merly streep etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
merly streep etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2020 Pazartesi

The Giver (2014)

Evlere kapanmamızdan hemen önce, iş yerinde cihaz değişikliğinden ötürü çılgınca yoğun günler yaşadığımız günlerin birinde, öğlen vakti gelip geçerken hadi bir yemek yiyelim de gelelim diye yürüyor, K. abi ile muhabbet ediyorduk. Laf bu distopik genç-yetişkin (young-adult) kitaplarına-filmlerine gelmişti. Bir yandan içim coşkuyla dolmuş, iş yerinde bunlardan konuşabilen birine rastlamışım, bir yandan da şaşkınlıkla bakıyorum K. abiye, bu yaşta bu görüntüde bir adamdan hiç beklemediğim şekilde benimle aynı şeylerden bahsedebiliyor. Bir filmden bahsetmişti o gün, ismini cismini falan hatırlayamıyordu ama anlattığı hikaye ilgimi çekmişti. Allah allah böyle bir film varmış, hiç haberim olmamış mı diye düşünmüştüm. Eve gidince bakayım da izleyeyim demiştim ama tabi sonra dünyamız daha çılgın bir hal aldı, topyekün bir felaket filminin içine yuvarlandık ve eve kapanıp, kendimi güvende hissettiğim diğer dünyaya, tarihi dizilerin (period-dramaların) içine gömüldüm.
İşte o gün hikayesini dinlediğim, The Giver (https://www.imdb.com/title/tt0435651/), 1937 doğumlu Amerikalı yazar Lois Lowry'nin 1993'te yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanmış bir film. Belirsiz bir gelecekte, oldukça mükemmel görünen bir topluluğa konuk oluyoruz. İçindeki her şeyin kameralarla kontrol edildiği bir fanusun içinde yaşayan bu toplulukta insanlar her gün haplarını alıyor, duygularından kurtuluyor. Hatta renkleri bile göremiyorlar. Topluluğun yaşlıları, insanlığı daha önceki çağlarda savaşa, yıkıma götüren her türlü duygudan kurtarmanın en iyisi olduğuna karar vermişler çünkü. Her şey çok iyi işliyor böyle. Bebekleri doğurmaktan sorumlu anneler var, doğan her bebek seçilen bir aileye veriliyor. Belli bir yaşa kadar eğitim alıp, izlendikten sonra hangi işlere atanacakları yine yaşlılar komitesi tarafından belirleniyor. Asıl kahramanımız Jonas ile arkadaşları Fiona ve Asher da işlerine atanacakları yaşa geliyorlar. Tüm toplumun önünde hayatları boyunca yapacakları mesleklerine atanıyorlar ancak Jonas'a diğerlerinden farklı bir görev düşüyor. "Receiver of Memories" olarak görevlendiriliyor Jonas ve kendinden önceki Receiver'dan eğitim almaya başlıyor. Ama hiç beklemediği, hiç bilmediği şeyleri görmeye başlayan Jonas'ın dünyası yavaş yavaş parçalanmaya başlıyor.
Lois Lowry teyze
Çok tanıdık geldi değil mi böyle anlatınca? Duygular, ilaçlar falan deyince sanki bir Equilibrium (https://www.imdb.com/title/tt0238380/) geliyor insanın aklına ama The Giver'ın hikayesinin 93'te yayınlandığına bakarsak öyle bir durum olmadığını görüyoruz. Equilibrium'u Kurt Wimmer yazıp, yönettiğinde sene 2002 idi. Bir de o hikaye daha karanlık, daha ciddiydi. Lois Lowry'nin hikayesi tür (genre) olarak "young-adult" çünkü. Kitapta kahramanımız 12 yaşında ama film için tabiki pek çok değişikliğe gidilmiş. Yaşlar 18-20 civarında ve karakterler arası ilişkiler de biraz daha değişmiş.
Yine de oldukça ciddi bir şeyler anlatıyor olduğunu bilerek kafamızın içinde, izliyoruz ama film o kadar da ciddi gelemiyor bir türlü. Bunun için illa karanlık olması gerekmiyor ama anlatımından, anlatmayı seçtiği tondan ötürü hep bir o diğer izlediğimiz genç-yetişkin distopyalarının arasında öylesine bir film gibi geliyor. Söylemek istediği şeyi, kim bilir belki kitabının söylediği şeyi çok da hissetmiyoruz. İçeride önemli bir şeyler var, biliyoruz ama bize ulaşamıyor.
Oysa içerisi şampiyonlar ligi kadrosu gibi. Projeyi zaten uzun yıllardır Jeff Bridges hayata geçirmeye çalışıyormuş, sonunda filmi yaptığında kilit rolde yer alıyor. Yanında Meryl Streep var ki kadının oyunculuğuna ne derece hayran olduğumu daha önce yeteri kadar anlatabildim mi bilmiyorum (her bir karakterinde bedeninden yayılan enerji bile değişiyor öyle bir şey). Bir de görünce aman yarabbi sen nereden çıktın gönüllerimizin (gözlerimizin) efendisi diyebileceğimiz Alexander Skarsgaard çıkıyor karşımıza. İlginç hımm, dedirten Katie Holmes da orada. Aslında elimizde her şey var ama dediğim gibi bir yere varamıyoruz. Varıyoruz da, diğerlerinden farklı olmuyor.
Kitabını Arkadaş Yayınları "Seçilmiş Kişi" adıyla basmış (Arkadaş Yayınları'nın sitesinde görebilirsiniz) bu arada. Yayınevinden çıkan diğer 5 kitabı da orada ayrıca.


