james mcavoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
james mcavoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2017 Salı

The Disappearence of Eleanor Rigby : Them (2014)

İnanın nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Neresinden anlatılır, ne denir, hiç bilemiyorum. Çünkü kendimi bu kadar saçma bir durumda bulduğum çok az film oluyor. Hani ne kadar kötü olursa olsun izlediğim, denk geldiğim film, gene de diyebilecek bir şey oluyor normalde. Ama bunun için, inanın çok karmaşık bir haldeyim. En iyisi mi ben de kendi hikayemi başa sarayım.
İlk cümlem şu olacak: James McAvoy'u çok severim. İlk defa Becoming Jane'de izleyip filmlerinin, yaptığı işlerin peşine düştüğümden beri 10 sene geçmiş. Bu 10 sene içinde en oynadığı birkaç film dışında nerede ne oynadıysa izledim. İlk başta kendine hayran bırakan oyunculuğuydu, sonra zaman ilerledikçe kişiliğini de sevdim (ha diyeceksiniz kişiliğine dair gördüğün ne varsa hepsi gene de bir kamera önünde oluyor olduğu gerçeğini barındırıyor, bu durumda hakikaten de gerçek kişiliğini görebilmiş misindir, haklısınız). Jessica Chastain'i ise tam olarak hangi noktada beğenmeye başladım emin değilim. Herhalde sırf Oscar adaylığı yüzünden izlemek üzere açtığım ve bir daha kesinlikle bir Terence Malick eziyetine daha katlanmayacağımı anladığım The Tree of Life'ta görmüş olabilirim ilk defa. Onunla tanışmam nispeten yeni olsa da fiziksel olarak ve taşıdığı havadan dolayı Chastain'i beğenirim ve oyunculuğundan çok, kadını seyretmeyi seviyorum. Değişik, böyle uçuşan bir havası var. Ama aynı zamanda hep de demir gibi duruyor. Haa öte yandan, onun da gerçek hayatında - benim gibi bir için - çok çekilmez bir insan olduğunu düşünüyorum kendimce. Çok gıcıktır bence yani.
Hah işte bu yüzden bu iki ismi bir filmde, hem de filmin her yerdeki tanıtımlarında "aşk hikayesi" gibi bir konu içinde görünce 3-4 yıl önce, ooo dedim tamam şahane, izlenir bu. Ve süper de bir Beatles şarkısıdır Eleanor Rigby. Ama fragmanları falan da izledikçe, hımm belki tam benlik olmayabilir, neyse bir dursun bir kenarda dedim. Zaten bu yazan ve yöneten Ned Benson isimli şahıs filmi belli ki festivaller için yapmıştı, dahası iki baş karakterin bakış açısından iki ayrı montajını yapıp, göstermişti. Him ve Her olarak. Sonradan iki versiyonu harmanlayıp tek bir normal film gibi Them adıyla gösterime sokmuştu. Bakın gene de umudum vardı. Fragmanlar öyle uyuz görünüyor ama dedim, böyle erkek-kadın bakış açıları falan ooo belki de şöyle esaslı bir aşk hikayesi izleyeceğizdir. İşte böyle böyle, başıma geleceği içten içe bilsem de kabul etmek istemeye istemeye, sonunda ne izlesem kurasından önceki gün bu çıktı.
