johnny depp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
johnny depp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2015 Salı

it's been a looong way

sene 1992, johnny ilk ilginç karakterlerinden birine bürünmüş emir kusturica'nın arizona dream'inde.
Şu son birkaç haftadır devamlı bir şeyler bir şeyler..şeklinde ilerleyen hayatıma rağmen, tabiki de unutmadım. Nasıl unutabilirim ki? İlk göz ağrım, en kötü zamanlarımın yoldaşı, içten içe kişisel "mentor"um, herkeste eleştirdiğim dayanamadığım nice kötü şeyleri, alışkanlıkları onun üzerinde olduğunda hiç takmadığım, gözümün bile görmediği, körleştiren angel'ım, johnny angel'ım...Bu sene beni çok üzdü (farkında değil), ama artık ihtiyarlığına veriyorum, onun da hakkı biraz çıtır bir sarışınla gününü gün etmek.
(Bir geçen sene düşmedim buraya bu tarihi ama o zamandaki ruh halime verin.)

Öncekilerden hatırlarsak;

26 Şubat 2015 Perşembe

yarım bıraktığım iki film: Into The Woods (2014) ve The Riot Club (2014)

İzlediğim dizilerin sezon araları vermeye başlamasıyla dedim yeni bir şeylere başlamaktansa uzun zamandır doğru düzgün oturup da izlemediğim filmlere döneyim. Blogda önceki senelerime baktığımda misal 2011'de manyak gibi film izlemişim, onu fark ettim. Ama sonra azalmış (neden acaba?!). Bu başıboşluğu telafi etmek adına bu sene başladığından beri kendimi filmlere vermeye çabalıyorum. Anlatmıştım, Bandırma'da bile sinemaya gittim, yılın ilk filmi olarak Mucize'yi izledim. Sonrasında abimlerdeyken her sabah kahvaltıda bir filme denk geldiğimden oradayken Marmaduke (2010), The Monuments Men (2014), Su ve Ateş (2013), The Guilt Trip (2012)'i izlemiştim (Ama anlatmadım). Arada bir Maleficent (2014)'tan bahsetmiştim. Sonra evde bir sabah Nim's Island (2008)'a denk geldim, güzel oldu. Bir de ufak bir Jupiter Ascending maceram var sinemada ama ondan ayrıca bir ara bahsedeceğim, bahsetmeliyim, ihtiyacım var buna. Neyse. Bu arada bu sene için güzelce bir gösterim tarihi takvimimi çıkarmıştım, oraya not ettiğim filmlere yetişeyim diye Night At The Museum:Secret of The Tomb (2014) ve The Imitation Game (2014) izledim pek de zevkle. Önceki günkü Begin Again (2013)'den sonra devam edeyim dedim, listemdeki Mortdecai ve The Seventh Son'ı bulamadığım için (bunlara tabiki sinemada para vermeyeceğim) yine listemdeki Into The Woods'a bakayım istedim.
Broadway World
Bakmaz olaydım. Halbuki müzikallere bayılırım, hakikaten. Rob Marshall'ın daha önceki iki müzikalini - Chicago ve Nine - izlemiş ve beğenmiş bir izleyici olarak yönetmenden de bir şeyler bekliyordum izlerken. Hem müzikal hem de masallar, Grimm masalları vardı önümde, en sevdiğim şeyler! Ama anlamadığım bir şekilde, olmamış geldi bana. Hem de film 3 oscar'a aday olmuşken. Çok büyük umutlarla açıp, izlemeye başladım ama ancak bir 30 dakika izleyebildim. Sıkıldım, bunaldım, içim bayıldı. Hem de tam Johnny'yi hain kurt olarak görmüşken.
Hollywood Reporter
Emily Blunt var karşımda, Merly Streep var. Jack ve sihirli fasulyelerini, kırmızı başlıklı kızı, rapunzeli, cinderella'yı alıp birbirine karıştırıp, ortaya aslında çok güzel birşeyler çıkarabilecekken böyle bir şey çıkarmışlar. Ciddi söylüyorum bende mi bir tuhaflık var? Film aslında çok iyi de ben mi anlayamadım? Hayır olabilir, genel kanıya göre müthiş olan filmleri anlayamama ve kimsenin beğenmediği, basit görülen filmlere efsane muamelesi yapmak gibi bir yeteneğim var, onu biliyorum ama bu bence bu durum bu film için geçerli olamaz.
IMDb
The Riot Club'ı ise bir zaman önce görmüş, kaydetmiştim bir kenara izleyeyim diye. Konusuna, oyuncularına, yönetmenine bakınca baya iyidir diye düşünmüştüm. Böyle filmleri severim de. Oxford Üniversitesi'ne yeni başlayan iki tamamen ayrı kişilikteki öğrenci ile okulun yüzyıllardır süren bir kulübünün içine bakış atıyoruz filmde. Riot Kulübü Oxford'a gelen ayrıcalıklı, sular seller gibi paraya sahip, büyük oranda da çook eskilerden gelen asalet ünvanları dolu ailelere mensup veletlerinin türlü türlü pisliği ve aşırılığı yapmak için bir araya geldikleri bir şey. Her okul döneminin başında 10 kişi olmak zorundalar ve desturları kesinlikle hayatı her şeyiyle en aşırısından yaşamak. Tüm ahlak, disiplin, kanun kuralını ezip geçmekle eğleniyorlar mesela. Filmimize konu olan dönemde iki yeni üye almaları gerekiyor ve birbirlerinden hiç de hazzetmeyen iki birinci sınıf öğrencisi Alistair Ryle ve Miles Richards'ı üyeliğe kabul ediyorlar (The Skulls falan izlediyseniz bu üyeliğe seçilme-kabul gibi şeylerin filmin bir 20 dakikasını aldığını biliyorsunuzdur). Dönemin ilk akşam yemeğinde bir araya geldiklerinde ise olanlar oluyor.
TIFF
Şeklinde özetleyebileceğim bir konusu olan bu filmin de 40.dakikasına kadar falan dayandım. Aslında dediğim gibi severim bu tür filmleri, bedavadan Oxford yaşantısı görüyorken bir yandan en içinden sistem-sınıf eleştirisi izliyorum. Ama nedense bu filmde bu eleştiri sinirimi bozdu. Hem bizim (pis sefillerin) tarafından anlatıyor hem de altın yumurta şeklinde doğmuşların. Hayatı boyunca şatolarda kalelerde malikanelerde yaşamış, önünden kuş sütü eksik olmamış bu aşırı şanslı veletlerin bu defaki hikayesi beni sarmadı. Yönetmeni Lone Scherfig bize An Education ve One Day gibi filmler hediye etmiş olsa da bu kulübün hikayesini izlemeye dayanamadım. Hala merak etmiyor değilim sonunda nasıl çözülecekler diye ama napalım.
Herhalde yaşım geçtikçe filmlere olan sabrım azalıyorsa demek.

