helen mirren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
helen mirren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2019 Salı

The Queen (2006)

Yeni eve taşındığımdan beri deli gibi tv izliyorum demiştim ya, hah işte neye denk gelirsem hepsini izlemeye çalışma çabam içinde baştan yakalayıp da tümünü izleyebildiğim tek film bu oldu şimdilik. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Stephen Frears'ın 2006 yapımı filmi "The Queen". Senaristi ve yönetmeni özellikle belirtiyorum ki filmin ne menem bir şey olduğu anlaşılabilsin. Senaristimizin izlediğim işleri The Crown, Bohemian Rhapsody, Rush, The Other Boleyn Girl. Hatta bu anlatacağım filmle aynı yıl The Last King of Scotland'ı da yazmış bir insan kendisi. Ki o filmi anlatmış mıydım ben size ya? (şimdi kontrol ettim anlatmamışım) James McAvoy'un tüm filmlerini izleyeceğim diye çabaladığım dönemde izlediğim ve hala aklıma geldiğinde tüylerimi ürpertecek kadar etkili bir filmdi o. Bohemian Rhapsody'yi hepimiz izledik sanırım :) The Crown ise...muazzam bir dizi açıkçası. Gerçi devamı nasıl olacak bilmiyorum ama.
"The Queen" tam da izlemeye bayıldığım tipte bir film. İngiliz, fazlasıyla İngiliz. Monarşisini anlatıyor, oh oh en bir sevdiğim. Öyle aksiyon, büyük büyük hareketler, dünyayı yerinden oynatan şeyler falan yok. Ufak ufak ama insana dong diye vuran "durumlar"ı ve dibine kadar oyunculukları izliyoruz. Tüm bir Britanya tarihine hakim olabileceğim kadar çok film ve dizi çekmelerine rağmen yine de bu konuda anlatacak şeyleri bitmiyor ya, bence sorun yok. "The Queen"de de bu sefer 1997 yılının yazında, o birkaç aylık süre zarfında Tony Blair'ın başbakan olmasından başlayarak Lady Diana'nın kazası ve ardından kraliyet ailesinin ne yaşadığı, nasıl tepki verdiği üzerine bir hikaye izliyoruz. Filmin isminden de ipucu alabileceğimiz gibi daha çok kraliçemizin etrafında dönüyor, onun tepkilerini izliyoruz. Helen Mirren'ın bu roldeki performansıyla Oscar aldığı bir film bu. Tüm film boyunca hakikaten de ona kitlenmiş halde buluyorsunuz kendinizi. Gerçi zaman zaman insana tuhaf gelmiyor mu diye düşündürüyor, yaşayan birinin yaşadığı kötü bir zamana dair bir hikayeyi tüm dünyanın önüne seriyorlar ve bu insanlar da kendilerine tüm dünyanın önünde böyle şeyler denmesini izleyebiliyor. Hakikaten de tuhaf aslında.
Dahası ben o günleri de hatırladığımı fark ettim filmi izlerken. 97'nin ağustosunda lojmandaki evimizin salonunda haberlerde bir gece vakti Diana'nın kaza geçirdiği haberini duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar lojmanın uydu yayını vardı, böyle tv izleyebildiğimiz bir dolu platformun, internetin falan olmadığı zamanlardı ve yurtdışından kanalları izleyebiliyor olmak acayip bir lükstü benim için. Gençlik dergilerinin altın çağları başlıyordu, gazetelerin bile ufak gençlik dergileri bastığı yıllardı. Magazin manyaktı, her şeyi yeni keşfediyorduk. Ve Diana bu ortamın en konuşulan konularından biriydi. Alışık olmadığımız bir şey olmuştu o akşam haliyle. Çok tanıdığımız insanların tvden ölüm haberlerini almaya alışık değildik. Oysa iki sene sonra Barış Manço'nunkini de, ondan bir sene sonra da Kemal Sunal'ınkini de yine aynı evde, aynı salondaki tvnin başında alacaktım.
