romola garai etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
romola garai etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2016 Pazartesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


15 Nisan 2012 Pazar

One Day (2011)

Geçtiğimiz haftalarda, iş yerinde okuyan birinin elinde ve dolayısıyla etrafta bol bol gördükten sonra nihayet bakayım bir nasılmış dedim. Yapım sürecinde, ilk resimler nete düştüğünde tamamen Anne Hathaway ve Romola Garai ile ilgileniyordum, öyle haberim olmuştu kitaptan da. Böyle her filmini istisnasız izlediğim oyuncular listemdedir Anne Hathaway ile Romola Garai, o yüzden bir şekilde zaten izleyecektim filmi. Kitap da tabi bunu fırsat bilip, film vizyona girdiği dönemde raflarda çok satanların arasındaki yerini almıştı. Yaklaşık 6 ay olmasına rağmen hala raflarda denebilir hatta. Yalnız fiyatı baya düşmüş durumda, özellikle nette falan D&R'dan, kitapyurdu'ndan 13 küsür liralara alınabiliyor.
Ama tabi benim elimde şu an bitmeyi bekleyen bir sürü kitap olduğundan o konuya hiç bulaşmadım ben, direkt filme atladım geçen hafta. Uzun zamandır da evde oturup film izlememiştim, iyi oldu.
Hikayemiz, temelde bir geç kalınmış aşk hikayesi. Dexter ve Emma aynı üniversiteye gitmiş iki genç. Emma aynı çatı altında geçirdikleri 3 yıl boyunca Dexter'a uzaktan uzaktan - kimi zaman da yakından - bakmış olsa da, Dexter ona pek dikkat etmemiş. Çünkü Emma bildiğimiz anlamda gözlüklü, zeki, çalışkan, şair olmak isteyen, eh baya da mantıklı, akıl sahibi ama kendine güveni eksilerde bir hanımkızımızken Dexter zengin ailesinin de etkisiyle alabildiğine uçarı, şımarık, kendini beğenmiş bir çapkın insan. Mezuniyetlerini kutladıkları gecenin sonunda bir şekilde başbaşa kalıyorlar. Eh haliyle tanışmış da oluyorlar adamakıllı. Takvimler 15 temmuz 1988'i gösteriyor.
Arkadaş olmaya karar veren bu iki zıt insan, hayatlarına devam ederken hep bağlantıda kalıyorlar. Her yıl aynı gün, 15 temmuzda, buluşmak görüşmek üzere sözleşiyorlar bir anlamda. Yıllar birbirini kovalar, Dex ve Em hayatlarını çizmeye çalışırlarken içlerinde hep birbirlerini taşıyorlar.
Senaryoyu, kitabın da yazarı olan David Nicholls yazmış. Yönetmen Oscar'a aday olmuş ve bence fena da olmayan "An Education"ı yönetmiş olan Lone Scherfig. Anne Hathaway ve Jim Sturgess tüm film onların omzunda olmasına rağmen gayet başarılılar. Yeteri kadar üzüp, ağlatabiliyor, herşeyi hissettirebiliyorlar. Yapım ekibi, hikayenin yayıldığı yılları, uzun bir dönemi oldukça temiz bir şekilde yansıtmış, ne göze batıyor ne de "vayyy" dedirtiyor. Kararında.