9 Haziran 2013 Pazar

50

Birlikte yaşlandık be Johnny. Belki bir şeyler değişir bu dünyada diye, bekledik, zaman geçsin dedik.
Ama 50 sene de çok oldu be.

9 Haziran 2012 Cumartesi

haziranın 9'u

Tam 12 yıl.
En çok sevdiklerimi bile sevmez oldum belki.
Beni en çok mutlu edenleri bile unuttuğum oldu.
Herkese inancımı yitirebildim, herkes anlamsız geldi belki bazen.
Bazılarını düşünmek bazen mutlu etti delicesine, zaman geçtikçe onları düşünmek bile içimi yaktı.
Onlar gitti, onlar değişti, ben de değiştim. Bazı şeyleri yaşamadığıma pişman oldum, bazılarınıysa yaşadığıma.
Ama tek bir şey değişmedi hiç. Tek bir şey beni hiç pişman etmedi.
Hep benimleydi, hep oradaydı. En çıkmaz hale düştüğümde bile ona döndüm.
"Sen olsan ne yapardın Johnny?"
Cevapları hep devam etmemi sağladı.
İyi ki varsın Johnny.

(resim Kediler ve Kitaplar'dan)

12 Ağustos 2011 Cuma

Willy Wonka & The Chocolate Factory (1971)

