Emma, kuşkusuz Jane'in en parlak, en neşeli, en günlük güneşlik ve mutluluk pıtırcıkları dolu romanıdır. Başından itibaren çok büyük elemler, çözülemeyekmiş gibi duran dertler yoktur. Sadece ufak dünyalarını ve günlük "ne yesem ne içsem" sorunlarını takan, genelde halinden memnun insanlarla dolu bir dünyası vardır kitabın. Ha böyle deyince çok basit, eften püften birşey diyorum sanmayım, kesinlikle, yazım kalitesi açısından Jane'in tüm kalitesini de yansıtır. Sadece demeye çalıştığım, diğer 5 romanın barındırdığı mutlu son geleneğinin yanında, Emma'da ayrıca mutlu başlangıçlar, mutlu gelişmeler de yer alır. Zaten Jane'in de en sevdiği kitabı olduğu söylenir. Diğer kitaplarında yarattığı genelde sessiz, onurlu, ne yapmasını söylemesi gerektiğini bilen ama bu sessizliğinin içinde de bir şekilde doğruları için ayakta durabilen kadın kahramanlarının yanında Emma oldukça farklı görünür. Onun sessizlikle hiçbir alakası yoktur. Doğuştan varlıklı ve şımartılmış olmasının da verdiği güvenle, kendini her şeyin ve herkesin merkezinde görür. İlk okumaya başladığımda kitabın ilk yarısı boyunca Emma'ya sinir olmaktan kendimi alamamıştım ben mesela. Hatta bu sinir olma durumu o kadar etkilemişti ki yargılarımı, kitabın sonunda kapağını kapattığımda hala cinlerim tepemdeydi, sevmediğime karar vermiştim bu hikayeyi. Hayır, Mansfield Park türü bir etki değildi, sıkıcı değildi, boğucu değildi. Hayır, aksine olay yoğunluğu açısından en ileride olanıydı ama baş kahraman Emma, sevebileceğim türde bir kahraman değildi. Bir daha da elime almam işte diye kendimce trip atıyordum ki kitaba, uyarlamaları izledim. Ve iyi ki de izlemişim. Mükemmel bir tanesinin sayesinde, Emma'yı da kitabı da o kadar çok sevebileceğimi anladım.
Dediğim gibi en fazla olayı, neşeyi, parıltıyı barındıran hikayesi olduğu için Jane'in, en fazla uyarlananı da olmuş vaziyette. 1932'den beri sayısız kez sinemaya, televizyona konmuş filmleri mevcut. Sayıları bu kadar fazla olunca karşılaştırma kontenjanımızı da genişletmek durumundayız. 1996 tarihli Douglas McGrath'ın hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği sinema filmi, yine 1996 tarihli Diarmuid Lawrence'ın yönettiği tv filmini ve 2009 tarihli BBC yapımı mini-diziyi karşılaştıracağız :
|
Emma'lar |
İlk Emma'mız Gwyneth Paltrow, ikincisi Kate Beckinsale ve üçüncüsü de Romola Garai. Tamam işin içine Romola girdiği için objektif olamayabilirim ama yiğidi öldür hakkını ver. Romola bu üçlü grup arasında açık ara farkla en mükemmel Emma olmuş durumda. Paltrow rol için fiziken sahip olduğu avantajlara ve büyük bir hollywood prodüksiyonunda yer almasının verdiği kolaylığa rağmen, Emma'nın hakkını veremiyor. Evet izleyenini gıcık edebiliyor, doğuştan taşıması gereken asaleti gözümüze gözümüze sokabiliyor ve tamam, Romola'nın olmadığı bir evrende belki Emma olarak da kabul edilebilir. Ama gene de gereğinden fazla duygusuz duruyor. Beckinsale ise tek kelimeyle çirkin kalıyor. Büyük olasılıkla filmin genelinde yaratılan karanlık atmosferden ve özen gösterilmemiş gibi duran kostüm-makyaj bölümünden dolayı. Ama kendisi de Emma olabilecek gibi durmuyor zaten rolün içinde. Çok düz, pırıltısız ve neşesiz, hatta biraz fazla soğuk.
