helena bonham carter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
helena bonham carter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Eylül 2020 Cumartesi

Sherlock bile Sherlock değil : Enola Holmes (2020)


1900 yılında İngiltere'nin o yemyeşil kırsalında, güzel bir mülkte, Ferndall Hall'dayız. Efsane dedektifimiz Sherlock Holmes'un aile evi burası. Ama tabi Sherlock Londra'da kendine şan şöhret edinirken, meymenetsiz abisi Mycroft da devletin içerisinde basamakları hızla tırmanırken aaa o da ne? Bizim zeka küpü Holmes kardeşlerin bir küçük kız kardeşleri daha varmış, onu öğreniyoruz. Çünkü bu müthiş manzaralara hayran hayran bakakaldığımız geniş plan çekimlerin ortasında ergen bir Holmes kardeş konuşuyor bizimle: Enola. Ağabeyler evden ayrılıp, kendilerine isim edinirken Enola koskoca mülkte ilginç annesi ile birlikte kalmış meğerse. 16 yıl boyunca anne Holmes, kızını adeta tablolarından biri gibi ilmek ilmek işleyerek büyütmüş. Dış dünya dışında her şeyi - uzak doğu dövüş sanatlarından tutun da kılık değiştirmeye kadar - öğrenen Enola 16.doğumgününün sabahında bir de bakıyor ki annesi ortada yok. Hiçbir şey söylemeden öylece ortadan kayboluyor anne Holmes. Ee zeki dedektiflerin aile bu, hemen anne nerede diye ağabeyler geliyor. Ama nedense çok da aramıyorlar, bu deli kadın gittiyse zaten bulunmak istemiyordur gibi rahat bir sonuca ulaşıyorlar. Ama yatılı zarafet okuluna gönderilmek istemeyen Enola, annesinin peşine düşüyor. Yolda kendi yaşlarında evden kaçan bir Markiz (ülkenin asil ailelerinin birinin varisi yani) ile de türlü maceralara bulaşırken, Sherlock ve Mycroft da onun peşine düşüyor tabi. (IMDb)
hikayenin yazarı Nancy Springer teyze
Bu ilginç ama sevimli hikayenin kaynağı Nancy Springer isimli Amerikalı bir yazarın (kendi web sitesi) 2006 tarihli The Case of the Missing Marquess kitabıymış çocuklar. Yazarın sanırım 6 kitaplık Enola Holmes serisinin (Goodreads) ilk kitabı bu. Film ise Netflix'te geçen günlerde yayınlandı. Tabiki bir çocuk/gençlik filmi gibi birşey oluyor. İçinde Sherlock Holmes geçmesine bakmayın, daha önce gördüğümüz, okuduğumuz hiçbir Sherlock gibi değil bu önümüzdeki. Hikaye öyle, orası tamam, pek keyifli, pek eğlenceli, aksiyonlu, maceralı, gizemli, dedektifçilikli tam bir Holmes hikayesi. Ama ne Sherlock ne de Mycroft, bizim bildiğimiz gibi. Zaten Henry Cavillciğim daha ilk göstediğinde bakın ben Sherlock oldum diye instagramında, yoook artııııık demiştim. Haklıymışım. Böyle bir adamdan elinde Cumberbatch'inki gibi bir senaryo bile olsa bizim Sherlock'umuz çıkmazdı, çıkmamış zaten. Hatta sanırım nette şey haberlerine rastladım, çok bakmadım ama, Sir Arthur'un ailesi/varisleri dava mı açmış, çıngar mı çıkarmış ne Sherlock'un böyle ortaya konmasına. Haksız da değiller hani, Henry Cavill Sherlock Holmes'ten başka her bir şey olmuş yani. Hatta kendisi olmuş direkt. Enola'yı canlandıran Millie Bobby Brown'a normal hayatta nasıl abisi olarak davranıyorsa öyle oynamış. Bu noktada MBB'ye hayran kaldığımı söylemeden geçemem. Ben kendisini ilk defa görüyorum, o peeeek meşhur diziyi hiç izlemedim evet. Ama kör de değilim, orada burada görüp duruyordum bacak kadarlığından beri. Filmde resmen hayran kaldım. Hem koskocaman, güzel, sağlık ve gençlik fışkıran bir genç kadın olup çıkmış, hem de çok ama çok iyi oynuyor. Her bir bakışı, her bir hareketi, duruşu, nefes bile alıp verişi tamamen filmin içinde. Yani sıfır oyunculuğa gerek duyan bir çocuk filminde bile bu derece oynuyorsa kim bilir bundan sonra neler yapacak. Filmi benim için bu kadar keyifli hale getiren büyük oranda oydu diyebilirim. Tamam senaryo da çok eğlenceli ve boşluksuzdu, görüntüler şahaneydi (İngiltere kırsalının romantize edilmiş güzelliği diyorum başka bir şey demiyorum, ha bir de Henry Cavill ve Sam Claflin :) ). Ama başrolde başka biri olsaydı bu kadar sarmayabilirdi film.


Sam Claflin demişken. Kendisi en az Sherlock kadar tuhaf bir Mycroft olmuş. Baştan ayağa sinir ve gıcık küpü olarak arz-ı endam ediyor ekranda. Herhalde senaryodaki karakter böyle. Görüntüsüne diyecek bir şeyim yok Henry Cavill gibi, Claflin'in karakterleri üstüne giymede bir sorunu yok çünkü. Ama sinir bozucu bir Mycroft olmuş ki Mycroft öyledir evet ama sadece sinir bozucu değildir. Onun dışında Helena Bonham Carter, anne Holmes'ümüz. O da nereye koysanız kendi yorumunu koyan (kendisi olan diyemedim de şimdi koskoca oyuncuya laf etmiş gibi olurum diye ama öyle napayım) bir insan olduğu için gene kendisi gibi burada da. Ama yazılan karakter çok iyi, rüyalardaki anne adeta (bilemedim gerçi sizin rüyalarınızda daha değişik olma ihtimali yüksek). O yüzden tabiki HBC da şahane görünüyor bu rolde. Hepimiz kızlarımızı anne Holmes gibi yetiştirmeliyiz çocuklar. Oyuncuların yanında hikaye de öyle eften püften değil. Olabildiğince hem o dönemde olan hem de bugüne etkisi bariz şeyler üzerine kafa yormuşlar, işleyerek, dokuyarak bize bu sevimli dedektiflik hikayesi içerisinde anlatmaya çalışmışlar.

Açıkçası ben filmi pek sevdim. Öyle çok sıkıcı bir günün sonunda ya da ne yapacağımı bilemediğim renksiz bir öğleden sonrada açıp ekranda iki üç sahnesini izleyip, mutlu olabilirim. Bir de müzikleri çok eğlenceli. Henry Cavill dışında her şeyine tamamım yani filmin de ahh işte ona da iyi ki varsın Henry diye bakacağız, sorun yok.


Ayrıca Neverland'de çılgınca Sherlock Holmes okuduğum zamanlar için:

21 Mart 2016 Pazartesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...