"Charlie & The Chocolate Factory" Roald Dahl'ın ilk kez 1964'te yayınlanan "Uslu bir çocuk olursan belki Şirinler'i bile görebilirsin" mantığıyla yazdığı, çocuklara akıllı uslu olmaları için bol bol mesaj verme kaygısındaki ve büyümek zorunda kalmış her çocuğun çocukluk hayallerini somutlaştırdığı neredeyse en ünlü kitabı. 1916 doğumlu Gallerli yazar, 1990 öldüğünde arkasında sadece çocuk kitapları değil, büyükler için fantastik romanlar, oyunlar, şiirler ve senaryolarına katkıda bulunduğu birçok film bırakmış. Bizim daha çok bildiğimiz Johnny Depp'in oynadığı 2005 tarihli Charlie&The Chocolate Factory filminin uyarlandığı kitabı içlerinden en çok bilineni. Bir de hatırlayan varsa 1996 tarihli Matilda filmi de yine onun aynı adlı kitabından.
Tamam biz Johnny'yi ve Tim Burton'ın sihrini dokundurduğu filmi biliyoruz ama 1971'de Dahl henüz hayattayken senaryosunu da bizzat yazdığı bir uyarlaması daha varmış kitabın. Daha ilgi çekici olduğunu mu düşünmüşler ne, o zamanki filmin adını kitapla aynı  bırakmamış, Willy Wonka'ya mal etmişler ismi.
Bu versiyonda Charlie Bucket babasını kaybetmiş, annesi ve iki büyükbaba artı iki büyükannesi ile birlikte yaşayan fakir mi fakir bir çocuk. Annesi çamaşır yıkıyor, Charlie de gazete dağıtıcısı olarak üç beş kuruş getiriyor eve. Hikayenin gerisi hatırladığımız gibi. Altın biletler, çocuklar, fabrika, Willy Wonka, mutlu son. Ama arada bizim hatırladığımız versiyonla oldukça farklılıklar var. Tabi sene 1971 olduğu için, altın bilet sahtekarlığı bir Paraguaylı mafya babası tarafından yapılıyor mesela. Mike Teevee karakteri kovboy gibi giyinen, kovboy tabancası taşıyıp, çok fazla televizyon izleyen bir çocuk halinde gösteriliyor. Wonka'nın cam asansörüyle şehri yukarıdan seyrediyorlar sadece, 2005'teki gibi Charlie'nin evine sonradan gelmiyor yani.
Bu versiyonda henüz CGI teknolojisi falan da olmadığından herşey, her görüntü doğal. O kadar tuhaf geldi ki izlerken, bir yandan da bol bol takdir ettik. Düşünsenize tüm o anlatmak zorunda oldukları hayal dünyasını, çikolata fabrikası görüntülerini. Hepsini tek tek set çalışanlarının hazırladığını, herşeyin tek tek en ince ayrıntısına kadar elle yerleştirildiğini düşününce hakikaten akıl karı değilmiş gibi geliyor şimdiye göre.
Çocuk oyuncular bu versiyonda da döktürüyor. Ama Charlie Bucket'ın 1971 hali bende pek o Freddy Highmore'un uyandırdığı acıma, şefkat, köpek yavrusu duygularını oluşturmadı. Peter Ostrum'un Charlie'si sadece saf saf bakıyor gibi geldi bana. Gene Wilder'ın Wonka'sıysa Johnny'ninkinden oldukça farklı. Çok sakin ve normal görünüyor çoğu zaman. Sadece arada birden duygu değişikliği gösteriyor ama onlarda da çok ısrar etmiyor. Yani Johnny'nin altını doldurduğu kadar bir alt metne sahip görünmüyor Gene Wilder. Ama senaryonun güzelliği olarak, arada pek şahane cümleler ediyor sessizce, çaktırmadan (ki hemen hemen hepsi okkalı birer edebiyat eserinden aşırma). Bir de güzel şarkıları var tabi.
Oompa Lumpa'larsa evlere şenlik. Ayrı bir takdir konusu. 2005'te tek bir bilgisayar tıklamasıyla tek bir oyuncudan yüzlerce Oompa Lumpa yapılırken, 1971'de aynı gibi görünmeleri için boyanmış, giydirilmiş yüzlerce ayrı cüce oyuncuyla uğraşılmış. Cidden nerden nereye gelmişiz.
Ben filmleri sayarken izleyebileceğimiz indirdiklerimi, arkadaşım bunu seçtiğinde hatırlatmıştı, Gilmore Girls'de birinci sezonda Dean ve Rory çıkmaya başladıklarında, Dean'i evlerine ilk davet ettiklerinde izledikleri film buymuş. Biz de o duyguyla izledik, içimizde birer Lorelai, kendimizi o efektsiz renklere, boyanmış Oompa Lumpa'ların şarkılarına bıraktık.
Güzel oluyor, tavsiye ederim ;)

28 Haziran 2011 Salı

Johnny ile 90'lar : Cry-Baby (1990)

Johnny'nin işe yeni başladığı seneleri daha öncesinde 80'lerde Johnny başlığı altında anlatmıştım. Artık sıra Johnny'nin tam anlamıyla kendini bulduğu 90'lara geldi.
Johnny 90'lara son 3 senedir rol aldığı 21 Jump Street'in kendisi için son sezonu ile başlarken bir yandan, bir yandan da Tim Burton'la seneleri devirecek iş birliğine ilk adımını atıyordu. Edward Scissorhands'le sinemaya ilk ikonik JD karakterini hediye etmeye hazırlanırken başka bir karaktere daha hayat veriyordu Johnny, bir John Waters filmi olan Cry-Baby ile.

Cry-Baby John Waters'ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği, bir anlamda ilk büyük stüdyo filmi. Daha önce Johnny'yle birlikte 21 Jump Street'te de rol almış olan Waters aynı zamanda Hairspray'in de yönetmeni.
İlk söylenmesi gereken şu: Cry-Baby diğer müzikallerle- özellikle Grease zamanı müzikalleriyle- dalga geçen bir müzikal-komedi. Kötü anlamda dalga geçmek değil tabi, doğru kelimeyi bulamadığımdan böyle kötü bir çeviri yaptım sanırım. Birçok müzikalden esinlenilmiş sahnelerle ve anlattığı dönemin büyük yıldızlarından esinlenilmiş karakterleriyle, mükemmel müzikler barındıran bir şölen aslında.