Bu arada sevgili blogger sesimi duymuş sanıyorum. Artık resim eklediğimde üstüne tıklayınca hemen yerleşim seçenekleri çıkıyor. Hadi bu seferlik iyi bir şey yaptın be blogger. Önceki kötülüklerini bir nebze olsun hafifletti sayılır.

7 Şubat 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} The Post (2017) : buram buram Spielberg

Yıl 1971. ABD 55'ten beri içinde olduğu Vietnam Savaşı'nda debelenip dururken Washington Post gazetesi de varlığını devam ettirebilme uğraşı içinde debeleniyordur. Babasının eşine bıraktığı gazete, eşinin ölümüyle Kay Graham'ın üstüne kalmıştır, o bu hiç bilmediği durumun içinde ne yapacağını çözmeye çalışırken hırslı editörü Ben Bradlee de hem Nixon yönetimi ile hem de gazeteyi rakibi The New York Times'ın önüne geçirmeye uğraşmaktadır. Tam da bu sırada Times devlete ait gizli belgelerle ilgili bir haber patlatır. "Pentagon Papers" adı verilen bu belgeler o zamana kadar ABD'nin Vietnam'daki savaş ile ilgili yaptığı araştırma ve analiz sonuçlarını içeriyordur. Ama sadece analizler değildir haber değeri taşıyan bu kağıtlarda. O zamana kadar bu savaşı devam ettirmiş ABD başkanlarının ve yönetiminin, savaşın anlamsızlığını ve gereksizliğini, dahası mutlak yenilgileri görmelerine ve bu durum gayet ortada olmasına rağmen yine de savaşı devam ettirmiş olduklarının apaçık belgeleridir bunlar. Eh tabi Nixon yönetimi hemen Times'a bir yasaklama çıkarır ve belgelerle ilgili haber yapmalarını önler. Ama işte bu noktada Washington Post'a düşer görev. Böylesi belgeleri Times'ın bıraktığı yerden bayrağı onlar devralarak gazeteciliğin ruhuna uygun olarak haber mi yapacaklar yoksa demokrasi dışı bir anlayışla müdahale eden yönetimin baskısı altında geri adım mı atacaklardır?
The Post (http://www.imdb.com/title/tt6294822/adından - ve yukarıda anlattıklarımdan - anlayabileceğiniz gibi 1971'de ABD'de gazetelere düşüp, olaylar çıkaran Pentagon Kağıtları adı verilen belgelerin Washington Post gazetesi tarafından haber yapılışı hikayesini anlatıyor. Yani aslında New York Times'ın haber yapmasının hemen ardından Post'un devreye girdiği günleri ve cidden belgelerin patladığı zamanı anlatarak Watergate'e günü gününe getirip, bırakıyor film bizi. Gerçekten olmuş olayları, gerçekten yaşamış insanları canlandıran oyuncularla anlatıyor ama büyük oranda tonunu, vurgusunu değiştirerek, kendine başka türlü kahramanlar ve kötüler yaratarak.
