jessica chastain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jessica chastain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2019 Pazar

Woman Walks Ahead (2017)

1890 yılında önce New York'tayız. Catherine Weldon bir 19.yy. kadını olarak hayatında ilk defa kendini özgür hissediyor. Bir kadın olarak mülkiyeti hep başkalarının elinde olmuş, önce babasında, evlendirildikten sonra da kocasında. O yüzden kocası vefat edince artık özgürdür. İlk defa hayallerinin peşinden gitmeyi düşünüyor, daha önce senatörlerin bile portrelerini yapmış olmasına rağmen bir türlü tam zamanlı bir ressam olamamasının acısını çıkarmak üzere vahşi batıya doğru yola düşüyor. Ünü amerika kıtasını bile aşmış olan kızılderili şefi Oturan Boğa'nın resmini yapmak için kendini maceranın kollarına atıyor.
Hepimiz Oturan Boğa'nın adını bir şekilde biliyoruz değil mi? Çocukluğumuzdan beri aklımıza yerleşen o vahşi batı filmlerindeki karikatürize edilmiş kızılderili simgesinin temsil ettiği her şeyi birleştirebileceğimiz bir figürdü hep. Oysa büyümeye başlamamızla gerçekte olan şeyleri anlamaya başladık. Her şey o filmlerde anlatılanlar gibi değildi. 
Ve bu filmin hikayesi de aslında gerçekten yaşanmış, gerçek insanların yaşadıkları şeyleri anlatıyor. Belki tam olarak filmin anlattığı gibi değil yaşananlar veya insanlar ama film yine de o döneme, kendilerine amerikalı diyen bir topluluğun işgal ettiği kıtadaki insanlara avlanacak hayvan sürüsüymüş gibi davranmış olmasına dair fikir edinebilmemizi sağlıyor (https://time.com/5325716/woman-walks-ahead-true-story-fact-fiction/).
Gerçek Oturan Boğa
Bu da gerçek Catherine Weldon
Bizim Oturan Boğa olarak bildiğimiz kızılderili şefinin kendi dilinde ismi Tatanka Iyotake. 1831 civarında bugünkü Güney Dakota eyaletinde doğmuş. Bir Lakota yerlisi. Hayatı tam da Amerika'ya yerleşen göçmenlerin habire yerlilerin topraklarını çaldığı, gasp ettiği ve her buldukları fırsatta da yerlileri öldürdüğü, buna karşılık da bir kızılderili direnişinin ortaya çıktığı döneme denk geliyor. Tüm yaşam biçimlerine kasteden bu açgözlü insanlara karşı artık kızılderililer toplanmaya başlıyor ve bizim boğa da tüm karizmatik kişiliğiyle kızılderili tarihinde ilk defa Sioux kabilelerini bir araya toplayan ilk şef oluyor.
Film tam da bu direnişin alevlendiği yılda, Catherine Weldon'ın Oturan Boğa'nın resmini yapmak üzere kızılderililerin arasında yaşamaya gitmesini anlatıyor (https://www.imdb.com/title/tt5436228/). Amerika halkı arasında da artık biz bu kızılderililere ne yapıyoruz denmeye başlanmış. Birçok insan tüm bu toprak gasplarına falan karşı çıkıyorken, yıllardır kızılderililerle ölüm kalım mücadelesine girişmiş çok acı şeyler görüp yaşamış olanlarsa onlardan kurtulma çabasına devam etmeye çalışıyor.
Film kızılderililerle ilgili bu şekilde gerçekçi bir bakış açısı sunmasının yanında bir kadına dair de güzel şeyler anlatıyor. Catherine'in topluma uymak, içindeki kişiliğini bastırmak zorunda olmasının, kendini hep bir adamın himayesinde hissettirilmesinin ne demek olduğunu anlayabiliyoruz biz de. Hissedebiliyoruz. Onunla birlikte özgürlüğe doğru yola çıkıyoruz. Ama yine onunla birlikte özgür olmanın, özgür olabilmek için cesur olmanın ne demek olduğunu da anlıyoruz.
Catherine Weldon gibi bir karakter için Jessica Chastain gibi bir kadın da süper olmuş. Hem kırılgan, hem kendini zorlayan, hem de sağlam durabiliyor. Ama sanırım en büyük işi Oturan Boğa'yı karşımıza ilk defa böyle çıkaran Michael Greyeyes yapmış. O güçlü kişiliği de görebiliyoruz, yaşananların omuzlarına yükledikleriyle beraber o pes etmişliğini de. Çaresizliği yenilmiş gibi değil de doğal akışındaymış gibi kabul edişini izliyoruz.
Hikayesi de tertemiz ilerliyor filmin. Görüntülerle birlikte her şey hem acı verici oluyor hem de çok güzel. İyi anlatılmış, iyi bir film gösteriyor bize. Ara ara takıldığı noktalar, teklediği yerler oluyor tabi ama iyi niyetle yapılmış düzgün bir hikaye dinliyoruz en nihayetinde.