|
Knightley'ler |
Austen erkekleri arasında en sevilenlerden biri olan Knightley'e geldi sıra. Doğumunu ve büyümesini izlediği, bir büyük kardeş, yönlendirici, akıl verici ve çok sıkı bir dost olduğu bir kadına yavaş yavaş ama emin adımlarla geliştirdiği bir aşk besleyen, bu aşkın gözünü kör etmediği aksine sevdiğinin daha iyi bir insan olabilmesi için uğraşan, onun yanlışlarında kendisi için değil onun için acı çeken, olgun ama yalnız bu adamı oynayabilmek hakikaten denge işidir. Büyük çaba gerektirir. Bu yüzden ilk Knightley'miz Jeremy Northam, neredeyse mükemmel bir iş çıkarıyor. Sadece birazcık fazla insancıl ve yumuşak başlı görünüyor o kadar. İkincisi ise tam bir felaket : Mark Strong, aynı yıl içinde ancak bu kadar farklı iki Knightley yorumu yapılabilir diye düşündürüyor insanı. Mark Strong'un Knightley'si siniri tepesinde, insanı korkutan, karanlık ve gergin bir karakter çiziyor. Resmen ekranda göründüğü her saniyede insanın tüylerini ürpertiyor ve niye böyle yaptığını anlamak mümkün de değil. Sonuncu Knightley'miz daha önce Edmund Bertram'lık da yapmış olan Jonny Lee Miller. Onun performansı içlerinden en iyisi. Belki elindeki senaryonun verdiği avantajdan dolayı, belki Austen erkeklerine aşina olduğundan, her şeyi olabilecek en mükemmel şekilde ve en dengeli biçimde ortaya koyuyor. Sadece görünüş açısından biraz daha toy veya genç görünüyor, o kadar.
|
Harriet Smith'ler |
Harriet Smith, Emma'nın oyuncağı olmuş, saf, masum ama bir o kadar da salak bir genç kız olarak oynanması gayet eğlenceli görünen bir karakterdir. Hikaye boyunca üç farklı adama aşık olabilip, ikisi için de aşk acısı çekmesi gerekir. İlk Harriet'ımız Toni Collette resmen azman yavrusu şeklinde kalmış. Ne saf, ne de masum görünüyor. İkincisi Samantha Morton, tamamen insanın sokakta bulduğu kedi yavruları kıvamında. Karaktere oldukça iyi uyum sağlamış. Üçüncüsü Louis Dylan'sa masum ve çocukça görünmesinin yanında bir parça güzellik de katmış Harriet'a. Oyunculuk açısından Louis Dylan da Samantha Morton da hakkını vermiş durumda.
|
Elton'lar |
Elton karakteri tipik kendini beğenmiş, zengin avcısı ama kötü kalpli-salak erkek tiplerinden biridir Jane'in. Daha önce P&P'de Collins karakteriyle tanıdığımız bu tipleri yönetmenler ya cidden yakışıklı ve kötücül seçmeyi başarırlar ya da sadece kötücül suratlı bir karakter oyuncusu bulup, gerisini seyircinin hayalgücüne bırakırlar. Bu açıdan bakıldığında ilk Elton'ımız ikinci gruba giriyor. Alan Cumming, bildiğimiz çizgifilm suratlı oyunculardan olduğundan istediği kadar iyi oynasın, gene de Elton'ı gerektiği gibi gösteremiyor. İkinci Elton, Dominic Rowan'sa ne akla hizmet seçilmiş kestirmek mümkün değil. Ukala tombul çocuklara benziyor. İşte bu aşamada sonuncu Elton olarak karşımıza Blake Ritson çıkıyor ve kesinlikle Edmund Bertram olmaktan çok daha fazla yakıştırıyor Elton gömleğini üzerine. Neredeyse Justin Bieber tarzı saçlarıyla ve kendinden emin ama bir o kadar da fırsatçı duruşuyla, resmen herkesten sahne çalıyor. Açık ara en iyi Elton.
