anne hathaway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anne hathaway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Kasım 2012 Pazar
22 Nisan 2012 Pazar
"Les Misérables" dan ilk kareler
Çekimlerden birkaç birşey nete düştü.
Geri kalanı için Bakınız'a bakabilirsiniz.
Ayrıca bir de, bu kareleri çektikleri dakikalara dair bir video da var youtube'da :
Ayrıca bir de, bu kareleri çektikleri dakikalara dair bir video da var youtube'da :
15 Nisan 2012 Pazar
One Day (2011)
Geçtiğimiz haftalarda, iş yerinde okuyan birinin elinde ve dolayısıyla etrafta bol bol gördükten sonra nihayet bakayım bir nasılmış dedim. Yapım sürecinde, ilk resimler nete düştüğünde tamamen Anne Hathaway ve Romola Garai ile ilgileniyordum, öyle haberim olmuştu kitaptan da. Böyle her filmini istisnasız izlediğim oyuncular listemdedir Anne Hathaway ile Romola Garai, o yüzden bir şekilde zaten izleyecektim filmi. Kitap da tabi bunu fırsat bilip, film vizyona girdiği dönemde raflarda çok satanların arasındaki yerini almıştı. Yaklaşık 6 ay olmasına rağmen hala raflarda denebilir hatta. Yalnız fiyatı baya düşmüş durumda, özellikle nette falan D&R'dan, kitapyurdu'ndan 13 küsür liralara alınabiliyor.
Ama tabi benim elimde şu an bitmeyi bekleyen bir sürü kitap olduğundan o konuya hiç bulaşmadım ben, direkt filme atladım geçen hafta. Uzun zamandır da evde oturup film izlememiştim, iyi oldu.
Hikayemiz, temelde bir geç kalınmış aşk hikayesi. Dexter ve Emma aynı üniversiteye gitmiş iki genç. Emma aynı çatı altında geçirdikleri 3 yıl boyunca Dexter'a uzaktan uzaktan - kimi zaman da yakından - bakmış olsa da, Dexter ona pek dikkat etmemiş. Çünkü Emma bildiğimiz anlamda gözlüklü, zeki, çalışkan, şair olmak isteyen, eh baya da mantıklı, akıl sahibi ama kendine güveni eksilerde bir hanımkızımızken Dexter zengin ailesinin de etkisiyle alabildiğine uçarı, şımarık, kendini beğenmiş bir çapkın insan. Mezuniyetlerini kutladıkları gecenin sonunda bir şekilde başbaşa kalıyorlar. Eh haliyle tanışmış da oluyorlar adamakıllı. Takvimler 15 temmuz 1988'i gösteriyor.
Arkadaş olmaya karar veren bu iki zıt insan, hayatlarına devam ederken hep bağlantıda kalıyorlar. Her yıl aynı gün, 15 temmuzda, buluşmak görüşmek üzere sözleşiyorlar bir anlamda. Yıllar birbirini kovalar, Dex ve Em hayatlarını çizmeye çalışırlarken içlerinde hep birbirlerini taşıyorlar.
Senaryoyu, kitabın da yazarı olan David Nicholls yazmış. Yönetmen Oscar'a aday olmuş ve bence fena da olmayan "An Education"ı yönetmiş olan Lone Scherfig. Anne Hathaway ve Jim Sturgess tüm film onların omzunda olmasına rağmen gayet başarılılar. Yeteri kadar üzüp, ağlatabiliyor, herşeyi hissettirebiliyorlar. Yapım ekibi, hikayenin yayıldığı yılları, uzun bir dönemi oldukça temiz bir şekilde yansıtmış, ne göze batıyor ne de "vayyy" dedirtiyor. Kararında.