Bu arada filmin ismi "Woman Walks Ahead", önden yürüyen kadın demek. Catherine'e yerlilerin verdiği isim bu, filmde.

20 Haziran 2017 Salı

The Disappearence of Eleanor Rigby : Them (2014)

İnanın nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Neresinden anlatılır, ne denir, hiç bilemiyorum. Çünkü kendimi bu kadar saçma bir durumda bulduğum çok az film oluyor. Hani ne kadar kötü olursa olsun izlediğim, denk geldiğim film, gene de diyebilecek bir şey oluyor normalde. Ama bunun için, inanın çok karmaşık bir haldeyim. En iyisi mi ben de kendi hikayemi başa sarayım.
İlk cümlem şu olacak: James McAvoy'u çok severim. İlk defa Becoming Jane'de izleyip filmlerinin, yaptığı işlerin peşine düştüğümden beri 10 sene geçmiş. Bu 10 sene içinde en oynadığı birkaç film dışında nerede ne oynadıysa izledim. İlk başta kendine hayran bırakan oyunculuğuydu, sonra zaman ilerledikçe kişiliğini de sevdim (ha diyeceksiniz kişiliğine dair gördüğün ne varsa hepsi gene de bir kamera önünde oluyor olduğu gerçeğini barındırıyor, bu durumda hakikaten de gerçek kişiliğini görebilmiş misindir, haklısınız). Jessica Chastain'i ise tam olarak hangi noktada beğenmeye başladım emin değilim. Herhalde sırf Oscar adaylığı yüzünden izlemek üzere açtığım ve bir daha kesinlikle bir Terence Malick eziyetine daha katlanmayacağımı anladığım The Tree of Life'ta görmüş olabilirim ilk defa. Onunla tanışmam nispeten yeni olsa da fiziksel olarak ve taşıdığı havadan dolayı Chastain'i beğenirim ve oyunculuğundan çok, kadını seyretmeyi seviyorum. Değişik, böyle uçuşan bir havası var. Ama aynı zamanda hep de demir gibi duruyor. Haa öte yandan, onun da gerçek hayatında - benim gibi bir için - çok çekilmez bir insan olduğunu düşünüyorum kendimce. Çok gıcıktır bence yani.
Hah işte bu yüzden bu iki ismi bir filmde, hem de filmin her yerdeki tanıtımlarında "aşk hikayesi" gibi bir konu içinde görünce 3-4 yıl önce, ooo dedim tamam şahane, izlenir bu. Ve süper de bir Beatles şarkısıdır Eleanor Rigby. Ama fragmanları falan da izledikçe, hımm belki tam benlik olmayabilir, neyse bir dursun bir kenarda dedim. Zaten bu yazan ve yöneten Ned Benson isimli şahıs filmi belli ki festivaller için yapmıştı, dahası iki baş karakterin bakış açısından iki ayrı montajını yapıp, göstermişti. Him ve Her olarak. Sonradan iki versiyonu harmanlayıp tek bir normal film gibi Them adıyla gösterime sokmuştu. Bakın gene de umudum vardı. Fragmanlar öyle uyuz görünüyor ama dedim, böyle erkek-kadın bakış açıları falan ooo belki de şöyle esaslı bir aşk hikayesi izleyeceğizdir. İşte böyle böyle, başıma geleceği içten içe bilsem de kabul etmek istemeye istemeye, sonunda ne izlesem kurasından önceki gün bu çıktı.