Bir aşk hikayesi değil. Alakası bile yok. İki genç insanın birbirlerine nasıl aşık oldukları, sonra ayrıldıkları ve her zorluğu aşıp, üstesinden gelip nasıl aşklarına geri döndüklerinin hikayesi falan hiç değil. Neredeyse 7 yıldır birlikte, evli falan olan bir çiftin bebek yaştaki çocuklarını bilemediğimiz bir sebepten kaybetmeleri üzerine kadının yasa bürünmesi, adamın yası ve acıyı reddetmesi, bunun üzerine kadının sen ne odunsun bebeğimiz öldü ben mahvoluyorum diye çemkirip intihar etmeye çalışması, kurtulup ailesinin yanına taşınması ve orta yaş bunalımına girmesi, yani şimdi hayatta ne yapsam gitsem evlendim diye yarım bıraktığım tezimi mi yazsam Paris'te yoksa babamın kodaman arkadaşlarının ayarlamasıyla evin yakınındaki üniversitede tamamen alakasız bir derse mi girmeye başlasam, saçımı mı kestirsem, ben kimim bunalımlarına girmesi. Tabi bu sırada adamımızın da bir yandan kimlik bunalımındaki karısını geri kazanmaya çalışması, restaurantının batıyor olması, falan filan.
Şimdi böyle bir konu üzerine film yaptıysan, bunu bir aşk hikayesi diye lanse etmeyeceksin. Çünkü aslında bebeğini kaybeden bir çiftin bu duruma nasıl tepki gösterdiği senin konun. Aralarında öyle dillere destan bir aşk göremediğimiz gibi, bu yaşadıkları o kadar yapay ve vasat geliyor ki, ulan sizin derdinizin içine edeyim oluyorsunuz. Sen ne anlayacaksın öküz diyebilirsiniz. Haklısınız, böylesi kötü bir durumu anlayamam, umarım, dualar ediyorum ki hiç bir zaman anlamam. Hiçbiriniz de yaşamayın inşallah, orası ayrı. Ama bu kadar şahane iki oyuncuyla bu kadar köklü bir acıyı izleyiciye geçirtemeyen bir film nasıl yapılır, benim derdim o. Zaten dediğim gibi, en başta bir kendimi salak yerine konulmuş hissettim. Ne izleyecektim ne izledim. Sonrasında da sinirlendim. Çünkü bu üst sınıftan, böyle zenginlik içinde yüzen, bir elleri yağda bir elleri balda, New York'un ortasında bisikletleriyle gezinen, metrodan inip tramvaya binen, taksiye atlayıp dolaş sen şehri bir yere gideriz diyebilen beyaz amerikalıların acıları insanı deli ediyor. Evet çok kötü bir acı ama onların bunu yaşıyor olduğunu gösteren bir film yapmak saçma geliyor. Ne demek istediğimi tam anlatamadım burada ama ne yapayım artık.
Bir de montaj sıkıntısı var tabi. Özet akışını okuyunca aslında Him ve Her versiyonlarının daha anlaşılır olduğunu gördüm. Hatta direkt Him versiyonu çok daha etkili bir tek başına film olabilirmiş. Ama Them haline gelen görüntüler bütününden bir şey anlamak, takip etmek, birbirine mantıklı bir şekilde bağlamak mümkün değil. Boşluklarda yüzüyorsunuz. Hayal gücünüze kalıyor artık kim neyi nerede neden öyle yaptı diye.
Cümlelerce kafanızı ütüledim biliyorum. Ama çok saçma. Hakikaten çok saçma ya. Neden böyle bir film yapmak istemiş, neden böyle bir film yapmış Ned Benson kişisi? Dahası neden ve nasıl alet etmiş güzel oyuncuları? Gerçi Jessica Chastain böyle filmlerin insanı gibi duruyor, var ondan o gıcıklık ama James ya sen? Ve ben neden izledim?
İzlemeyin, kesinlikle. Hiçbir versiyonunu. Saçmalık.