Filmin, dolayısıyla kitabın anlatmaya çabaladığı bu iki insanın 20 yıla yayılan hikayesi içerisinde kendimize sorular sormamızı sağlamak bir anlamda. Şu bildiğimiz, klişe deyişi bir kez daha empoze etmeye çalışıyor : "Anı kaçırma. Bugünü yaşa. Geç kalma. Ne hissediyorsan, ne istiyorsan onu yap, korkma, vazgeçme, erteleme." İnanın artık ben bıktım, onlar bıkmadı bu mesajı vermeye çalışmaktan. Yok işte, mümkünü yok. Hayatlarımızı bu gazla yaşayamayız, yaşayamıyoruz. Hiçbirimiz, elimizde yeteri kadar imkanımız yoksa, anı yaşayamıyoruz. Öyle bir lüksümüz yok çünkü. Ben şimdi bu işi yapmak istiyorum diyerek herşeyi bırakıp gidemeyiz, aç kalırız. Ben şimdi bu adamdan-kadından hoşlandım, hatta durun aşık oldum, o zaman bunu ona söylemeli, bunun için çabalamalıyım diyemeyiz. Çünkü rezil olmayacağımızın, reddedilmeyeceğimizin, o insanın saçma biri çıkmayacağının, herşeyin berbat olmayacağının bir garantisi yok. Ha buna da çözümleri "Ama denemezsen bilemezsin.". Ama deneyip, yıllarımı çöpe atmamım, özgüvenimi yitirmemim, içinde bulunduğum ortamı bozmanın ne anlamı var? Anı yaşamanın bizim için pratik hiç bir getirisi yok. Hiçbirimiz 20'li yaşlarımızda kalmayacağız sonsuza kadar. Öyleyse şu anda aklıma eseni yapmamım bana faydadan çok zararı var. Şu an sırf canım istiyor ve anı önemsiyorum diye tutup da deliler gibi iskender yiyemem mesela. Çünkü bunun üzerine bir 50 yıl daha yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı kim biliyor? Sırf eğer yarın öleceksem diye bugün işi bırakıp, Katmandu'ya gidemem. Yarın ölmezsem ne olacak sonra? Hadi ölmedim, en azından bir hafta daha yaşadım diyelim, karnımı kim doyuracak?
O yüzden sinirlendim ben filmi izlerken. Hayır Dexter'ın bir türlü gözünün önündekini görememesinden veya onların deyimiyle "jerk" olmasından, bir türlü büyüyemesinden dolayı değil. Devamlı surette bu "elimizdekini kaçırmamalıyız" türündeki mesajların gözümü sokulmasından. Ne olacaktı Emma tüm özsaygısını ayaklar altına alıp Dexter'a açılsaydı? Söyleyeyim mi ne olacaktı, hem elindekini kaybedecek yani Dexter'la arkadaş sıfatı altında da olsa her yıl görüşebilmeyi, onun en yakın en içten sığınağı olabilmeyi kaybedecekti, hem de kocaman bir duvara, Dexter'ın şımarıklıkla, alayla, çocuklukla dolu duvarına toslayacaktı.
Bu senaryoda da suçu Dexter'a atıyorsunuz peki? Hani bir türlü o olgunluğa erişemediği, Emma'yı gerçekten anlayamadığı, göremediği için. Bu da yanlış. Dexter zaten en başından beri Emma'nın istediği gibi bir adam değildi ki. O hale gelebilmesi için 20 yıl geçmesi ve Emma'nın yontması gerekti. O halde aslında gecikmiş bir şeyden söz edebilir miyiz? Bence bu gecikmiş bir aşktan çok en baştan bitirilmesi gereken bir durumdu. Emma uğraşarak, didinerek ve hayatın sillesinin de yardımıyla Dexter'ı istediği gibi, olması gereken gibi bir adama dönüştürdü. Tabi kendisi de bunu hak eden bir kadın haline geldi. Demeye çalıştığım, bu ikisinin zaten 88'de bir arada olması gerekmiyordu. 20 yıl sonra dönüştükleri o iki insan aşıktı birbirine aslında.