Bir aşk hikayesi değil. Alakası bile yok. İki genç insanın birbirlerine nasıl aşık oldukları, sonra ayrıldıkları ve her zorluğu aşıp, üstesinden gelip nasıl aşklarına geri döndüklerinin hikayesi falan hiç değil. Neredeyse 7 yıldır birlikte, evli falan olan bir çiftin bebek yaştaki çocuklarını bilemediğimiz bir sebepten kaybetmeleri üzerine kadının yasa bürünmesi, adamın yası ve acıyı reddetmesi, bunun üzerine kadının sen ne odunsun bebeğimiz öldü ben mahvoluyorum diye çemkirip intihar etmeye çalışması, kurtulup ailesinin yanına taşınması ve orta yaş bunalımına girmesi, yani şimdi hayatta ne yapsam gitsem evlendim diye yarım bıraktığım tezimi mi yazsam Paris'te yoksa babamın kodaman arkadaşlarının ayarlamasıyla evin yakınındaki üniversitede tamamen alakasız bir derse mi girmeye başlasam, saçımı mı kestirsem, ben kimim bunalımlarına girmesi. Tabi bu sırada adamımızın da bir yandan kimlik bunalımındaki karısını geri kazanmaya çalışması, restaurantının batıyor olması, falan filan.
Şimdi böyle bir konu üzerine film yaptıysan, bunu bir aşk hikayesi diye lanse etmeyeceksin. Çünkü aslında bebeğini kaybeden bir çiftin bu duruma nasıl tepki gösterdiği senin konun. Aralarında öyle dillere destan bir aşk göremediğimiz gibi, bu yaşadıkları o kadar yapay ve vasat geliyor ki, ulan sizin derdinizin içine edeyim oluyorsunuz. Sen ne anlayacaksın öküz diyebilirsiniz. Haklısınız, böylesi kötü bir durumu anlayamam, umarım, dualar ediyorum ki hiç bir zaman anlamam. Hiçbiriniz de yaşamayın inşallah, orası ayrı. Ama bu kadar şahane iki oyuncuyla bu kadar köklü bir acıyı izleyiciye geçirtemeyen bir film nasıl yapılır, benim derdim o. Zaten dediğim gibi, en başta bir kendimi salak yerine konulmuş hissettim. Ne izleyecektim ne izledim. Sonrasında da sinirlendim. Çünkü bu üst sınıftan, böyle zenginlik içinde yüzen, bir elleri yağda bir elleri balda, New York'un ortasında bisikletleriyle gezinen, metrodan inip tramvaya binen, taksiye atlayıp dolaş sen şehri bir yere gideriz diyebilen beyaz amerikalıların acıları insanı deli ediyor. Evet çok kötü bir acı ama onların bunu yaşıyor olduğunu gösteren bir film yapmak saçma geliyor. Ne demek istediğimi tam anlatamadım burada ama ne yapayım artık.
Bir de montaj sıkıntısı var tabi. Özet akışını okuyunca aslında Him ve Her versiyonlarının daha anlaşılır olduğunu gördüm. Hatta direkt Him versiyonu çok daha etkili bir tek başına film olabilirmiş. Ama Them haline gelen görüntüler bütününden bir şey anlamak, takip etmek, birbirine mantıklı bir şekilde bağlamak mümkün değil. Boşluklarda yüzüyorsunuz. Hayal gücünüze kalıyor artık kim neyi nerede neden öyle yaptı diye.
Cümlelerce kafanızı ütüledim biliyorum. Ama çok saçma. Hakikaten çok saçma ya. Neden böyle bir film yapmak istemiş, neden böyle bir film yapmış Ned Benson kişisi? Dahası neden ve nasıl alet etmiş güzel oyuncuları? Gerçi Jessica Chastain böyle filmlerin insanı gibi duruyor, var ondan o gıcıklık ama James ya sen? Ve ben neden izledim?
İzlemeyin, kesinlikle. Hiçbir versiyonunu. Saçmalık.

