11 Mart 2018 Pazar

200 yıl öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı

Tam 200 yıl önce bugün, 11 mart 1818'de, Britanya'da bir kitap yayınlandı. Adı Frankenstein'dı, yazarının ismi yoktu, anonim diye geçiyordu. Önsözünü o dönem bir şair olan Percy Shelley yazmıştı, eh bu yüzden de çoğu okur onun yazdığı bir kitap olduğunu düşündü. Kısa sürede okumayan kalmadı Frankenstein'ı, herkes onu konuşur oldu, yazarlarından lordlarına, parlamentodaki siyasetçilerinden sokaktaki insanlara kadar. Bin bir türlü anlam yükleniyordu hikayeye, taraflar tutuluyordu. Cephe alan, hikayeyi saçma ve zararlı düşünceler barındırır bulanlar da vardı elbet. Yaşadıkları döneme göre "değişik" fikirlere ve hayat tarzlarına sahip insanların arasından çıkmıştı bu hikaye çünkü. Yazarı Mary Shelley daha 20 yaşında bile değildi, havanın kötü olduğu bir günde eve tıkılan 4-5 arkadaş, kendilerini eğlendirmek için korku hikayeleri uydurmaya karar verince ortaya çıkmıştı Frankenstein. Ama neyi anlatıyordu da bu hikaye, 200 yıl boyunca neredeyse tüm popüler kültüre yerleşmiş, dünyanın bir ucundan öteki ucuna bir şekilde adı duyulmuş olmuş ve üstüne tonlarca teori geliştirilmiş, barındırdığı anlamlar dağları aşmıştı?
Aslında 1700lerde bir tarihte Robert Walton isimli İngiliz bir genç kaşifin, bir kutup macerasına girişmesiyle başlıyor kitap. Hikaye içinde hikaye bir anlamda, Walton'ın kız kardeşine yazdığı mektuplar aracılığıyla okuduğumuz bu kutup yolculuğu en dıştaki hikayemiz. Walton gemisi ve mürettabatıyla yol alırken buzullarda donmak üzere olan bir adam buluyor. Gemiye alıp, baktıkları adam kendine gelmeye başladığındaysa o başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya ve Walton da kız kardeşine mektubunun içinde bu hikayeyi yazmaya, bu da ikinci katmanımız oluyor. Hayatını anlatmaya başlayan Cenevreli Victor Frankenstein'ın annesinin ailesinin başına gelenlerden başlayıp, babasıyla tanışmasına, evlenmelerine, Victor'un çocukluğuna, en yakın dostu Henry Clerval'a, ailenin sahip çıktığı talihsiz kız çocuğu Elizabeth Lavenza'ya dair bir dolu hikaye dinliyoruz. Victor, onu ceset parçalarından oluşturduğu bir yaratığa hayat vermeye kadar götüren her şeyi anlatıyor, sanıyor ki onu bu meşum olaya ulaştıran tüm motivasyonları açıklayabilir önceki hayatı. Üniversitede yıllarca uğraşıp, kafayı takıp, başardığı bu deney aynı zamanda hayatının en büyük laneti haline geliyor. Victor'ın hikayesinde bir noktada da isimsiz yaratığın can bulduğundan itibaren hayatını anlatışını dinlemeye başlıyoruz, ki bu da üçüncü katmanımız oluyor. Tabi bu katmanın içinde de bir ufak katman olarak yaratığın duvardaki bir delikten gözetlediği, kulübedeki ailenin hikayesini okuyoruz.
İlk bakışta bir korku hikayesi gibi görünüyor evet. Zaten Mary Shelley'nin sonraki baskının önsözünde kendisinin de anlattığı gibi yola çıkış amacı bu. Ama o kadar yıldır o kadar fazla tartışmaya konu olmuş durumda ki Frankenstein, Mary'nin yalnızca bir gece rüya gördüm ve oturdum onu yazdım diye açıklaması kimseye yetmemiş haliyle. Onun satırlarının arkasında onlarca anlam aranıyor. Kimileri hikayedeki tüm karakterlerin Mary'nin hayatındaki kişileri temsil ettiğini söyleyerek ona göre bir okuma yapmış, kimileri de yazıldığı dönemde Mary'nin ve içinde bulunduğu arkadaş-eş dost-tanıdık grubunun siyasi düşüncelerini yansıttığını söylemiş. Peki ama böyle bir hikayeyi ortaya çıkaran nasıl bir hayat?
