açısından. Bu filmle birlikte her iki senede bir F&F filmi yapma geleneği de başlamış oldu ayrıca. 2011'de Fast Five, 2013'te Fast & Furious 6, 2015'te Furious 7 ve 2017'de The Fate of The Furious geldi. Hikaye her seferinde aynıydı aslında ama her iki senede bir hızlı arabalarla yapılanların limitleri biraz daha zorlandıkça ve oradan buradan sinirle ve taş gibi ifadeli suratlarla fırlayan yeni kaslı karakterler olaya dahil oldukça sanki heyecan her seferinde daha da artıyor gibiydi. Bu sene gelen F9 için neden 4 sene beklediklerini bilemiyorum, aslında 2019'da bir başka yan deneme de yaptılar: Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw. Şimdi ise söylenenlere göre 10. filmi iki bölüm halinde yapıyorlarmış. Hani tüm o gençlik kitaplarının son kitaplarını filme iki parça halinde uyarladılar ya, hah işte onun gibi bir şey. Artık herhalde o noktada bırakacaklar diye. Öyle ya Vin Diesel tüm o kaslarına rağmen 54 yaşına geldi. Gerçi Helen Mirren kraliçemize 76 yaşında Londra sokaklarında drift attırdıklarına göre Vin Diesel'e de 90 yaşında el freni çekilmiş arabayla Mars'a ayak bastırmamaları tuhaf olur gibime geliyor.
Peki bu filmde ne mi anlatılıyor? Bunun bir önemi var mı hakikaten? Her filmin sonunda bir yerlere dağılan ekip, her yeni filmin başında yine, yeni bir iş için bir araya gelmek zorunda kalıyor ve yine arabalar havada uçuşmuyor mu? Gerçi bu kez biraz değişik bir şeyler denemeye de çalışmamışlar değil. Ya da artık ileriye gidebilecek çok yer kalmadığından biraz da geriyi, geçmişi anlatalım demiş de olabilirler. Dom'un ve ailesinin gençliğine biraz giriyorlar hikaye içinde. Tam baba Torretto'nun yarış kazasında nasıl öldüğünü öğreniyoruz, hatta bu filmin alt yapısını da geçmişin o parçası oluşturuyor biraz. Hikayenin diğer parçaları da geçmişteki diğer noktalardan buraya ulaşmış oluyor, sadece Torretto ailesinin kişisel draması değil. Dom'un ve yeni tanıştığımız kardeşinin gençliklerini, ayrıca bir de Han'ın saga'nın toptan hikayesine arka plandaki katkısını izleyebiliyoruz. Yalnız Dom'un gençliğini oynayan arkadaş (Vinnie Bennett) Vin Diesel'ın gençliği gibi görünmektense tıpatıp Benicio Del Toro'nun bilgisayarda gençleştirilmiş hali gibi görünüyordu bana göre. Harbiden, çocukta acayip bir Benicio Del Toro havası var. Bakın hatta yan yana yaptım, aşağıya koyuyorum.
Bu filmde bir de, artık onlar da kendilerinin ve tüm bu filmlerde neler olduğunun farkında olduklarını göstermeye başlıyorlar. Çoğu replikte ve olayda karakterlerin kendilerini ti'ye aldıklarını görebiliyoruz, hikayeye de aynı bizim gibi baktıklarını anlayabiliyoruz. Sanırım bu da yine tüm bu F&F hikayesini bize sempatik hale getiren şeylerden biri. Tüm o uzak olduğumuz sokak yarışlarının, arabayla helikopter düşürmeler,n, gökdelen vurmaların, nitrojenle 500 basmaların meydana getirdiği hikayeye bu kadar dahil hissedebilmemizi sağlayan da bu.
Neyse bakalım 10. film(ler)de Brian'ı CGI'yla nasıl getirecekler?
Hakikaten bu kadar heyecanla, umutla bekleyince, bu kadar yükselince, üzerine bu kadar eğlenceli ve bir dolu şey geliyormuş gibi gösteren tanıtımlar yapılınca anlamam gerekiyordu. Bu kadar beklentimi yükseltmemem gerektiğini, yoksa önüme ne getirirlerse getirsinler yetinemeyeceğimi bilmem gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.
