oscar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oscar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} The Post (2017) : buram buram Spielberg

Yıl 1971. ABD 55'ten beri içinde olduğu Vietnam Savaşı'nda debelenip dururken Washington Post gazetesi de varlığını devam ettirebilme uğraşı içinde debeleniyordur. Babasının eşine bıraktığı gazete, eşinin ölümüyle Kay Graham'ın üstüne kalmıştır, o bu hiç bilmediği durumun içinde ne yapacağını çözmeye çalışırken hırslı editörü Ben Bradlee de hem Nixon yönetimi ile hem de gazeteyi rakibi The New York Times'ın önüne geçirmeye uğraşmaktadır. Tam da bu sırada Times devlete ait gizli belgelerle ilgili bir haber patlatır. "Pentagon Papers" adı verilen bu belgeler o zamana kadar ABD'nin Vietnam'daki savaş ile ilgili yaptığı araştırma ve analiz sonuçlarını içeriyordur. Ama sadece analizler değildir haber değeri taşıyan bu kağıtlarda. O zamana kadar bu savaşı devam ettirmiş ABD başkanlarının ve yönetiminin, savaşın anlamsızlığını ve gereksizliğini, dahası mutlak yenilgileri görmelerine ve bu durum gayet ortada olmasına rağmen yine de savaşı devam ettirmiş olduklarının apaçık belgeleridir bunlar. Eh tabi Nixon yönetimi hemen Times'a bir yasaklama çıkarır ve belgelerle ilgili haber yapmalarını önler. Ama işte bu noktada Washington Post'a düşer görev. Böylesi belgeleri Times'ın bıraktığı yerden bayrağı onlar devralarak gazeteciliğin ruhuna uygun olarak haber mi yapacaklar yoksa demokrasi dışı bir anlayışla müdahale eden yönetimin baskısı altında geri adım mı atacaklardır?
The Post (http://www.imdb.com/title/tt6294822/adından - ve yukarıda anlattıklarımdan - anlayabileceğiniz gibi 1971'de ABD'de gazetelere düşüp, olaylar çıkaran Pentagon Kağıtları adı verilen belgelerin Washington Post gazetesi tarafından haber yapılışı hikayesini anlatıyor. Yani aslında New York Times'ın haber yapmasının hemen ardından Post'un devreye girdiği günleri ve cidden belgelerin patladığı zamanı anlatarak Watergate'e günü gününe getirip, bırakıyor film bizi. Gerçekten olmuş olayları, gerçekten yaşamış insanları canlandıran oyuncularla anlatıyor ama büyük oranda tonunu, vurgusunu değiştirerek, kendine başka türlü kahramanlar ve kötüler yaratarak.
Bu anlamda aslında tamı tamına bir Spielberg filmi. Sizi bilmem ama benim sinema sanatına en başından beri hayranlıkla ve keyifle bakmamı sağlayan klasiklerimin havasında. O yüzden başlığı buram buram yaptım ya, çünkü çocukluğumun o kahramanlık hikayeleriyle bezeli, aksiyonlu, bol müzik gazlı, atmosfer dolu filmlerinin havasında. Bir yandan hem aslında içi şişirilmiş bir şey izlediğinizi biliyor olursunuz bu filmlerde, bir yandan da o atmosferle birlikte o gazı almış olduğunuzdan kendinizi filmin temposuna kaptırmış sürükleniyor olursunuz. Bir şeyler anlatır bu filmler, hakikaten de önemli şeyler anlatır çoğu kez ama bunu anlatış biçimleridir sizi ele geçiren. Yani misal bir futbol topunun iki direğin arasından uçması gibi gayet normal-keyfi bir durumu öyle bir anlatır, öyle bir hale yola sokar ki bu filmler, o topun uçuşu artık tüm bir ulusun özgürlüğünü simgeliyordur artık, içinizdeki tüm tellere dokunmuş, boğazınıza yumruğu oturtmuştur.
İşte The Post da o filmlerden. Arkasındaki gerçek hikayeyi bilmeden izlediğinizde vaay be!, ah ulan be! diyor hale geleceğiniz; hikayenin aslını öğrendikten sonra da yine nasıl olup da böyle anlatılabildiğine vay be diyeceğiniz bir film. Yani demeye çalıştığım asıl olay Times iken Washington Post ile ilgili bir film yapmak ve dahası bakış açımızı oraya kaydırmak asıl formül.
Ama işte bu noktada da aslında filmin anlatmaya çalıştıklarının başka şeyler olduğunu görmek gerekiyor. Savaşla ilgili ya da o dönemki yönetimlerin yanlışlarıyla ilgili bir şeyler anlatmak değil derdi. Aslında 40 yıl öncesinden insanlarla, olaylarla bugüne dair bir şeyler söylemek. Son dönemde iyice kuvvetlenen bu "kadın hareketine" kocaman bir selam çakıyor mesela. Ya da gazeteciliğin doğasına bir hatırlatma yapıyor. En açık mesajı ise tabiki Amerikan ideallerine, demokrasisine, temellerine dair söylemleri ve hatırlatmaları.
Eh tabi bir de Meryl Streep'ten bahsetmem gerekiyor. Normalde o kadar taktığım bir oyuncu değildir, çoğunluğun aksine. Ben daha Helen Mirren izlemeyi severim o daha zariftir ya da Diane Keaton falan ki o da daha egzantriktir. Bir de Meryl Streep hep o kocaman egosuyla görünür gibi gelir-di ta ki bu filme kadar. Ne kadar yanıldığımı görmüş oldum. Herhalde denk gelip izlediğim filmlerindeki rollerindenmiş bu düşüncem dedim sonra. Çünkü bu filmde filmin neredeyse tamamına yakın bir kısmında bütünüyle bambaşka bir Streep'ti karşımdaki. O kadar üstünden o ego, o kuvvet, o ezici hava fışkıran bir kadının tüm bir film boyunca nasıl bunların esamesini göstermediğine şahit oldum. Tamam rol yapmak öyle bir sanat, oyunculuk böyle bir şey ama insan nasıl yapar eder de bu "kendinden kurtulur"?
Diyeceğim o ki The Post benim sevdiğim - ve alışık olduğum birlikte büyüdüğüm - filmlerden. Bana hissettirdiklerini, düşündürdüklerini severim onların. Zaten Spielberg'le Tom Hanks bir noktadan sonra yıllardır başımı yaslayabileceğimi bildiğim akrabalarım haline gelmiş figürler benim için. Ama uyarayım, ben öyle klasik hollywood tantanalarını sevmem çok daha alternatif bir insanım çok derinlikliyim her gün fularımı takarım falan diyorsanız çok da izlemeyin. Zaten bilmediğimiz- yaşamadığımız - bir şeyi söylemiyor.

Filmin yalnızca iki dalda Best Motion Picture of the Year ve Best Performance by an Actress in a Leading Role (Meryl Streep) dallarında adaylıkları var.

