douglas booth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
douglas booth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2019 Cumartesi

Mary Shelley (2017)

Mary Shelley, 1797'de doğup 1851'de ölmüş bir İngiliz yazar. Frankenstein'ın yazarı olarak kitabın kapağında ismini görmüş olmalısınız mutlaka. Büyük ihtimalle benim gibi çılgınca meraklar içine girmediniz ya da belki sizin de düştü aklınıza kitabın kapağını kapattığınızda, bu satırları böylesi bir sorularla, bu kadar yalnızlıkla çaresizlikle umutsuzlukla kocaman pişmanlıkla dolu bir hikayeyi yazan nasıl bir insandı acaba diye.
Ben de aynı merakla oturup tüm hayatını, neler yapıp ettiğini araştırmış okumuştum Mary Shelley'nin. Hatta burada baya bir magazin içerikli olarak anlatmıştım size de geçen sene kitabın yayınlanışının 200.yılı şerefine (200 Yıl Öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı). O zaman da anlamıştım belki birkaç bir şey, Frankenstein'ı hikayesini yazan o güçlü kadının nasıl bir hayat yaşadığını okuyunca. Ama 2017'de yayınlanan filmi izleyince bugün, her şey ete kemiğe büründü. Filmin yarattığı atmosferin içinde öyle bir hikayeyi ortaya çıkaran tüm o duyguları görebildim, hissedebildim. (IMDb linki şurada.)
Film hemen hemen 1813 yılında başlıyor. Mary 15-16 yaşlarında, Londra'da babasının kitapçısında, üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı Claire ile birlikte çalışıyor. Evde bir de küçük erkek kardeşleri var. Londra henüz Victoria dönemine girmemiş ama şimdiden karmaşık, pis ve sefalet her köşe başında. Godwin ailesi de sıkıntı içinde, baba Godwin sonuçta bir yazar, doğru düzgün para kazanamıyor. Kitapçıda da zaten işler kesat. Mary kardeşi Claire ile iyi ama üvey annesi habire nefret ettiği ölmüş annesinden dolayı Mary'ye de gıcık ve Mary günün çoğunu annesinin mezarı başında, kuytu köşelerde korku romanları okuyarak ya da yazarak geçiriyor. Sonra Percy Shelley giriyor hayatına, her şey bir anda değişiyor gibi oluyor ama aslında Mary için hayatına başladığından beri hissettiği o yalnızlık, terk edilmişlik, ihanet edilmişlik hiç değişmiyor. Daha 20 yaşına bile gelmeden bir dolu çaresizlik, sefalet, ölüm yaşıyor. Ve sonunda binbir güçlükle, yarattığı canavarın hikayesini yayınlatmayı başardığında tüm bu hissettiklerini dünyaya anlatabilmiş oluyor.
Filmde Mary'nin hikayesini bu şekilde, daha çok etrafını çeviren o koyu gri duygularla anlatmayı seçmişler. Atmosfer yaratımı çok başarılı. İzlediğimiz olaylar genelde tarih kitaplarında anlatılanlardan oluşuyor, Mary ve Percy'nin (ve Claire'in) yaşadıkları, Lord Byron, John Polidori, üvey anne, baba Godwin hakkında her yerde ne anlatılmışsa o var filmde. Başka türlü oldu veya olmadı demeye yeltenmiyor hiç hikaye, olduğu yazılan her şeyin Mary'nin iç dünyasına yansıttıkları ve dolayısıyla Frankenstein'ı ortaya koyduğu için olduğunu anlatıyor bir anlamda. Cenova'daki fırtınalı bir gecede ortaya çıkan bir korku hikayesi değildi diyor Frankenstein. 17-18 yıllık kederli bir hayatın, bir genç kızın içinde büyüttüğü bir canavarın hikayesiydi diyor. Film, ilmek ilmek işliyor kitabın ortaya çıkışını. Mary her eline kalemi aldığında ona dair bir şeyler karalıyor, neye dair olduğunu bilmeden. Ya da yaşadığı her bir kötü şeyde, karşılaştığı her bir kötü olayda Frankenstein'ın sayfalarında okuduğumuz şeyler canlanıyor.
Tabi sadece Mary'nin satırlarını duymuyoruz film boyunca. Percy Shelley'nin şiirleri, Lord Byron delilikleri de dolanıyor ortalıkta. Ama filmi izlerken anlıyorsunuz ki senaryoyu yazan eller Mary'yi de hikayesini de çok sevmiş, çok hissetmiş. Yönetmenin de tüm ortamı kurmakta harika bir iş çıkardığını görebiliyoruz. Ha ama tüm bunlar demek değil ki on numara bir film olmuş. Aksine çok parlak değil, ara ara tökezliyor, çoğu zaman sıkıcılaşabiliyor. Bu şekildeki biyografik dönem filmlerinin arasında ortalama olarak kalıyor. Oyunculukları da öyle aynı ortalamada kalıyor mecburen. Halbuki Elle Fanning, pek de bebek suratlı nasıl gösterecek o karanlığı diye film başlarken burun kıvırmama rağmen Mary Shelley olarak düzgün bir iş çıkarmayı başarmışken ve Douglas Booth, Percy Shelley olarak sinirimi gerçekten bozabilmişken. Sadece Lord Byron'ı oynarken Tom Sturridge'in biraz aşırı yapmacık olduğunu ve tek boyutlu kaldığını düşündüm. Bir de Mary'nin babası William Godwin'in karakterine senaryonun pek bir şey vermemiş olması beklentimi boşa çıkardı. Böylesi bir hayata, böylesi bir kadına etkisini görmemiz gereken bir karakteri çok düz, çok basit bir şekilde ortaya koymuş film, Stephen Dillane ne yapsın.