Bilemedim. Böyle bir hüzünleneyim, arkadaşlarımla iki laf edip birbirimize gaz verelim, niye yalnızım ben be abi diye iç geçireyim, gençliğimi özleyeyim, birazcık Anne Hathaway'in o kocaman güzel gözlerini göreyim isterseniz izlenir. Bir de benim kadar ciddiye alıp, filmlerle yumruk yumruğa girmiyorsanız tabi.
(Soundtrack'i de pek hoş, diyeyim de : buradan)
Ama tabi benim elimde şu an bitmeyi bekleyen bir sürü kitap olduğundan o konuya hiç bulaşmadım ben, direkt filme atladım geçen hafta. Uzun zamandır da evde oturup film izlememiştim, iyi oldu.
Hikayemiz, temelde bir geç kalınmış aşk hikayesi. Dexter ve Emma aynı üniversiteye gitmiş iki genç. Emma aynı çatı altında geçirdikleri 3 yıl boyunca Dexter'a uzaktan uzaktan - kimi zaman da yakından - bakmış olsa da, Dexter ona pek dikkat etmemiş. Çünkü Emma bildiğimiz anlamda gözlüklü, zeki, çalışkan, şair olmak isteyen, eh baya da mantıklı, akıl sahibi ama kendine güveni eksilerde bir hanımkızımızken Dexter zengin ailesinin de etkisiyle alabildiğine uçarı, şımarık, kendini beğenmiş bir çapkın insan. Mezuniyetlerini kutladıkları gecenin sonunda bir şekilde başbaşa kalıyorlar. Eh haliyle tanışmış da oluyorlar adamakıllı. Takvimler 15 temmuz 1988'i gösteriyor.
Arkadaş olmaya karar veren bu iki zıt insan, hayatlarına devam ederken hep bağlantıda kalıyorlar. Her yıl aynı gün, 15 temmuzda, buluşmak görüşmek üzere sözleşiyorlar bir anlamda. Yıllar birbirini kovalar, Dex ve Em hayatlarını çizmeye çalışırlarken içlerinde hep birbirlerini taşıyorlar.
Senaryoyu, kitabın da yazarı olan David Nicholls yazmış. Yönetmen Oscar'a aday olmuş ve bence fena da olmayan "An Education"ı yönetmiş olan Lone Scherfig. Anne Hathaway ve Jim Sturgess tüm film onların omzunda olmasına rağmen gayet başarılılar. Yeteri kadar üzüp, ağlatabiliyor, herşeyi hissettirebiliyorlar. Yapım ekibi, hikayenin yayıldığı yılları, uzun bir dönemi oldukça temiz bir şekilde yansıtmış, ne göze batıyor ne de "vayyy" dedirtiyor. Kararında.
Filmin, dolayısıyla kitabın anlatmaya çabaladığı bu iki insanın 20 yıla yayılan hikayesi içerisinde kendimize sorular sormamızı sağlamak bir anlamda. Şu bildiğimiz, klişe deyişi bir kez daha empoze etmeye çalışıyor : "Anı kaçırma. Bugünü yaşa. Geç kalma. Ne hissediyorsan, ne istiyorsan onu yap, korkma, vazgeçme, erteleme." İnanın artık ben bıktım, onlar bıkmadı bu mesajı vermeye çalışmaktan. Yok işte, mümkünü yok. Hayatlarımızı bu gazla yaşayamayız, yaşayamıyoruz. Hiçbirimiz, elimizde yeteri kadar imkanımız yoksa, anı yaşayamıyoruz. Öyle bir lüksümüz yok çünkü. Ben şimdi bu işi yapmak istiyorum diyerek herşeyi bırakıp gidemeyiz, aç kalırız. Ben şimdi bu adamdan-kadından hoşlandım, hatta durun aşık oldum, o zaman bunu ona söylemeli, bunun için çabalamalıyım diyemeyiz. Çünkü rezil olmayacağımızın, reddedilmeyeceğimizin, o insanın saçma biri çıkmayacağının, herşeyin berbat olmayacağının bir garantisi yok. Ha buna da çözümleri "Ama denemezsen bilemezsin.". Ama deneyip, yıllarımı çöpe atmamım, özgüvenimi yitirmemim, içinde bulunduğum ortamı bozmanın ne anlamı var? Anı yaşamanın bizim için pratik hiç bir getirisi yok. Hiçbirimiz 20'li yaşlarımızda kalmayacağız sonsuza kadar. Öyleyse şu anda aklıma eseni yapmamım bana faydadan çok zararı var. Şu an sırf canım istiyor ve anı önemsiyorum diye tutup da deliler gibi iskender yiyemem mesela. Çünkü bunun üzerine bir 50 yıl daha yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı kim biliyor? Sırf eğer yarın öleceksem diye bugün işi bırakıp, Katmandu'ya gidemem. Yarın ölmezsem ne olacak sonra? Hadi ölmedim, en azından bir hafta daha yaşadım diyelim, karnımı kim doyuracak?
