alexis bledel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alexis bledel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2011 Salı

The Conspirator (2010)

John Wilkes Booth, 14 Nisan 1865'te Amerika'nın 16.başkanı olan Abraham Lincoln'ü, Ford's Tiyatrosu'nda başının arkasından bir kurşunla öldürdüğünde herhalde gayet mantıksızca bir şekilde güneyin Konfederasyon ordularının bir şansı olduğunu veya olacağını düşünüyordu. Bu yaptığı, mantıksızlığının dışında tarihe adını yazdıracağı bir olaydı da. Amerika'nın suikastle öldürülen ilk başkanı yaptı Lincoln'ü, bu suikastin devamında ilk kadın idamının da gerçekleşmesine yol açmış oldu.
Senatör Johnson ile Frederick Aiken
Robert Redford'un James Mcavoy ve Robin Wright'ın rol aldığı bir Amerikan İç Savaşı dönemi filmi çekeceği haberleri nete düştüğünden beri setten fotoğraflarla, görüntülerle film hakkındaki merağımızı gidermeye çalışıyorduk. Ama ne yaparsak yapalım, okyanusun bu tarafında, hele ki Avrupa'nın dışına denk gelen bu topraklarda o dönemle ilgili bildiklerimiz bir hayli az. O yüzden James D.Solomon ve Gregory Berstein'ın senaryosunun ne anlattığını anlayabilmek için öncelikle tam da bahsettiğimiz tarihlerde Amerika topraklarında neler olduğunu bilmemiz gerek.
1861 yılında ABD Başkanı olarak göreve başlayan Lincoln, ilk olarak köleliği kaldırma sözü verdiği için köleliğin kaldırıldığını açıkladı. Ama 19. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken iş gücü Afrika'dan kaçırılıp getirilen siyah ırktan oluşan kölelerden sağlanmaktaydı. ABD'nin diğer bölgelerinde ekonomi sanayiye yönelmiş ve kölelik ortadan kalkmıştı. ABD'nin batı kesiminde hala yeni eyaletler kurulmaya devam ediyor ve bu yeni eyaletlerin çoğunda kölelik yasaklanıyordu. Bu ortamda güney eyaletleri köleliğin eninde sonunda güneyde de yasaklanacağından endişelenmekteydiler. Bu da güneyin yaşam tarzını kökünden tehdit ediyordu. Köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Lincoln, seçimi kazanınca güneyli 7eyalet (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) yeni başkanın köleliği kaldıracağına kesin gözle bakarak hemen ABD'den bağımsızlığını ilan ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis'in başkanlığı altında Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra buna 4 eyalet (Virginia, Arkansas, North Carolina ve Tennessee) daha katıldı. Bu toplam 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli union "birlik" tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Amerikan_%C4%B0%C3%A7_Sava%C5%9F%C4%B1)
İşte filmimiz de bu savaşa ait bir görüntüyle açılıyor. Kuzeyliler cephesinde savaşan Frederick Aiken, yaralıların toplandığı savaş alanında arkadaşı Nicholas Baker'ın gömleğinden tutmuş, bir fıkra anlatıyor. İkisi de ölümcül yaralanmış vaziyette, siperde sırt üstü yatıyorlar. Her taraf cesetlerle, yaralılarla ve kanla dolu. İlk görüntüler bize ilk mesajı da veriyor: Burada olağanüstü bir kıyım oldu. Önemli gördüğümüz bir dava uğruna canımızı verdik.
Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askeri başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Muharebesi önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. En sonunda 9 Nisan 1865 tarihinde kuzey orduları güneyli ünlü komutan Robert Edward Lee'nin ordularını birkaç koldan sardılar ve teslim olmaya mecbur bıraktılar.