hikayemizin yaratıcısı Mary Shelley
21.yy.ın film gibi diyeceği türden bir hayat aslında. Hatta resmen o tarihi filmlerin, "period drama" dediğimiz dizilerin senaryolarını aratmayacak türden, birçok insanın iç içe geçmiş, ölümlerle spekülasyonlarla dolu bir hayat. Hikayeyi yaratan beyin, Mary Shelley, yıllar sonra önsözde "Frankenstein'ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcısı, benden öykünün ortaya çıkışı
hakkında bilgi vermemi rica etti. Ben buna dünden razıydım, çünkü bu sayede şahsıma sık sık yöneltilen bir sorunun cevabını verebilecektim: O sıralarda henüz bir genç kız olan ben, nasıl böylesine dehşet bir fikri düşünmüş, geliştirmiştim?" diye yazmış. Sonra hayatından ufak ufak bahsederek bu sorunun cevabını vermeye çalışmış. Ama yalnızca çocukken hayal kurmasıyla, ufak tefek hikayeler yazmasıyla açıklanabilir mi bilmiyorum. Onu dünyaya getiren iki insandan başlayan bir hayat öyküsünü okuduğunuzda ancak diyorsunuz ki Frankenstein'ın canavarı o soruları sorabilir, o yakınmalara ses verebilir. Mary'nin annesi (Mary Wollstonecraft) döneminin - yani 1700lerin ikinci yarısının - dişli bir feministi, yazarı, felsefecisi, babası (William Godwin) ise yine aynı dönemde etkili bir siyasi düşünür, gazeteci ve yazarı. İkisi de oldukça kendine güvenli ve dik başlı bu iki insan ilk etapta birbirlerinden hiç hazzetmeden tartışıp dururmuş. İkisinin de evliliğe inancı yokmuş, günümüzde bile oldukça bohem olarak görülebilecek kafalardalarmış anlayacağınız. Annesi, babasından önce Amerikalı bir diplomat ile birlikteymiş ve bu birliktelikten bir kız çocuk sahibi olur olmaz adam onu terk etmiş. Birkaç yıl sonra anne Wollstonecraft ve baba Godwin birlikte olmaya başladıktan sonra anne Wollstonecraft Mary'ye hamile kalınca eh napalım bari evlenelim demişler.
baba William Godwin ve anne Mary Wollstonecraft
Ama Mary doğduktan 11 gün falan sonra anne Wollstonecraft enfeksiyon kapıp daha 38 yaşındayken ölmüş. Diğer birlikteliğinden getirdiği kızı ve Mary, baba Godwin'e kalmış. E adam da durmamış yeniden evlenmiş, üvey kızını uzağa okula göndermiş, Mary de evde kitaplarla kendi kendine büyüsün diye durmuş. Bu arada yeni evlendiği kadının da bir kızı varmış, o da onu getirmiş mi eve, bir de Mary'ye tam filmlerdeki üvey annelikten ettiğinden ötürü Mary tabi kendini hayallere, kitaplara, yazmaya vermiş.
15 yaşına geldiğinde bir dostlarının yanına kalmaya gittiğinde yazar-şair Percy Shelley ile tanışmış Mary. O zaman 20 yaşında olan Percy ailesi tarafından bohem (evet yine bu kelime) hayat tarzından dolayı reddedilmiş, Oxford'dan ise ateist olduğu için kovulduğundan ötürü maddi sıkıntı içinde sığınacak yer ararken Mary'nin babasının evinde kendine yer bulmuş (hani baba Godwin büyük bir usta yazar gibi, çaylak ama gelecek vaadedenler de onun bilgisinden ilminden fayda görmek adına kanatları altına giriyor gibi). Eh iki genç de bir noktada kanları kaynayınca bir gece birlikte kaçıvermişler evden (Mary'nin üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı da eksik kalmamış tabi). Mary hamileymiş çoktan tabi 16-17 yaşında kaçarlarken. Birlikte orada burada dolanıp durmaya başlamışlar. Ama aşırılık üstüne aşırılık, Percy'nin bu sırada geride - artık kim bilir hangi evde - yasal bir eşi varmış, hem de ikinci çocuklarına mı ne hamile halde.