Son olarak filmdeki atmosferi böylesi etkileyici yapabilen, filmin müziklerinin yaratıcısı Amelia Warner'dan bahsedeyim ve o müziklerin toplandığı albümü şuraya bırakayım:


26 Şubat 2015 Perşembe

yarım bıraktığım iki film: Into The Woods (2014) ve The Riot Club (2014)

İzlediğim dizilerin sezon araları vermeye başlamasıyla dedim yeni bir şeylere başlamaktansa uzun zamandır doğru düzgün oturup da izlemediğim filmlere döneyim. Blogda önceki senelerime baktığımda misal 2011'de manyak gibi film izlemişim, onu fark ettim. Ama sonra azalmış (neden acaba?!). Bu başıboşluğu telafi etmek adına bu sene başladığından beri kendimi filmlere vermeye çabalıyorum. Anlatmıştım, Bandırma'da bile sinemaya gittim, yılın ilk filmi olarak Mucize'yi izledim. Sonrasında abimlerdeyken her sabah kahvaltıda bir filme denk geldiğimden oradayken Marmaduke (2010), The Monuments Men (2014), Su ve Ateş (2013), The Guilt Trip (2012)'i izlemiştim (Ama anlatmadım). Arada bir Maleficent (2014)'tan bahsetmiştim. Sonra evde bir sabah Nim's Island (2008)'a denk geldim, güzel oldu. Bir de ufak bir Jupiter Ascending maceram var sinemada ama ondan ayrıca bir ara bahsedeceğim, bahsetmeliyim, ihtiyacım var buna. Neyse. Bu arada bu sene için güzelce bir gösterim tarihi takvimimi çıkarmıştım, oraya not ettiğim filmlere yetişeyim diye Night At The Museum:Secret of The Tomb (2014) ve The Imitation Game (2014) izledim pek de zevkle. Önceki günkü Begin Again (2013)'den sonra devam edeyim dedim, listemdeki Mortdecai ve The Seventh Son'ı bulamadığım için (bunlara tabiki sinemada para vermeyeceğim) yine listemdeki Into The Woods'a bakayım istedim.
Broadway World
Bakmaz olaydım. Halbuki müzikallere bayılırım, hakikaten. Rob Marshall'ın daha önceki iki müzikalini - Chicago ve Nine - izlemiş ve beğenmiş bir izleyici olarak yönetmenden de bir şeyler bekliyordum izlerken. Hem müzikal hem de masallar, Grimm masalları vardı önümde, en sevdiğim şeyler! Ama anlamadığım bir şekilde, olmamış geldi bana. Hem de film 3 oscar'a aday olmuşken. Çok büyük umutlarla açıp, izlemeye başladım ama ancak bir 30 dakika izleyebildim. Sıkıldım, bunaldım, içim bayıldı. Hem de tam Johnny'yi hain kurt olarak görmüşken.
Hollywood Reporter