Bu anlamda aslında tamı tamına bir Spielberg filmi. Sizi bilmem ama benim sinema sanatına en başından beri hayranlıkla ve keyifle bakmamı sağlayan klasiklerimin havasında. O yüzden başlığı buram buram yaptım ya, çünkü çocukluğumun o kahramanlık hikayeleriyle bezeli, aksiyonlu, bol müzik gazlı, atmosfer dolu filmlerinin havasında. Bir yandan hem aslında içi şişirilmiş bir şey izlediğinizi biliyor olursunuz bu filmlerde, bir yandan da o atmosferle birlikte o gazı almış olduğunuzdan kendinizi filmin temposuna kaptırmış sürükleniyor olursunuz. Bir şeyler anlatır bu filmler, hakikaten de önemli şeyler anlatır çoğu kez ama bunu anlatış biçimleridir sizi ele geçiren. Yani misal bir futbol topunun iki direğin arasından uçması gibi gayet normal-keyfi bir durumu öyle bir anlatır, öyle bir hale yola sokar ki bu filmler, o topun uçuşu artık tüm bir ulusun özgürlüğünü simgeliyordur artık, içinizdeki tüm tellere dokunmuş, boğazınıza yumruğu oturtmuştur.
İşte The Post da o filmlerden. Arkasındaki gerçek hikayeyi bilmeden izlediğinizde vaay be!, ah ulan be! diyor hale geleceğiniz; hikayenin aslını öğrendikten sonra da yine nasıl olup da böyle anlatılabildiğine vay be diyeceğiniz bir film. Yani demeye çalıştığım asıl olay Times iken Washington Post ile ilgili bir film yapmak ve dahası bakış açımızı oraya kaydırmak asıl formül.
Ama işte bu noktada da aslında filmin anlatmaya çalıştıklarının başka şeyler olduğunu görmek gerekiyor. Savaşla ilgili ya da o dönemki yönetimlerin yanlışlarıyla ilgili bir şeyler anlatmak değil derdi. Aslında 40 yıl öncesinden insanlarla, olaylarla bugüne dair bir şeyler söylemek. Son dönemde iyice kuvvetlenen bu "kadın hareketine" kocaman bir selam çakıyor mesela. Ya da gazeteciliğin doğasına bir hatırlatma yapıyor. En açık mesajı ise tabiki Amerikan ideallerine, demokrasisine, temellerine dair söylemleri ve hatırlatmaları.
Eh tabi bir de Meryl Streep'ten bahsetmem gerekiyor. Normalde o kadar taktığım bir oyuncu değildir, çoğunluğun aksine. Ben daha Helen Mirren izlemeyi severim o daha zariftir ya da Diane Keaton falan ki o da daha egzantriktir. Bir de Meryl Streep hep o kocaman egosuyla görünür gibi gelir-di ta ki bu filme kadar. Ne kadar yanıldığımı görmüş oldum. Herhalde denk gelip izlediğim filmlerindeki rollerindenmiş bu düşüncem dedim sonra. Çünkü bu filmde filmin neredeyse tamamına yakın bir kısmında bütünüyle bambaşka bir Streep'ti karşımdaki. O kadar üstünden o ego, o kuvvet, o ezici hava fışkıran bir kadının tüm bir film boyunca nasıl bunların esamesini göstermediğine şahit oldum. Tamam rol yapmak öyle bir sanat, oyunculuk böyle bir şey ama insan nasıl yapar eder de bu "kendinden kurtulur"?
Diyeceğim o ki The Post benim sevdiğim - ve alışık olduğum birlikte büyüdüğüm - filmlerden. Bana hissettirdiklerini, düşündürdüklerini severim onların. Zaten Spielberg'le Tom Hanks bir noktadan sonra yıllardır başımı yaslayabileceğimi bildiğim akrabalarım haline gelmiş figürler benim için. Ama uyarayım, ben öyle klasik hollywood tantanalarını sevmem çok daha alternatif bir insanım çok derinlikliyim her gün fularımı takarım falan diyorsanız çok da izlemeyin. Zaten bilmediğimiz- yaşamadığımız - bir şeyi söylemiyor.