21 Nisan 2015 Salı

21 nisan

Bazı insanların enerjisini, o güzel kişiliklerini taa kilometrelerce öteden, bir sinema perdesinden, bir tv ekranından bile hissedebilirsiniz. James de benim için böyle. Belki tamamen yanlış düşünüyor, yanlış hissediyor olabilirim, evet böyle bir olasılık her zaman var. Ama onunla ilk tanıştığım "Becoming Jane"den beri hep çok sevimli, yaramaz bir çocuk-adam gibi geliyor bana ve onu izlemek, onun oyunculuğunu izlemek hep mutlu ediyor.
İyi ki doğmuş da, onu izleme şansım olmuş.

16 Haziran 2013 Pazar

James Mcavoy filmlerinde bu sene : Danny Boyle'un "Trance"ı

Blogun benim için var oluş amacını bile unutacaktım şu son bir iki haftada. Bir silkinip kendime geldim, öyle durmakla, haberleri, interneti, yazılanları, söylenenleri, bağırılanları takip etmekle olmayacak. Gördüğüm o. En iyisi üretmeye çalışmaya, düşünmeye, paylaşmaya devam etmek. Çünkü sanırım bu işi, bu düşünme, üretme işini bıraktığımızda insan olmaktan çıkacağız, ki bu sıralar hep birlikte içinden geçmekte olduğumuz yol bu gibi. O yüzden kendimi topladım ve devam ettim.
Bugün çıkıp sinemaya gittim. James'in bu seneki filmlerinden merakla beklediğim "Trance" vizyona girdi çünkü, "Man of Steel" nasıl olsa bir #blockbuster#, daha haftalarca gösterimde kalır ama Trance'ın böyle bir şansı olacağını zannetmiyorum, yakaladım yakaladım.
Danny Boyle filmlerine çok aşina değilim diye düşünüyordum filme girerken. Lisede apartmanın karşısındaki videocudan The Beach'i alıp izlemiştim, bir de 2 sene önceki Oscarlar için 127 Hours'ı görmüştüm. Ama yine de ufaktan Boyle imzasını filmin içinde hissettim. Yıllarca film izledikten sonra artık insan ister istemez yönetmenin görüntülerine alışmış oluyor, fark etmeden de olsa aynı geçişleri, aynı açıları, aynı görüntüleri yakalıyorsunuz.
Trance'ta da Boyle'un insan zihni ve psikoloji içine yolculuğu devam ediyor gibi. Beynimizin ne kadar karmaşık ve savunmasız olduğunu gösteriyor bir yandan. Hipnozla anılarımızı değiştirebileceklerini, kilitli bir kutuya koyduğumuz anıları nasıl da  fark ettirmeden bizden alabileceklerini görüyoruz. Jim Carrey'nin Eternal Sunshine...'da bir film süresi boyunca uğraşıp da silemediği duyguların bir hipnoz seansıyla kolaylıkla uçup gittiğini gösteriyor hatta Boyle bize, belki de en güzel yanı bu. İçinizdeki o bir türlü gitmeyen, kazısanız da, koparıp atsanız da sizi terk etmeyen, hep zayıf noktanız olan anılarınızın bir parmak şıklatması kadar kolaylıkla gidebiliyor olması hoş birşey tabi.
bahse konu "Witches in the Air"
Simon Newton da hipnozla, hatırlayamadığı bir anısını hatırlamaya çalışıyor Trance'da. Bir müzayede evinde çalışan Simon oldukça değerli bir parça olan bir Goya tablosunun açık artırması sırasında hırsızlar tarafından başından yaralanıyor. Öyle bir darbe ki bu, iş birliği yaptığı hırsızlardan bile sakladığı tabloyu nereye koyduğunu hatırlayamıyor. Elebaşı Franck, doktorlara etrafa sorup soruşturuyor böyle bir durumda tedavi nedir diye. Hipnoza rastlıyor ve tutuyor kolundan Simon'ı doktor Elizabeth Lamb'in hipnoz seansına götürüyor. Ve onlarla birlikte biz de başlıyor anlamaya Simon'ın karmakarışık beyninin içinde yol alıp, güzelim tablonun nerede olduğunu öğrenmeye çalışmaya.
Francisco de Goya'nın bende yeri ayrıdır zaten. Hem böyle içinden sanat geçen filmlere bayılırım, üstüne bir de Goya gelince daha da ısındım filme doğal olarak. 2007'de Goya's Ghosts'u da tek başıma izlemiştim sinemada, yine bir Goya'da alıp başımı gitmiş oldum.
James'i tarafsız olarak eleştiremeyeceğim ama Rosario Dawson'a gözüm alışmadı nedense film boyunca. Oynuyor aslında, iyi de oynuyor ama bu rol için Eva Green'i falan düşündükleri yazıyor Imdb'de, ben onu görsem daha iyi olurdu diyorum mesela.
Karanlık bir film gibi görünüyor ama değil Trance. Daha çok ters köşelerle, kimin doğruyu kimin yalanı söylediğiyle, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğuyla dolu bir film. Müzikleri ise bence oldukça güzeldi. Ya da belki sahnelere doğru yerleştirilmiş olmalarından dolayı hoşuma gittiler, The Beach'i hatırlattı çoğu kere. Leo gençti, biz küçüktük, ne güzeldi o zamanlar.

Filmin müziklerini şöyle bir dinleyebilirsiniz siz de:

21 Nisan 2013 Pazar

21 nisan

Bir keresinde anlatmıştı James. Okuldayken hoşlandığı kız bir oyunda-tiyatro oyununda mı bir dizide mi ufak bir filmde mi ne oynuyor diye o da gidip yazılmış bu işe. Sırf kızı etkileyebilmek, ona yakın olabilmek için ergence bir şeyler yapıyormuş yani kendince. Hiç öyle oyuncu olayım edeyim diye bir düşüncesi yokmuş, niyeti de yokmuş. Gideyim kızı etkileyeyim mantığında, atlamış bu işe.
Öyle rahat, öyle eğlenceli bir insan o. 21 nisan da doğumgünü gene.

10 Kasım 2012 Cumartesi

James'ten son haberler

En son Welcome To The Punch ve Trance'tan birkaç fotoğraf görünmüştü. En son habere göre ise Wikileaks şeysi (artık neysi ben bilemedim, sahibi mi kurucusu mu yayıncısı mı sızdırıcısı mı ünlüsü mü belli değil) Julian Assange ile bir biyografiden yola çıkılarak yapılacak olan bir filmde James, Assange'ın sağ kolu maiyetindeki kişi Daniel Domscheit-Berg'i canlandıracakmış. Assange'ı ise Benedict Cumberbatch oynayacak. Filmle, prodüksiyonla ilgili henüz başka bir bilgi yok. Ki bu arada James'i 2013'te göre göre bir hal olacağız : Welcome To The Punch, Filth, The Disappearance of Eleanor Rigby'nin iki ayrı bölümünde ve Trance'ta olmak üzere. Yeni X-Men filmi de sonraki seneye, hiç kaçarı yok.