Hikayemiz 1954 yılında bir Baltimore kasabasında lisedeki aşı günüyle başlıyor. Okulun iki tür öğrencisi var: Burjuvalar ve Serseriler. Burjuvalar, şu korkutucu Stepford Wives temizliği ve düzenliliğinde, kendi çay partileri ve şarkı yarışmaları olan bir kesim. Serserilerse tam James Dean havasındaki Asi Gençlik.


Filme ismini veren Cry-Baby, Wade Walker adındaki Serseri delikanlımız. Lakabının özelliği şu: Babası Alfabe Bombacısı adı verilen bir deliymiş ve orayı burayı bombalıyormuş. Onu ve ona engel olmaya çalışan karısını tutuklayıp, elektrikli sandalye ile idam etmişler. Buna kızgın olan Wade de her gün Burjuvalara karşı kötü birşey yapıp, ardından tek bir damla gözyaşı dökmeye yemin etmiş.

Öksüz olan Cry-Baby'yi büyükannesi Ramona ve onun on yıllık sevgilisi Belvedere Amca büyütmüş. Kız kardeşi Pepper, annesi ve babası kilise gönüllüleri gibi birşey olan Milton, annesi ve babası baca gibi sigaracı olan Balta-Surat lakablı Milton'ın sevgilisi Mona ve annesi trafik polisi-babası okul otobüsü sürücüsü olan Wanda Cry-Baby'nin dostları ve çetesi.

Ancak bir de Burjuvalarımız var ve güzeller güzeli Alison Vernon-Williams kızımız da onlardan biri. O da anne ve babasını aynı anda ayrı uçaklarda kaybetmiş bir öksüz. Büyükannesi tarafından büyütülmüş ve burjuvalardan bolca sinir olduğu bir sevgilisi var, Baldwin.
Alison Cry-Baby'nin o serseri ama gözü yaşlı haline vuruluyor ve çıkmaya başlıyorlar. Cry-Baby'nin çetesine görünüş ve şarkı söyleme edası değişiklikleriyle birlikte katılan Alison'ın bu halinden gıcık kapan burjuva Baldwin, Serserilerin mekanına çetesiyle dalıp, Cry-Baby'nin motorunu yakmaya kalkışınca olanlar oluyor.
Yargıç, Cry-Baby çetesini dağıtıp, Wade'i ıslahevine gönderiyor. Sonrası çetenin Wade'i kurtarma çabaları ile Alison'ı geri kazanma kavgalarıyla devam ediyor. Dönemin ruhunun bir parçası olan arabalı "tavuk" yarışının gerçekleştirilmesiyle mutlu sonuna ulaşan hikayemiz de böylece tek bir saniye bile sıkmayan şarkılarıyla keyifli bir müzikal haline geliyor.
Cry-Baby rolünde döktüren Johnny'nin dışında filmde Northern Exposure'un Woody Allen filozofu kızılderilisi Ed olarak mucizeler yaratmış Darren E.Burrows'u Milton rolünde görüyoruz. 80'lerdeki ilk büyük filmi Platoon'da Johnny'nin eşlik ettiği Willem Defoe kısa bir süreliğine gardiyan olarak görünüyor. Ayrıca hoş bir ayrıntı olarak da Iggy Pop yer alıyor Belvedere Amca olarak.
Tüm parçalar da şöyle:
1-"King Cry-Baby"
2-"Doin' Time For Bein' Young"
3-"High School Hellcats"
4-"Cry Baby"
5-"Fingertips"
6-"Sh Boom"
7-"A Teenage Prayer"
8-"Teardrops Are Falling"
9-"Bunny Hop"
10-"Mister Sandman"
11-"Please,Mister Jailer"
Ayrıca fonda çalanlar da böyle:
"The Flirt" - Shirley and Lee
"Women in Cadillacs" - Doc Starkers and the Nightriders
"Gee!" - The Crows
"Jungle Drums" - Earl Bostic
"(My Heart Goes)Piddly Patter,Patter" - Nappy Brown
"I'm So Young" - The Students
"Cherry" - The Jive Bombers
"In The Jailhouse Now" - Webb Pierce
"Jailbird" - Sonny Knight
"I'm a Bad, Bad Girl" - Little Esthe"
"Nosey Joe" - Bull Moose Jackson
"Rubber Biscuit" - The Chips
"Bad Boy" - The Jive Bombers