Filmin, dolayısıyla kitabın anlatmaya çabaladığı bu iki insanın 20 yıla yayılan hikayesi içerisinde kendimize sorular sormamızı sağlamak bir anlamda. Şu bildiğimiz, klişe deyişi bir kez daha empoze etmeye çalışıyor : "Anı kaçırma. Bugünü yaşa. Geç kalma. Ne hissediyorsan, ne istiyorsan onu yap, korkma, vazgeçme, erteleme." İnanın artık ben bıktım, onlar bıkmadı bu mesajı vermeye çalışmaktan. Yok işte, mümkünü yok. Hayatlarımızı bu gazla yaşayamayız, yaşayamıyoruz. Hiçbirimiz, elimizde yeteri kadar imkanımız yoksa, anı yaşayamıyoruz. Öyle bir lüksümüz yok çünkü. Ben şimdi bu işi yapmak istiyorum diyerek herşeyi bırakıp gidemeyiz, aç kalırız. Ben şimdi bu adamdan-kadından hoşlandım, hatta durun aşık oldum, o zaman bunu ona söylemeli, bunun için çabalamalıyım diyemeyiz. Çünkü rezil olmayacağımızın, reddedilmeyeceğimizin, o insanın saçma biri çıkmayacağının, herşeyin berbat olmayacağının bir garantisi yok. Ha buna da çözümleri "Ama denemezsen bilemezsin.". Ama deneyip, yıllarımı çöpe atmamım, özgüvenimi yitirmemim, içinde bulunduğum ortamı bozmanın ne anlamı var? Anı yaşamanın bizim için pratik hiç bir getirisi yok. Hiçbirimiz 20'li yaşlarımızda kalmayacağız sonsuza kadar. Öyleyse şu anda aklıma eseni yapmamım bana faydadan çok zararı var. Şu an sırf canım istiyor ve anı önemsiyorum diye tutup da deliler gibi iskender yiyemem mesela. Çünkü bunun üzerine bir 50 yıl daha yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı kim biliyor? Sırf eğer yarın öleceksem diye bugün işi bırakıp, Katmandu'ya gidemem. Yarın ölmezsem ne olacak sonra? Hadi ölmedim, en azından bir hafta daha yaşadım diyelim, karnımı kim doyuracak?
O yüzden sinirlendim ben filmi izlerken. Hayır Dexter'ın bir türlü gözünün önündekini görememesinden veya onların deyimiyle "jerk" olmasından, bir türlü büyüyemesinden dolayı değil. Devamlı surette bu "elimizdekini kaçırmamalıyız" türündeki  mesajların gözümü sokulmasından. Ne olacaktı Emma tüm özsaygısını ayaklar altına alıp Dexter'a açılsaydı? Söyleyeyim mi ne olacaktı, hem elindekini kaybedecek yani Dexter'la arkadaş sıfatı altında da olsa her yıl görüşebilmeyi, onun en yakın en içten sığınağı olabilmeyi kaybedecekti, hem de  kocaman bir duvara, Dexter'ın şımarıklıkla, alayla, çocuklukla dolu duvarına toslayacaktı.
Bu senaryoda da suçu Dexter'a atıyorsunuz peki? Hani bir türlü o olgunluğa erişemediği, Emma'yı gerçekten anlayamadığı, göremediği için. Bu da yanlış. Dexter zaten en başından beri Emma'nın istediği gibi bir adam değildi ki. O hale gelebilmesi için 20 yıl geçmesi ve Emma'nın yontması gerekti. O halde aslında gecikmiş bir şeyden söz edebilir miyiz? Bence bu gecikmiş bir aşktan çok en baştan bitirilmesi gereken bir durumdu. Emma uğraşarak, didinerek ve hayatın sillesinin de yardımıyla Dexter'ı istediği gibi, olması gereken gibi bir adama dönüştürdü. Tabi kendisi de bunu hak eden bir kadın haline geldi. Demeye çalıştığım, bu ikisinin zaten 88'de bir arada olması gerekmiyordu. 20 yıl sonra dönüştükleri o iki insan aşıktı birbirine aslında.
Bilemedim. Böyle bir hüzünleneyim, arkadaşlarımla iki laf edip birbirimize gaz verelim, niye yalnızım ben be abi diye iç geçireyim, gençliğimi özleyeyim, birazcık Anne Hathaway'in o kocaman güzel gözlerini göreyim isterseniz izlenir. Bir de benim kadar ciddiye alıp, filmlerle yumruk yumruğa girmiyorsanız tabi.
(Soundtrack'i de pek hoş, diyeyim de : buradan)

