sandra bullock etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sandra bullock etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2022 Pazar

The Lost City (2022)


 Romantik-macera kitapları yazarı Loretta Sage, kitaplarında yazdığı arkeolojik kazılı maceralardan dolayı deli bir multi-milyoner tarafından kaçırılıp, antik bir hazineyi bulması için zorlanır. Onu kurtarmak için resmi olarak yetkilileri ikna edemeyen yayıncısı Beth ile kitaplarının kapağında poz veren model Alan da kendilerince bir kurtarma planı yapar. Alan, eski bir asker olan tanıdığı bir adamla Loretta'nın kaçırıldığı adaya doğru yola çıkar. Ama kahramanlarımızın hiçbiri kitaplardakiler gibi değildir, ne Loretta becerikli bir arkeolog, ne de Alan korkusuz bir maceraperesttir. İki modern dünya uyumsuzu, zorlukların üstesinden gelip, deli milyonerin elinden kaçıp, gizemleri çözmek için birbirine güvenmek zorunda kalır.

Film yapımcısı ve yönetmeni Seth Gordon'ın yazdığı hikayeden senaryolaştırılan "The Lost City" hemen hemen böyle bir konuya sahip. Aslında 90larda 2000lerin başında izlediğimiz (aslında 70lere kadar geriye giden) bir türün modern zaman parodisi gibi. Bilgiye sahip bilim insanı ile kas gücüne sahip korkusuz macera insanının antik bir gizemi çözmeye çalışırken maceradan maceraya atlaması, koşması, uçmasının hikayesi. En sevdiklerimden bir tanesi. Indiana Jones ile tepe noktasına çıkan tür, uzun yıllar boyunca uykuda kalmıştı. Sanırım şu son birkaç senedir uyandırmaya çalışıyorlar. Ama modern zamanlar her şeyin içine ettiği gibi bu hikayelere de iyi gelmiyor gibi. Karakterler ve hikayeler kendileriyle dalga geçmeden, günümüzde bu tür bir film yazabilmek ya da yapabilmek mümkün değilmiş gibi. Bundan önce izlediğim Uncharted(2022) biraz daha ciddiye alıyordu ama burada asıl amaç komedi olduğundan sanırım her şey daha parodi. Aslında yer yer ciddileşmeye, ele avuca gelir karakter gelişimleri oluşturmaya çalışmıyor değil film. Ama pek de başarılı olamıyor. Böyle filmlerde, iki saatin ardından pek bir şey hatırlamaz, pek bir şeyin üstüne takılmazsınız. Sadece keyifli ve eğlenceli vakit geçirmiş olmanın güzel hafifliğiyle kalkarsınız yerinizden. Bu keyfi oluşturanlar da genelde kahkahalar attığınız birkaç sahne, izlemesi eğlenceli birkaç karakter, kafanızda cidden o iki saat içinde merak oluşturan antik bir gizem gibi şeyler olur. Bu filmde sanki bunların hepsinde tam karar verememiş ve üstünden geçmişler gibi hissettiriyor. Kahkaha attım mı, hımm biraz. Eğlendiğim karakterler oldu mu? Hah tam işte o konuya gelelim.

Elimizde tükenme noktasına gelmiş bir adet yazarımız var. Loretta Sage, belli ki tarihli arkeolojili bir şeyler okumuş ve yine çok başarılı bir arkeolog olan kocası ile mutlu mesut yaşarken kocasını kaybetmesinin üzerine depresyona girmiş. Kendini evine kapatmış (ki bu noktada bir an böyle gözümün önünden Jodie Foster geçti, hangi filmdi o, sanki gerilimmiş gibi hatırlıyorum, böyle bu evden çıkamıyordu ama kötü adamlar eve girmeye çalışıyordu falan gibi), seri seri yazdığı kitapları artık yazmak istemiyor. Yazamıyor da, içinden bir şey gelmiyor. Kitaplarının tanıtım günlerine katılmak istemiyor. Çağın teknolojilerine yabancı kalmış, kendi yazdığı vıcık vıcık romantik kitaplardan bile tiksiniyor. Gerçek anlamda bilimsel arkeolojik bilgiye sahip ama okunup, tutabilmesi için günümüzün grinin elli tonu furyasına uydurmak zorunda kalmış yazdıklarını. Bu çok bilmişliği ile de insanları hor görüyor bir yandan. Özellikle kapak modeli Alan'a resmen tepeden bakıyor.