17 Haziran 2011 Cuma

Bir Armada Sineması Macerası

 Bir Kentpark Sineması Macerası'ndan sonra bunu da yaşadım.
Esasında 19 mayıs tarihli bir yazı olacaktı bu ama netin dışında berbat derecede işle güçle dolu bir hayatım (!) olduğundan bir ay sonraya kısmet.
Dediğim gibi, 19 mayısta yine her Johnny filmi vizyon günü yaptığım gibi Depp-görevimi yerine getirmek üzere bir vizyon gününe daha kalkmıştım. Öğlenden sonra araştırma ve incelemelerim sonucunda, netten Karayip Korsanları : On Stranger Tides'a Armada sinemasından 17.30 seansına iki güzel biletimi aldım. Film saatinden yaklaşık bir buçuk saat kadar önce de Armada'ya ayak bastım.
Önce en alt kattaki markete girdik annemle. Birkaç ihtiyacı hallettik, bir de sinemada yeriz diye sinemanın büfesinde bulamayacağımız çeşitli atıştırmalıklardan depoladık. Ancak marketin içinde dolaşırken bir ara elektrik gitti. Şaşırtıcı bir durum evet, ama böyle yerlerde genellikle gitmesini takip eden 4-5 saniye içinde geri gelir elektrik-jeneratörün devreye girmesiyle. Orada bu süreç bir dakikayı buldu nerdeyse. Ardından birkaç sefer daha gitti ve geldi elektrik. En çok da kasadayken olması sinir bozar ya kasada yaşamadan ordan çıkabildik biz neyseki.
En üst kattaki sinemaya ulaşabilmek için en alt kattan yola çıktık. Giriş kata geldiğimizde asansöre binelim nasıl olsa en üst kat daha çok yolumuz var deyip asansöre yönelmiştik ki gene elektrik gitti. Bekledik. Biz asansörün başındayken yarım saat içinde defalarca elektrik gitti, geldi. Sonunda pes edip, merdivenleri denedik. Normal merdivenlerden en üst kata çıkmaya başladık. Elektrik yine hareketliydi.
Sonunda en üst katta sinema gişelerine ulaştığımızda önümüze çıkan manzara daha hoştu. Gişelerin önünde insan kalabalığı, gişelerde ne yapacağını bilememiş bekleyen veya oradan oraya koşturan görevliler. Elektrik kesintisinden dolayı sistemler gitmiş (şu gerizekalı bilgisayar işte) ve geri gelmelerini bekliyorlar. Ama elektrik bu sırada habire gitmeye devam ettiğinden bilgisayarlar kendilerini bir türlü toparlayamıyor.
Ben de bu durumda ne akla hizmet mybilet'in bilet aletlerinden internet biletimi bastırabileceğimi düşünmüşsem. Aletlerin önünde durdum ve boş boş bakındım. Çünkü ekranları karanlıktı. Sonra gelir gibi olup, gene gitti. Nihayet elektrik geri geldiğinde aletler kendilerini bir türlü açamadı. Ekranlarda hata mesajları belirdi. Filmin başlamasına yarım saat kala, parasını çoktan ödediğim biletimi bile alamamıştım elime. Neyse, sabırsız bir bekleyişin sonucunda biletlerimi bastırdım ve son hızla üst kata-sinema salonları katına koşturduk.
Ama tabiki burda da durum daha vahimdi. Burda da jeneratör devreye girmiyordu ve biz beklerkenki elektrik kesintiler olduğu gibi salonlarda film izlemekte olanlara yansımıştı. Düşünün, sinemada oturmuş filminize dalmışken, birden ekran gidiyor. Mutlak bir karanlık. Hiçbir görevli de gelmiyor salona. Hatta çıkan bir kadının müdüre şikayetine kulak misafiri olduğum kadarıyla projektör odasının camına vurmaları da işe yaramamış. Böyle bir ortam.
Film saatine beklemeye başladık oturup tabi. Sonuçta her şeye rağmen o gün Depp-görevi günüm ve başarısız olamam. Salonların önündeki bekleyişimiz sırasında tanık olduklarımızsa tam şenlikti. Şikayet eden insanlar, odasından elindeki telefona bağırarak fırlayan sinema müdürünün oradan oraya koşturması ve telefondaki kişiye daha da çok bağırması..."Jeneratörü çalıştırmıyorlar, olur mu böyle şey! Sinemada elektrik gider mi ne salak adamlar bunlar bir sürü aradım söyledim anlamıyorlar insanlar burda mağdur..." diyerek bağırıyordu müdür. Mısır aldığım görevliyse daha da gerçekçiydi: "Valla bence biletinizi açık bilete falan çevirttirin aşağıdan ya da şikayet falan edip paranızı geri alın." Güldüm, mısırdan ağzıma tıktım bolca ve beklemeye devam ettim. O filmi o gün görmeliydim.
Saat nihayet 17.30'a geldiğinde üç boyut gözlüklerimizi aldık ve salona girdik. Ama tedirginliğimizi ve her an elektrik gidecekmiş hissimizi anlatamam. Neyseki ekranda Johnny'nin ve o bildik Karayip Korsanları havasının görünmesiyle yatıştık ve kazasız belasız bir film izledik.
Belki bu maceradan dolayı ya da belki de hakikaten öyle olduğu için, bu seferki korsanlar beni yeterince içine çekemedi gibime geldi. O ilk filmde yarattıkları ve ikinci filmde tavan yaptırdıkları şaşırtma-dalavere duygusu beni sarmadı, ortaya çıkmadı. Herşey daha yumuşak geçişliydi, Kaptan Jack hep tahmin edilebilir hareketlerde bulundu, o bile üzerine bir ağırlık çökmüş gibiydi. Penelope Cruz ise ilk gördüğüm andan beri nefret ettiğim bir kadın olmasına rağmen (kesinlikle Tom Cruise etkisi), hoşuma gitmeyi başardı, bu filmin sanırım tek artısı bu oldu bana. Onun dışında Geoffrey Rush'ın o görünmeyen etkisini ve yerini su yüzüne çıkardı seri içinde. Yeni bir üçlemenin başlangıcı olarak da fena sayılmazdı. Filmin ardından deniz kızına ve genç rahibe kanı kaynamamış, hallerini merağa düşmemiş kimse kalmamıştı.
O bebeğin oraya geleceğini de biliyordum ayrıca, göstermelerine bile gerek yoktu;)

