Yeni eve taşındığımdan beri deli gibi tv izliyorum demiştim ya, hah işte neye denk gelirsem hepsini izlemeye çalışma çabam içinde baştan yakalayıp da tümünü izleyebildiğim tek film bu oldu şimdilik. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Stephen Frears'ın 2006 yapımı filmi "The Queen". Senaristi ve yönetmeni özellikle belirtiyorum ki filmin ne menem bir şey olduğu anlaşılabilsin. Senaristimizin izlediğim işleri The Crown, Bohemian Rhapsody, Rush, The Other Boleyn Girl. Hatta bu anlatacağım filmle aynı yıl The Last King of Scotland'ı da yazmış bir insan kendisi. Ki o filmi anlatmış mıydım ben size ya? (şimdi kontrol ettim anlatmamışım) James McAvoy'un tüm filmlerini izleyeceğim diye çabaladığım dönemde izlediğim ve hala aklıma geldiğinde tüylerimi ürpertecek kadar etkili bir filmdi o. Bohemian Rhapsody'yi hepimiz izledik sanırım :) The Crown ise...muazzam bir dizi açıkçası. Gerçi devamı nasıl olacak bilmiyorum ama.
"The Queen" tam da izlemeye bayıldığım tipte bir film. İngiliz, fazlasıyla İngiliz. Monarşisini anlatıyor, oh oh en bir sevdiğim. Öyle aksiyon, büyük büyük hareketler, dünyayı yerinden oynatan şeyler falan yok. Ufak ufak ama insana dong diye vuran "durumlar"ı ve dibine kadar oyunculukları izliyoruz. Tüm bir Britanya tarihine hakim olabileceğim kadar çok film ve dizi çekmelerine rağmen yine de bu konuda anlatacak şeyleri bitmiyor ya, bence sorun yok. "The Queen"de de bu sefer 1997 yılının yazında, o birkaç aylık süre zarfında Tony Blair'ın başbakan olmasından başlayarak Lady Diana'nın kazası ve ardından kraliyet ailesinin ne yaşadığı, nasıl tepki verdiği üzerine bir hikaye izliyoruz. Filmin isminden de ipucu alabileceğimiz gibi daha çok kraliçemizin etrafında dönüyor, onun tepkilerini izliyoruz. Helen Mirren'ın bu roldeki performansıyla Oscar aldığı bir film bu. Tüm film boyunca hakikaten de ona kitlenmiş halde buluyorsunuz kendinizi. Gerçi zaman zaman insana tuhaf gelmiyor mu diye düşündürüyor, yaşayan birinin yaşadığı kötü bir zamana dair bir hikayeyi tüm dünyanın önüne seriyorlar ve bu insanlar da kendilerine tüm dünyanın önünde böyle şeyler denmesini izleyebiliyor. Hakikaten de tuhaf aslında.
Dahası ben o günleri de hatırladığımı fark ettim filmi izlerken. 97'nin ağustosunda lojmandaki evimizin salonunda haberlerde bir gece vakti Diana'nın kaza geçirdiği haberini duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar lojmanın uydu yayını vardı, böyle tv izleyebildiğimiz bir dolu platformun, internetin falan olmadığı zamanlardı ve yurtdışından kanalları izleyebiliyor olmak acayip bir lükstü benim için. Gençlik dergilerinin altın çağları başlıyordu, gazetelerin bile ufak gençlik dergileri bastığı yıllardı. Magazin manyaktı, her şeyi yeni keşfediyorduk. Ve Diana bu ortamın en konuşulan konularından biriydi. Alışık olmadığımız bir şey olmuştu o akşam haliyle. Çok tanıdığımız insanların tvden ölüm haberlerini almaya alışık değildik. Oysa iki sene sonra Barış Manço'nunkini de, ondan bir sene sonra da Kemal Sunal'ınkini de yine aynı evde, aynı salondaki tvnin başında alacaktım.
Yine bitmek tükenmeyen hatıralarıma daldım. O kısmı geçiyoruz. Filme geliyoruz. Film oldukça düzgün, kaliteli bir seyirlik. Baştan sona kaptırıp izleniyor. İnce ince detaylarda güzelliklere sahne olmayı da ihmal etmiyor. Tüm bu anlattığı olaylara yaklaşımı ise ne şiş yansın ne kebap. Bu böyle yaptı evet kötü görünüyor ama sor bir niye yaptı diyerek bakıyor her karakterine. Yani hemen hemen her karakterine. Prens Charles'ı resmen karikatürize etmeyi seçmişler ama herhalde oralarda böyle şeyler için kimse kimseye dava açacak kadar egoist değil (Bir de onu oynayan Alex Jennings'i herhalde tüm kraliyet temalı şeylerde izlemişimdir. Bir prens, kral, dük birşey rolü yazıldığında direkt akıllara o geliyor herhalde. Adam bir ailedeki tüm erkek akrabaları tek tek oynadı yahu. Çok kraliyet ailesi tipi varsa demek ki). Ya da Prens Philip'in hep aynı şeyleri ve davranışları tekrarlaması bu konulara - kraliyet ailesine dair hikayelere - yeteri kadar hakim olmayanlar için oldukça saçma ve anlamsız gelebilir. Ama yine de bir açıklama getirmeye çabalamamış film onun karakteri için de. Tony Blair olarak Michael Sheen ise temiz bir oyun çıkarmış görünüyor, ne eksik ne fazla.
"The Crown" işten geldiğiniz bir akşam ya da boş bir haftasonu öğleden sonrası şöyle kanepeye yerleşip de baştan sona keyifle izleyebileceğiniz, iyi bir film.