16 Ağustos 2011 Salı

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 4 : Emma

Emma, kuşkusuz Jane'in en parlak, en neşeli, en günlük güneşlik ve mutluluk pıtırcıkları dolu romanıdır. Başından itibaren çok büyük elemler, çözülemeyekmiş gibi duran dertler yoktur. Sadece ufak dünyalarını ve günlük "ne yesem ne içsem" sorunlarını takan, genelde halinden memnun insanlarla dolu bir dünyası vardır kitabın. Ha böyle deyince çok basit, eften püften birşey diyorum sanmayım, kesinlikle, yazım kalitesi açısından Jane'in tüm kalitesini de yansıtır. Sadece demeye çalıştığım, diğer 5 romanın barındırdığı mutlu son geleneğinin yanında, Emma'da ayrıca mutlu başlangıçlar, mutlu gelişmeler de yer alır. Zaten Jane'in de en sevdiği kitabı olduğu söylenir. Diğer kitaplarında yarattığı genelde sessiz, onurlu, ne yapmasını söylemesi gerektiğini bilen ama bu sessizliğinin içinde de bir şekilde doğruları için ayakta durabilen kadın kahramanlarının yanında Emma oldukça farklı görünür. Onun sessizlikle hiçbir alakası yoktur. Doğuştan varlıklı ve şımartılmış olmasının da verdiği güvenle, kendini her şeyin ve herkesin merkezinde görür. İlk okumaya başladığımda kitabın ilk yarısı boyunca Emma'ya sinir olmaktan kendimi alamamıştım ben mesela. Hatta bu sinir olma durumu o kadar etkilemişti ki yargılarımı, kitabın sonunda kapağını kapattığımda hala cinlerim tepemdeydi, sevmediğime karar vermiştim bu hikayeyi. Hayır, Mansfield Park türü bir etki değildi, sıkıcı değildi, boğucu değildi. Hayır, aksine olay yoğunluğu açısından en ileride olanıydı ama baş kahraman Emma, sevebileceğim türde bir kahraman değildi. Bir daha da elime almam işte diye kendimce trip atıyordum ki kitaba, uyarlamaları izledim. Ve iyi ki de izlemişim. Mükemmel bir tanesinin sayesinde, Emma'yı da kitabı da o kadar çok sevebileceğimi anladım.
Dediğim gibi en fazla olayı, neşeyi, parıltıyı barındıran hikayesi olduğu için Jane'in, en fazla uyarlananı da olmuş vaziyette. 1932'den beri sayısız kez sinemaya, televizyona konmuş filmleri mevcut. Sayıları bu kadar fazla olunca karşılaştırma kontenjanımızı da genişletmek durumundayız. 1996 tarihli Douglas McGrath'ın hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği sinema filmi, yine 1996 tarihli Diarmuid Lawrence'ın yönettiği tv filmini ve 2009 tarihli BBC yapımı mini-diziyi karşılaştıracağız :
Emma'lar
İlk Emma'mız Gwyneth Paltrow, ikincisi Kate Beckinsale ve üçüncüsü de Romola Garai. Tamam işin içine Romola girdiği için objektif olamayabilirim ama yiğidi öldür hakkını ver. Romola bu üçlü grup arasında açık ara farkla en mükemmel Emma olmuş durumda. Paltrow rol için fiziken sahip olduğu avantajlara ve büyük bir hollywood prodüksiyonunda yer almasının verdiği kolaylığa rağmen, Emma'nın hakkını veremiyor. Evet izleyenini gıcık edebiliyor, doğuştan taşıması gereken asaleti gözümüze gözümüze sokabiliyor ve tamam, Romola'nın olmadığı bir evrende belki Emma olarak da kabul edilebilir. Ama gene de gereğinden fazla duygusuz duruyor. Beckinsale ise tek kelimeyle çirkin kalıyor. Büyük olasılıkla filmin genelinde yaratılan karanlık atmosferden ve özen gösterilmemiş gibi duran kostüm-makyaj bölümünden dolayı. Ama kendisi de Emma olabilecek gibi durmuyor zaten rolün içinde. Çok düz, pırıltısız ve neşesiz, hatta biraz fazla soğuk.