9 Haziran 2011 Perşembe

21 Mayıs 2011 Cumartesi

The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


İhtiyar Parnassus, şeytanla bir iddiaya tutuşur. İnsanoğlunun doğası üzerine bahse girince insan, yenilgi de bir yerde kaçınılmaz olur. Ama şeytan bu ya, Parnassus'u hep yeni iddialara girmeye ikna eder. Nitekim Parnassus da bir insandır.
The Imaginarium of Doctor Parnassus, sinemalarımıza Doktor Parnassus diye çevrilerek geldi. Imaginarium kısmının bizimkileri pek ilgilendirmeyeceği öngörülmüş besbelli ki. Haksız da sayılmamışlar aslında. Film sırasında sinema salonundaki tepkiler, izleyicilerin düşüncelerini gayet net-açık ifade etmişti çünkü.
"Bu ne yaaa?"
"Nasıl film bu yaaa?"
Hemen hemen aynı tepkileri iki hafta sonra Bal'da da gördüğümden gülüyorum şimdi ama o da bir ayrı konu.
Esasında film, hikayesinden çok Heath Legder'ın beklenmeyen kaybından doğan kimi durumlar yüzünden konuşuldu. Ancak böyle bir hikayenin, böylesi bir görselliğin arka planda kalması iyi olmadı. Senaryoyu ortaya çıkaran Terry Gilliam ve Charles McKeown en azından böylesine değişik, göndermeli, felsefeli,cümbüşlü ve düşündürücü bir metin yazdıkları için tebrik edilmeli.
Mr.Nick nam-ı diğer şeytan rolündeki Tom Waits, ağzında her koşulda taşıdığı ağızlıklı sigarası, ütülü takımı ceketi ve fötr şapkasıyla benim favorimdi. Ancak Heath Ledger da dahil olmak üzere Tony'ler de inanılmaz bir iş çıkarıyorlar ortaya. Kimin kim olduğunu anlayamıyorsunuz. Dördü de birbirinden bu kadar farklı şahane adamın nasıl olup da aynı insan gibi göründüklerine, davrandıklarına inanamıyorsunuz.
Başta da dediğim gibi, Parnassus şeytanla bir bahse tutuşuyor. İnsanların onun anlattığı hikayeleri mi şeytanın anlattıklarını mı dinleyecekleri üzerine. Ancak her bahis yenisini getiriyor. Şeytan, Parnassus'a ölümsüzlük veriyor eğlencesini bölmemek için. Tabi bir de aşık bir kadınla mutlu bir evlilik. Ancak tek çocukları doğacakken anlaşma istiyor şeytan. Kız 16 yaşına girdiğinde onun olacak. Parnassus'un elinden birşey gelmiyor. Kabul ediyor. Yıllar geçiyor, kızının doğumgününe 2 gün kala, şeytan yeni bir iddia teklif ediyor. Kızını kurtarmak için son şans olarak. Parnassus'un eli mahkum, en ufak bir şansa bile tutunmak zorunda. Tam da bu sırada Tony ile yolu kesişiyor gezici Doktor Parnassus gösteri arabası ve yolcularının. Tony'yi Parnassus'a şeytan mı gönderiyor yoksa tanrı mı, onu da olağanüstü bir görsel cümbüş içinde çözmeye çalışıyoruz.
Zaten tuhaf bir dünyada yaşıyoruz,"Hiçbir şey kalıcı değil, ölümün kendisi bile." diyor Tony de filmde.