O yüzden sinirlendim ben filmi izlerken. Hayır Dexter'ın bir türlü gözünün önündekini görememesinden veya onların deyimiyle "jerk" olmasından, bir türlü büyüyemesinden dolayı değil. Devamlı surette bu "elimizdekini kaçırmamalıyız" türündeki mesajların gözümü sokulmasından. Ne olacaktı Emma tüm özsaygısını ayaklar altına alıp Dexter'a açılsaydı? Söyleyeyim mi ne olacaktı, hem elindekini kaybedecek yani Dexter'la arkadaş sıfatı altında da olsa her yıl görüşebilmeyi, onun en yakın en içten sığınağı olabilmeyi kaybedecekti, hem de kocaman bir duvara, Dexter'ın şımarıklıkla, alayla, çocuklukla dolu duvarına toslayacaktı.
Bu senaryoda da suçu Dexter'a atıyorsunuz peki? Hani bir türlü o olgunluğa erişemediği, Emma'yı gerçekten anlayamadığı, göremediği için. Bu da yanlış. Dexter zaten en başından beri Emma'nın istediği gibi bir adam değildi ki. O hale gelebilmesi için 20 yıl geçmesi ve Emma'nın yontması gerekti. O halde aslında gecikmiş bir şeyden söz edebilir miyiz? Bence bu gecikmiş bir aşktan çok en baştan bitirilmesi gereken bir durumdu. Emma uğraşarak, didinerek ve hayatın sillesinin de yardımıyla Dexter'ı istediği gibi, olması gereken gibi bir adama dönüştürdü. Tabi kendisi de bunu hak eden bir kadın haline geldi. Demeye çalıştığım, bu ikisinin zaten 88'de bir arada olması gerekmiyordu. 20 yıl sonra dönüştükleri o iki insan aşıktı birbirine aslında.
Bilemedim. Böyle bir hüzünleneyim, arkadaşlarımla iki laf edip birbirimize gaz verelim, niye yalnızım ben be abi diye iç geçireyim, gençliğimi özleyeyim, birazcık Anne Hathaway'in o kocaman güzel gözlerini göreyim isterseniz izlenir. Bir de benim kadar ciddiye alıp, filmlerle yumruk yumruğa girmiyorsanız tabi.
(Soundtrack'i de pek hoş, diyeyim de : buradan)
5 Temmuz 2011 Salı
Love and Other Drugs (2010)
Hayır yani suç mu? Bu kadar cefa vermek zorunda mı? Sırf bir oyuncuyu bu kadar seviyorum diye tüm bu kötü filmlere, klişe repliklere, refleks haline gelmiş rollere, bakışlara, hiçbir mesajı olmayan, ne dediğini bilmeyen, ne diyeceğine karar verememiş filmlere katlanmak zorunda mıyım?