Knightley'ler
Austen erkekleri arasında en sevilenlerden biri olan Knightley'e geldi sıra. Doğumunu ve büyümesini izlediği, bir büyük kardeş, yönlendirici, akıl verici ve çok sıkı bir dost olduğu bir kadına yavaş yavaş ama emin adımlarla geliştirdiği bir aşk besleyen, bu aşkın gözünü kör etmediği aksine sevdiğinin daha iyi bir insan olabilmesi için uğraşan, onun yanlışlarında kendisi için değil onun için acı çeken, olgun ama yalnız bu adamı oynayabilmek hakikaten denge işidir. Büyük çaba gerektirir. Bu yüzden ilk Knightley'miz Jeremy Northam, neredeyse mükemmel bir iş çıkarıyor. Sadece birazcık fazla insancıl ve yumuşak başlı görünüyor o kadar. İkincisi ise tam bir felaket : Mark Strong, aynı yıl içinde ancak bu kadar farklı iki Knightley yorumu yapılabilir diye düşündürüyor insanı. Mark Strong'un Knightley'si siniri tepesinde, insanı korkutan, karanlık ve gergin bir karakter çiziyor. Resmen ekranda göründüğü her saniyede insanın tüylerini ürpertiyor ve niye böyle yaptığını anlamak mümkün de değil. Sonuncu Knightley'miz daha önce Edmund Bertram'lık da yapmış olan Jonny Lee Miller. Onun performansı içlerinden en iyisi. Belki elindeki senaryonun verdiği avantajdan dolayı, belki Austen erkeklerine aşina olduğundan, her şeyi olabilecek en mükemmel şekilde ve en dengeli biçimde ortaya koyuyor. Sadece görünüş açısından biraz daha toy veya genç görünüyor, o kadar.
Harriet Smith'ler
Harriet Smith, Emma'nın oyuncağı olmuş, saf, masum ama bir o kadar da salak bir genç kız olarak oynanması gayet eğlenceli görünen bir karakterdir. Hikaye boyunca üç farklı adama aşık olabilip, ikisi için de aşk acısı çekmesi gerekir. İlk Harriet'ımız Toni Collette resmen azman yavrusu şeklinde kalmış. Ne saf, ne de masum görünüyor. İkincisi Samantha Morton, tamamen insanın sokakta bulduğu kedi yavruları kıvamında. Karaktere oldukça iyi uyum sağlamış. Üçüncüsü Louis Dylan'sa masum ve çocukça görünmesinin yanında bir parça güzellik de katmış Harriet'a. Oyunculuk açısından Louis Dylan da Samantha Morton da hakkını vermiş durumda.
Elton'lar
Elton karakteri tipik kendini beğenmiş, zengin avcısı ama kötü kalpli-salak erkek tiplerinden biridir Jane'in. Daha önce P&P'de Collins karakteriyle tanıdığımız bu tipleri yönetmenler ya cidden yakışıklı ve kötücül seçmeyi başarırlar ya da sadece kötücül suratlı bir karakter oyuncusu bulup, gerisini seyircinin hayalgücüne bırakırlar. Bu açıdan bakıldığında ilk Elton'ımız ikinci gruba giriyor. Alan Cumming, bildiğimiz çizgifilm suratlı oyunculardan olduğundan istediği kadar iyi oynasın, gene de Elton'ı gerektiği gibi gösteremiyor. İkinci Elton, Dominic Rowan'sa ne akla hizmet seçilmiş kestirmek mümkün değil. Ukala tombul çocuklara benziyor. İşte bu aşamada sonuncu Elton olarak karşımıza Blake Ritson çıkıyor ve kesinlikle Edmund Bertram olmaktan çok daha fazla yakıştırıyor Elton gömleğini üzerine. Neredeyse Justin Bieber tarzı saçlarıyla ve kendinden emin ama bir o kadar da fırsatçı duruşuyla, resmen herkesten sahne çalıyor. Açık ara en iyi Elton.
Jane Fairfax'ler