(Haberimizin kaynağı James-McAvoy.org)

21 Nisan 2012 Cumartesi

21 nisan

Altın Yol'da yürüdü, gazeteci olup intihar etti, bisiklet sürdü, tekerlekli sandalyede dans etti, hırsıyla kendi kendini öldürdü, masum bir çocuğu uyutup sonra pişman oldu, diktatörlerden kaçan doktor oldu, duygulu dalavereci oldu, üniversitenin en ineği oldu, parası yoktu ama aşık oldu, sınıf farklılığına aldırmadı gene aşık oldu,  mermilere falso attırdı, tolstoy'un yardımcısı oldu hayatı öğrendi, en adilin içindeki adaletsizlikle savaşıp yenildi, beynine yöneldi sonra, düşünceleriyle gemileri yönlendirdi...
Ama hep ağladı. O masmavi gözleri, insanın içini allak bullak eden gözyaşlarını döktü her seferinde. Hep ağladı.
O ağladı, dünya durdu.

23 Ağustos 2011 Salı

The Conspirator (2010)

John Wilkes Booth, 14 Nisan 1865'te Amerika'nın 16.başkanı olan Abraham Lincoln'ü, Ford's Tiyatrosu'nda başının arkasından bir kurşunla öldürdüğünde herhalde gayet mantıksızca bir şekilde güneyin Konfederasyon ordularının bir şansı olduğunu veya olacağını düşünüyordu. Bu yaptığı, mantıksızlığının dışında tarihe adını yazdıracağı bir olaydı da. Amerika'nın suikastle öldürülen ilk başkanı yaptı Lincoln'ü, bu suikastin devamında ilk kadın idamının da gerçekleşmesine yol açmış oldu.
Senatör Johnson ile Frederick Aiken
Robert Redford'un James Mcavoy ve Robin Wright'ın rol aldığı bir Amerikan İç Savaşı dönemi filmi çekeceği haberleri nete düştüğünden beri setten fotoğraflarla, görüntülerle film hakkındaki merağımızı gidermeye çalışıyorduk. Ama ne yaparsak yapalım, okyanusun bu tarafında, hele ki Avrupa'nın dışına denk gelen bu topraklarda o dönemle ilgili bildiklerimiz bir hayli az. O yüzden James D.Solomon ve Gregory Berstein'ın senaryosunun ne anlattığını anlayabilmek için öncelikle tam da bahsettiğimiz tarihlerde Amerika topraklarında neler olduğunu bilmemiz gerek.
1861 yılında ABD Başkanı olarak göreve başlayan Lincoln, ilk olarak köleliği kaldırma sözü verdiği için köleliğin kaldırıldığını açıkladı. Ama 19. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken iş gücü Afrika'dan kaçırılıp getirilen siyah ırktan oluşan kölelerden sağlanmaktaydı. ABD'nin diğer bölgelerinde ekonomi sanayiye yönelmiş ve kölelik ortadan kalkmıştı. ABD'nin batı kesiminde hala yeni eyaletler kurulmaya devam ediyor ve bu yeni eyaletlerin çoğunda kölelik yasaklanıyordu. Bu ortamda güney eyaletleri köleliğin eninde sonunda güneyde de yasaklanacağından endişelenmekteydiler. Bu da güneyin yaşam tarzını kökünden tehdit ediyordu. Köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Lincoln, seçimi kazanınca güneyli 7eyalet (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) yeni başkanın köleliği kaldıracağına kesin gözle bakarak hemen ABD'den bağımsızlığını ilan ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis'in başkanlığı altında Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra buna 4 eyalet (Virginia, Arkansas, North Carolina ve Tennessee) daha katıldı. Bu toplam 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli union "birlik" tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Amerikan_%C4%B0%C3%A7_Sava%C5%9F%C4%B1)
İşte filmimiz de bu savaşa ait bir görüntüyle açılıyor. Kuzeyliler cephesinde savaşan Frederick Aiken, yaralıların toplandığı savaş alanında arkadaşı Nicholas Baker'ın gömleğinden tutmuş, bir fıkra anlatıyor. İkisi de ölümcül yaralanmış vaziyette, siperde sırt üstü yatıyorlar. Her taraf cesetlerle, yaralılarla ve kanla dolu. İlk görüntüler bize ilk mesajı da veriyor: Burada olağanüstü bir kıyım oldu. Önemli gördüğümüz bir dava uğruna canımızı verdik.
Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askeri başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Muharebesi önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. En sonunda 9 Nisan 1865 tarihinde kuzey orduları güneyli ünlü komutan Robert Edward Lee'nin ordularını birkaç koldan sardılar ve teslim olmaya mecbur bıraktılar.
Böylece 14 Nisan akşamı devletin ve ordunun ileri gelenleri ile birlikte bizim Aiken ve arkadaşı Baker ile William Hamilton, kutlama daveti için kulüpte yerlerini alırlar. Ama devletin başkanı bu sırada tam karşıdaki tiyatro binasında karısıyla birlikte bir oyun izlemektedir. Savaş nerdeyse bitmiştir, anlaşma sağlanmak üzeredir ve yeni bir ulus kurulmaktadır. Ama güneyin öfkeli komplocuları Booth ve onunla birlikte hareket eden Lewis Payne ile George Atzerodt yerlerini alır. Booth kapıda açtığı delikten Lincoln'ün kafasına ateş eder ve tiyatro sahnesine atlar, bağırır "Sic Semper Tyrannis (Her zaman zorbalar için)". Bu sırada Payne, Dışişleri Bakanı William H.Seward'ı bıçaklamış, Atzerodt da Başkan Yardımcısı Andrew Johnson'ı öldürmeye çalışmıştır. Sadece Booth başarılı olur ve zaten bir tek de o kaçabilir.
Aiken'ı uzun süre beklemiş olan Sarah Weston rolünde Alexis Bledel
Film suikastları tüm ayrıntısıyla başarılı bir şekilde göstermesinin yanında Lincoln'ün vurulduktan hemen sonra insanların omuzlarında tiyatronun karşısındaki Alman bir berberin evine taşınması da o kadar incelikli çekilmiş ki, o anda olayın ne kadar dışında bir insan olursanız olun herşey bir anda kafanıza dank ediyor. Aiken'ın taşınan Lincoln'ü takip eden gözleriyle birlikte siz de bazı şeylerin nasıl bir anda tam da tersi şeylere dönüştürülebileceğine tanık oluyorsunuz.
Frederick Aiken rolünde James Mcavoy
Suikastin hemen ardından Savaş Sekreteri gibi bir görevde olan Edwin Stanton hemen duruma el koyup, esasında olan birçok şeyin de yerine getirilmesini sağlıyor. Yani en azından filmin açıklıkla anlattığı bu. Hemen suçlular ve şüpheliler yakalanıyor. Savaşın bitmesine yakın barışın hayaliyle umutlanmış bir ulusun şimdi istediği acil bir intikam duygusu. Bunun için de aceleyle generallerden kurulu bir askeri mahkeme ile suçluların yargılanmasına başlanıyor.
Anna Surratt rolünde Evan Rachel Wood
Ama ufak bir sorun ortaya çıkıyor. Sanıklardan biri olan 40lı yaşlarındaki bir dul Mary Surratt, Maryland senatörü ve avukat olan Johnson'dan kendisini savunmasını istiyor. O da yanında çalışan çömez avukat Frederick Aiken'a veriyor işi. Bundan sonra filmin de anlattığı Aiken'ın dava süresince yaşadığı aydınlanma durumu.
Dönem filmi canavarı James
James Mcavoy, sonradan Washington Post editörü olacak olan Frederick Aiken rolünde öylesine mükemmel ki, Becoming Jane'den bu yana yaptıklarıyla, artık yapamayacağı, altından kalkamayacağı bir rol yok gibi görünüyor. En başta inandığı değerlere olan bağlılığı, savunmak istemediği şeylerin ortasına düştüğünde yaşadığı bocalama, ardından inançlarını sorgulaması ve nihayetinde gerçekte "devletin" ne olduğunun suratına çarpılmasıyla içine düştüğü o inanılmaz çaresizlik...
Suikastten yargılanan Mary Surratt rolündeki Robin Wright
Diğer yandan sessizce, etrafında dönenleri izleyen ama gene de mücadele eden fedakar anne halinde Robin Wright, hala tartışılan Mary Surratt'a hayat veriyor. Kızı Anna Surratt olarak Evan Rachel Wood en az onun kadar iyi. Ve tüm ölümcül kararları alan Edwin Stanton rolündeki Kevin Kline'ı tanımak mümkün değil. Öylesine çarpıcı bir şekilde o taş sertliğindeki adamı canlandırıyor ki, film çıkışında ondan nefret etmemiş çok az kişi vardır.
Edwin Stanton ve kurmayları hasar tespitinde
Gene de kötü adamların, masumların, kurbanların ya da katillerin olmadığı bir film bu. Öyle bir hikaye çünkü. İddia makamının avukatı Joseph Holt'un da tek bir cümleyle özetlediği gibi "Savaşın olduğu yerde hukuk yoktur." Yüzyıllar geçse de hala "özgürlük ve insan hakları" için savaşan bir devletin, taa en başından buna nasıl başladığını, bunu nasıl elde ettiğini gösteren bir hikaye bu. Adaletin aslında olmadığı bir hikaye.