Filmin arkasındaki hikaye için: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/the-post/

4 Şubat 2018 Pazar

{2018 Oscarları} Lady Bird (2017)

Sene 2002. 17 yaşındaki Christine lisenin son senesine başlarken kendisine Laydbird ismini koymuş, en yakın arkadaşı Julie ile bir yandan okuldaki müzikale katılır, bir yandan da hoşlandığı çocuk Danny ile ilgilenmeye başlar. Her ergen gibi ailesinin ekonomik durumu onun hayallerine yetmemektedir, doğup büyüdüğü şehir Sacramento ona dar gelmektedir ve doğu yakasının metropol ortamına, NY'ın uzaktan kendisine pek bir sanatsal ve özgür gelen ortamına kapağı atmanın yollarını aramaktadır. Yine her ergen gibi annesiyle (işte yani ailesiyle) sorunları vardır ve bakalım Ladybird liseyi bitirip, hakikaten de Sacramento'dan kurtulabilecek midir? (http://www.imdb.com/title/tt4925292/)
Greta Gerwig'in yazıp yönettiği film tam olarak bunları anlatıyor. Kendisi gibi sarışın cüsseli ergenimiz Ladybird'ün yine kendisinin okuduğu katolik okulundan mezun olmasının, yine kendisinin yaptığı gibi Sacramento'da büyüyüp de oradan NY'a doğru uçmasının hikayesini yazıp, çekmek istemiş besbelli Gerwig. Sanırım artık demekten ben usandım ama hakikaten de hepimiz sadece kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Onca hikayenin romanın, filmin dizinin çizgi romanın heykelin resmin fotoğrafların şarkıların tek amacı bu. Hakikaten. Hepimiz bir türlü derdimizi anlatamadığımızı düşündüğümüzden herhalde, habire dönüp dolaşıp kendi hikayemizi bir şekilde ifade etmeye çalışıyoruz. Oysa durup şöyle bir geri çekilip uzaktan, geniş açıdan baksak göreceğiz, hepimiz aynı şeyi anlatmaya çalışmışız. Dahası aynı şeyi düşünmüş ve yaşamışsak ne diye kimsenin bizi anlamadığını düşünüp durmuşuz?
Yani Gerwig'in yazdığı hikaye şimdiye kadar görmediğimiz bir şey söylemiyor. Hani lise hayatımız ergenliğimiz falan normal kalıplar içinde olmasa bile artık amerikan gençliği-lise hayatı falan hakkında o kadar fazla (ama harbiden fazla) şey izledik ki, kanımca siz de benim gibi gözlerinizi kapadığınızda lise denince kendi deneyimlerinizden çok izlediğiniz dizilerdekileri hatırlıyorsunuzdur (tamam mübalağa ediyor olabilirim ama ben ergenliğimi 20-30 yaş arasında yaşadığım için mazur görün). Filmin hikayesi de işte aynen bu izlediğimiz dizilerdeki klişeleri barındırıyor. Yalnızca aynı şekilde anlatmıyor. Ama birebir o klişeler mevcut. Üstüne üstlük çok kendine bağlayıcı bir anlatımı da yok. İlk 30-40 dakika ciddi ciddi sıkıldım, filmle cebelleştim, izlemek için kendimi ikna etmem gerekti. Yine de çok iyi toparlanmadı sonrasında. Yalnızca belki son 20 dakikasında gözümü ekrana diktim. Onun dışında genelde arada göz attım ne oluyor diye, o orada oynamaya devam etti ben yemeklerimi yerken kahvaltılarımı ederken. Evet, tek oturuşta da izleyemedim. Dunkirk'ü yazdım ya geçen, ondan beri bu filmi bitirmeye çalışıyorum. İzleyemedikçe de sinirlendim sanırım, çünkü sıkıcıydı, sıkıcı olması da eh o zaman neden böyle bir film yapma bu kadar para emek harcama gereği duymuşlar diye ekrana doğru çemkirmeme sebep oldu. Saoirse Ronan'ı (sorşa gibi bir şey okunuyor, ayrıca özgürlük anlamına geliyor ki çok hoş bence) izlemeyi severim üstüne üstlük, o yüzden daha da sinirlendim neden böyle bir şeyde oynama gereği hissetmiş diye. Sheldon'ın annesi de Ladybird'ümüzün annesi olarak burada mesela ama o da her ne kadar güzel oynamışsa da yine Sheldon'ın annesi ruhunda. Ama kadının yapabileceği bir şey yok çünkü yazan öyle yazmış. Ayrıca bir de geçen Call Me By Your Name'de bahsettiğim  adlı genç kardeşimiz burada da var ki buradaki rolü diğerindekinin çok dışında ama anladığım kadarıyla elimizdeki yeni jennifer lawrence kendisi, böyle habire gözümüze sokulduğuna göre.
Hele diğer klişeler...Ekonomik durumlarının kötü oluşu, babanın işini kaybetmesine rağmen depresyonda olduğunu belli etmeden sevimli sevimli ortalarda dolanması, anneyle devamlı takışmalar didişmeler, şişman best friend, gay sevgili, sonradan züppe takımının arasına girmeye çalışma, kendini olduğundan farklı biri gibi gösterme çabasında her konuda yalan söylemeler, devamlı kitap okuyan zengin ama paraya tamah etmiyorum triplerinde komplo teorileri kasan "brooding" karizmatik erkek arkadaş, "bitchy" kızla takılabilmek için best friendle küsmeceler, ailenin değerini sonradan anlamacalar,...ayyhh resmen klişeler içinde boğuldum. Yani yeminle oturup bir gün içinde şu filmin aynısını ben de yazardım diyaloglarına kadar. Ha niye yazmadın şimdiye kadar diyebilirsiniz, hem tembelim hem de insan haliyle "farklı" bir şeyler ortaya çıkarması gerektiğini düşünüyor ya. Halbuki baksanıza hiç de gerek yokmuş farklı bir şeyler yapmaya çabalamaya. Gayet de One Tree Hill'le, Dawson's Creek'le, Beverly Hills 90210'la falan oscara aday olabilirmişsiniz. Hayır güya Greta Gerwig'in memleketine bir güzellemesiymiş de yok Sacramento'yu şöyle iyi böyle iyi anlatıyormuş da...Vallahi ekrandan geçen şu bir buçuk saatlik hikayenin sonucunda Sacramento'ya dair bir şeyler anlayabilmiş değilim ben yani. Ama herhalde benim anlayışsızlığımdan bu, filmlere dair zeka geriliğimden, sanatı anlayamayışımdan.
Dedim ya sinirlendim boş yere saçma bir şekilde diye. Hep sıkıldığımdan valla. Bir de haberlerden. Olan onca kötü şeyden - engel olamadıkça - kaçmaya çalışınca insan böyle bastırdığı sinirinin, üzüntüsünün, endişesinin bir yerden başka sinirler olarak fışkırmasına engel olamıyor demek ki.

Yoksa bana ne, Pokemon'a bile ödül verebilirler yani.

Film Best Motion Picture of The Year adaylığı dışında Best Performance by an Actress in a Leading Role, Best Performance by an Actress in a Supporting Role, Best Achievement in Directing ve Best Original Screenplay dallarında olmak üzere başrollerindeki iki kadın oyuncuya ve yazan-yöneten Greta Gerwig'e de adaylık getirmiş durumda.