1 Mayıs 2011 Pazar

THE TOURIST (2010)


Johnny Depp ve Angelina Jolie'nin birlikte bir filmde rol aldıkları haberi internete, gazetelere, basının herhangi bir organına düştüğü ilk andan itibaren zaten gişesini garantilemiş, seyredileceğini belgelemiş bir yeniden çevrimle (2005 tarihli Fransız filmi Anthony Zimmer'ın yeniden çevrimiyle) karşı karşıya olduğumuzu aklınızın bir kenarına not edip öyle okumaya başlarsanız ve hatta filmi izlemeye hazırlanırsanız herşey daha da kolaylaşacak.
Öncelikle Fransa'nın güzel giyimli insanları ve sokaklarıyla bezeli başkenti Paris'te buluyoruz kendimizi. Her zamanki gibi etrafını umursamadan, havasına, tavrına kurban olunacak şekilde yürüyen bir Angelina Jolie'yi takip eden Fransız polislerinin arasına dalıyoruz sonra. Elise (Angelina Jolie)'in sevgilisi olan adamın bir süredir kaçak olduğunu ve uluslararası bir operasyon dahilinde arandığını öğreniyoruz. Alexander Pearce isimli bu kaçak, Reginald Shaw denen gangster-mafya babası kılıklı zengin bir adamın muhasebecisi ve baya yakın bir adamıyken, Shaw'ın yüklü bir miktar parasını çalıp, kayıplara karışmış. Elise'le de bir süredir sadece mektuplar ve notlar şeklindeki gizli yazışmalarla haberleşiyor. Shaw, Elise ve Pearce esas itibariyle İngiliz. Kendilerinden kaçırılan bu 744 sterlinlik verginin peşine düşen İngiliz polisi (direkt Scotland Yard'ın operasyon esasında) de haberleştiği diğer Avrupa polisleriyle birlikte Pearce'ın peşinde tabiki.

Yalnız bu arada öğrendiğimiz bir ufak detay daha var. Pearce bunca takipten dolayı, tanınmaması gerektiğine karar vermiş olacak ki polisin öğrendiğine göre estetik yaptırmış. Ama estetikten sonraki yüzünü bir türlü bulamadıklarından dolayı tüm peşindekilerin umudu Elise olarak kalıyor. Alexander da boş durmayıp, Elise'e not bırakıyor ve diyor ki "Şu saatte Venedik'e giden trene binip, benim ölçülerimde bir adam bul ve polisleri onun ben olduğuma inandır."Böylece peşlerindekileri şaşırtmaca yoluyla oyalayıp, sevgilisiyle kaçabilme şansı bulacak. Elise de o dünya üzerinde karşı koyabilecek bir canlının bulunmadığı cazibesiyle trene atlayıp, Frank'e kancayı atıyor görev icabı.
Filmin başından itibaren ilk yarısında hikayenin bize verdiği ipuçlarıyla birlikte takık Scotland Yard dedektifi olarak o ince silüetiyle Paul Bethany'yi, acımasız ve esprili gangster olarak Steven Berkoff'u ve şef dedektif Jones rolünde de Timothy Dalton'u izliyoruz. Bu arada sahnelerin çeşitli yerlerinde sanki gizemli bir durum olduğu gözümüze gözümüze sokulmak isteniyormuş gibi karşımıza çıkarılan sokaktaki adam olarak da Rufus Sewell'ı görüyoruz ki ben kendi adıma ondan hiç sıkılmadığımdan olsa gerek güzel bir seçim olarak görüyorum.
Filmin bu oyuncu,mekan gibi parçalarının güzelliği ve göz dolduruculuğunun dışında söylenebileceklerse pek öyle parıltı içermediği olur herhalde. Yani iki saat boyunca oturduğumuz yerden güzeller güzeli Paris sokaklarını, Venedik kanallarını, pahalı otelleri, baloları görmüş oluyoruz ki bunda şikayet edilebilecek bir yan yok. Ama daha filmin yarısına bile gelmeden aklımızı ekrandan koparan birşeyler buluyoruz.
Angelina Jolie tüm ihtişamıyla perdeyi dalgalandırırken karşısında kafası karışık, anormalliğini nasıl normalleştirebileceğine karar verememiş bir Johnny Depp sıklım püklüm bakınıyor gibimize geliyor. Alelade bir Matematik öğretmeni olarak pek de dikkat çekmemesi gereken bir adam olarak görmek isteyeceğimiz karakter, Johnny'nin karizmasının ve    deli deli koşuşturmasının altında kaybolup gidiyor. Hikaye deseniz, normal bir hafta içi akşamı televizyon izlencesinin barındıracağı eğlence, aksiyon ve dozunda romantizmle birlikte ele avuca gelir başka hiçbir şey sunmuyor.İniş, çıkış, meraklandıracak bir nokta, tahmin edilemeyecek bir gizem, üzülecek, sevinecek, heyecanlandıracak bir aksiyon barındırmıyor. Johnny'nin kişisel gayretiyle belki bir miktar komedi ilişmiş o kadar.
bence de yak üstüne bir sigara johnny
Sadece oyuncu fetişistleri ve sinemaya gidip hep birlikte eğlenceli bir 2 saat geçirmek isteyecekler için bir film. Ciddi ciddi Johnny Depp onca manyak karakter arasında dinlenmek istemiş dedirtiyor.Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