Alan ise tıpkı Loretta'nın gördüğü gibi görünüyor ilk başta. Düzgün görünümlü bir kas yığını, hiçbir şey hakkında doğru düzgün bir bilgiye sahip değilmiş gibi. Loretta ile her konuştuğunda saçma sapan kelimeler söylüyor. Bu şekilde görünen pek çoğu gibi, pratikte bir etkinliği yok. Yani mesela fotoğraflarda güzel çıkan kol kasları, gerçek dövüşe geldiğinde aciz kalıyor gibi şeyler. Zaten o da kendini çok üstün görmüyor, konu gerçek bir kurtarmaya gelince hemen yardım almak için koşturuyor.

Ki bu da bizi filmin en güzel yanına getiriyor: Brad Pitt. Burada böyle bu yaşta fangirl kıvamına geçmek istemezdim ama bu adama niye bir şey olmamış ya?! Yıllardır diğerleri gibi, benim gençliğimde ortalığı kasıp kavuran hollywoodun yakışıklı oyuncuları ekibine dahil diğerleri gibi, yaşlanmış, pörsümüş, şişmiş, güney amerikalı suç kartellerine dönmüş olduğunu düşünüyordum. Ben en son 11 yıl önce The Tree of Life(2011) filminde izlemişim Brad'i. O zamandan beri arada fotoğrafı haberi denk geliyordu ve doğru düzgün bakmıyordum bile. Oysa adam - 98'deki Meet Joe Black'teki kadar olmasa da - hala muhteşemmiş. Sadece görüntüsü, yakışıklılığı açısından demiyorum. Brad Pitt'te oyunculuk yaparken insanı ele geçiren değişik bir hava var, o hiç sönmemiş, kaybolmamış. Sadece yakışıklı bir yüzden fazlası yani, yoksa ortalıkta bir dolu yakışıklı adam var, iki dakika izleyip peff dedirtiyorlar. [Ki bana bile yani, bir insanda en takdir edip ilk baktığım şey görüntüsüdür :) ] Biraz Brad Pitt'i övelim günü gibi olmaya doğru gidiyor o yüzden kesiyorum.

Loretta rolünde Sandra Bullock'u izliyoruz. Kendisine ölürüm, o derece. Hayatımın, şimdi dönüp bakınca kötü hissettiğim şeylerini hatırlamadığım zamanlarına ait filmlerin en güzel yüzlerinden biriydi çünkü. Hani yine bu 90ların sonu 2000lerin başı diyeceğim ama mecbur, hayatımın en belirleyici ve uzun zamanı o yıllardı, o yılların Julia Roberts, Meg Ryan, Sandra Bullock üçgenindeki romantik komedilerinden aldığım tadı şimdi hiçbir filmden almıyorum mesela. Sadece romantik komedilerde de değil, arada çeşit olsun diye gerilimlerde maceralarda da oynadı bu üçlü. O filmlerinden de ayrı keyif alırdım (Speed(1994)'i hatırlatmama gerek var mı acaba). Burada da harika geldi bana tabiki bana Sandra, karakteri başka birisi oynasa bu kadar eğlenceli olmayabilirdi mesela. Ya çok daha absürt hale getirirdi başka bir oyuncu Loretta'yı ya da daha soğuk-katı olurdu. Oysa Sandra tam arasında, her zamanki gibi izlemesi de bakması da keyifli halde.

Oysa kapak modeli Alan'ımız olan Channing Tatum için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Oyunculukların çok düşünülecek bir konu olması gerekmeyen bir film bu, oraya girmiyorum zaten. Ama bu abi bana hep çabalıyor çabalıyor da olmuyor gibi geliyor. Hep aynı insan gibi geliyor ama zaten onun dışında bu hikayede onun karakteri için çok ortada bir yazım vardı. Kendisi karar vermeye çalışıp, aralarda değişik bir şeyler gösterir gibi olup, yine aynı insana kayıyordu.

Brad Pitt'ten ve karakterinden sonraki tek eğlenceli kısım yayıncımız Beth'in maceraları olan kısımlar. Tüm o curcunanın içinde arada bir kamera ona dönüyor ve şaşkın şaşkın bakarken gülüp, geçiyoruz. Deli milyoner olarak Daniel Radcliffe için ise üzgünüm ama bir şey söyleyemiyorum, bu çocuk bana Ateş Kadehi'nden itibaren böyle histerik teyzeler gibi geliyor. O yüzden sokakta da böyle deli milyoner gibi dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Ama izlemesi eğlenceliydi burada en azından. Başka bir filmde çekemiyorum kendisini.