Batman v Superman: Dawn of Justice (2016) faciasındaki tek güzel şeydi Wonder Woman'ın ekranda birden bire, o manyak müziği eşlinde belirmesi. Nefesim kesilmişti, hiç beklediğimi bile bilmediğim bir şeydi Gal Gadot'un dimdik Wonder Woman'ı. Sonraki sene gelen Wonder Woman (2017) filmini de o yüzden deli bir hevesle bekliyordum yine. Ama ilk defa göreceğim bir şey olacağı için yine de bu seferki kadar yükselmiş değildim herhalde ya da o film hakikaten acayip iyiydi ki ne kadar yükselmiş olursam olayım, beklentimi gene de karşılamıştı gibime geliyor. Yani son bölümüne, hikayeyi bağlamalarına kadar en azından. O zamanlar şöyle yazmışım hatta:
Sanki tek bir Wonder Woman gelecek ve tüm bu kötülüğün, dünyanın karanlığının ilacı olacakmış gibi, öyle umut ettik yani. Tamam film o kadar da devasa bir yere ulaşmıyor, önce onu söyleyeyim. Aksine o kadar naif, o kadar sade bir anlatımı var ki bir süper kahraman filminden çıkmış gibi olmuyorsunuz. Bir tuhaf bir hafiflikle baş başa kalıyorsunuz film bitince. Bir Man of Steel izledikten sonra ya da bir Avengers, Captain America filmi izledikten sonra o koltuğa yapıştıran, kafanızı ağrıtan, boynunuzun tutulmasına yol açan ağırlıkla dolu keyif gibi değil; bir başka bir keyiflilik, bir hafiflik. Yavaş çekimde neredeyse kare kare takip edebildiğiniz savaş sahnelerinin estetikliğinden, güzelliğinden mesela tekrar tekrar izlemek istiyor insan. Diana'nın bu dünyaya ilk defa düşen masum köylü halleri ya da, oraya buraya savrulan Thor gibi kahkahalar attırmıyor ama gülümsetiyor, çok daha doğal duruyor. Tüm diyaloglarında kararlılık dolu sonra, her türlü yere çekilebilecek, saçma yerlere gidebilecek, klişeye gömülebilecek konular hakkında gayet tadında, kararında, akıl dolu, mantık dolu diyaloglar izliyoruz. Hikayenin ana mesajına, asıl kahramanına yönelik bir film izliyoruz. Bir dolu olay, karakter, mesaj birbirine girmiyor. Dört bir yandan teknolojiler, aletler, kötüler, kahramanlar uçuşmuyor. Kafamızı arap saçına döndürmüyor Wonder Woman. Uzun zamandır izlemediğimiz bir şeyi yapıyor, sade bir hikaye ve ışık dolu bir kahraman sunuyor. (Yazının tamamı şurada)
O filmin hemen ardından açıklanmıştı bu ikincisinin geleceği. Ben gene beklentinin umut dolu saflığıyla takip etmeye koyuldum gelişmeleri. Sonra dünya başımıza geçti, her şey birbirine girdi ve film her defasında bir kere daha ertelendi. Sonunda bugünlerde hem sinemalarda vizyona girmesine hem de sanırım HBO max mı öyle bir platformda gösterilmesine karar verdiler. Bu sabah kalktığımda ilk işim o yüzden interneti kontrol etmek oldu, şansıma ki şaşırdım da bu kadar çabuk düşmesine, buluverdim hemen ve izlemeye koyuldum.
Ama dedim ya çok yükselmişim. Çünkü film aslında o kadar da kötü olamaz. Kötü değildi zaten ama, bir şeyler...Böyle ifade edemediğim bir yetmemişlik. Oysa 2 saat 31 dakikalık devasa bir süreye sahip bir hikaye izletiyor film. Yetmemişlik duygusu hikayeden de değil de, dedim ya anlamlandıramıyorum. Sanki böyle her şeye bir sebep bulalım diye uğraşmışlar gibi. Her şeyin bir nedeni olsun, her şey için bir mesajımız olsun, her şeye dokunalım. Ama hiçbir şeyi abartmayalım. 70 yıl önce kaybettiğini bildiğimiz sevgilisinin ruhuna kanlı canlı başka bir adamın bedeninde rast gelsin ama iki dakika şaşırmasın. Topuklu ayakkabı üzerinde bile doğru dürüst duramayan kadın, birden bire herkül olduğunu fark etsin ama sorgulamasın, şaşırması üç saniye falan sürsün. Aslında dönüp bakınca bu 2 buçuk saati eee o zaman neyle doldurdular, ne izledim ben diye merak etmiyor da değilim. Hayır sıkıldığımdan değil (tamam tamam arada üç beş sıkılır gibi oldum yalan yok) izlerken de, o kadar vakti de geçirecek şeyler olmamış gibi geliyor.
Anlayacağınız bu böyle ilki gibi duygu yoğunluğumdan buralara döktürdüğüm, ara ara açıp favori sahnelerimi izlediğim, müziklerini döndürüp durduğum bir film olmayacak. Sanki film, 3 yıldır ara ara ortalığa saldıkları fotoğraflar, tanıtım videoları ve oyuncuların reklamlarından ibaretmiş gibi geliyor şu an. Sanki tüm o beklediğim süre içinde gördüğüm şeylerdi aşırı heyecanlı ve keyifli olanlar. Filmin kendini izlerken ne o 80ler ışıltısı kaldı, ne komedisi vardı. Sadece, her zamanki gibi, açılıştaki Amazon ülkesi sekansında etkilendim sanırsam. Bir de - spoiler vermeden bunu nasıl söyleyeceğim ki - Diana'nın bir şeylerden vazgeçmesi gerektiğinde bir boğazım düğümlendi - ama o tamamen benim kişisel sebeplerimden. Neyse işte. Çok şey beklemiştim. Bu lanet senenin bitişini değiştirir diye beklemiştim. Aklımı artık şu çekik gözlü çocuklardan uzaklaştırır, biraz ferahlarım belki demiştim. Olmadı. Zaten bir şeyler dilemenin handikapı da bu değil mi? Mutlaka yan etkileriyle birlikte geliyor. Sihirli lambayı ovalayıp, dileğini dilerken o dileğin yanında neler olacağını da hesaba katman gerekiyor. Uzundur beklediğin bir filmi artık izleyebilmeyi diliyorsun, film geliyor ama hiç de beklediğin gibi çıkmıyor.