Filmin yalnızca iki dalda Best Motion Picture of the Year ve Best Performance by an Actress in a Leading Role (Meryl Streep) dallarında adaylıkları var.

Filmin arkasındaki hikaye için: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/the-post/

21 Mart 2016 Pazartesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


26 Şubat 2015 Perşembe

yarım bıraktığım iki film: Into The Woods (2014) ve The Riot Club (2014)

İzlediğim dizilerin sezon araları vermeye başlamasıyla dedim yeni bir şeylere başlamaktansa uzun zamandır doğru düzgün oturup da izlemediğim filmlere döneyim. Blogda önceki senelerime baktığımda misal 2011'de manyak gibi film izlemişim, onu fark ettim. Ama sonra azalmış (neden acaba?!). Bu başıboşluğu telafi etmek adına bu sene başladığından beri kendimi filmlere vermeye çabalıyorum. Anlatmıştım, Bandırma'da bile sinemaya gittim, yılın ilk filmi olarak Mucize'yi izledim. Sonrasında abimlerdeyken her sabah kahvaltıda bir filme denk geldiğimden oradayken Marmaduke (2010), The Monuments Men (2014), Su ve Ateş (2013), The Guilt Trip (2012)'i izlemiştim (Ama anlatmadım). Arada bir Maleficent (2014)'tan bahsetmiştim. Sonra evde bir sabah Nim's Island (2008)'a denk geldim, güzel oldu. Bir de ufak bir Jupiter Ascending maceram var sinemada ama ondan ayrıca bir ara bahsedeceğim, bahsetmeliyim, ihtiyacım var buna. Neyse. Bu arada bu sene için güzelce bir gösterim tarihi takvimimi çıkarmıştım, oraya not ettiğim filmlere yetişeyim diye Night At The Museum:Secret of The Tomb (2014) ve The Imitation Game (2014) izledim pek de zevkle. Önceki günkü Begin Again (2013)'den sonra devam edeyim dedim, listemdeki Mortdecai ve The Seventh Son'ı bulamadığım için (bunlara tabiki sinemada para vermeyeceğim) yine listemdeki Into The Woods'a bakayım istedim.
Broadway World
Bakmaz olaydım. Halbuki müzikallere bayılırım, hakikaten. Rob Marshall'ın daha önceki iki müzikalini - Chicago ve Nine - izlemiş ve beğenmiş bir izleyici olarak yönetmenden de bir şeyler bekliyordum izlerken. Hem müzikal hem de masallar, Grimm masalları vardı önümde, en sevdiğim şeyler! Ama anlamadığım bir şekilde, olmamış geldi bana. Hem de film 3 oscar'a aday olmuşken. Çok büyük umutlarla açıp, izlemeye başladım ama ancak bir 30 dakika izleyebildim. Sıkıldım, bunaldım, içim bayıldı. Hem de tam Johnny'yi hain kurt olarak görmüşken.
Hollywood Reporter
Emily Blunt var karşımda, Merly Streep var. Jack ve sihirli fasulyelerini, kırmızı başlıklı kızı, rapunzeli, cinderella'yı alıp birbirine karıştırıp, ortaya aslında çok güzel birşeyler çıkarabilecekken böyle bir şey çıkarmışlar. Ciddi söylüyorum bende mi bir tuhaflık var? Film aslında çok iyi de ben mi anlayamadım? Hayır olabilir, genel kanıya göre müthiş olan filmleri anlayamama ve kimsenin beğenmediği, basit görülen filmlere efsane muamelesi yapmak gibi bir yeteneğim var, onu biliyorum ama bu bence bu durum bu film için geçerli olamaz.
IMDb
The Riot Club'ı ise bir zaman önce görmüş, kaydetmiştim bir kenara izleyeyim diye. Konusuna, oyuncularına, yönetmenine bakınca baya iyidir diye düşünmüştüm. Böyle filmleri severim de. Oxford Üniversitesi'ne yeni başlayan iki tamamen ayrı kişilikteki öğrenci ile okulun yüzyıllardır süren bir kulübünün içine bakış atıyoruz filmde. Riot Kulübü Oxford'a gelen ayrıcalıklı, sular seller gibi paraya sahip, büyük oranda da çook eskilerden gelen asalet ünvanları dolu ailelere mensup veletlerinin türlü türlü pisliği ve aşırılığı yapmak için bir araya geldikleri bir şey. Her okul döneminin başında 10 kişi olmak zorundalar ve desturları kesinlikle hayatı her şeyiyle en aşırısından yaşamak. Tüm ahlak, disiplin, kanun kuralını ezip geçmekle eğleniyorlar mesela. Filmimize konu olan dönemde iki yeni üye almaları gerekiyor ve birbirlerinden hiç de hazzetmeyen iki birinci sınıf öğrencisi Alistair Ryle ve Miles Richards'ı üyeliğe kabul ediyorlar (The Skulls falan izlediyseniz bu üyeliğe seçilme-kabul gibi şeylerin filmin bir 20 dakikasını aldığını biliyorsunuzdur). Dönemin ilk akşam yemeğinde bir araya geldiklerinde ise olanlar oluyor.
TIFF
Şeklinde özetleyebileceğim bir konusu olan bu filmin de 40.dakikasına kadar falan dayandım. Aslında dediğim gibi severim bu tür filmleri, bedavadan Oxford yaşantısı görüyorken bir yandan en içinden sistem-sınıf eleştirisi izliyorum. Ama nedense bu filmde bu eleştiri sinirimi bozdu. Hem bizim (pis sefillerin) tarafından anlatıyor hem de altın yumurta şeklinde doğmuşların. Hayatı boyunca şatolarda kalelerde malikanelerde yaşamış, önünden kuş sütü eksik olmamış bu aşırı şanslı veletlerin bu defaki hikayesi beni sarmadı. Yönetmeni Lone Scherfig bize An Education ve One Day gibi filmler hediye etmiş olsa da bu kulübün hikayesini izlemeye dayanamadım. Hala merak etmiyor değilim sonunda nasıl çözülecekler diye ama napalım.
Herhalde yaşım geçtikçe filmlere olan sabrım azalıyorsa demek.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...