Boş vakitte izlenip, gülünüp geçilsin diye yapılmış bir film hakkında ne çok düşündüm gibi oldu bu ama sonuçta eğlendim be. Valla. Hep böyle filmler izlemek istiyorum. Tamam tam olarak bu kadar parodi olmasın ama böyle bir mutluluk olsun yani. Siz izlediniz mi? Ya da bunca dediğimden sonra izlemeyi düşündünüz mü?

 

 Yalnız bir şey daha diyeceğim, az kalsın unutuyordum. Müzikleriyle çok eğlendim ben ya filmin. Her çıkan şarkı pek keyifliydi, her an elimde telefon, shazamlayıp durdum. Film biterken bir de baktım ki Music by Pınar Toprak yazıyor ekranda. Instagramı da var şöyle: @pinartoprakcomposer. Onun besteledikleri dışında başka sanatçıların kullanılan parçalarını da çok sevdim. Hemen yukarıda çalan şarkılardan oluşturan bir çalma listesi buldum koydum.

3 Aralık 2020 Perşembe

90'ların muhteşemliğinden Demolition Man (1993)


1996 yılında azılı suçlu Simon Phoenix ile onun peşindeki kural tanımaz polis John Spartan arasında kedi-fare oyunu son adımına gelmiştir. John Spartan sonunda bu psikopatı yakalar ve hapse tıkar. O dönemde dondurarak hapse koyma yöntemi çıktığı için de Simon Phoenix buz kalıbı olarak buz hapishanesine konur. Ancak polis Spartan'ın suçluların peşindeyken kullandığı değişik yöntemler ve her defasında ortalığa, sağladığı yarardan çok zarar vermesi sonunda pahalıya patlar. İşlemediği bir suç üstüne kalır ve onu da buz hapishanesine yollarlar.

Aradan yıllar geçer ve takvimler 2032'yi gösterdiğinde manyak suçlu Simon Phoenix ne olduysa olur, eriyiverir ve hapishaneden kaçar. Etrafta yeniden terör estirmeye başladığında onunla ne yapacağını bilemeyen 21.yy.ın tontiş polisleri, çareyi onu son defasında yakalayan adamı da buz kalıbından çıkarıp, peşine salmakta bulurlar. Buzun içinde geçen 36 yıldan sonra John Spartan'ın uyandığı dünya artık eskisinden çok farklı olsa da yaptığı şey değişmez. Simon Phoenix'in peşine takılıp, ortalığı dağıtmak.



Demolition Man, 93'te Slyvester Stallone'nin yarışa geri dönüşünün filmi. 80'lerde ortalığı Rambolarla Rockylerle kasıp kavurduktan sonra bir duraklamaya giren kariyerini 90ların aksiyon macera ortamına son sürat daldırdığı iki filmden biri. Diğeri de aynı sene gelen Cliffhanger(1993) ki dağları, buzları, karları, tırmanmayı hiç sevmeyen benim bile manyak sevdiğim bir film.

Ama Demolition Man'i tam 90ların klasik filmlerinden biri haline getiren sadece Stallone değil. 90ların sonu 2000lerin başında Blade(1998) ile efsane olacak bir Wesley Snipes'ın kültleşmiş bir psikopat kötüye (Simon diyor ki:) ) çılgınca hayat vermesi de var ortada. Ama en dikkat çekeni, en safından, en temizinden bir bilim kurgu olması karşımızda. Hem de 90ların çiğliği içinde. Şu an bulunduğumuz noktadan 12 yıl sonrasını, 1993 yılında bu kadar isabetli tahminlerle hayal etmesinin yanında film, aslında kendinden beklenmeyecek derecede fikirlerle, eleştirilerle, felsefeyle, sosyolojiyle dolu. Yıkıcı bir deprem sonra Los Angeles ve San Francisco şehirler birleşiyor, San Angeles diye yeni bir şehir kuruluyor ve bu şehirde de adeta zen kafasıyla yeni bir yaşam, toplum anlayışı ortaya çıkıyor. Japon kültürüne azcık orasından şurasından benzer bir görünüş içindeki bu yeni toplum düzeninin bir kurucusu da var. Bu toplum artık zararlı şeyler tüketmiyor, alkol sigara yok, yağlar karbonhidratlar şekerler tuz yok. İnsanlar birbirine dokunmuyor bile, "vücut sıvısı" alışverişi yok. Kötü söz söylemek yok, tüm gün şeker gibi dolanıyorlar. Ortada anarşi yok, suç yok. Kameralar var, izleme çipleri var, refah var, temizlik var. Ama tabi her güzel görünen şeyin altında bir bit yeniği olması, her temiz görünen evdeki kanepelerin altında tozların uçuşması gibi bu düzende de bir şeyler var. Bu "bir şeyler"i katman katman çözdükçe Stallone, hem eğleniyoruz hem izliyoruz.