31 Ocak 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} Dunkirk (2017)

II.Dünya Savaşı'nda 1940 yılının mayıs ayı sonlarında, Fransa'nın Dunkerque (yani İngilizlerin Dunkirk diye adlandırdığı) sahilinde Müttefik kuvvetlerini Almanlar bir güzel sıkıştırmıştır. Belçika'nın da Almanların eline düşmesiyle birlikte savaşın şimdilik bu kısmından bakınca neredeyse bir Alman zaferi gibi görünmektedir. Dunkirk sahilinde kısılı kalan 340 bin müttefik askerinin tahliye edilmesi gerekir. 27 mayıs ile 2 haziran arasında Britanya önce devasa savaş gemilerini yollar askerleri almaya. Bir yandan da savaş uçaklarıyla tahliyeyi korurlar. Ama Almanlar hem karadan sıkıştırırken hem de denizden yapılmaya çalışılan tahliyeye engel olmak için uçaklarla torpidolarla tahliye gemilerini habire sabote etmeyi bırakmamaktadır. Bütün bunların yanında Churchill yönetimi tüm askeri olanakları bu tahliye için kullanamaz çünkü o zaman geride pek sevgili adalarını koruyacak hiçbir şey kalmayacaktır. İşte böylesi bir zamanda askerlerinin imdadına tüm bir ulus yetişir. Adanın her bir köşesinden irili ufaklı teknesi yatı kayığı olan her bir sade vatandaş Dunkirk sahiline doğru askerlerini almak üzere yola çıkar. (http://www.imdb.com/title/tt5013056/)
Christopher Nolan'ın yazıp, yönettiği senaryodan ortaya çıkan film hemen hemen böyle bir şey ben bir şeyleri yanlış anlamamışsam. Nolan ismini hepimiz pek tabiki biliyoruz çünkü o bize Memento'yu, The Prestige'i, Batman Begins'i, The Dark Knight'ı, The Dark Knight Rises'ı, Inception'ı, Interstellar'ı armağan eden beyin. Tüm dünyanın artık bildiği ve gişeleri (ya da kafaları) alt üst etmiş bu filmleri hem yazan hem yöneten insan. Neredeyse okuma yazma öğrendiğinden beri filmler yapan biri olduğunu da göz önünde bulundurursak sanırım bazı insanlar yapmak üzere doğuyorlar bazı şeyleri ve pek az keresinde bazıları bu işleri yapabilecek kadar şanslı oluyor. Nolan da bunlardan biri.
Nolan'ın tüm bu "biliyoruz" diye sıraladığım filmlerini şöyle bir yoklarsanız kafanızda onun hikaye anlatımına dair bir şeyler belirecektir az az. Hah işte bu bizim hatırlarken yüzümüzü düşünen adam pozisyonuna getirmemize, gözlerimizi kısarak odaksız noktalara bakmamıza sebep olan şeye "çizgisel olmayan" anlatım gibisinden bir şeyler deniyormuş. Ve Dunkirk'te de aynen huylu huyundan vazgeçmiyor ya da sanırım tarzını konuşturuyor mu denir artık ne denir. Fragmanını falan görmeden, sadece ismini cismini duyarak filme benim gibi kafa üstü atlamanızı tavsiye etmem bu sebeple. Ben tamamen bir Saving Private Ryan (1998) havasına girmiş, şöyle aksiyonu bol eli yüzü düzgün bir savaş filmi, dahası artık -sayelerinde- her bir karışını ezberlediğim II.Dünya Savaşı filmi izleyeceğim kafasıyla başladım izlemeye ve daha ilk saniyelerden önce siyah ekranda beliren Dunkirk yazısından ve hemen ardından gelen o rahatsız edici sessizlikle ve sonrasındaki gerilimden itibaren tamamen yanıldığımı anladım. Bu bir savaş filmi değil çocuklar. Aslında bir geri çekilme, yenilgi veya tahliye filmi bile değil. Gerilim bu. Bildiğiniz ge-ri-lim. Gerim gerim geriyor insanı bir saat kırk dakika boyunca. Kulaklarınızdan hiç gitmeyen o rahatsız edici gerginlikteki müzikleriyle birlikte her dakika daha da geriyor. Resmen kendinizi o suyla denizle çevrilmiş halde o gemiden o gemiye atlarken, devrilen batan gemilerde sıkışırken, tırrrrr diye kafanızın üstünden uçan uçaklardan anlamsızca sakınırken buluyor, o klostrofobinin o sıkıntının dibini yaşıyorsunuz. Hayır süper bir film olduğundan çok aşırı gerçekçi olduğundan ohoo manyak çekmiş Nolan görüyor musun filmi olduğundan falan değil. Gerilim filmi olduğundan. Gerdiğinden. Hans Zimmer'in insanı deli eden o gerilim müziklerine o kadar süre maruz kaldığımızdan.
O yüzden bence Zimmer'e vermeliler "Best Achievement in Music Written for Motion Pictures (Original Score)" ödülünü. Ya da "Best Achievement in Sound Mixing"i Landaker, Rizzo ve Weingarten'a veya Best Achievement in Sound Editing'i King ve Gibson'a verebilirler. Çünkü filmi, o görüntüleri bu film haline getiren şey kesinlikle o müzikler o sesler. Yoksa ne normal diyalog var filmde doğru düzgün ne de tek tek aha bu da şimdi manyak oynamış diyebileceğiniz aşırı bir oyuncu performansı öne çıkıyor. Yani hem duyulmamış isimler hem de yıldızlar geçidi var ekranda ve hepsi de tek tek durumu sırtlayabilir şekilde oynuyor ama bu bir performans filmi değil. Her şey çok daha büyük, böyle büyük büyük. O yüzden mesela kameranın önünde her defasında yeni bir "tanıdık" yüz belirdikçe gülümseyecek gibi oluyorsunuz tüm bu kaosun, tüm bu büyüklüğün içinde bir tatlı vaha bulmuş gibi (ama kabul etmek gerek Harry Styles'ı görünce insan pıskırmadan edemiyor, yani benim gibi hiç beklemiyorken görünce haliyle--bu noktada bir de açıklamam gerekiyor sanırım kim lan bu harry styles falan demiş olabilirsiniz haklısınız ben de ismiyle biliyor değildim sadece yüzünü görünce haaa lan bu şey değil mi şu ergen grubundaki tiplerden ahaha oldum ama sonra tabi açıp bakınca ismini şeysini öğrendik).
Diyeceğim o ki beklediğimden tamamen farklı çıkan bir film izledim. Memnun muyum... değilim. Çünkü dediğim gibi ben biraz daha klasikçiyim, fazlasıyla da tarihi filmleri böyle Spielbergvari kahramanlık filmlerini severim - öyle büyüdüm. Nolan abinin de yaptıklarını severim sanırdım - öyle ya adeta huşuyla hatırladığım bir The Dark Knight bir Inception var ortada - amma velakin Interstellar'dan çok da hazzetmediğimden işkillenmeliymişim. Dahası, Dunkirk beni çok gerdi. Demiş miydim? Aşırı gerdi.
Ayrıca ulan adamlar geri çekilmelerinin bile filmini yaptılar (ilk kere de değil ha 1958 versiyonu olduğu gibi bir dolu belgeseli de var) da diyorsunuz değil mi? Evet, ben de dedim.
Filmin toplamda 8 dalda oscar adaylığı var bu arada. Yukarıda dediğim sesle müzikle ilgili üç dalın dışında ve pek tabiki benim izlemem sebebim olan Best Motion Picture of the Year dalının dışında Best Achievement in Film Editing, Best Achievement in Directing, Best Achievement in Cinematography, Best Achievement in Production Design dallarında aday.
(Olayın ayrıca gerçek yönünü öğrenmek isterseniz-->http://time.com/4869347/dunkirk-aftermath-history/)

27 Ocak 2018 Cumartesi

{2018 Oscarları} Call Me By Your Name (2017)

1983 yazındayız, İtalya'nın kuzeyindeki sakin bir kasabada 17 yaşındaki Elio ailesinin tarihi taş evinde yazın keyfini çıkarıyor. Arkadaşlarıyla yüzmeye gidiyor, bisiklete biniyor, akşamları açık havadaki diskoya gidiyor ama aslında vaktinin çoğunu evde müzik yazarak, müzik yaparak geçiriyor. Çevirmen olan annesi ve Yunan-Roma uzmanı arkeolog babasının ahbapları yemeğe geliyor bazen, bazen de tanıdıklar, dostlar. Böyle sessiz, sıcak geçen yaz günlerinde evlerine babasının araştırma asistanı olarak Amerikalı Oliver geliyor. Oliver 24 yaşında, gençliğinin en güzel çağında tam bir davut heykeli. Hareketli, cüretli, neşeli ama az biraz da kendini beğenmiş. Daha ilk tanıştıkları andan itibaren bu iki genç birbirinden etkileniyor ama bir tanesi çok deneyimsiz duygularını anlamakta ve belli etmede, diğeriyse onun deneyimsizliğini anlayamayacak kadar deneyimli. Yazın sıcak günleri ve Kuzey İtalya'nın taze meyvelerle, cırcır böceklerinin sesiyle dolu doğası etraflarını sararken ikisi de hem birbirlerini hem de kendilerini tanımaya ve aşkı tecrübe etmeye başlıyorlar.
Call Me By Your Name (http://www.imdb.com/title/tt5726616/) André Aciman'ın (https://www.gc.cuny.edu/Faculty/Core-Bios/Andre-Aciman) aynı isimli 2007 yılında yayınlanan romanından James Ivory tarafından senaryolaştırılmış, yönetmeni de Luca Guadagnino (Kitabı Türkçe olarak Sel Yayıncılık 2009'da yayınlamış ilk olarak- "Adınla Çağır Beni" - filmin yapılması üzerine de aralık 2017'de yeniden basım yapılmış). Adından da anlayabildiğimiz üzere yönetmenimiz bir İtalyan, çizmenin burun ucundan. Bu filme kadarki işleri de hemen hemen benzer elementler taşıyor gibi görünüyor. Hikayenin çıkış kaynağı olan yazar Aciman ise daha ilginç, Mısır'da doğup büyümüş bir Yahudi olarak tıpkı kitaptaki karakterleri ve yarattığı ortam gibi çok dilli, çok kökenli bir aileden geliyor. Ve şimdi Amerika'da akademisyen olarak devam ettirdiği hayatının bir bölümü yine tıpkı hikayesindeki gibi İtalya'da geçmiş. Sanırım bu yazarların hep bir şekilde kendilerini anlattıkları teorisi çoğu zaman doğru olabilir gibime geliyor.
arkeoloji bu değil çocuklar, işte hep böyle gösterdiklerinden kanıyoruz sonra, cık cık cık."
Elio gitar tıngırdatıyor
Elio arkadaşlarıyla takılıyor
Filmi oluşturan öğelere bakarsak herhalde dikkati en çok oyuncuların performansları ve Kuzey İtalya'nın bütünüyle oluşturduğu o fonun yarattığı atmosfer öne çıkıyor. Yani benim için en azından öyle oldu. Çünkü hikaye, nasıl desem, şimdiye kadar bu konuda izlediğim veya okuduğum hikayelerden bir parça daha değişikti ve bilmiyorum belki de yönetmenin anlatmayı seçiş şeklinden ötürü çok fazla bir şey hissedemedim (Ki bence gayet de romantik bir kafaya sahibim, hatta fazlasıyla duygusal bir insana da dönüştüm şu son 3-5 yılda.). Değişik oluşunu şöyle açıklayabilirim. Normalde filmlerde bu konuyu, iki erkeğin ya da iki kadının birbirlerine aşık olmasını, birkaç bilindik yol tutturarak anlatırlar. Ya ikisi de bu durum karşısında şoka girer, kendileriyle tanışma yolculuğuna çıkarlar. Ya çevre-etraf-insanlar-aileler onlara çok zor zamanlar yaşatır. Ya da biri daha açıkken öbürü daha kapalı daha yargılayıcıdır. Oysa bu filmde, bu hikayede, Elio da Oliver da olayın bu yönüne takılmıyorlar, yani ikisinin de erkek oluşuna veya kendi cinsel kimliklerine. Elio çok genç olmasına rağmen sanki biseksüelliğinin gayet farkında, bunu özümsemiş, duygularıyla falan barışık. Oliver'ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Hikaye daha çok birbirlerinden ilk başta etkilenmelerine rağmen duygularını birbirlerine anlatmakta zaman harcamalarında dolanıyor. Çünkü ikisi de karşısındakinin ondan hoşlanmadığına kanaat getirip, duygularının tek taraflı olduğuna ikna etmiş halde kafalarından atmaya çalışıyor. Elio zannediyor Oliver benden hoşlanmadı beni takmıyor, Oliver da zannediyor Elio benden hoşlanmadı beni tersliyor. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca birbirlerine yaklaşıp yaklaşıp geri çekilmelerini, birbirlerini anlamaya çalışmalarını izliyoruz.
ah ama ne güzel bir annesin sen
ve sen ne şahane bir babasın
Hikayenin bir değişik gelişi de bu aşkın doğduğu ve yaşandığı ortamdaki aile ve diğer insanlar yüzünden oluyor. Elio'nun annesi ve babası bu türden izlediğimiz tüm hikayelerdeki anne ve babalardan çok daha farklı bir portre çiziyor. İkisi de kendince bu iki gencin duygularını onlar birbirlerine anlatmadan çok önce fark edip, izlemeye, karışmamaya ama cesaretlendirmeye çalışıyor. Özellikle bu ki oyuncunun, baba ve anne portreleri o kadar naif o kadar kadifemsiydi ki iki başrolden çok daha etkileyiciydiler bence (Tabi bu noktada anne rolündeki Amira Casar'ın duru güzelliğini belirtmeden geçmek istemiyorum. Sen ne güzel bir kadınsın öyle sevgili Casar.)
Başroller demişken Armie Hammer'ın bu izlediğim üçüncü filmi sanırsam ve aslında tam da tipim olmasına rağmen (kule gibi yükseliyor çelimsiz değil sarışın mavi gözlü ve cüretkar), (The Social Network'te) ilk gördüğümden beri beni gıcık eden, rahatsız eden bir hali var. O yüzden bu filmin başından itibaren Elio'nun hissettikleri hissetmem çok zor olmadı. Yani adama bakıyorum muhteşem (ya manyak gibi görünmek istemiyorum ama adamın bacakları nasıl o kadar düz ya, yani nasıl öyle çok düzgün ya, film boyunca şortlarla dolandıklarından gözlerimi alamadım aklımda hep bu soruyla çünkü bizim bacaklarımız neden değil?!), ama bana gıcık mı davranıyor benden hiç hazzetmiyor mu hiç sallamıyor mu anlayamıyorum. Bu durumun sebebi işte Armie Hammer'ın oyunculuğu mu yoksa Timothée Chalamet'nin Elio olarak izleyiciye geçirebildiği duygular mı bilemiyorum. Gerçi Chalamet'nin de Elio portresinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Belki en başından beri beklediğim kalıbın hiç bir türlü içinde olmayışından beynim kabul etmek istememiş olabilir. Elio kesinlikle o yaşta, o duyguları tecrübe eden bir gencin olmasını beklediğimiz gibi değildi. Sanırım bu da karakterin arka planından, yetiştirildiği aile ortamından ve hikayenin özünden geliyor. Her durumda sanırım Timothée Chalamet ortaya iyi bir şeyler koymuş oluyor.
Filmin genel havasında da ruhumu sıkan bir şeyler yok değildi bu arada. Böyle havalar beni hep boğar. Böyle hani yaz tatili olmuştur, hava çok sıcak güneş ok kavruk olduğundan dışarıda in cin top oynar haldedir sadece cırcır böceklerinin sesi duyulur. Hatta kavrulan otların sıcakta kavrulurken çıkardığı sesleri bile duyabiliyormuşsunuz gibi gelir. Elinizi kıpırdatacak haliniz olmaz, oysa tüm kış keşke yaz gelse diye beklemişsinizdir. Yapacak hiç bir şey yoktur, can sıkıntısı etraftaki havayı daha da sıvılaştırır hani. Vardır ya işte böyle günler, hah işte filmin atmosferi de aynen öyle. Hele o İtalya kasaba görüntüsüyle birleşince kendimi resmen 2 saat boyunca Çeşme'deki ya da köydeki o bitmek bilmeyen iç bunaltıcı yaz günlerinde hissettim. Üstüne bir de hiç hazzetmediğim o müzikler, 80lerin disko tınılı avrupa müzikleri...Bu durumda sanırım neden Elio ile Oliver'ın aşk hikayesindense anne ve babanın söyledikleri, bakışları, hissettirdikleri bana bir şeyler geçirebildi anlaşılabilir geliyordur.
Kitaptaki hikaye bu aşkın ortaya çıkmasının ardından bir de 20 yıl sonra karakterlerimize bakış atıyormuş, özetinde öyle diyor ama filmde gördüğümüz üzere yönetmen ve senaristimiz şimdilik sadece gençlik çağı kısmını anlatmayı seçmiş. Nette yazan haberlere göre kitabın diğer kısmını da başka bir film, devam filmi olarak çekmeyi planlıyorlarmış. Bilmem artık oradaki atmosfer nasıl olur.
Film 4 dalda (Best Performance by an Actor in a Leading Role, Best Adapted Screenplay, Best Motion Picture of the Year, Best Achievement in Music Written for Motion Pictures (Original Song)) Oscar adayı ve benim izleme sebebim olan daldaki adaylığına dair ise diyebilirim ki bence pek olacak gibi değil.

Bu da yine Oscar adayı olan şarkısı filmin, Sufjan Stevens hiç benlik bir müzik yapmıyor ama siz seversiniz ondan koyuyorum ;)

25 Ocak 2018 Perşembe

{2018 Oscarları} Oscar Amcayla yolculuğumuz

En başından beri burada olanlar az çok hatırlar. Oscar ödülleri benim için önemlidir. Yok öyle ödüllerin veriliyor oluşu, kime neye verildiği falan değildir benim için önemli olan. Yani bana ne körler sağırlar birbirini ağırlar?! Her sene bu vesileyle normalde kendim seçip de izlemeyeceğim filmleri izlemek için bir sebep yaratmış olurum kendime ve bu sebeple beraber, normalde izlemeyeceğim, gözden kaçırabileceğim filmleri izlemiş olurum. Neden önemlidir bu filmleri izlemek, çünkü bazen hakikaten de çok sevebileceğim şeylere denk gelirim onları izlerken. Neveland'den anlaşılacağı üzere film zevkim biraz önyargılar, biraz da sabit düşünceler barındırdığından çoğu zaman aslında hoşuma gidebilecek filmleri kaçırabiliyorum. Aa yoohh ben onu hayatta izlemem diye tutturduğum çok oluyor. Halbuki kriterlerimin dışında da şahane şeyler olabiliyor. İşte Oscar'lar da biraz bu şansı veriyor bana. Eee bir dolu festival var ödül var o zaman onlara niye bakmıyorsun diyebilirsiniz. Haklısınız da, yine gayet sabit fikrimle ördüğüm duvarlar burada devreye giriyor. Oscar ödülleri (ve töreni) her daim daha bir cafcaflı daha bir parıltılı ya, eh ben de insanım ya. Bu sene hayatımın herhangi bir döneminde olduğumdan çoook daha bomboş olduğumdan ötürü (hem de bu seneki törene konu olacak geçen senenin sinemasına dair tüm senelerde olduğundan çok daha fazla cahil olduğumdan ötürü - bununla geçen sene ömrümün en sinemasız yılı olduğunu belirtmeye çalışıyorum) tüm olayı daha bir keyifle takip ediyorum. Salı günü adayların açıklanmasına dair yayını mesela canlı olarak internetten verdiler, bir çok yerin youtube kanalı üzerinden ve hatta oscar.org'un resmi youtube kanalından da. Yemeğimi hazırlarken bir yandan da onu izledim.
Filmleri izleme konusunda da yine önceki senelerde az çok başarmaya çalıştığım şeye kalkışmam bu boşluktan ötürü zor olmayacak sanırım. Neverland'de çılgınca Oscar incelemelerine giriştiğim çok oldu. Hemen sağ sütundaki etiket listesi içinden Oscar etiketine tıklayıp inceleyebilirsiniz isterseniz. 2011'deki en iyi film adaylarının tamamını izleyip yazmışım. 2012'deyse sadece iki film izleyip yazabilmişim. 2013'teki depresyonumu hatırlıyorsanız, o senenin boşluğu gayet açık (çok sonra, önceki sene herhalde 2013'ün kazananı Argo'yu izleyip yazmışım gerçi). 2014 ve 2015'te sadece adayları duyurmakla yetinmiş; 2016'da da sadece bir adayı sonradan izleyip yazmışım. Bir de 2010 adaylarını iki eksikle yazdığım incelemeler var ki, önceleri bunların burada ne işi var diye uzunca bir süre ekranıma anlamsızca baktım. Önceki blog denemelerimden kalma yazılardandı sanırım diye sonra kendimce açıklama getirdim. Onları da yine 2011'de yazmışım.
Bu sene neyse ki 9 aday var bir nebze olsun daha kolay olacak. Gerçi zaten açıklanmalarının üzerine hemen bir tanesini izledim, Call Me By Your Name'i. Geriye kalanlardansa iki tanesini, Lady Bird ile Phantom Thread'i online izleyecek kaynak bulamadığımdan ve ikisi de baharda bizde vizyona girecek olduğundan, izlemem mümkün olmayacak. Kaldı mı 6 film. Dunkirk, The Post, Three Billboards Outside Ebbing Missouri, Darkest Hour, Get Out, The Shape of Water. Yani bunlara baktığım zaman normalde yalnızca Dunkirk gibi bir filmi seçip izlerdim ben ama şimdi diğerlerini de görme şansım olmuş olacak ve değişik tecrübeler olacak benim için.

Biz neyle uğraşıyoruz bu neyle uğraşıyor diyor olabilirsiniz, ben de ara ara diyorum kendime ama her gün haberleri korka korka açarken ya da abimden kötü bir haber gelmeyecek bugün diye günleri geçirmeye çalışırken sanırım akıl sağlımı korumamı sağlamanın benim için yollarından biri de bu.

21 Mart 2016 Pazartesi

{2013 Oscarlarından} Argo (2012) - Cahil İranlılar'a film çeviren kahraman Amerikalılar