Böylece 14 Nisan akşamı devletin ve ordunun ileri gelenleri ile birlikte bizim Aiken ve arkadaşı Baker ile William Hamilton, kutlama daveti için kulüpte yerlerini alırlar. Ama devletin başkanı bu sırada tam karşıdaki tiyatro binasında karısıyla birlikte bir oyun izlemektedir. Savaş nerdeyse bitmiştir, anlaşma sağlanmak üzeredir ve yeni bir ulus kurulmaktadır. Ama güneyin öfkeli komplocuları Booth ve onunla birlikte hareket eden Lewis Payne ile George Atzerodt yerlerini alır. Booth kapıda açtığı delikten Lincoln'ün kafasına ateş eder ve tiyatro sahnesine atlar, bağırır "Sic Semper Tyrannis (Her zaman zorbalar için)". Bu sırada Payne, Dışişleri Bakanı William H.Seward'ı bıçaklamış, Atzerodt da Başkan Yardımcısı Andrew Johnson'ı öldürmeye çalışmıştır. Sadece Booth başarılı olur ve zaten bir tek de o kaçabilir.
Aiken'ı uzun süre beklemiş olan Sarah Weston rolünde Alexis Bledel
Film suikastları tüm ayrıntısıyla başarılı bir şekilde göstermesinin yanında Lincoln'ün vurulduktan hemen sonra insanların omuzlarında tiyatronun karşısındaki Alman bir berberin evine taşınması da o kadar incelikli çekilmiş ki, o anda olayın ne kadar dışında bir insan olursanız olun herşey bir anda kafanıza dank ediyor. Aiken'ın taşınan Lincoln'ü takip eden gözleriyle birlikte siz de bazı şeylerin nasıl bir anda tam da tersi şeylere dönüştürülebileceğine tanık oluyorsunuz.
Frederick Aiken rolünde James Mcavoy
Suikastin hemen ardından Savaş Sekreteri gibi bir görevde olan Edwin Stanton hemen duruma el koyup, esasında olan birçok şeyin de yerine getirilmesini sağlıyor. Yani en azından filmin açıklıkla anlattığı bu. Hemen suçlular ve şüpheliler yakalanıyor. Savaşın bitmesine yakın barışın hayaliyle umutlanmış bir ulusun şimdi istediği acil bir intikam duygusu. Bunun için de aceleyle generallerden kurulu bir askeri mahkeme ile suçluların yargılanmasına başlanıyor.
Anna Surratt rolünde Evan Rachel Wood
Ama ufak bir sorun ortaya çıkıyor. Sanıklardan biri olan 40lı yaşlarındaki bir dul Mary Surratt, Maryland senatörü ve avukat olan Johnson'dan kendisini savunmasını istiyor. O da yanında çalışan çömez avukat Frederick Aiken'a veriyor işi. Bundan sonra filmin de anlattığı Aiken'ın dava süresince yaşadığı aydınlanma durumu.
Dönem filmi canavarı James
James Mcavoy, sonradan Washington Post editörü olacak olan Frederick Aiken rolünde öylesine mükemmel ki, Becoming Jane'den bu yana yaptıklarıyla, artık yapamayacağı, altından kalkamayacağı bir rol yok gibi görünüyor. En başta inandığı değerlere olan bağlılığı, savunmak istemediği şeylerin ortasına düştüğünde yaşadığı bocalama, ardından inançlarını sorgulaması ve nihayetinde gerçekte "devletin" ne olduğunun suratına çarpılmasıyla içine düştüğü o inanılmaz çaresizlik...
Suikastten yargılanan Mary Surratt rolündeki Robin Wright
Diğer yandan sessizce, etrafında dönenleri izleyen ama gene de mücadele eden fedakar anne halinde Robin Wright, hala tartışılan Mary Surratt'a hayat veriyor. Kızı Anna Surratt olarak Evan Rachel Wood en az onun kadar iyi. Ve tüm ölümcül kararları alan Edwin Stanton rolündeki Kevin Kline'ı tanımak mümkün değil. Öylesine çarpıcı bir şekilde o taş sertliğindeki adamı canlandırıyor ki, film çıkışında ondan nefret etmemiş çok az kişi vardır.
Edwin Stanton ve kurmayları hasar tespitinde
Gene de kötü adamların, masumların, kurbanların ya da katillerin olmadığı bir film bu. Öyle bir hikaye çünkü. İddia makamının avukatı Joseph Holt'un da tek bir cümleyle özetlediği gibi "Savaşın olduğu yerde hukuk yoktur." Yüzyıllar geçse de hala "özgürlük ve insan hakları" için savaşan bir devletin, taa en başından buna nasıl başladığını, bunu nasıl elde ettiğini gösteren bir hikaye bu. Adaletin aslında olmadığı bir hikaye.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Post Grad (2009)