|
Jane Fairfax'ler |
Jane Fairfax de kişisel hikayesinin arkaplanı ve hikaye-zaman çizgisindeki yaşantısı açısından dengeli gösterilmesi gereken bir karakterdir. Ezik ama akıllı, sessiz ama içinde başkaldıran, güzel ama parıl parıl olmayan bir performans sergilemelidir bu role soyunan oyuncu. İlk Jane Fairfax olan Polly Walker işin güzellik ve fettanlık kısmına ağırlık vermiş gibi görünüyor. Ezik veya sessiz görünmekten çok uzak ki bu da aslında biraz denese iyi olabilecek bir performans sergilemesine engel olmuş vaziyette. İkinci Jane Fairfax olan Olivia Williams tam anlamıyla duru güzelliği, masum sessizliği ve istediğinde birçok şey anlatan bakışlarıyla neredeyse mükemmel bir şekilde karaktere hayat veriyor. Ama o da karakterin zaman zaman öne çıkartılan hastalıklı görünüşünü başarıyla veremiyor. Son Jane Fairfax'ımızsa Laura Pyper. O da rüzgar esse ölecekmiş gibi duran bir kuş yavrusu halinde. Esasında başarılı oynuyor ama biraz fazla narinlik katıyor işin içine. Gerçi gene de gerekli zamanlarda gösterdiği heyecan ve canlılık halleriyle rolün hakkından gelmesini bilmiyor değil.
|
Frank Churchill'ler |
Ve bu hikayenin Knightley'den sonraki en zor ikinci karakterine geldi sıra : Frank Churchill. Tüm içyüzü son on sayfada ortaya çıkan bir karakteri hakkıyla oynayabilmek gerekir. Yani haberi olmayan seyirciye hiçbir şey belli etmeden ama kuşkulandıracak şekilde, haberi olan seyirciye de vay be bak sen şu zibidiye nasıl da örtüyor üstünü dedirtecek cinsten görünmek zorundadır bu roldeki oyuncu. Bir yandan da kişiliğin gerektirdiği cazibeyi, ukalalığı ama acı çeken ifadeyi, iç karmaşıklığını göstermelidir. İlk Frank Churchill olan Ewan McGregor maalesef sınıfta kalıyor. Cazip görünmediği gibi, resmen zıpçıktı bir ergen havasında. İkincisi Raymond Coulthard'sa gayet yakışıklı, cazibeli görünüp, bir yandan da insanın kuşkularına dokunacak denli ince rötuşlar yapıyor. Bu performansa adeta meydan okuyan Rupert Evans'sa 2009'daki mini-dizide mükemmelin tanımı yaparak ortaya koyuyor Frank Churchill'i.
1996'daki hollywood senaryosu, film açısından yapılabilecek en düzgün iş gibi görünüyor. Her açıdan harcanan paranın hakkını verme yolunda ama bir kısım eksiklikleri de yok değil. Arada hikayenin ilerlemediğini veya yavanlaştığını fark edebiliyorsunuz. 1996'daki tv filmiyse içine kitabın almadığı ama biraz hayalgücüyle çıkarım yapılabilecek detayların katılmasıyla geliştirilmeye çalışılmış ama o kadar karanlık o kadar sert bir havası var ki böylesine parlak-neşeli bir hikaye ancak bu kadar kötüleştirilebilirmiş gibi. Woodhouselar resmen burjuva, geri kalan insanlar da zavallı ortaçağ fakirleri gibi gösteriliyor. 2009'daki dizi bu açıdan içlerindeki en güzel, eli yüzü düzgün, neşeli, mutlu senaryo. Zaman avantajıyla da birlikte olabilecek en mükemmel uyarlamayı sunuyor izleyiciye. Birebir olmadığı yerler onun da var tabi. Ama bu geliştirmeler o kadar güzel ayrıntılar haline geliyor ki ben niye düşünemedim bunu tabi ya! diyorsunuz bir yandan izlerken. Bu yüzden 2009 uyarlaması tam da olması gerektiği gibi, insanı mutlu eden, sevimli bir Emma hikayesi.
(Önceki dosyalar
Sense&Sensibility,
Pride&Prejudice,
Mansfield Park)