Jane Fairfax de kişisel hikayesinin arkaplanı ve hikaye-zaman çizgisindeki yaşantısı açısından dengeli gösterilmesi gereken bir karakterdir. Ezik ama akıllı, sessiz ama içinde başkaldıran, güzel ama parıl parıl olmayan bir performans sergilemelidir bu role soyunan oyuncu. İlk Jane Fairfax olan Polly Walker işin güzellik ve fettanlık kısmına ağırlık vermiş gibi görünüyor. Ezik veya sessiz görünmekten çok uzak ki bu da aslında biraz denese iyi olabilecek bir performans sergilemesine engel olmuş vaziyette. İkinci Jane Fairfax olan Olivia Williams tam anlamıyla duru güzelliği, masum sessizliği ve istediğinde birçok şey anlatan bakışlarıyla neredeyse mükemmel bir şekilde karaktere hayat veriyor. Ama o da karakterin zaman zaman öne çıkartılan hastalıklı görünüşünü başarıyla veremiyor. Son Jane Fairfax'ımızsa Laura Pyper. O da rüzgar esse ölecekmiş gibi duran bir kuş yavrusu halinde. Esasında başarılı oynuyor ama biraz fazla narinlik katıyor işin içine. Gerçi gene de gerekli zamanlarda gösterdiği heyecan ve canlılık halleriyle rolün hakkından gelmesini bilmiyor değil.
Frank Churchill'ler
Ve bu hikayenin Knightley'den sonraki en zor ikinci karakterine geldi sıra : Frank Churchill. Tüm içyüzü son on sayfada ortaya çıkan bir karakteri hakkıyla oynayabilmek gerekir. Yani haberi olmayan seyirciye hiçbir şey belli etmeden ama kuşkulandıracak şekilde, haberi olan seyirciye de vay be bak sen şu zibidiye nasıl da örtüyor üstünü dedirtecek cinsten görünmek zorundadır bu roldeki oyuncu. Bir yandan da kişiliğin gerektirdiği cazibeyi, ukalalığı ama acı çeken ifadeyi, iç karmaşıklığını göstermelidir. İlk Frank Churchill olan Ewan McGregor maalesef sınıfta kalıyor. Cazip görünmediği gibi, resmen zıpçıktı bir ergen havasında. İkincisi Raymond Coulthard'sa gayet yakışıklı, cazibeli görünüp, bir yandan da insanın kuşkularına dokunacak denli ince rötuşlar yapıyor. Bu performansa adeta meydan okuyan Rupert Evans'sa 2009'daki mini-dizide mükemmelin tanımı yaparak ortaya koyuyor Frank Churchill'i.
1996'daki hollywood senaryosu, film açısından yapılabilecek en düzgün iş gibi görünüyor. Her açıdan harcanan paranın hakkını verme yolunda ama bir kısım eksiklikleri de yok değil. Arada hikayenin ilerlemediğini veya yavanlaştığını fark edebiliyorsunuz. 1996'daki tv filmiyse içine kitabın almadığı ama biraz hayalgücüyle çıkarım yapılabilecek detayların katılmasıyla geliştirilmeye çalışılmış ama o kadar karanlık o kadar sert bir havası var ki böylesine parlak-neşeli bir hikaye ancak bu kadar kötüleştirilebilirmiş gibi. Woodhouselar resmen burjuva, geri kalan insanlar da zavallı ortaçağ fakirleri gibi gösteriliyor. 2009'daki dizi bu açıdan içlerindeki en güzel, eli yüzü düzgün, neşeli, mutlu senaryo. Zaman avantajıyla da birlikte olabilecek en mükemmel uyarlamayı sunuyor izleyiciye. Birebir olmadığı yerler onun da var tabi. Ama bu geliştirmeler o kadar güzel ayrıntılar haline geliyor ki ben niye düşünemedim bunu tabi ya! diyorsunuz bir yandan izlerken. Bu yüzden 2009 uyarlaması tam da olması gerektiği gibi, insanı mutlu eden, sevimli bir Emma hikayesi.
(Önceki dosyalar Sense&Sensibility, Pride&Prejudice, Mansfield Park)