19 Haziran 2011 Pazar

X-Men First Class (2011)

Sabit Film Uyarısı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi için diyorum ki "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.Belki üzerinde çok düşünmezseniz, spoiler içermez. Haa ama yok çiseden nem kaparım, olayı hemen abartırım diyorsanız spoiler da içerir, gereksiz muamele de yapar.
Şimdi bütün bildiklerinizi unutun. Yıllar yılı okuldan sonra, ödev yapmanız gereken saatlerde televizyonun karşısına kurulup izlediğiniz çizgifilmi (ya da yaşınıza bağlı, okuduğunuz çizgiromanları) unutun. Patrick Stewart'ın tekerlekli sandalyedeki Profesör X'le özdeşleşmiş görüntüsünü, bir madde yüzünden mutantlıktan normal hale dönen Mystique'i kovan bir Magneto'yu, mutant okulunu, burnunun üstüne oturttuğu yuvarlak gözlüklerinin arkasında ayıdan daha güçlü masmavi Beast'i, kimseyi takmaz Logan'ın nasıl Wolverine olduğunu falan...hepsini unutun. Tamamen tertemiz bir hafızayla, mutantların, değişime uğramış hücrelerin dünyasına doğru bir yolculuğa çıkalım.
II.Dünya Savaşı yıllarında, 1944'te Polonya'da, naziler Yahudiler'i toplama kamplarına götürürlerken bir çocuk ve ailesinin ayrılmasıyla başlayan bir trajediye konuk oluyoruz önce. 10'lu yaşlarındaki Erik Lehnsherr kampa götürülen annesini bırakmamaya çalışırken askerler tarafından tutulup, kampın büyük tel kapılarının dışına sürükleniyor. Ama acısı o kapılardan daha büyük olan Erik, askerlerin kolları arasından uzanıp, sahip olduğu manyetik güçle kapıları açmaya başlıyor. Sonunda onu bayıltıp, nazilerin hesabına çalışan bir bilim adamının - Dr. Klaus Schmidt'in- yanına götürüyorlar. Annesini vurmakla tehdit edip, ondan bir madeni parayı hareket ettirmesini isteyen doktorun dediğini başaramayınca Erik, gözleri önünde annesi vuruluyor. Ve doktor da yıllar yılı sürecek olan deneylerine ve bu deneyler yoluyla eğitimine başlıyor Erik üzerindeki.
Bu arada ABD'de refah mı refah, zenginlik içindeki kocaman bir malikanede ise küçük Charles Xavier yatağından kalkıp, mutfakta duyduğu tıkırtıların peşinden gidiyor. Annesini buzdolabını karıştırırken bulan Charles, telepati gücünün de etkisiyle karşısındakinin annesi olmadığını anlıyor ve annesi kılığına girmiş kendisi gibi küçük Raven'la tanışmış oluyor. Raven da istediği kişinin görünümünü alabilen küçük bir kız ve belli ki sokaklarda kalmış, kimsesiz olduğundan hemen Charles ve ailesinin korumasına alınıyor.
Ve yıllar hepsi için geçip, Charles ve Raven'ı Oxford Üniversitesi'ne, Erik'i ise eski nazi komutanlarının peşine düşürüyor. Charles, bu mutasyona uğramış hücreler ve gelişen organizmalarla ilgili genetik çalışmalarını tamamlayıp, akademik anlamda profesör ünvanını almışken, Erik sadece intikamının peşinde öfkeyle bu dünyada onun gibi başkalarının da olduğunu bilmeden yol alıyor.
Bu aşamada bizim eski nazi doktorun aslında Sebastian Shaw adında, güçleri ve enerjileri absorbe edebilen bir mutant olduğunu öğreniyoruz. Kendisine yardım eden telepatik Emma Frost, alev saçan Azazel ve öldürücü kuyruklu Riptide ile dünya üzerindeki büyük planını gerçekleştirmeye çalışıyor. ABD ve Rusya arasında Türkiye ve Küba'nın da yer aldığı bir füze yerleştirme krizi başlatıp, ikisinin nükleer savaşa girmelerini sağlamaya çalışıyor ki böylece güçsüz olan insan ırkı yok olurken güçlü mutantlar kalacak yeryüzünde.
Bunu bir şekilde öğrenen ajan Moira MacTaggert'ın çabalarıyla Charles ve Raven'ın başını çektiği bir mutant timi kurulmaya başlanıyor. Erik'i dahil ediyorlar bir şekilde, canavar ayaklarına sahip, müthiş zeki bilim adamı Hank McCoy, kanatlı Angel Salvadore, yıkıcı ses dalgaları yaratan Sean Cassidy, bir tür ateş gücü çıkarabilen Alex Summers ve her tür ortama uyum sağlama yeteneğine sahip Armando Munoz'un da katılımıyla ekip tamamlanmış oluyor.
Ama Shaw'ın gelip, FBI'yı dağıtıp, Armando'yu öldürmesi ve Angel'ı kendi saflarına katmasıyla işlerin rengi değişiyor. Geriye kalan ekip üyeleri, Charles'ın ailesinden kalan o büyük malikanede birbirlerine daha çok bağlandıkları ve birbirlerini keşfettikleri bir eğitim dönemine girip, devletten ayrı çalışmaya başlıyorlar. Kendi hesaplarına Shaw'u durdurmak için Beast, Mystique, Magneto, Profesör X, Banshee ve Havok ortaya çıkmış oluyor. Ajan Moira MacTaggert'ın da yardımlarıyla iki ülke arasında her geçen saniye iyice gerilen soğuk savaşın tam ortasında kendi savaşlarını veriyorlar.
Tüm bu olup bitenlerin arasında da görüş ayrılıkları, kişilik farklılıkları, tekerlekli sandalyeler, dostluklar ve düşmanlıklar X-Men dünyamızdaki yerini alıyor. Matthew Vaughn'ın yönetmenliğinde, müthiş bir senaryonun ve olağanüstü oyuncuların aksiyon ve derin fikirler, tanıdık düşüncelerle bezeli harika bir dansı ortaya çıkmış oluyor böylece. Nefesimizi tutarak, koltuklarımıza çakılarak, herşeyiyle doyurucu bir sinema deneyimi yaşamış olmanın o ince tadıyla da bitiş jeneriğinin akışına kapılmış kalıyoruz.
Aynı şeyi aralık 2012'de Zack Snyder'ın da (Man of Steel ile) gerçekleştirebilmesi dileğiyle.