Yine bitmek tükenmeyen hatıralarıma daldım. O kısmı geçiyoruz. Filme geliyoruz. Film oldukça düzgün, kaliteli bir seyirlik. Baştan sona kaptırıp izleniyor. İnce ince detaylarda güzelliklere sahne olmayı da ihmal etmiyor. Tüm bu anlattığı olaylara yaklaşımı ise ne şiş yansın ne kebap. Bu böyle yaptı evet kötü görünüyor ama sor bir niye yaptı diyerek bakıyor her karakterine. Yani hemen hemen her karakterine. Prens Charles'ı resmen karikatürize etmeyi seçmişler ama herhalde oralarda böyle şeyler için kimse kimseye dava açacak kadar egoist değil (Bir de onu oynayan Alex Jennings'i herhalde tüm kraliyet temalı şeylerde izlemişimdir. Bir prens, kral, dük birşey rolü yazıldığında direkt akıllara o geliyor herhalde. Adam bir ailedeki tüm erkek akrabaları tek tek oynadı yahu. Çok kraliyet ailesi tipi varsa demek ki). Ya da Prens Philip'in hep aynı şeyleri ve davranışları tekrarlaması bu konulara - kraliyet ailesine dair hikayelere - yeteri kadar hakim olmayanlar için oldukça saçma ve anlamsız gelebilir. Ama yine de bir açıklama getirmeye çabalamamış film onun karakteri için de. Tony Blair olarak Michael Sheen ise temiz bir oyun çıkarmış görünüyor, ne eksik ne fazla.
"The Crown" işten geldiğiniz bir akşam ya da boş bir haftasonu öğleden sonrası şöyle kanepeye yerleşip de baştan sona keyifle izleyebileceğiniz, iyi bir film.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

The Last Station (2009)


"Bildiğim herşeyi sevdiğim için biliyorum."
Yüz yıl önce Lev Tolstoy'ın yazdığı bu cümleyle aydınlanıyor The Last Station'ın yansıdığı beyaz perdenin üzeri. Daha ilk saniyelerde söyleyeceğini söylüyor yani Michael Hoffman'ın yönettiği film: Sevmek. Birine, birşeye ya da sadece bir fikre aşkla bağlı olmak.
Tolstoy rolünde Christopher Plummer
The Last Station adından da - Son İstasyon- anlaşıldığı üzere, Tolstoy'un son yıllarını nasıl geçirdiğini ve bu sebeple ölümünün bir tren istasyonunda gerçekleşmesinin hikayesini anlatıyor. Gerçi yine pek bilirkişilerimiz devreye girmeden ve de filmi sinemalarımıza "Aşkın Son Mevsimi" diye çevirerekten getirmekten geri duramamışlar.
Tolstoy'un eşi ve kızı
1900lü yılların başında Rusya'nın Yasnaya Polyana denilen bir yerinde oldukça yeşillikler içinde, ferah mı ferah bir malikane-evde başlıyor film. Önce uyuklayan bir hizmetçi görür gibi oluyoruz, ardından Tolstoy'un meşhur eşi Sofya Tolstoya ile tanışıyoruz. O da bizi artık son ihtiyarlığına gelmiş Tolstoy'a yöneltiyor. İyice yaşlı ve birbirlerine delicesine aşık bu adam ve kadın, film boyunca bize gerçekleri, gereklilikleri, hayatı ve aşkı sorgulatıyor.
Ve elbette ki diğer yandan ekranımızda ışığın etrafında uçuşan kelebekler ve böcekler yer alıyor sırasıyla. James Mcavoy'un o başka hiçbir canlıda bulunamayacak saflıktaki bakışları ve oyunculuğuyla can verdiği genç Valentin Bulgakov ile tanışıyoruz. 23 yaşında büyük bir inançla bağlı olduğu Tolstoyculuk akımında görev almak üzere Yasnaya Polyana'ya geliyor. Tolstoy'un son yıllarındaki sekreteri oluyor. Onun o süt saflığındaki haliyle adım adım hayatı, ilişkileri, aşkı öğrenmesini izliyoruz. Onunla birlikte inançlarımızın, hayranlıklarımızın somut abidesine kavuşma şansımız olsa neler hissederdik, tecrübe ediyoruz (Ben de James Mcavoy'la öyle karşılıklı otursam Tolstoy karşısında gözyaşına boğulan Valentin'den daha beter olurdum ona karar verdim bu vesileyle, misal.).