This is the Persian Empire known today as Iran. For 2,500 years, this land was ruled by a series of kings, known as shahs. In 1950, the people of Iran elected Mohammad Mossadeqh, a secular democrat, as Prime Minister. He nationalized British and U.S. petroleum holdings, returning Iran's oil to it's people. But in 1953, the U.S. and Great Britain engineered a coup d'etat that deposed Mossadeqh and installed Reza Pahlavi as shah. The young Shah was known for opulence and excess. His wife was rumored to bathe in milk while the shah had his lunches flown in by Concorde from Paris. The people starved. The shah kept power through his ruthless internal police; the SAVAK. An era of torture and fear began. He then began a campaign to westernize Iran, enraging a mostly traditional Shiite population. In 1979, the people of Iran overthrew the shah. The exiled cleric, Ayatollah Khomeini, returned to rule Iran. It descended into score-settling, death squads and chaos. Dying of cancer, the shah as given asylum in the U.S. The Iranian people took to the streets outside the U.S. Embassy, demanding the shah be returned, tried and hanged.
Ve filmimiz konsolosluğa (büyükelçilik mi konsolosluk mu ben bilmem artık) delicesine saldıran İranlıların görüntüsü ile açılıyor. İçerde yakaladıkları herkesi esir alıyorlar. Ama 6 çalışan bu cehennemden sıvışıp, Kanada büyükelçiliğine sığınıyor. Dışarıda kaos, ölüm naraları, her köşe başında infaz varken, tüm İran yükselen bir Amerika nefretiyle dolarken bu 6 Amerikalı, Kanada büyükelçiliğinde kaderlerini beklemeye başlar.
kaynak: Slate
Film eski CIA ajanı Tony Mendez'in yazdığı biyografisinden uyarlama. Gerçekten de 1980'de CIA'in Kanada ile birlikte gerçekleştirdiği operasyon, Argo isminde bir bilim kurgu filmi çekiyormuş gibi İran'a gidip, oradaki 6 kişiyi film ekibi gibi ülkeden çıkardıkları gerçek bir operasyon. Ha tam olarak filmde anlatıldığı gibi olmamış ama sonuçta böyle bir şey yapmışlar, hakikaten film gibi. Yani ne bileyim yıllardır izleyip duruyoruz ya hollywoodun olağanüstü olarak anlattığı bazı şeyleri, ama işte bazı şeyler de gerçekmiş diyor insan.
Hikaye için yaşadığımız şaşkınlığı bir de bu film nasıl en iyi film oscar'ını almış diyerek yaşıyoruz. Çünkü her ne kadar eli yüzü düzgün bir film olsa da, izlemesi keyifli, yeri geldiğinde heyecanlı yeri geldiğinde eğlenceli olsa da, filmin olağanüstü parladığı bir nokta yok. Oyuncuların ekstra bir performansı yok, filmin söylediği, söylemek istediği çok önemli, çok yeni birşey yok. Hani bazı akşamlar hiçbir şey yoktur da hep beraber tvye bakarken bir aksiyon filmine denk geliriz, izleriz, biter ya çayımızı içerken, öyle bir film. Ha gömmüyorum filmi, öyle demedim. Beğendim, izlemekten keyif aldım, hatta bu filmi izlediğim günlerde çok da iyi geldi. Ama dediğim gibi, öyle bir film.

IMDb'de Argo
History vs. Hollywood'da filmin gerçek hikayesi

8 Şubat 2016 Pazartesi

{2016 Oscarları} Bir taşı toprağı altın Amerika'ya göçelim hikayesi: Brooklyn (2015)

"You have to think like an American. You'll feel so homesick that you'll want to die, and there's nothing you can do about it apart from endure it. But you will, and it won't kill you. And one day, the sun will come out you might not even notice straight away-it'll be that faint. And then you'll catch yourself thinking about something or someone who has no connection with the past. Someone who's only yours.And you'll realize that this is where your life is." diye bitiriyor hikayesini İrlanda'daki yuvasından uçup, Brooklyn'de bir Amerikalı'ya dönüşen Eilis. 1950lerin başında (1951-1952 tam olarak) İrlanda gibi bir ülkede ona iş ve gelecek olmadığını keşfeden Eilis, Brooklyn'deki İrlandalı cemaatin pederinin ona ayarladığı iş ve kalacak yer garantisiyle yaşlı annesini ve düşünceli ablasını bırakıp, bir gemiye atlayıp Amerika'nın yolunu tutuyor.
111 dakika boyunca Eilis'in bu göç hikayesini, bir anlamda da kimliğini bulma hikayesini izliyoruz. Ama bu öyle büyük büyük bir hikaye değil, acıklı zorluklar içermiyor, hatta Eilis'in ilk yarı boyunca bize göstermeye çalıştığı gibi hiç de kötü bir şey de değil. Çok derinden bağlı olduğu annesi ve ablasını okyanusun öte yakasında bırakıyor olmasının dışında aslında baş kahramanımızı zorlayan somut bir şey yok. Peder Flood adeta bir Hulusi Kentmen, onun için her bir şeyi ayarlamış. Gidiyor hoop diye güzelce bir işi var, patronu hem güzel hem içten hem de resmen ablalık yapıyor ona. Kalacak yer desek, onun gibi kızların kaldığı Bayan Keogh'un evinde mutlu mesut, şamatalı bir ortam. Herkes ona yardım etme çabasında. Hatta o sessizliği ve suratsızlığıyla bile pek sevimli bir genci kendine aşık da ediyor, artık güzel bir ilişkisi de var. Ama tabi insanın içinde ne yaşadığı da önemli, Eilis ilk gittiği zamanlarda resmen memleket-aile hasretinden hayalete dönüşüyor. Ama işte bunların hepsi kendine bir sevgili yapana kadar. Tony ile birlikte Eilis için Amerika anlam kazanmaya başlıyor.

Bu noktada Eilis'i bırakıp kendimden bahsetmeye başlayacağım. Çünkü bu filmle birlikte yeniden nefes aldım resmen. Uzun zamandır bir tuhaftım, hala daha öyleyim gerçi ama. Film izleyemiyorum, dizi izleyemiyorum, kitap okuyamıyorum. Hiçbir şeye çok uzun zaman ayıramıyorum. Sanki habire yapmam gereken başka bir şey varmış da onu boşluyormuşum gibi hissediyorum. Ya da gitmem gereken bir yer varmış da kaçırıyormuşum gibi. Kitabı açıyorum mesela, resmen tüm bir sayfaya göz gezdirip ne olmuş öğrenip - önemli bir şey oldu  mu bu sayfada gibi - ilerliyorum. Film izleyeyim diyorum, zorluyorum kendimi. Oturuyorum başına ama yok. Bir on dakika geçmiyor, çok gereksiz bir iş yapıyormuşum hissi yakamı bırakmıyor. Vaktim gidiyor gibi hissediyorum, başka bir şey yapmam gerekiyor başka bir şey ama ne bilmiyorum. Salak salak etrafıma bakınıyorum. Ha bu durumda bol vaktim varmış gibi göründü biliyorum ama aksine bu dediklerimin hiçbirini yapacak vakit bulamıyorum aslında. Sabahtan akşama yemek yapıyorum, evi topluyorum ve bunların hepsini peşimde bir adet 2 yaş bebeği ile, artı bir de kanepede midesi bulanıp duran bir hamile yenge ile yapıyorum. Yeğenim bir dakika bir tek başıma kalmama izin vermiyor, habire bir şey istiyor, bir şey yapalım istiyor. Bir yandan tepem atıyor yeter artık benim de bir hayatım var diye, bir yandan da vicdanım el vermiyor bu çocuğun günahı ne diye. Ancak o gecenin 12'sinde yatınca açıp bir şeyler izlemeye çalışabiliyorum. Tüm bunların ortasında da geçen gün dedim Erasmus'a başvurayım basayım gideyim ikinci dönem. Başvuruları gördüm çünkü. Ama bugün öğrendim, şimdi yaptığım başvuru gelecek sene içinmiş. Hem de bir dönemlik gidip uzatıp bir sene kalabiliyormuşum falan. Şimdilik başka bir falso çıkmazsa, işlemleri doğru düzgün hallettiğimde büyük ihtimalle seneye gidiyorum (dua edelim hep beraber).
İşte tüm bunları bilmezden önce, başvurumu yaparken ben kendimi tamamen bu göç etmiş, evinden yurdundan koparılmış zavallı Eilis ruh haline sokmuştum kendimi. Tamamen farkında olmayarak açıp bu filmi izledim. E izlerken de Eilis'le birlikte ağlamaktan içim dışıma çıktı. Sanki ben gittim zorla oralara, sanki o an o dakika beni bindirdiler o gemiye. Ulan sanki yıllardır hayalini kurduğum şeyi başarmışım, gidebilmişim de üstüne üzüntü yapıyorum, sıla hasreti tribi atıyorum. Ağladım durdum ama bir yandan da kızdım kendime. Manyak mıyım neyim ya.
yalnız kostümler, dönemin modası acayip hoşuma gidiyor, demiş miydim :)