sorumsuz insan Percy Bysshe Shelley
Mary ile Percy dolanıp dururken dönemin efsanesi Lord Byron'a denk gelmişler Cenova'da. Lord Byron da bu arada inanılmaz skandallar adamı, kafası bir milyon zaten her daim, vur patlasın çal oynasın dolaşan bir beyzade. Onun da eşi var güya bu sırada ama kızları Ada doğunca kadın demiş yeter, bu manyak delinin yanında daha da kalmam, hatta kızımı da bundan zerre etkilenmesin diye tamamen saklarım. Akıllı kadınmış vesselam, Byron'dan kaçırdığı kızını matematikçi yapmış, o kız da büyüyüp yüzyıllar öncesinden, şimdi size bu satırları yazmamı sağlayan aletin temelini keşfetmiş. Selam olsun sana Ada Lovelace!
Cenova demiştik ya, ortama bakın. Bizim deli Lord Byron, 16 yaşında falan kaçtığı adamdan çoktan hamile kalıp bir de birkaç günlük bebeğini kaybetmiş, birkaç hafta olmadan yeniden hamile kalmış Mary, bu şekilde işler çevirdiğini öğrenen eşi karnındaki çocuğuyla intihar eden beş parasız Percy ve Mary'nin onlarla evden kaçan üvey kız kardeşi ki o da bu sırada, Cenova'dalarken hamile. Millet arkalarından neler neler diyormuş zamanında. Hatta üvey kız kardeşin bebeği Byron'dan mı Percy'den mi belli değil. (Tamam manyakça magazine girdim farkındayım ama aslında hikayenin yazıldığı ortamı ve o kafayı canlandırmaya çalışıyordum azıcık coşmuş olabilirim.)
tam bir deli, Lord Byron
Böyle bir ortamda bir gece Byron'ın off canım sıkıldı hadi herkes bir korkunçlu şeyler anlatsın da keyfim yerine gelsin demesi üzerine, Mary gece yatıyor ve Frankenstein hikayesi olarak ortaya çıkacak olan rüyayı görüyor. 3 yıl boyunca üstünde çalıştıktan sonra yayınlanmış kitap. Ama Mary'nin hayatı hakikaten kitaptaki gibi ölümlerle dolu. Hatta sevdiği, tanıdığı herkesin ölümünü görmüş, yani onlardan sonra ölmüş olması bile yazdığı hikayeye benziyor. Önce büyük kız kardeşi intihar etmiş. Kitap üzerinde çalışırken Percy'nın eşi de intihar edince ancak evlenebilmişler ama Mary 24 yaşına geldiğinde Percy bir gezide boğularak ölmüş. Eşini kaybedene kadar bu arada Mary 4 doğum yapmış, sadece bir çocukları bebekliğini sağ salim geçirebilmiş. Percy'den iki yıl sonra Lord Byron hastalanıp ölmüş. Mary'nin kendisi de 54 gibi erken bir yaşta beyin kanserinden ölmüş. Film gibi derken haksız mıymışım?