Belli ki öyleymişim. Anne Hathaway'i 2001 tarihli The Princess Diaries'de sevimli ve sarsak Mia olarak görüp, aşık olmanın bir bedeli varmış. Bu bedeli de Get Smart, Valentine's Day ve Love&Other Drugs olarak ödüyormuşum. Hakikaten Anne'in giyinik olmadığı, salak saçma, iyi yazılmamış bir rolde olduğu bir film de daha izlersem onca güzelliğinin falan da hatrı kalmayacak. O kadar sinirlendim. Ya da sanırım son birkaç gündür devam eden sinirimin üstüne bu film geldi, iyice zıvanadan çıktım.
Film Jaime Reidy'nin "Hard Sell : The Evolution of a Viagra Salesman" isimli kitabından senaryolaştırılmış bir Edward Zwick filmi. Zwick Blood Diamond, The Last Samurai ve Legends of The Fall gibi şahane filmlerin de yönetmeni. Ama gelin görün ki elinden böyle bir film çıkmış.Neyse ben direkt suçu Jake Gylenhaal'e attım kendi adıma, öyle rahatlıyorum.
Hikayeyse 1996 yılında bu meşhur Viagra haplarının piyasaya çıkmasının hemen öncesinde ve sonrasında geçiyor. Jaime Randall isimli kazık kadar delikanlımız, daha ilk saniyelerden gösterildiği üzere ağzı pek feci laf yapan, kadınlara nasıl hitap edebileceğini bilen, hatta kadınlar konusunda neredeyse bir uzman olan kendini pek bir beğenmiş, -filmin öyle olduğunu düşündüğü ama benim zerre kadar öyle bulmadığım şekilde- yakışıklı bir teknolojik aletler satıcısı. Yani en azından ilk beş dakikada çalıştığı yer bizim teknosa türü bir yer. Sonra kovuluyor ve Pfizer ilaç şirketinde hisseleri ve tanıdıkları olan erkek kardeşi Josh sayesinde Pfizer'in ilaç mümessillerinden biri oluyor. Jaime ile ilgili bilmemiz gereken diğer ayrıntılar da oldukça zengin ve tıp doktorlarıyla dolu bir ailesi olduğu, kendisinin de 5-6 sene tıp okuduktan sonra bıraktığı, gününü gün ederek ve kimseye değer vermeyerek yaşadığı. Bir yerlerden tanıdık mı geldi? Değil mi? Bildiğiniz klasik hovarda yakışıklı genç sendromu. Hollywood'da artık kusma noktasına getirten derecede sık rastladığımız formül. Herneyse sırf bununla da kalmayacak göreceksiniz, anlatmaya devam ettikçe daha ne "klasiklikler" eklenecek!
Peki bu aşamada ne mi oluyor? Tabiki esas oğlan, esas kızla tanıştırılıyor. Maggie Murdock isimli genç, güzel - inandırıcı olamayacak kadar güzel- kızımız sahneye çıkıyor. Ama Türk filmi efekti de peşinden: Maggie Parkinson hastası. Daha ilk aşamada ama yaşı da küçük zaten, 26. Maggie'nin özelliği de hiç orijinal değil tabi. Hasta olduğundan ve zamanının az olduğunu düşündüğünden dolayı o da gününü gün etme peşinde. Herşeye hazır cevap, kısa kesip sadede gelme halinde. Nitekim Jaime'yle de hemen sekse geçmeye karar veriyorlar.
Ve daha birkaç ay önce izlediğimiz "No Strings Attached" haline geçiyorlar. Böyle seks yapalım her istediğimizde, ama bağlanmayalım, romantik olmayalım vesaire. Niye son dönemde bu duruma taktılar onu da anlamış değilim. Tamam, 21.yy. yok bilmem ne, eski aşklar kalmadı muhabbeti falan ama bu "friends with benefits" olayının da suyunu çıkartmak yetmedi mi? Anladık, biliyoruz, öyle dediniz, gördük. Daha ne bu ısrar, ne bu yataktan bir türlü çıkmayan, giyinmeyen genç güzeli insanlarla dolu filmler çekme çabası?