Bir de Sandra Bullock var, onu unutmayalım. Henüz kariyerinin başında. Bir sonraki sene Speed(1994) ile parlayacak ve nasıl olduysa oradan keskin bir dönüşle kendini 90ların romantik komedi sevimli başrolü olarak bulacak. Haa bir de o 3 deniz kabuğu meselesi var. Filmi ilk defa izlememin üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş olsa da geç oldu güç olmadı, nasıl kullanıldıklarını öğrendim bu ikinci sefer izlememin şerefine.

Bu sene başında Stallone, sinsi sinsi ikincisini yapıyoruz diye açıkladı bu arada. Ortada, damaklarımıza bu kadar güzel bir tat bırakmış bir film varken neden illa aklımızdaki hatırasının da içine etmeye çalışırlar, hala anlayabilmiş değilim.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} The Blind Side (2009)

Film gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkılarak yapılmış. İlk bilmemiz gereken bu. Çünkü benim gibi, izledikçe 'ama bu da yok artık canım, ayşecik ömercik, gerçek hayat böyle değil baayaan' diyebilme ihtimali mevcut. Bu ihtimale karşı da yine benim gibi, izlemeden önce filmdeki nerdeyse her karakterin gerçek-yaşamış-yaşayan birer insan olduğunu öğrenmekte fayda var.
Annesi uyuşturucu bağımlısı olan ve nerdeyse sokakta yaşayan lise çağındaki Michael Oher'ın, Amerika'nın güneyli zengin tabakasının okuduğu bir okula kaydolmasıyla başlıyor hikayemiz. Herkes onu gerizekalı zannediyor, o hiç sesini çıkarmıyor, kimse ona yaklaşmıyor, o kimseye yaklaşmıyor şeklinde klasik durum devam ederken (ki bu arada Michael'ın cüssesi filmin her dakikasında birine birşey olacak da çocuğu hapse atacaklar diye insanın yüreğini ağzına getirip duruyor) zengin velilerden birinin Leigh Ann'in ve ailesinin Michael'ı evlerine ve dahası ailelerine almasıyla mutlu bir hale giriyor. Bedensel avantajının da sağladığı güçle Amerikan futbolu oynamaya başlıyor Koca Mike. Gerisinde yaşananlarsa pek çok yerde dendiği gibi ilham verici.
İnsanın içine dokunan filmlerden The Blind Side. Hani gözyaşı döktürmeden de olsa içinizi bir kırpık kırpık eder ya bazı hikayeler, onların en güzel bir şekilde işlenmişi. Bir de filmin sonunda jenerik yazıları geçerken gerçek Michael Oher'ın ve Tuohy ailesinin resimleri geçmesi, insanı hepten gülümsetiyor.
Oyunculukların rahat, yerinde ve kararında olmasının yanında Sandra Bullock'u en iyi kadın oyuncu adayı yapacak kadar da iyi olabildiğini düşünüyorum. Benim gözümde alabilir. Ama film açısından baktığımda, sanki daha çok hikayenin ve mesajların ön planda olduğu bir film olarak geldi bana. Yani sinema açısından bir büyüklük, çokluk hissi vermiyor gibi. Güzel değil mi, evet güzel derim. Ama vay be ne filmdi yerine de vay be ne hikayeydi derim. O yüzden de Sandra Bullock'un Oscar'ını kucaklamasına şaşırmıştım. Hem de öncesinde o kadar kesin belirtildiği halde alacağı. Seçilebileceğini düşünmemiştim filmi izledikten sonra. Ama tabi akademi bu, siyahi bir evsiz çocuğu yıldız yapan bir hristiyan beyaz üst sınıf ailenin ilham verici gerçek hikayesine oscar'ı vermek isterlerdi.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...