Bunun dışında (oh içimi döktüm rahatladım), Eilis'in durumu bize oldukça yabancı. Gayet bağımsız, kendine güvenli (tamam ilk başlarda biraz sessiz içe kapanık mecburen ama o haldeyken bile aslında özgüvenli), genç bir kadın portresi çiziyor ve yaşadığı şeyleri yaşayış şekli, kararlarının sonuçları falan hiiiç bu topraklara göre değil. Ne yaptıın seeen diye peşinden namusunu temizlemeye gelen bir erkek akrabası yok misal. Kimse evinde otur çocuk yap demiyor. Kadınsın sen napıyorsun burda! da demiyor. Öyle bir ortam öyle bir film. Valla bana çok yabancı geldi. Allah allah dedim, bu Eilis'in de kafasına vurup ekmeğini alan olmaması ne de tuhaf bir durum dedim.
Baş kahramanımızla ilgili bu gibi durumların yanında Amerika'nın filmdeki propagandası olduka toz pembe. Herkes için yer var burada, herkese ekmek var. Sokaklarda özgürlük, eğlence, neşe, dans dans dans. Ohh what a wonderful worrrld!
Tabi bu kadar şeyden sonra filmi beğendim mi ne diyorum izleseniz mi, Saoirse Ronan kardeşimiz Oscar heykelciğini eline alıverir mi, pek açık bir şey demedim, doğru. Valla film benim uzun süren film diyetimden çıkmama yardım etti, o yüzden sevdim. Ama herkes için bir film değil. Baygınlık geçirenler olabilir ya da öff  bu ne diyenler de. İrlanda görmek için hiç izlemeyin, yok o kadar. Ama bazı şeyler güzel. Ha bir de Spotlight, Revenant falan dururken en iyi film demez akademi. Brie Larson'la Charlotte Rampling varken de Saoirse'ye en iyi kadını vermezler ama dedim ya bazı şeyler güzel, sevimli.

15 Ocak 2015 Perşembe

{2015 Oscarları} Bu senenin Oscar adayları

Yaklaşık yarım saat önce açıklanan adayların tam listesini http://www.oscars.org/ adresinden görebilirsiniz. Ben burada beni en çok heyecanlandıran kategorilerin adaylarını, En İyi Film, Kadın Oyuncu, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek ve Yardımcı Kadın Oyuncu adaylarını yayınlıyorum:

26 Şubat 2012 Pazar

Bir Oscar vaktine daha hoş gidiyoruz (2012 Oscarları)

Yetiştiremedim. Kabul ediyorum. Ama benim suçum değil. Bundan önceki her bir Oscar zamanı gayet boş (tamamen öğrenci) bir insan olduğum için adaylar belli olduktan sonraki 4-5 hafta oturur aheste aheste filmleri izler, düşünür, taşınır, töreni beklerdim. Ama bu sene haftanın 5 günü sabah 7.30'da çıktığım eve akşam 19.30'da geri döndüm. Akşamları yatağa devrilene kadar elimde kalan iki üç saatte ve haftasonları elime geçen güzel günlerde yüksek lisans ödevlerimle, tez önerimle uğraştığımdan 9 adayın ancak 5 tanesini izleyebildim. The Descendants, Moneyball, War Horse ve Extremely Loud&Incredibly Close hakkında hiçbir fikrim yok bu yüzden (var da işte ancak okuduklarımdan, fragmanlardan ve görüntülerden). Üstüne üstlük bu sene önümde bilgisayarım, elimde çikolatalı mısır gevreği kasemle kanepede kıvrılmış, töreni izliyor olamayacağım (her ayın 15'i o maaşı veriyor olmasalardı valla iki dakika durmazdım o işyeri denen yerde.). "Tekrarını veriyorlar ya nasıl olsa." diyor annem, evet tabi. Ertesi akşam veya ondan sonraki akşam ntv veya cnbc-e kırpılmış, kesilmiş, baltalanmış halde bir versiyonunu (bakın versiyonunu diyorum dikkatinizi çekerim, törenin kendisini değil) yayınlıyor, biz de izliyoruz. Tüm önemli anlar, sansasyon olmuş şeyler buhar olmuş oluyor. Neyse ne diyecektim onu söyleyip çekileyim. Hepsini izlememiş olabilirim ama, adaylar bunlarsa ve bunların arasında bir seçim yapmamız gerekiyorsa ben Hugo'yu seçiyorum ama Akademi The Artist diyecek. Bence.

{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 4 - The Tree of Life (2011)

-Söyleyeceklerimi demeden önce hemen belirteyim, izlediğim ilk Terrence Malick filmiydi. Oscar gibi bir sebep olmasa muhtemelen izlemeyecektim de. Sadece, eskiden birkaç kere The Thin Red Line'ı izlemeye niyetlendiğimi hatırlıyorum ama denememiştim.
-Bu adayımız da yine baya eskide, 1950'lerde geçiyor. Bu senenin modası buymuş demek ki.
-O kadar soğuktu ki film, görüntüler, dış sesler, sessizlik...Bu gibiydi.
-Habire bir yerlerin arkasından güneş parlıyor. İnsanın gözünü alıyor. Ve hep bir yerlere gökyüzü ya yansıyor ya da direkt göğe bakıyoruz.
-Bol bol su, okyanus, yüzen insanlar, kumaşlar, dalgalar...Bakın gene üşüdüm.
-Jessica Chastain'a gittikçe ısınıyorum. Hem The Help'de hem de burada mükemmeldi.
-Brad Pitt gibi bir insan, bu filmdeki gibi bir baba olunca hatlar karışıyor yalnız. Düşman başına.
-Herşey ama herşey sembollerden, özlü sözlerden, alıntılardan oluşuyor. Bir adamın, doğması, büyümesi, çocukluğu, iyiyi ve kötüyü keşfedişi, inancı kaybedişi, sorgulayışı..."Anne.Baba.İçimde hep savaş halindesiniz."
-Büyük ihtimalle ben birşey anlamadım.
-En iyi film dışında En iyi sinematografi (sanırsam biz buna görüntü yönetmenliği falan diyoruz) ve En iyi yönetmen dallarında adaylığı var filmin. Sinematografi dışında almaz gibime geliyor. Yok, yok almaz.