Rus musun İskoç musun melek misin gerçek misin be mübarek?!
Sofya Tolstoya'nın mücadele ederek kaybettiklerini sonunda Rus Devleti'nin ona geri verdiğini bilsek de izlerken, gene de insanın içi sızlıyor onca gösterdiği çabaya. Tolstoy ve o sinir bozucu Chertkov eserlerin telif hakkını Rus halkına bağışlamak isterken, Sofya teliften gelecek paranın kendi çocuklarının mirası olduğunu düşündüğünden bunun gerçekleşmesine engel olmaya çalışıyor. Her genç insan gibi biz de Tolstoy haklı diye düşünüyoruz önce. Yalan bu mal mülk, mülkiyet hakkı, zenginlik; asiller ve zenginler pisliğin teki ne de olsa. Her zengin parasını dağıtsa, dünyada ne aç kalırdı ne fakir diyoruz elbette. Hatta bir zengin olarak bunlara inanmasından dolayı Tolstoy'a daha da sevgi besliyoruz gitgide. Ama film ilerliyor, Sofya'yı yerden yere mahvolurken, kocasına o derin, sarsılmaz aşkıyla bakarken gösterdikçe bizlere Dame Helen Mirren, anlamaya başlıyoruz. Ona da hak vermeye başlıyoruz. Bıçak kadar keskin gerçek bizim de derimize vuruyor, dünyanın gerçeğinin bu olduğunu biliyoruz. Yemezsen yenilirsin, öldürmezsen öldürülürsün. Yaşamımızı boğazımızdan geçen lokmalara, sırtımıza değen kumaşlara ve başımızı soktuğumuz damlara borçluyken ve bunları da elde edenin sadece para olduğunu bilirken, başka türlü bir düzen kuramayız. Bu yüzdendir ki Tolstoy o yaşlı elleriyle o imzayı atarken biz de aynı çaresiz gözlerle bakıyoruz ona, Valentin Bulgakov'la birlikte.
Chertkov demişken, kendisinin tarihteki rolünden de pek hazzetmezdim zaten ama film boyunca Paul Giamatti'nin çizdiği portreden hepten sinirim bozuldu. Adam bunları niye yapıyor bir türlü anlaşılmıyor. Yani cidden inanıyor mu aşırı derecede Tolstoyculuğa, yoksa birşey peşinde mi, Giamatti'nin o balmumlu bıyıklı suratından, fıldır fıldır dönen gözlerinden, iki parmak arasında sıkılma kıvamına gelmiş yanaklarından insanın kafası karman çorman oluyor. Ki kendisini Hollywood'un en iyi aktörlerinden olarak görürüm yıllar yılı. Bu vesileyle Anne Marie Duff yengeye de hakkını teslim etmek gerek. Buz gibi Sasha Tolstoy'u ekrandan soğuk rüzgarlar estirmekte oldukça başarılı. Christopher Plummer'ıysa artık dedem gibi görmeye başladım. Kah Parnassus kah Tolstoy. 
The Last Station Tolstoy'la ve onun nezdinde Savaş ve Barış'la Anna Karenina'yla Çocukluğum'la İtiraflarım'la ilgili bir hikaye anlatmış oluyor böylelikle. Büyük bir yazarın, büyük bir fikir adamının yaşamının kıyısına konuk oluveriyoruz 2 saatliğine. Film biterken yazılarla birlikte eski görüntüler beliriyor ekranda, Tolstoy'u Valentin'i Sofya'yı görüyoruz siyah beyaz görüntülerde. Bu insanlar yaşadı gerçekten diye beliriyor insanın kafasında. "2 kere okudum Savaş ve Barış'ı" dediğini hatırlıyor belleğimiz 23 yaşında bir Bulgakov'un. Şimdi gidip eve bir kere daha okumalı diye gaza geliyoruz. Ama asil mi asil bir bilgiçlikle bakan bir Sofya Tolstoya görüntüsü "Biliyor musun, ben 12 kere temize çektim Savaş ve Barış'ı" diyor.
The Last Station çok güzel bir film.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...