Hikayemiz, adından da anlaşıldığı üzere üniversitesini (oralarda college dedikleri şeyi) yeni bitirmiş hatta mezuniyetini gerçekleştirmek üzere olan gayet başarılı ve de tumturaklı hedeflere sahip 22 yaşındaki Ryden Malby'nin bir üniversite mezunu olarak yaşadıklarını anlatıyor. En azından bunun için yola çıkmışlar, film tanıtımlarının dediği bu.
Film de bu amaçla, Ryden'ın mezuniyet töreninin hemen öncesinde VideoBlog'una ilettikleriyle açılıyor. Bu sahneyle belli ki şaşkın kızımızın bundan önceki hayatına dair bilgi verme işlevi yerine getiriliyor. Böylece ana karakterimizin kişiliğini ve neden böylesi bir Post-Grad sendromu yaşadığını anlayabilmiş olacağız. Ancak filmin ilerleyen kısımlarında da fark edildiği üzere, bunu asla tam olarak anlayamıyoruz. Daha doğrusu o hissi kazandırmakta zorlanıyor film. Karşınızda boncuk boncuk gözleri parlayan, al yanaklı, manken siluetinde zarafetle arz-ı endam eden bir Alexis Bledel olunca bu daha da zorlaşıyor.
Ryden çocukluğundan beri kitap kurdu olmuş, bildiğimiz edebiyat düşkünü ineklerden olduğunu daha ilk iş görüşmesinde açıkça belirtiyor. İngilizce-edebiyat gibi bir bölümde iletişim dalında uzmanlaşarak mezun olmuş ve hayalini kurduğu büyük şirkette çalışmak için başvuruyor. Ancak filmin asıl dönemecini oluşturan kısım burda ekrana geliyor. İşe alınmama durumu. Kendine gayet güvenli, herşeyden emin bir halde Ryden görüşmeyi yapıyor, ancak onun da öğrenmek zorunda kaldığı üzere gerçek dünya, okulda kurulan kariyer hayallerinden çok farklı şeyler sunuyor insanın karşısına. Esas anlamıyla, sunmuyor da. Ryden da zaten ilk reddedilişinin akabinde iş bulamama durumu yaşıyor. Hayal ettiği işte çalışıp, Los Angeles manzaralı bir dairede yaşama hayallerini çöpe bırakıp, ailesinin şehir dışındaki karışık evine dönmek ve her gün iş arama problemiyle uğraşmak zorunda kalıyor.
Bu sırada Ryden'ın sadık ama gururlu çocukluk arkadaşı-kankası Adam ve müzik yaparak hayallerinin peşinden gitmek mi, kabul edildiği hukuk fakültesine giderek babasının ondan beklediği kariyeri gerçekleştirme mi şeklindeki bocalamasını görüyoruz. Tabi bu seçimde tek etken Adam'ın yalnız ve hayatından memnun olmayan babası değil. Dawson's Creek halinden bildiğimiz gibi, Adam Ryden'a aşık ama bir yandan da kanka olduklarından ve Ryden'ın gözü kariyerdi edebiyattı diye dışarılarda dolanırken, idare ediyorlar durumu. Ta ki yan komşunun seksi mi seksi bir Brezilyalı-serseri ruhlu yönetmen olduğunu görene kadar (Rodrigo Santoro'yu Lost'ta az da olsa öz görmüştük. Ayrıca "300"den "Che"ye, "Love,Actually"den "I Love You Phillip Morris"e uzanan bir filmografisi olan gözlere bayram tadında bir Brezilyalı olduğunu da unutmamak gerek.). Ryden da sonuçta kanı kaynayan bir genç. Ev de havuzlu sonuçta, orası California. Nitekim üstüne bir tuhaf Malby ailesi de eklenince pek keyifli ama hiçbir şeyi tam veremeyen bir seyirlik ortaya çıkıyor.
Çok fazla şeyler beklenmemesi gereken, insanın ağzında hoş ama geçici tadlar bırakan filmlerden Post Grad. Alexis Bledel gerçek hayatında da hep bir Rory Gilmore-ayakları yere basan-ne yaptığını bilen-sorumluluk sahibi-kitap kurdu-erkeklerin aşık olduğu insan mıdır diye hep bir merak duygusu sağlıyor. Ya da bir insanın böyle gözlere sahip olması akıllara zarar değil midir?
Bu sırada film boyunca kulaklarımıza zuhur eden o muhteşem müziklere de dikkat çekmeden geçmek büyük haksızlık olur. The Kooks, Lilly Allen,Control Machete,Gym Class Heroes ve daha birçoğunun olduğu soundtrack ise tam bayramlık.
1. Pony (It's OK) - Erin McCarley
2. Don't Give Me A Hard Time - The Locarnos 
3. Take What You Take - Lily Allen
4. One Day - Jack Savoretti
5. What Happened To It - The Bird And The Bee
6. Main Titles - Christophe Beck 
7. Always Where I Need To Be - The Kooks
8. The Queen And I - Gym Class Heroes
9. Turn Back Around - Lucy Schwartz
10. Happerman & Browning - Christophe Beck
11. Wake The Sun - The Matches
12. Brand New Day - Joshua Radin
13. Si Señor - Control Machete
14. I Say I Go - Kevin Drew
15. Ryden & Adam - Christophe Beck

Tadımlık olsun diye filmden Jack Savoretti'nin "One Day"i:

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...