1983 yazındayız, İtalya'nın kuzeyindeki sakin bir kasabada 17 yaşındaki Elio ailesinin tarihi taş evinde yazın keyfini çıkarıyor. Arkadaşlarıyla yüzmeye gidiyor, bisiklete biniyor, akşamları açık havadaki diskoya gidiyor ama aslında vaktinin çoğunu evde müzik yazarak, müzik yaparak geçiriyor. Çevirmen olan annesi ve Yunan-Roma uzmanı arkeolog babasının ahbapları yemeğe geliyor bazen, bazen de tanıdıklar, dostlar. Böyle sessiz, sıcak geçen yaz günlerinde evlerine babasının araştırma asistanı olarak Amerikalı Oliver geliyor. Oliver 24 yaşında, gençliğinin en güzel çağında tam bir davut heykeli. Hareketli, cüretli, neşeli ama az biraz da kendini beğenmiş. Daha ilk tanıştıkları andan itibaren bu iki genç birbirinden etkileniyor ama bir tanesi çok deneyimsiz duygularını anlamakta ve belli etmede, diğeriyse onun deneyimsizliğini anlayamayacak kadar deneyimli. Yazın sıcak günleri ve Kuzey İtalya'nın taze meyvelerle, cırcır böceklerinin sesiyle dolu doğası etraflarını sararken ikisi de hem birbirlerini hem de kendilerini tanımaya ve aşkı tecrübe etmeye başlıyorlar.
Call Me By Your Name (http://www.imdb.com/title/tt5726616/) André Aciman'ın (https://www.gc.cuny.edu/Faculty/Core-Bios/Andre-Aciman) aynı isimli 2007 yılında yayınlanan romanından James Ivory tarafından senaryolaştırılmış, yönetmeni de Luca Guadagnino (Kitabı Türkçe olarak Sel Yayıncılık 2009'da yayınlamış ilk olarak- "Adınla Çağır Beni" - filmin yapılması üzerine de aralık 2017'de yeniden basım yapılmış). Adından da anlayabildiğimiz üzere yönetmenimiz bir İtalyan, çizmenin burun ucundan. Bu filme kadarki işleri de hemen hemen benzer elementler taşıyor gibi görünüyor. Hikayenin çıkış kaynağı olan yazar Aciman ise daha ilginç, Mısır'da doğup büyümüş bir Yahudi olarak tıpkı kitaptaki karakterleri ve yarattığı ortam gibi çok dilli, çok kökenli bir aileden geliyor. Ve şimdi Amerika'da akademisyen olarak devam ettirdiği hayatının bir bölümü yine tıpkı hikayesindeki gibi İtalya'da geçmiş. Sanırım bu yazarların hep bir şekilde kendilerini anlattıkları teorisi çoğu zaman doğru olabilir gibime geliyor.
arkeoloji bu değil çocuklar, işte hep böyle gösterdiklerinden kanıyoruz sonra, cık cık cık." |
Elio gitar tıngırdatıyor |
Elio arkadaşlarıyla takılıyor |
Filmi oluşturan öğelere bakarsak herhalde dikkati en çok oyuncuların performansları ve Kuzey İtalya'nın bütünüyle oluşturduğu o fonun yarattığı atmosfer öne çıkıyor. Yani benim için en azından öyle oldu. Çünkü hikaye, nasıl desem, şimdiye kadar bu konuda izlediğim veya okuduğum hikayelerden bir parça daha değişikti ve bilmiyorum belki de yönetmenin anlatmayı seçiş şeklinden ötürü çok fazla bir şey hissedemedim (Ki bence gayet de romantik bir kafaya sahibim, hatta fazlasıyla duygusal bir insana da dönüştüm şu son 3-5 yılda.). Değişik oluşunu şöyle açıklayabilirim. Normalde filmlerde bu konuyu, iki erkeğin ya da iki kadının birbirlerine aşık olmasını, birkaç bilindik yol tutturarak anlatırlar. Ya ikisi de bu durum karşısında şoka girer, kendileriyle tanışma yolculuğuna çıkarlar. Ya çevre-etraf-insanlar-aileler onlara çok zor zamanlar yaşatır. Ya da biri daha açıkken öbürü daha kapalı daha yargılayıcıdır. Oysa bu filmde, bu hikayede, Elio da Oliver da olayın bu yönüne takılmıyorlar, yani ikisinin de erkek oluşuna veya kendi cinsel kimliklerine. Elio çok genç olmasına rağmen sanki biseksüelliğinin gayet farkında, bunu özümsemiş, duygularıyla falan barışık. Oliver'ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Hikaye daha çok birbirlerinden ilk başta etkilenmelerine rağmen duygularını birbirlerine anlatmakta zaman harcamalarında dolanıyor. Çünkü ikisi de karşısındakinin ondan hoşlanmadığına kanaat getirip, duygularının tek taraflı olduğuna ikna etmiş halde kafalarından atmaya çalışıyor. Elio zannediyor Oliver benden hoşlanmadı beni takmıyor, Oliver da zannediyor Elio benden hoşlanmadı beni tersliyor. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca birbirlerine yaklaşıp yaklaşıp geri çekilmelerini, birbirlerini anlamaya çalışmalarını izliyoruz.