Emily Blunt var karşımda, Merly Streep var. Jack ve sihirli fasulyelerini, kırmızı başlıklı kızı, rapunzeli, cinderella'yı alıp birbirine karıştırıp, ortaya aslında çok güzel birşeyler çıkarabilecekken böyle bir şey çıkarmışlar. Ciddi söylüyorum bende mi bir tuhaflık var? Film aslında çok iyi de ben mi anlayamadım? Hayır olabilir, genel kanıya göre müthiş olan filmleri anlayamama ve kimsenin beğenmediği, basit görülen filmlere efsane muamelesi yapmak gibi bir yeteneğim var, onu biliyorum ama bu bence bu durum bu film için geçerli olamaz.
IMDb
The Riot Club'ı ise bir zaman önce görmüş, kaydetmiştim bir kenara izleyeyim diye. Konusuna, oyuncularına, yönetmenine bakınca baya iyidir diye düşünmüştüm. Böyle filmleri severim de. Oxford Üniversitesi'ne yeni başlayan iki tamamen ayrı kişilikteki öğrenci ile okulun yüzyıllardır süren bir kulübünün içine bakış atıyoruz filmde. Riot Kulübü Oxford'a gelen ayrıcalıklı, sular seller gibi paraya sahip, büyük oranda da çook eskilerden gelen asalet ünvanları dolu ailelere mensup veletlerinin türlü türlü pisliği ve aşırılığı yapmak için bir araya geldikleri bir şey. Her okul döneminin başında 10 kişi olmak zorundalar ve desturları kesinlikle hayatı her şeyiyle en aşırısından yaşamak. Tüm ahlak, disiplin, kanun kuralını ezip geçmekle eğleniyorlar mesela. Filmimize konu olan dönemde iki yeni üye almaları gerekiyor ve birbirlerinden hiç de hazzetmeyen iki birinci sınıf öğrencisi Alistair Ryle ve Miles Richards'ı üyeliğe kabul ediyorlar (The Skulls falan izlediyseniz bu üyeliğe seçilme-kabul gibi şeylerin filmin bir 20 dakikasını aldığını biliyorsunuzdur). Dönemin ilk akşam yemeğinde bir araya geldiklerinde ise olanlar oluyor.
TIFF
Şeklinde özetleyebileceğim bir konusu olan bu filmin de 40.dakikasına kadar falan dayandım. Aslında dediğim gibi severim bu tür filmleri, bedavadan Oxford yaşantısı görüyorken bir yandan en içinden sistem-sınıf eleştirisi izliyorum. Ama nedense bu filmde bu eleştiri sinirimi bozdu. Hem bizim (pis sefillerin) tarafından anlatıyor hem de altın yumurta şeklinde doğmuşların. Hayatı boyunca şatolarda kalelerde malikanelerde yaşamış, önünden kuş sütü eksik olmamış bu aşırı şanslı veletlerin bu defaki hikayesi beni sarmadı. Yönetmeni Lone Scherfig bize An Education ve One Day gibi filmler hediye etmiş olsa da bu kulübün hikayesini izlemeye dayanamadım. Hala merak etmiyor değilim sonunda nasıl çözülecekler diye ama napalım.
Herhalde yaşım geçtikçe filmlere olan sabrım azalıyorsa demek.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...