Dahası bu çiftler mutlaka ama mutlaka filmin bir noktasında bağlanmaya başlıyorlar. İlla da erkek tarafı fark etmeden aşık oluveriyor kıza, sonra kız mücadele ediyor bağlanmamak için, ayrılıyorlar, sonunda da mutlaka mutlu sonla birleşiyorlar. Love&Other Drugs'da da işte bu hikayenin-tıpatıp bu hikayenin-içine biraz Parkinson, biraz ilaç piyasası, biraz doktorluk falan serpiştirilip, "heyy bakıın benim de mesajım varrr" demeye çalışılıyor.
Hayır amaç ne ciddi ciddi soruyorum. Parkinson nasıl bir hastalık onu mu göstermeye çalışıyor, yoksa genç ve güzel olunca hasta olsan da manyak seks yapabiliyorsun mu demeye çalışıyor? İlaç mümessilleri ne işlerle uğraşıyor onu mu anlatıyor? Yoksa ilaç şirketleri bize neler yapıyor onu mu gösteriyor? Ya da belki aşkın her engelin üstünden aşabildiğini veya böyle Jaime gibi serseri playboyların bile aşık olup bir kıza bağlanabileceğini anlatma çabasındadır ki gram inandırıcılığı yok. Filmin anlatımı böyle bir inandırıcılık vermiyor. İki karakter de her aşamada en klişe hareketleri yapıyor, bakışları atıyor. Formül o kadar belli ki ikisi de tıkır tıkır işini yapıyor ve bedava para kazanmış olmanın keyfini çıkarıyor.
Evet çok sinirliyim. Moralim çok bozuk ve düzeltsin diye açıp izlediğim film daha da berbat etti. Mutsuzum. 15 temmuzda HP&The Deathly Hollows:Part II'yi izleyip doya doya ağlamak açılmak istiyorum.
Belli ki öyleymişim. Anne Hathaway'i 2001 tarihli The Princess Diaries'de sevimli ve sarsak Mia olarak görüp, aşık olmanın bir bedeli varmış. Bu bedeli de Get Smart, Valentine's Day ve Love&Other Drugs olarak ödüyormuşum. Hakikaten Anne'in giyinik olmadığı, salak saçma, iyi yazılmamış bir rolde olduğu bir film de daha izlersem onca güzelliğinin falan da hatrı kalmayacak. O kadar sinirlendim. Ya da sanırım son birkaç gündür devam eden sinirimin üstüne bu film geldi, iyice zıvanadan çıktım.
Womanizer kardeş ile şişko kardeş |
İlk görüş-bu güzelliğe kim hayır diyecek tabiki |
Kıza güzel laflar etme çabaları |
Erkeğin ufak beyninden geçenleri çoktan çakmış olduğuna dair o hınzır bakış |
Ve daha birkaç ay önce izlediğimiz "No Strings Attached" haline geçiyorlar. Böyle seks yapalım her istediğimizde, ama bağlanmayalım, romantik olmayalım vesaire. Niye son dönemde bu duruma taktılar onu da anlamış değilim. Tamam, 21.yy. yok bilmem ne, eski aşklar kalmadı muhabbeti falan ama bu "friends with benefits" olayının da suyunu çıkartmak yetmedi mi? Anladık, biliyoruz, öyle dediniz, gördük. Daha ne bu ısrar, ne bu yataktan bir türlü çıkmayan, giyinmeyen genç güzeli insanlarla dolu filmler çekme çabası?
Kısa keselim havası |
Viagra'ya hücum |
Ayrılamayız biz hali. |
http://youtu.be/fNsxCjdlHlA
Bir bu telefon çok hoşuma gitti. Onu demek istedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
eylülde
Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Joo Seo Yeon kızımız bir lisede beden eğitimi öğretmeni. Aynı lisede öğretmen olan Kim Mi Kyung'la tee ortaokul döneminden kankalar...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...