23 Şubat 2012 Perşembe

{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 3 - The Help (2011)

-Yine müzikleri ve kıyafetleriyle muhteşem olan bir dönemdeyiz The Help'te.
-ABD'nin bu siyahilerle ilgili maceralarını neredeyse onlardan daha iyi bilir hale geldik bu filmlerle, dizilerle.Bu filmde de konuya diğer bir açıdan,beyaz zenginlerin evlerinde her işi yapan, evi resmen ayakta tutan, çocuklara annelik yapan yardımcıların hikayesinden dalıyoruz.
-Romantik-komedi ya da komedi-kadın filmi gibi görünüp (o renklerde, o atmosferde) okkalı bir hayat-dram-gerçeklik filmi bu.Yani görüntüyle hikaye farklı gibi geliyor insana, kafamız karışıyor, gözlerimizden yaşlar dökülürken gülümsüyoruz.
-Ha evet deli gibi ağlıyoruz.
-Bir de artık devamlı dejavu yaşamaya başladım.Her hikayeyi başka bir yerde yaşamışım gibi.Mesela Aibie'nin oğlunun ölüm hikayesini dinlerken aynısını daha önce yaşadığıma eminim.Belki başka bir filmde, belki başka bir dizide.Ama tıpatıp aynı görüntü Aibie anlatırken gözümde canlandı.Hayal etmiş olamam herhalde.
-Hikaye Emma Stone'un karakteri Skeeter'ın hikayesiymiş ya da o anlatıyormuş gibi başlıyor ama değil.Yardımcıları yine yardımcıların anlatımından dinliyormuşuz aslında.
-En iyi film dışında 3 oscar adaylığı daha var filmin:En iyi kadın oyuncu ve iki tane en iyi yardımcı kadın oyuncu.Viloa Davis, Octavia Spencer ve Jessica Chastain daha birçok yerde ödüle adaydı ve aldı.
-Benim en iyi filmim değil,sanki yapı itibariyle Akademi'nin de olmayabilir.Hala The Artist'i seçebilirlermiş gibi geliyor.Hem daha The Tree of Life'ı ve Extremely Loud & Incredibly Close'ı görmem lazım.

4 Şubat 2012 Cumartesi

{2012 Oscarları} Celebrate The Movies

Bu Oscar.com hakikaten duygu sömürüsü yapıyor. Bu kadar güzel mi hazırlanır bir reklam ya? İlkinden başlayıp, sonuncuya kadar ilerleyin siz de ama sakın benim yaptığım gibi Mel Gibson'ın mavi boyalı suratını görür görmez ağlamaya başlayıp, Forrest Gump'ın masum bakışlarının yanında "We showed you how to be true to yourself"i okuyunca hıçkırıklara kapılmayın. Sadece bakın, güzel bir şey.

29 Ocak 2012 Pazar

{2012 Oscarları} Akademi'ye selama başlıyoruz

Bu hafta böyle tuhaf bir şekilde geçince tabi bunu da kaçırdım. 26 şubatta yapılacak olan Oscar töreninde yarışacak filmler ve oyuncular açıklandı hafta başında. Yani sanırım hafta başındaydı, öyle hatırlıyorum. Son iki senedir olduğu gibi bu sene de en iyi film dalındaki adayları törenden önce izleyeceğim. E geçen sene blogdan gördüyseniz, birlikte izleyeceğiz demek oluyor bu. Bu sene belirlenen 9 adaydan 5 tanesi sinemalarımıza geldi, geriye kalan 3 tanesi 3, 10 ve 24 şubatta vizyona girecek burada. Bir tanesi ise benim bildiğim kadarıyla 16 mart gibi bir vizyon tarihine sahip bizim için. Adaylar şöyle :
  1. The Artist
  2. The Descendants
  3. Extremely Loud & Incredibly Close
  4. The Help
  5. Hugo
  6. Midnight in Paris
  7. Moneyball
  8. The Tree of Life
  9. War Horse
The Artist, Hugo, Midnight in Paris, Moneyball ve The Tree Of Life şimdiye kadar sinemalarımıza ulaştı. 3 şubatta War Horse, 10 şubatta The Help ve 24 şubatta da The Descendants geliyor yanlış değilsem. Extremely Loud & Incredibly Close ise 16 martta geleceği için şimdilik nette de kolay kolay bulunmuyor. Hugo'yu yaklaşık 5 hafta önce izlediğim için Akademi selamlarıma ben geriye kalan 7 filmle devam edeceğim. (Neverland'de Hugo : Hugo (2011))
Belki yine şaşırtmayacak Akademi ama olsun, bu bahaneyle güzel filmler izlemiş olacağız.
Ayrıntılı Oscar için : http://oscar.go.com/
Tüm adaylıklar için : http://www.imdb.com/oscars/nominations/

23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} AN EDUCATION (2009) - Eğitimin iyisi kötüsü olmaz.

Öncelikle bilinmesi gereken: İngiliz aksanı! Evet bir İngiliz aksanı çeşitliliği ve cümbüşü içerisinde olabileceğimiz bir film bizi bekliyor. Bunu öğrendik, heyecanlandık mı? Elbette. O zaman konu ne?
Orası çok basit. 16 yaşındaki lise öğrencisi ineğimiz Jenny, onu hayatlarından adeta vazgeçmişçesine Oxford'a hazırlayan annesi ve babası, Jenny'nin kuralcı edebiyat öğretmeni ile okul müdüresi, bordo arabalı zengin centilmen David, David'in ne idüğü belirsiz iş ortağı ve onun saf-salak durumundan hallice sevgilisi. Ve tabi 1960ların başında İngiltere, Paris. Müthiş dönem müzikleri ve kıyafetleri eşliğinde.
Esasında çoğu kez işlenmiş ve bilindik bir konuyu işlemesine rağmen, oldukça güzel anlatılmış olması; tüm filmin tıkır tıkır işlemesine, istenen mesajın içten ve karakterlere de yapıldığı gibi izleyenin beynine de tecrübe ettirilerek kazınmasına, oyuncuların su gibi akmasına sebep olmuş. Önce ilk yarıda tereddütle de olsa göklere çıkarıp sizi, ikinci yarıda aynı hızla olmasa da adım adım yere geri atıyor film. O ilk zamanlardaki mutlu eden, herşey ne kadar da peri masalı dedirten durumda bile insanın içinde hep bir 'aha şimdi adam psikopat çıkacak, ah ah vah vah şimdi kötü birşey olacak' vesvesesi sürmüyor değil tabi. Sonuçta biz de biliyoruz ki hiçbir şey bu kadar güzel olamaz ve insanın hayal ettikleri için - jenny'nin de dediği gibi- kestirme bir yol yok. Filmde bu durum her iki tarafa da saygılı olunacak bir şekilde gösteriliyor. Yani hem hayatı yaşamak istediğini düşünen gencimiz açısından hem de ona eğitimin ve emek göstermenin bir şekilde gerekli olduğunu kabul ettirmeye çalışan okul tarafındakiler açısından. Haklı olan kim peki diye bir tereddüt bırakmıyorlar filmin sonunda gerçi, kendi açılarından.
Başroldeki Carey Mulligan'ı görünce en başta bir tanıdıklık hissi oluşması ise normal. Bir süre sonra ister istemez insanın aklında bir kikirdeyip kıkırdayan Lydia ve Kitty Bennet görüntüsü beliriyor. Zaten yanıbaşından ayrılmayan bir Rosamund Pike - Jane Bennet da - varken, romantik gözler, elleri belinde söylene söylene gelecek bir anne Bennet olsun veyahut da leylek boynu önde bir kemik torbası Elizabeth olsun görmeyi umuyor her an. Heyhat, onların yerine bilmiş kızıyla düzeyli bir şekilde atışan baba figüründe döktüren bir adet Alfred Molina ile komikliği insanı acımaya vardıran saf salaklığı yer aldığı her sahneyi çalan bir Rosamund Pike elimize sunulmuş. Pek de güzel olmuş. Hülyalı bakışlarıyla Romeo misali ortada gezinen Peter Sarsgaard'a hiç birşey demiyorum. İçim bir tuhaf oluyor. Ağlasam mı elime odun alıp dövsem mi bilemiyorum. Onu aklımdan silmek istiyorum. Öyle diyeyim.

Carey Mulligan ayrıca en iyi kadın oyuncu Oscar ödülüne adaydı, tabiki Sandra Bullock'a kaybetti. An Education en iyi film olmalı mıydı peki? Daha iyileri vardı herhalde. Kötü olduğu anlamına gelmiyor, kesinlikle, çok iyiydi. Ama almadı ödülü doğal olarak.
Of Jenny off !

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...