21 Nisan 2011 Perşembe

80’lerde Johnny: Platoon ve Private Resort (13 Mart'tan)

“Platoon (1986)” ve “Private Resort (1985)” Johnny’nin (hangi Johnny demeyin artık:p) 80'lerde rol aldığı 3 uzun metrajlı filmden ikisi. Siftahı “A Nightmare On Elm Street” ile attıktan sonra Johnny kendini nedense o zamanın “teen comedy”si olarak adlandırılan türün belki de en düşük örneklerinden biri olan “Private Resort”un içinde buluvermiş. Hem de iki başrolden birinde. Bilinçli bir seçim miydi yoksa her yolun başındaki “bir gün gelecek büyük bir aktör/aktris olacak” çaylağın içine düştüğü yanılsamayı mı savuşturmakla meşguldü, bilemeyeceğim, önümüzdeki 10 yıl içinde kendisiyle karşı karşıya gelip sorabilmeyi umut ediyorum.
Bu facianın ardından bir dizide bir bölüm ve başka bir tv filminde yer alıp, kendini birden 22 yaşının baharında ilk defa ülke dışına çıkarken bulmuş. Oliver Stone kendi Vietnam’ını anlatabilmek için tüm ekibi Filipinler’de çekim öncesi kampa sokmuş “Platoon” için. Bildiğimiz bu askeri kamp için Johnny ilk defa ABD dışına çıkmış, o sıralarda da çoğumuzun Gilmore Girls’de Luke’un Anna Nardini’si olarak görmüş olduğumuz Sherilyn Fenn ile berabermiş. Konu dağılmadan toparlayayım, Oliver Stone Johnny’yi o zamanlardan çok büyük olacağını öngördüğü için başrole düşünmüş. Ama yaşı genç, görüntüsü de toy olunca iş Charlie Sheen’e kalmış.
Evet kabul ediyorum 80’lerde herşey biraz tuhaftı ama Johnny, inanın daha da tuhaftı. Yani aynı, bildiğimiz Johnny’ydi denebilir bir yerde.
Private Resort : Bir saat 20 dakika boyunca devamlı surette şişirilmiş göğüs, dışarı çıkık kalça ve bilimum çirkin 80'ler bikinileri içinde kadınlar izliyorsunuz. Başroldeki Johnny’yi ve Rob Morrow’u da ayrıca çıplak görüyoruz. Bu iki delikanlı nerden ve nasıl geldiklerini anlamadığımız tatil köyüne haftasonu için yerleşiyorlar.
Tek amaçları kadın peşinde iki gün geçirmek çünkü etraf zaten onlarla kaynıyor. Zaten filmin tek amacı da bu. Güya o zamanın American Pie’ı gibi birşeymiş ama alakası yok. Yani iyi ki 10-20 yıl geçmiş de American Pie kalitesine ulaşabilmişiz dedirtiyor. Film her yönüyle kötü de değil elbet. O kadar saçma o kadar basit ki komik buluyorsunuz. Güldürüyor pek çok yerde film. Tabi bunda Hector Elizondo’nun ve o inanılmaz sırıtışın sahibi Rob Morrow’un da payı büyük. İzledikten sonra insan o bir saatini boşuna geçirdiğini düşünüyor önce, ama sonra da amaan izledim-güldüm-düşünmedim deyip geçiyorsunuz.
Platoon : Akciğerine kurşun girmiş insana ‘Endişelenme nasıl olsa sende bundan iki tane var.’ diyebilirsiniz. Amerikalılar ülkede kalmış, besleyemedikleri,ezdikleri serseriyi çapulcuyu psikopatı Vietnam’a kıyıma göndermiş. Eğitimli Amerikalı zengin gençler Vietnam’da özgürlük için savaşıldığını düşünmüş. Ama aslında Oliver Stone-Charlie Sheen nezdinde-Vietnam’da birbirleriyle savaştıklarını anlamış. Charlie Sheen’i oto çöpe alıştıran Willem Dafoe’ymuş meğerse, adamın şimdi bir ton günahını alıyorlar. “Platoon”dan işte bunları öğrendim. Johnny, Lerner adındaki çeviri yapan hippi kılıklı-gitar çalan er rolünde. Filmin ikinci yarısının başında vuruluyor ve tedavi için helikoptere gönderildiğinden sahnelerden çekiliyor ve geriye kalan bir saat boyunca sakalı bitmemiş bir Charlie Sheen’le başbaşa kalıyoruz. Yine bir Vietnam filmi olmasının yanında sırf Willem Dafoe’nin, o- filmin afişine geçen - sahnesi için izlenmeli.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...