Ne zaman yazıldığını veya kimin nasıl yazdığını bilmeden, bağlamına hiç girmeden kitabı elinize alıp, hikayeyi okumaya başlarsanız eğer en başta tamamen bir korku hikayesi gibi görebilirsiniz. Abartılı çıkışlar, dramatize edilmiş betimlemelerle dolu bir Victoria dönemi gotik romanı gibi geliyor insana (Victoria dönemini 1837'den başlatıyorlar evet ama anlayın işte ne demeye çalıştığımı). Hatta ne yalan söyleyeyim çoğu yerde pıhlayarak güldüm. Gereksiz pek çok detaya boğuluyorsunuz mesela, alakalı alakasız bir ton başka yerlere sürükleniyorsunuz. Asıl kafamızda oluşan sorulara bakmıyor bile Mary Shelley, bilimsel herhangi bir yön herhangi bir çaba göstermiyor, dahası pek çok şey fazlasıyla kendiliğinden oluyor. Yazım anlamında açıkçası büyütülecek, klasik olarak görülecek bir anlatım bulmadım ben. Tabi bunu 200 yıl sonrasından baktığımda söylüyorum. Ama mesela siz kendiniz bakın neler diyor Mary Shelley'nin kalemi:

Ancak Sancho Panza’nın deyişiyle, "Her şeyin bir ilki vardır ve o ilkin de kendinden önceki bir şey ile bağlantısı olmalıdır." Hindular dünyayı file taşıtır, ama fili de kaplumbağanın sırtına bindirirler. Şunu tevazuyla kabul etmeli ki yaratıcılık denen şey, yoktan var etmekle değil, kaostan var etmekle alakalıdır; her şeyden önce unsurların yerli yerinde olması gerekir.
(...), çünkü aşın üzüntü, gelişimi, hayattan keyif almayı ve hatta günlük görevlerini yerine getirmeni engeller ki bunları yapmayan bir insan toplumda barınamaz.”
Dürtülerimiz yalnızca açlık, susuzluk ve şehvetten ibaret olsaydı, neredeyse özgür olacaktık. Oysa şimdi esen her rüzgârdan, tesadüf eseri edilmiş bir sözden ya da o sözün zihnimizde uyandırdığı manzaradan etkilenir durumdayız.
Ne kadar da değişkendi hislerimiz ve ne tuhaftı en kederli anımızda bile hayata tutunma aşkımız!
Frankenstein'ın dostu olduğunu söyleyen sen, günahlarımdan ve talihsizliklerimden haberdar gibisin. Ancak sana anlattıkları içinde benim aciz tutkularla yanıp tükendiğim günler, aylar yoktur eminim. Çünkü onun ümitlerini bir bir yok ederken, kendi arzularımı tatmin edemedim. Coşkun ve tükenmez arzulardı bunlar. Sevgiyi ve dostluğu hâlâ hayal ediyor, ama hâlâ dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim? Neden bir dostu kapısından geri çeviren Felix'ten nefret etmiyorsun? Neden çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye çalışan köylüye lanetler yağdırmıyorsun? Hayır efendim, onlar erdemli, kusursuz varlıklar! Zavallı ve yapayalnız ben ise dışlanması, tekmelenmesi, ayaklar altında ezilmesi gereken bir ucubeyim. Bu haksızlığı düşündükçe şimdi bile öfkeden kanım kaynıyor.
Frankenstein'ın asıl cevheri, onu böylesi bir klasik yapan, anlattığı hikayeyi çevreleyen düşünceleri. Victor Frankenstein bir canavar yaratıyor, o da onun peşine düşüp tüm sevdiklerini öldürüyor, hayatını cehenneme çeviriyor gibi görünen hikaye aslında birçok soru yöneltiyor hem kendine hem zihinlerimize. Yaratım ne demek, bundan kim sorumlu? Birini bir şeyi yaratmak, yaratıcısına nasıl bir sorumluluk yüklüyor, yüklüyor mu? İyiliği de kötülüğü de biz mi yaratıyoruz? Önyargılarımızı bizi insanlıktan çıkarıyor mu, dış görünüş uğruna dünyayı ne hale getiriyoruz? Yaratmak sevmeyi gerektiriyor mu, yarattıklarımızı neden seviyoruz? Sevgi, canavarların ortaya çıkmasını önler mi, buna yeter mi?