26 Mayıs 2011 Perşembe

X-Men: First Class New York Galası

Dün akşam(burda sabaha karşı tabiki) New York'ta yapılan galanın kırmızı halı görüntüleri ve söyleşileri,Marvel'in sitesinde canlı yayınlanmış, hatta şimdi de kaçıranlar için videosu koyulmuş. Yaklaşık bir saatlik programı izlemek isterseniz:

21 Mayıs 2011 Cumartesi

The Last Station (2009)


"Bildiğim herşeyi sevdiğim için biliyorum."
Yüz yıl önce Lev Tolstoy'ın yazdığı bu cümleyle aydınlanıyor The Last Station'ın yansıdığı beyaz perdenin üzeri. Daha ilk saniyelerde söyleyeceğini söylüyor yani Michael Hoffman'ın yönettiği film: Sevmek. Birine, birşeye ya da sadece bir fikre aşkla bağlı olmak.
Tolstoy rolünde Christopher Plummer
The Last Station adından da - Son İstasyon- anlaşıldığı üzere, Tolstoy'un son yıllarını nasıl geçirdiğini ve bu sebeple ölümünün bir tren istasyonunda gerçekleşmesinin hikayesini anlatıyor. Gerçi yine pek bilirkişilerimiz devreye girmeden ve de filmi sinemalarımıza "Aşkın Son Mevsimi" diye çevirerekten getirmekten geri duramamışlar.
Tolstoy'un eşi ve kızı
1900lü yılların başında Rusya'nın Yasnaya Polyana denilen bir yerinde oldukça yeşillikler içinde, ferah mı ferah bir malikane-evde başlıyor film. Önce uyuklayan bir hizmetçi görür gibi oluyoruz, ardından Tolstoy'un meşhur eşi Sofya Tolstoya ile tanışıyoruz. O da bizi artık son ihtiyarlığına gelmiş Tolstoy'a yöneltiyor. İyice yaşlı ve birbirlerine delicesine aşık bu adam ve kadın, film boyunca bize gerçekleri, gereklilikleri, hayatı ve aşkı sorgulatıyor.
Ve elbette ki diğer yandan ekranımızda ışığın etrafında uçuşan kelebekler ve böcekler yer alıyor sırasıyla. James Mcavoy'un o başka hiçbir canlıda bulunamayacak saflıktaki bakışları ve oyunculuğuyla can verdiği genç Valentin Bulgakov ile tanışıyoruz. 23 yaşında büyük bir inançla bağlı olduğu Tolstoyculuk akımında görev almak üzere Yasnaya Polyana'ya geliyor. Tolstoy'un son yıllarındaki sekreteri oluyor. Onun o süt saflığındaki haliyle adım adım hayatı, ilişkileri, aşkı öğrenmesini izliyoruz. Onunla birlikte inançlarımızın, hayranlıklarımızın somut abidesine kavuşma şansımız olsa neler hissederdik, tecrübe ediyoruz (Ben de James Mcavoy'la öyle karşılıklı otursam Tolstoy karşısında gözyaşına boğulan Valentin'den daha beter olurdum ona karar verdim bu vesileyle, misal.).
Rus musun İskoç musun melek misin gerçek misin be mübarek?!
