3 Aralık 2020 Perşembe

90'ların muhteşemliğinden Demolition Man (1993)


1996 yılında azılı suçlu Simon Phoenix ile onun peşindeki kural tanımaz polis John Spartan arasında kedi-fare oyunu son adımına gelmiştir. John Spartan sonunda bu psikopatı yakalar ve hapse tıkar. O dönemde dondurarak hapse koyma yöntemi çıktığı için de Simon Phoenix buz kalıbı olarak buz hapishanesine konur. Ancak polis Spartan'ın suçluların peşindeyken kullandığı değişik yöntemler ve her defasında ortalığa, sağladığı yarardan çok zarar vermesi sonunda pahalıya patlar. İşlemediği bir suç üstüne kalır ve onu da buz hapishanesine yollarlar.

Aradan yıllar geçer ve takvimler 2032'yi gösterdiğinde manyak suçlu Simon Phoenix ne olduysa olur, eriyiverir ve hapishaneden kaçar. Etrafta yeniden terör estirmeye başladığında onunla ne yapacağını bilemeyen 21.yy.ın tontiş polisleri, çareyi onu son defasında yakalayan adamı da buz kalıbından çıkarıp, peşine salmakta bulurlar. Buzun içinde geçen 36 yıldan sonra John Spartan'ın uyandığı dünya artık eskisinden çok farklı olsa da yaptığı şey değişmez. Simon Phoenix'in peşine takılıp, ortalığı dağıtmak.



Demolition Man, 93'te Slyvester Stallone'nin yarışa geri dönüşünün filmi. 80'lerde ortalığı Rambolarla Rockylerle kasıp kavurduktan sonra bir duraklamaya giren kariyerini 90ların aksiyon macera ortamına son sürat daldırdığı iki filmden biri. Diğeri de aynı sene gelen Cliffhanger(1993) ki dağları, buzları, karları, tırmanmayı hiç sevmeyen benim bile manyak sevdiğim bir film.

Ama Demolition Man'i tam 90ların klasik filmlerinden biri haline getiren sadece Stallone değil. 90ların sonu 2000lerin başında Blade(1998) ile efsane olacak bir Wesley Snipes'ın kültleşmiş bir psikopat kötüye (Simon diyor ki:) ) çılgınca hayat vermesi de var ortada. Ama en dikkat çekeni, en safından, en temizinden bir bilim kurgu olması karşımızda. Hem de 90ların çiğliği içinde. Şu an bulunduğumuz noktadan 12 yıl sonrasını, 1993 yılında bu kadar isabetli tahminlerle hayal etmesinin yanında film, aslında kendinden beklenmeyecek derecede fikirlerle, eleştirilerle, felsefeyle, sosyolojiyle dolu. Yıkıcı bir deprem sonra Los Angeles ve San Francisco şehirler birleşiyor, San Angeles diye yeni bir şehir kuruluyor ve bu şehirde de adeta zen kafasıyla yeni bir yaşam, toplum anlayışı ortaya çıkıyor. Japon kültürüne azcık orasından şurasından benzer bir görünüş içindeki bu yeni toplum düzeninin bir kurucusu da var. Bu toplum artık zararlı şeyler tüketmiyor, alkol sigara yok, yağlar karbonhidratlar şekerler tuz yok. İnsanlar birbirine dokunmuyor bile, "vücut sıvısı" alışverişi yok. Kötü söz söylemek yok, tüm gün şeker gibi dolanıyorlar. Ortada anarşi yok, suç yok. Kameralar var, izleme çipleri var, refah var, temizlik var. Ama tabi her güzel görünen şeyin altında bir bit yeniği olması, her temiz görünen evdeki kanepelerin altında tozların uçuşması gibi bu düzende de bir şeyler var. Bu "bir şeyler"i katman katman çözdükçe Stallone, hem eğleniyoruz hem izliyoruz.



Bir de Sandra Bullock var, onu unutmayalım. Henüz kariyerinin başında. Bir sonraki sene Speed(1994) ile parlayacak ve nasıl olduysa oradan keskin bir dönüşle kendini 90ların romantik komedi sevimli başrolü olarak bulacak. Haa bir de o 3 deniz kabuğu meselesi var. Filmi ilk defa izlememin üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş olsa da geç oldu güç olmadı, nasıl kullanıldıklarını öğrendim bu ikinci sefer izlememin şerefine.

Bu sene başında Stallone, sinsi sinsi ikincisini yapıyoruz diye açıkladı bu arada. Ortada, damaklarımıza bu kadar güzel bir tat bırakmış bir film varken neden illa aklımızdaki hatırasının da içine etmeye çalışırlar, hala anlayabilmiş değilim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...