Frankenstein'ın ortaya çıktığı o ev, Villa Diodati
Açıkçası ben Victor'a üzülmedim. Hatta direkt isimsiz yaratığa hak bile verdim okurken. Victor ilk olarak saçma sapan bir şekilde, etrafındaki herkesi yok sayarak, dünyayı unutarak, saplantılı bir halde hayat yaratma deneyinin peşinden gidiyor ki ilk olarak bencil egoist herif diye iki tane geçiresim geldi o noktada. İkinci adımda bu sefer sırf görüntüsünden ötürü tam bir korkak gibi çığlık çığlığa kaçarak yaratığı ortada bırakıyor. Bu kadar adi bir korkak olmasına deli olmamın ardından Victor'a daha da sinirlendim çünkü geri kalan tüm hikaye boyunca yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, sadece sızlanarak, ayılıp bayılarak, onu sevenlere daha da rahatsızlık vererek ortalarda dolaştı. Her şey bitip, hikayenin sonuna geldiğimde cinayetlerin tek katili Victor'du diye düşündüm. Tüm o insanları aslında o öldürdü. Kendi hayatını da daha en başından, böylesi bir saplantının peşine düştüğünde kendisi mahvetti. Dahası hiçbir türlü iyi bir insan olarak okunmuyordu bence Victor satır aralarında. Mary Shelley'nin tüm taraflılığına, kahramanını mükemmel insan gibi göstermeye yönelik tüm çabasına karşın bence erdem olarak görülebilecek, ele alınabilecek bir yönü yoktu karakterinin (vay arkadaş resmen diş bilenmişim Victor Frankenstein'a :p ).
200 yıldır popüler kültürün malzemelerinden dedim ya, Frankenstein'ın hikayesi aynı zamanda bir dolu tiyatro oyununa, filme, başka kitaplara da malzeme olmuş durumda. Ama çok ilginç bir şekilde tüm bu filmler, oyunlar ve diğerleri Mary Shelley'nin yazdıklarının özünden çok yazmaya başlama amacını temel almış kendilerine. Öyle ki hepimiz bir şekilde biliyor hale geliyoruz Frankenstein'ı ama kitabı okuyana kadar mesela öğrenegeldiğimiz hikaye, kitaptakinden çok daha farklı şeyler barındırıyor hale geliyor. "Yaratığın adı yok, Frankenstein yaratıcısının ismi" durumunu kaçımız biliyor (ama sanırım bu Mary Shelley'nin suçu)? Ya da kitapta yeni doğan bir bebek gibi zamanla yürümeyi, konuşmayı, okumayı öğrenen, sonunda adeta bir felsefeci mertebesinde yaratıcısına çemkirir hale gelen yaratığı bir kere bile böyle izleyebildik mi? Filmlerde hep bir tür zombi, devasa bir canavar şeklinde göstermeyi, konuşturmamayı seçtiler yaratığı. Victor Frankenstein'ın aksine filmler ona bir beyin vermeyi reddetti. Hele o şimşeklerin elektriğinden yaratığa hayat vermek numarası yok mu, o nasıl bir klasik haline geldiyse...Kitapta tabiki öyle bir şey olmuyor. Aslında hiçbir şey olmuyor, Mary Shelley hiçbir şekilde yaratım sürecini açıklamıyor. Dışarıda yağmur olduğu bir gece, Victor bir bakıyor yaratık gözlerini açmış [Bu arada 2011'de bu türden filmlerden birini, House of Frankenstein'ı izlemişim-->şurada].
Yine eli yüzü düzgün bir kitap incelemesi yazamadım iyi mi? Oysa gayet de karizmatik başlamış, adeta bir edebiyat dergisine yazar gibi ilerliyordum ki yine salon kadını çizgimden çıkıp savruldum, kendimi magazinle coşup, 200 yıllık bir hikayenin hayali kahramanına çemkirirken buldum. Neyse demeye çalıştığım Frankenstein'ın gerçek hikayesini okuyun, edebiyat anlamında ne katar size bilemiyorum ama klasiklerden haberdar olmak iyidir, değişik sorularla beyninizi vicdanınızı insanlığınızı sorgulamak, bunları size yaptırabilen bir hikayeyi okumak daha da iyidir.

[Ben kitabı pdften okudum. Pdf de Can Yayınları'nın temmuz 2012 tarihli Duygu Akın çevirisiyle 1.baskısı. Eh 200 yıllık kitap olduğundan ötürü bir dolu basımı var etrafımızda, kolayca bir sahafta da bulunabilir bence ama yeni bir tane isterseniz nette 7-8 liradan 20 liraya kadar değişen fiyatlarda basımları var.]


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...