Sofya Tolstoya'nın mücadele ederek kaybettiklerini sonunda Rus Devleti'nin ona geri verdiğini bilsek de izlerken, gene de insanın içi sızlıyor onca gösterdiği çabaya. Tolstoy ve o sinir bozucu Chertkov eserlerin telif hakkını Rus halkına bağışlamak isterken, Sofya teliften gelecek paranın kendi çocuklarının mirası olduğunu düşündüğünden bunun gerçekleşmesine engel olmaya çalışıyor. Her genç insan gibi biz de Tolstoy haklı diye düşünüyoruz önce. Yalan bu mal mülk, mülkiyet hakkı, zenginlik; asiller ve zenginler pisliğin teki ne de olsa. Her zengin parasını dağıtsa, dünyada ne aç kalırdı ne fakir diyoruz elbette. Hatta bir zengin olarak bunlara inanmasından dolayı Tolstoy'a daha da sevgi besliyoruz gitgide. Ama film ilerliyor, Sofya'yı yerden yere mahvolurken, kocasına o derin, sarsılmaz aşkıyla bakarken gösterdikçe bizlere Dame Helen Mirren, anlamaya başlıyoruz. Ona da hak vermeye başlıyoruz. Bıçak kadar keskin gerçek bizim de derimize vuruyor, dünyanın gerçeğinin bu olduğunu biliyoruz. Yemezsen yenilirsin, öldürmezsen öldürülürsün. Yaşamımızı boğazımızdan geçen lokmalara, sırtımıza değen kumaşlara ve başımızı soktuğumuz damlara borçluyken ve bunları da elde edenin sadece para olduğunu bilirken, başka türlü bir düzen kuramayız. Bu yüzdendir ki Tolstoy o yaşlı elleriyle o imzayı atarken biz de aynı çaresiz gözlerle bakıyoruz ona, Valentin Bulgakov'la birlikte.
Chertkov demişken, kendisinin tarihteki rolünden de pek hazzetmezdim zaten ama film boyunca Paul Giamatti'nin çizdiği portreden hepten sinirim bozuldu. Adam bunları niye yapıyor bir türlü anlaşılmıyor. Yani cidden inanıyor mu aşırı derecede Tolstoyculuğa, yoksa birşey peşinde mi, Giamatti'nin o balmumlu bıyıklı suratından, fıldır fıldır dönen gözlerinden, iki parmak arasında sıkılma kıvamına gelmiş yanaklarından insanın kafası karman çorman oluyor. Ki kendisini Hollywood'un en iyi aktörlerinden olarak görürüm yıllar yılı. Bu vesileyle Anne Marie Duff yengeye de hakkını teslim etmek gerek. Buz gibi Sasha Tolstoy'u ekrandan soğuk rüzgarlar estirmekte oldukça başarılı. Christopher Plummer'ıysa artık dedem gibi görmeye başladım. Kah Parnassus kah Tolstoy. 
The Last Station Tolstoy'la ve onun nezdinde Savaş ve Barış'la Anna Karenina'yla Çocukluğum'la İtiraflarım'la ilgili bir hikaye anlatmış oluyor böylelikle. Büyük bir yazarın, büyük bir fikir adamının yaşamının kıyısına konuk oluveriyoruz 2 saatliğine. Film biterken yazılarla birlikte eski görüntüler beliriyor ekranda, Tolstoy'u Valentin'i Sofya'yı görüyoruz siyah beyaz görüntülerde. Bu insanlar yaşadı gerçekten diye beliriyor insanın kafasında. "2 kere okudum Savaş ve Barış'ı" dediğini hatırlıyor belleğimiz 23 yaşında bir Bulgakov'un. Şimdi gidip eve bir kere daha okumalı diye gaza geliyoruz. Ama asil mi asil bir bilgiçlikle bakan bir Sofya Tolstoya görüntüsü "Biliyor musun, ben 12 kere temize çektim Savaş ve Barış'ı" diyor.
The Last Station çok güzel bir film.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...