1 Mayıs 2011 Pazar

Amazing Grace (2006) - Britanya yine kendini aklıyor


"Yüce İnayet/Ne tatlıdır o ses
Benim gibi bir zavallıyı kurtaran/Bir zamanlar kaybolmuştum
Ama şimdi hak yolu buldum/Kördüm/Ama artık görüyorum."


Amazing Grace, 1700'lerin sonunda İngiliz protestan din adamı John Newton tarafından söylenmiş bir ilahi esasında. Aynı adı taşıyan filmimiz de Hristiyanlar arasında oldukça bilinen bu ilahinin ardındaki olayları, insanları ve o insanları oluşturan dünyayı anlatıyor.
kalbimdeki yerin ayrı, tarihi kostümler içerisindeki Ioan Gruffudd
William Wilberforce, 1780li yıllarda İngiliz Parlamentosu üyesi, zengin bir tüccarın oğlu ve bu sebeple de hali vakti yerinde. Parlamentoda genç yaşında iyi bir konuma gelmek üzere. Arada Lordlar Kamarasıyla dalaşıyor, soylulara karşı fikirlerini açıkça beyan ediyor, şahane evinin bahçesinde çimenlere yatıyor, örümcek ağlarının güzelliklerine dalıp gidiyor, fakirlere yemek dağıtıyor, öyle mutlu mesut geçinip gidiyor. Derken arkadaşı William Pitt, başbakanlık konusundaki hırsını açıklıyor Wilber'a. Pitt'in bu konuda planları detaylı, herşeyi düşünmüş, başbakan ne zaman ölecek,o yerine nasıl geçecek, kimi ne bakanı yapacak, hepsi belli. Ama politikada yapılması gereken bazı oyunlar var ve Pitt de bunun için Wilber'dan yardım istiyor. Wilber'ın yapması gereken, köle ticaretinin kaldırılmasına dair yasa tasarısı hazırlamak ve bunu savunarak geçmesini falan sağlamak.
hem güzel hem yetenekli, daha ne yapsın bu Romola Garai
Evet, köle ticareti. Canlı canlı, bildiğimiz, saf köle ticareti. Afrika'nın kendi halindeki, hayatından memnun kabilelerinden binlerce siyahi, soylu İngilizlerin ve sonradan görme tüccarlarının para hırsı sebebiyle, gemilere doldurulup, Jamaika'ya şeker üretiminde çalıştırılmak üzere götürülüyor. Tabi sadece oraya değil, sonuçta köle bunlar, insan değil, çeşitli yerlerde çeşitli şekillerde kullanılabiliyorlar.
Evet sene 178...'i gösteriyor ve İngiliz parlamentosundaki peruk takmış, pudralı suratlar için bu olağan birşey. Wilber da önceleri sadece diğerleri gibi kulaktan duyduğu şeylerle bu işe karşı. Ancak yapacağı siyaset için arkadaşı Pitt aracılığıyla işin erbaplarıyla tanışıyor. O zaman köle ticaretine karşı cephe oluşturmuş aynı zamandan devrimci Thomas Clarkson, kölelikten kurtulabilmiş Afrikalı Olaudah Equiano, avukat James Stephen gibi isimlerle işin aslını öğrenmeye başlıyor. Ama insanların günahı çok büyük, bir kişinin yüklenebileceğinden de büyük. Nitekim Wilber da gördükleri, duydukları, öğrendikleri ve yaşadıkları ile başaramadıkları arasında can çekişmeye başlıyor, kabuslarla allak bullak olup, yataklara düşecek vaziyete geliyor.
henüz 30 yaşında bir Cumberbatch
Film, Wilber'ın yıllarca uğraşıp, yasa tasarısını kabul ettiremeyişi üzerine neredeyse yenilgisini kabul etmiş halde, hasta ve bitkinken, genç takipçisi Barbara Spooner ile karşılaşması ve tüm yaşadıklarını ona anlatması ile yol alıyor. Wilber Barbara'ya anlatırken biz de dinliyoruz onunla birlikte kah şöminenin karşısına oturup, kah yeşil çayırların içinde dolanarak.
İlahinin kaynağı John Newton'la da karşılaşıyoruz, Wilber'a destek olup olayın seyrini değiştirenlerden biri olan Lord Charles Fox'la da. Kara bir tarihin ünlü şahsiyetlerini, yetenekli İngiliz oyuncuların suretlerinde canlanmış izliyoruz. Hornblower'luktan sonra benim için Le Morte D'Arthur'un tek Lancelot'u olan Ioan Gruffudd, Wilber olarak her zamanki gibi temiz, yerinde. Filmi görmeme sebebiyet veren Romola Garai, Barbara Spooner olarak ekranda pek uzun kalamasa da hakkını veriyor. Michael Gambon, Rufus Sewell ve Ciaran Hinds filmin içinden her bir notayla birlikte etkiyi katlıyor. Tarihi filmlerden, özellikle dönem kostümleri ve dekorlarıyla, yetenekli oyunculardan hoşlananlar için bulunmayacak fırsat. Bir de tabi işin içyüzünü biraz da İngiliz gururu süslenmiş halde görmek de cabası.
[IMDb'de Amazing Grace-->http://www.imdb.com/title/tt0454776/]

Öyleyse Celtic Woman'dan gelsin filmimize ismini veren ilahi:

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...