26 Şubat 2012 Pazar

{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 4 - The Tree of Life (2011)

-Söyleyeceklerimi demeden önce hemen belirteyim, izlediğim ilk Terrence Malick filmiydi. Oscar gibi bir sebep olmasa muhtemelen izlemeyecektim de. Sadece, eskiden birkaç kere The Thin Red Line'ı izlemeye niyetlendiğimi hatırlıyorum ama denememiştim.
-Bu adayımız da yine baya eskide, 1950'lerde geçiyor. Bu senenin modası buymuş demek ki.
-O kadar soğuktu ki film, görüntüler, dış sesler, sessizlik...Bu gibiydi.
-Habire bir yerlerin arkasından güneş parlıyor. İnsanın gözünü alıyor. Ve hep bir yerlere gökyüzü ya yansıyor ya da direkt göğe bakıyoruz.
-Bol bol su, okyanus, yüzen insanlar, kumaşlar, dalgalar...Bakın gene üşüdüm.
-Jessica Chastain'a gittikçe ısınıyorum. Hem The Help'de hem de burada mükemmeldi.
-Brad Pitt gibi bir insan, bu filmdeki gibi bir baba olunca hatlar karışıyor yalnız. Düşman başına.
-Herşey ama herşey sembollerden, özlü sözlerden, alıntılardan oluşuyor. Bir adamın, doğması, büyümesi, çocukluğu, iyiyi ve kötüyü keşfedişi, inancı kaybedişi, sorgulayışı..."Anne.Baba.İçimde hep savaş halindesiniz."
-Büyük ihtimalle ben birşey anlamadım.
-En iyi film dışında En iyi sinematografi (sanırsam biz buna görüntü yönetmenliği falan diyoruz) ve En iyi yönetmen dallarında adaylığı var filmin. Sinematografi dışında almaz gibime geliyor. Yok, yok almaz.

23 Şubat 2012 Perşembe

{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 3 - The Help (2011)

-Yine müzikleri ve kıyafetleriyle muhteşem olan bir dönemdeyiz The Help'te.
-ABD'nin bu siyahilerle ilgili maceralarını neredeyse onlardan daha iyi bilir hale geldik bu filmlerle, dizilerle.Bu filmde de konuya diğer bir açıdan,beyaz zenginlerin evlerinde her işi yapan, evi resmen ayakta tutan, çocuklara annelik yapan yardımcıların hikayesinden dalıyoruz.
-Romantik-komedi ya da komedi-kadın filmi gibi görünüp (o renklerde, o atmosferde) okkalı bir hayat-dram-gerçeklik filmi bu.Yani görüntüyle hikaye farklı gibi geliyor insana, kafamız karışıyor, gözlerimizden yaşlar dökülürken gülümsüyoruz.
-Ha evet deli gibi ağlıyoruz.
-Bir de artık devamlı dejavu yaşamaya başladım.Her hikayeyi başka bir yerde yaşamışım gibi.Mesela Aibie'nin oğlunun ölüm hikayesini dinlerken aynısını daha önce yaşadığıma eminim.Belki başka bir filmde, belki başka bir dizide.Ama tıpatıp aynı görüntü Aibie anlatırken gözümde canlandı.Hayal etmiş olamam herhalde.
-Hikaye Emma Stone'un karakteri Skeeter'ın hikayesiymiş ya da o anlatıyormuş gibi başlıyor ama değil.Yardımcıları yine yardımcıların anlatımından dinliyormuşuz aslında.
-En iyi film dışında 3 oscar adaylığı daha var filmin:En iyi kadın oyuncu ve iki tane en iyi yardımcı kadın oyuncu.Viloa Davis, Octavia Spencer ve Jessica Chastain daha birçok yerde ödüle adaydı ve aldı.
-Benim en iyi filmim değil,sanki yapı itibariyle Akademi'nin de olmayabilir.Hala The Artist'i seçebilirlermiş gibi geliyor.Hem daha The Tree of Life'ı ve Extremely Loud & Incredibly Close'ı görmem lazım.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...