ah ama ne güzel bir annesin sen |
ve sen ne şahane bir babasın |
Hikayenin bir değişik gelişi de bu aşkın doğduğu ve yaşandığı ortamdaki aile ve diğer insanlar yüzünden oluyor. Elio'nun annesi ve babası bu türden izlediğimiz tüm hikayelerdeki anne ve babalardan çok daha farklı bir portre çiziyor. İkisi de kendince bu iki gencin duygularını onlar birbirlerine anlatmadan çok önce fark edip, izlemeye, karışmamaya ama cesaretlendirmeye çalışıyor. Özellikle bu ki oyuncunun, baba ve anne portreleri o kadar naif o kadar kadifemsiydi ki iki başrolden çok daha etkileyiciydiler bence (Tabi bu noktada anne rolündeki Amira Casar'ın duru güzelliğini belirtmeden geçmek istemiyorum. Sen ne güzel bir kadınsın öyle sevgili Casar.)
Başroller demişken Armie Hammer'ın bu izlediğim üçüncü filmi sanırsam ve aslında tam da tipim olmasına rağmen (kule gibi yükseliyor çelimsiz değil sarışın mavi gözlü ve cüretkar), (The Social Network'te) ilk gördüğümden beri beni gıcık eden, rahatsız eden bir hali var. O yüzden bu filmin başından itibaren Elio'nun hissettikleri hissetmem çok zor olmadı. Yani adama bakıyorum muhteşem (ya manyak gibi görünmek istemiyorum ama adamın bacakları nasıl o kadar düz ya, yani nasıl öyle çok düzgün ya, film boyunca şortlarla dolandıklarından gözlerimi alamadım aklımda hep bu soruyla çünkü bizim bacaklarımız neden değil?!), ama bana gıcık mı davranıyor benden hiç hazzetmiyor mu hiç sallamıyor mu anlayamıyorum. Bu durumun sebebi işte Armie Hammer'ın oyunculuğu mu yoksa Timothée Chalamet'nin Elio olarak izleyiciye geçirebildiği duygular mı bilemiyorum. Gerçi Chalamet'nin de Elio portresinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Belki en başından beri beklediğim kalıbın hiç bir türlü içinde olmayışından beynim kabul etmek istememiş olabilir. Elio kesinlikle o yaşta, o duyguları tecrübe eden bir gencin olmasını beklediğimiz gibi değildi. Sanırım bu da karakterin arka planından, yetiştirildiği aile ortamından ve hikayenin özünden geliyor. Her durumda sanırım Timothée Chalamet ortaya iyi bir şeyler koymuş oluyor.
Filmin genel havasında da ruhumu sıkan bir şeyler yok değildi bu arada. Böyle havalar beni hep boğar. Böyle hani yaz tatili olmuştur, hava çok sıcak güneş ok kavruk olduğundan dışarıda in cin top oynar haldedir sadece cırcır böceklerinin sesi duyulur. Hatta kavrulan otların sıcakta kavrulurken çıkardığı sesleri bile duyabiliyormuşsunuz gibi gelir. Elinizi kıpırdatacak haliniz olmaz, oysa tüm kış keşke yaz gelse diye beklemişsinizdir. Yapacak hiç bir şey yoktur, can sıkıntısı etraftaki havayı daha da sıvılaştırır hani. Vardır ya işte böyle günler, hah işte filmin atmosferi de aynen öyle. Hele o İtalya kasaba görüntüsüyle birleşince kendimi resmen 2 saat boyunca Çeşme'deki ya da köydeki o bitmek bilmeyen iç bunaltıcı yaz günlerinde hissettim. Üstüne bir de hiç hazzetmediğim o müzikler, 80lerin disko tınılı avrupa müzikleri...Bu durumda sanırım neden Elio ile Oliver'ın aşk hikayesindense anne ve babanın söyledikleri, bakışları, hissettirdikleri bana bir şeyler geçirebildi anlaşılabilir geliyordur.
Kitaptaki hikaye bu aşkın ortaya çıkmasının ardından bir de 20 yıl sonra karakterlerimize bakış atıyormuş, özetinde öyle diyor ama filmde gördüğümüz üzere yönetmen ve senaristimiz şimdilik sadece gençlik çağı kısmını anlatmayı seçmiş. Nette yazan haberlere göre kitabın diğer kısmını da başka bir film, devam filmi olarak çekmeyi planlıyorlarmış. Bilmem artık oradaki atmosfer nasıl olur.
Film 4 dalda (Best Performance by an Actor in a Leading Role, Best Adapted Screenplay, Best Motion Picture of the Year, Best Achievement in Music Written for Motion Pictures (Original Song)) Oscar adayı ve benim izleme sebebim olan daldaki adaylığına dair ise diyebilirim ki bence pek olacak gibi değil.
Bu da yine Oscar adayı olan şarkısı filmin, Sufjan Stevens hiç benlik bir müzik yapmıyor ama siz seversiniz ondan koyuyorum ;)
Bu da yine Oscar adayı olan şarkısı filmin, Sufjan Stevens hiç benlik bir müzik yapmıyor ama siz seversiniz ondan koyuyorum ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder