Biz dizi izleyicileri - ama harbi dizi izleyicileri yani - iyi biliriz ki bir dizi hiçbir zaman sadece dakikalar boyu izleyip, bittiğinde başından kalkıp hayatımıza devam ettiğimiz şeyler değildir. Yıllarca süren, bizimle birlikte büyüyen gelişen, biz ona tanık olurken bir yandan onun da hayatımıza tanıklık ettiği bir şeydir; evimizde, odamızda bizimle birlikte aileden biri haline gelen canlı bir şey gibidir. Tabi bu her izlediğimiz dizi için geçerli değil, kafamız karışmasın. Yayınlanıp bitmiş, sonradan başına oturup "binge watch" dedikleri şekilde izlediklerimiz falan değil. Hani hayatımızın bir noktasında bir sebeple izlemeye başladığımız, sonra yıllar geçerken izlemeye devam ettiklerimizi kastediyorum. Hani bir noktadan sonra adeta hayatımızın birer parçası olan ama farkında olmadığımız. Böyle diziler büyümemize tanıklık eder, hikayesinin kahramanları sanki her gün görüştüğümüz, kötü zamanlarımızda dertleştiğimiz, birlikte ödev yaptığımız, işten sonra oturup bir iki bir şeyler içip muhabbet ettiğimiz insanlar haline gelir. Kimi zaman nefret ederiz, küseriz, izlemeyeceğim işte seni deriz. Kimi zaman sırf alışkanlık haline gelen bir ilişki gibi olurlar, biz işimize devam ederiz ama yine de arka planda ekranda açık olmaları gerektiğini hissederiz. Bazen bir insana, bir ilişkiye bağımlı gibi, diziye de o hikayeye de açlık çeker, keşke yeni bölümü yayınlansa da bir an önce izlesem diye durduğumuz yerde duramayız. Farkında olmasak da bilinçli bir şekilde yapmasak da artık o hikaye, o kahramanlar oda arkadaşlarımız olmuştur bile.
Sanırım en çok bu yüzden zor geliyor dizilerin final yapması, hikayelerini sonlandırmaları ve benim onlara veda etmek zorunda kalmam. Vedalar da hep sinirimi bozar, üzülmek sinirimi bozar çünkü. Üzülmek çaresiz hissettirir ve çaresiz olmaktan nefret ederim. O yüzden hayatımda geride bıraktığım yol üstünde usulca görüş alanlarından sıyrıldığım bir dolu insan var. Sırf veda etmemek için, ama bir şekilde de artık onları görmek, hayatımda olmaları sıkıntıya girmiş olduğundan öylece veda bile etmeden yavaş yavaş, adım adım uzaklaşıp, en sonunda da tamamen hayatlarından kaybolduğum insanlar.. Bu yüzden içimde bir şeyleri bitirebilmek için, veda edebilmek için son bir kez, ilk başladığı ana dönüp, her şeyi baştan hatırlıyorum ve hepsini hatıralarımda bir kere daha yaşayıp, bitirdikten sonra hoşçakal demeye çalışıyorum. Bir kere daha geri dönmemek üzere, belleğimin mezarlığında kazdığım çukura dolduruyorum.
Teen Wolf'a da veda etmemin zamanı geldi geçen hafta. Herhangi, uyduruk, çok da matah olmayan bir amerikan yapımı diziydi o da işte. Önemli olan ne anlattığı, ne mesaj verdiği, hangi kitleye yönelik olduğu gibi şeyler değildi zaten. Hayatımın çeşitli noktalarında aldığı yerdi. O kadar çok anı bana diziyi hatırlatıyor ve dizi de o kadar çok diğer anıyı tetikliyor ki beynimde. Teen Wolf bana hep ağustos-eylül sahurlarındaki patatesli gözleme, salçalı tost gibi kokardı. Çünkü ilk defa 2011'in ağustosunda izledim Teen Wolf'u. Üniversite biteli bir yıl olmuş, bir yandan yüksek lisans yapıyorum ve hayatımda ilk defa istediğim konularda ders almış olmanın mutluluğu ile hocaların saçma sapan tutumlarıyla eziyetlerinin mutsuzluğu arasında kalmışım. Bir yandan ne olacak benim bu halim diyorum, şu an yaptığım şey geleceğim olabilecek mi, bir yandan da babamın her gün tonlarca iş ilanı bulup önüme attığı, her an her dakika iş bul diye başımın etini yediği, senden hiçbir halt olmayacak ne yapacaksın sen diye hakaretler ettiği o kabus gibi senenin yazında tek başıma ramazan geçiriyordum. O tek başıma yaptığım sahurlarda mutfakta bana eşlik eden ufak, tüplü televizyonda o saatlerde denk geldiğim bir şeydi Teen Wolf. Mayışık sahur programları açmaktansa onu açıyordum, bir şeyler yerken bir yandan da Scott'la Stiles'la Beacon Hills'le tanışıyordum.
Bir şekilde o mutfak ve o televizyonun hatırası basketbol şampiyonalarıyla da bağlantılı belleğimde. Sonraki 2 yıl boyunca her ramazanda bu böyle devam etti. O mutfakta, Teen Wolf ile toplamda 3 sene sahur yaptım sanırım. İki de basketbol şampiyonası geçirdim. Ne yapacağını bilemez bir haldeki yüksek lisans öğrencisinden işe başlamış ve yine ne yapacağını bilemez, depresif bir mühendis haline geldim o sürede. Bazı geceler arkadaşlarım eşlik etti o sahurlara. Gece gece ocağın başında patatesli gözleme yapan, iftara saatler varken 4 kişi toplaşıp da bir yenecek lazanya yapamadığımız çocukluk arkadaşlarımın görüntüleri beliriyor gözümün önünde. Sahurdan sonra cem yılmaz'ın videolarını izleyip sabahı ettiğimiz geceleri, tüm o "çocukluğumuzu" hatırlıyorum.
İşe başladıktan sonraysa tüm o hengamemin arasında unutup gidişim Teen Wolf'u.. Sonra işi bıraktığım o sene oturup, en başından 4 sezonu sabahlara kadar izleyişim. 5.sezonundan itibaren haftalık düzenli izleme kategorime soktuğum dizi, hayatımın son 6 yılına tanıklık etmiş resmen. 111 bölüm sonra, hem o ilk tanıştığımız halimden hiçbir farkım yok, hayatımın farkı yok, hem de bir o kadar farklı hayatım o sahur gecelerindekinden ve ben bir o kadar başka bir insan haline geldim o zamankinden.
Oysa sadece 1985'teki aynı isimli filmin bir uyarlamasıydı dizi (http://www.imdb.com/title/tt0090142/). Doğru düzgün izlediğim bir film bile değil. Düşününce gözümün önüne sadece basketbol potasına zıplayan tüylü bir Michael J.Fox geliyor. Tüm filme dair hatırladığım tek şey bu. Dizinin anlattığı şeyler ama, işte onlar bana dokunanlardı. 20lerindeki bir "çocuğun" hiç yaşamadığı ergenliğine dair travmaların yarattığı boşluğu doldurma çabalarından biriydi işte, liseli dizisi izlemek. Sadece ders çalışmakla, test çözmekle geçmiş, tek bir anı biriktirmediğim 4 yıllık bomboş lise hayatımın yaşanmamışlığına inat, üniversite boyunca, sonrasında çalıştığım süre boyunca izlediğim lise dizileri, kendini bulan, sımsıkı dostluklar edinen, dünyayı kurtaran ergenlerin dizileri vardı benim için.
işte her şeyin başlangıcı |
Teen Wolf'un Beacon Hills lisesinde de böyleydi. Erdem timsali, astımı ve çelimsizliği olmasa aslında sporcu olmak isteyen ergenimiz Scott McCall ve kankası, kankaların kankası, kankalığın altın yıldızı, madalyonun da zeka küpü kısmı olan Stiles'ın liseye başlaması ile başladı her şey. Daha doğrusu kasabanın şerifi olan babasından ötürü polis telsizini dinleyip, ormanda bulunan cesede bakmak için kankası Scott'ı da alıp gecenin o vaktinde ürkütücü ormana dalan Stiles'ın merağı ve zekasından dolayı başladı her şey. O gece ormanda bir kurt adamın ısırdığı Scott, gözlerimizin önünde çelimsiz bir ergenden arkadaşlarını, sürüsünü bir arada tutan ve tabi dünyayı da kurtarmayı ihmal etmeyen bir "alfa"ya dönüştü.
Her ergen-fantastik hikayesinde olduğu gibi Teen Wolf da saçmaydı, doğru. Yani kendi içinde tutarsızdı, mantık hatalarıyla doluydu, hikaye habire saçmalıyordu, sezon boyunca düğüm edile edile heyecanlandıran hikayeler sezon sonunda puff diye çözülüp, pehh dedirtiyordu. Sezonlar boyunca izleyenler hep çemkiriyordu, ulan bu Scott niye dövüşemiyor diye. Hikaye içinde en güçlü karakter, "true alfa" diye önümüze atıp durdukları karakter her bir bölümde muhakkak birilerinden dayak yiyordu, günün sonunda kendi eliyle dövüşerek, kurtluğuyla falan kimseyi kurtarmış olmuyordu. Her sezon sürdü bu durum. Herkes söylenmeye devam etti. Ben de söylendim, yalan yok. Bir noktadan sonra artık gülerek izlemeye başladık, ahaha bu akşam da dayak yedi Scott diyerek. Ama ne oldu biliyor musunuz? Bu en ciddiye alınmayacak, en olmadık ergen hikayesinde bile aslında güzel, naif bir mesaj vardı. Onca bölümün ardından, finalin ardından kafamda beliren, ufak da olsa gülümseten. Hikayeyi yazanlar bunu bilerek yaptı bence. Her defasında yarattıkları karaktere sadık kaldılar böylece. Scott hiçbir zaman şiddeti, dayak atmayı övmüş olmadı yani. Başardıklarını hiçbir zaman dövüşerek başarmadı. Her daim yanında olan dostlarıyla başarmış oldu; dostları, düşmanları ne kadar yoldan şaşmış olsalar da onun zerre kımıldamayan erdemiyla başarmış oldu. Biz izlerken hep en ilkel içgüdülerimize başvurduk, bekledik ki hikayenin en güçlüsü kahramanımız olsun. Sürünün başı olsun. Öyleydi zaten ama biz o "gücü" yanlış anlamıştık. En kötü durumda bile bitmeyen umuduyla, dostlarına ve dünyanın iyiliğine olan inancıyla en güçlüsüydü aslında Scott, biz yalnızca biraz geç fark ettik.
kaynak: daedalus.co.vu |
Sonra bir Stiles vardı ki...Ne kelimeler yeter bu karakteri anlatmaya ne de Dylan O'Brien'ın o karakterle yarattığı mucizeler tekrar edilebilir. O kadar çok dostluk dersi niteliğinde okutulacak sahneler yarattı ki bu ikisi, öylesine cümleler sarf edildi, öylesine oyunculuklar döktürüldü ki 5 sezon boyunca. Ve evet 5 sezondu çünkü 6.sı boyunca bir şekilde yoktu Stiles, biz de o yüzden kalplerimizde hep bir eksiklikle izledik. Scott'ı Scott yapan oydu çünkü, diziyi olduğu şey haline getiren oydu. Ama böyle yaptılar bize son sezonda, belki vedamız daha kolay olsun diyeydi, kim bilir.
Hikayenin gerisi bilindikti, klasik amerikan gençlik dizisinde ne olması gerekiyorsa oldu, yaşandı, çözüme kavuştu. En başta düşman olanlar dost oldu. Popüler ve gıcık kız, kendini ve dostlarını buldu, değişti gelişti. Her sezon çift denemeleri oldu, herkes birbiriyle çaprazlandı, ilk aşklara acıklı vedalar ettik, bazen de ilk aşkların yolunu bulmasını izledik. Ama en keyiflisi her sezona bulunan "kötü"nün mutlaka farklı bir kültürün folkloründen çıkıp gelmesi, her sezon yeni bir ilginçlik getirmesiydi. Ortaçağ Fransız masallarına da gittik, canavarlarla avcılarla da tanıştık. Kurt adamların yanında Kanima, çakal-insan, Hellhound, kitsune, Banshee gibi mitolojik karakterlerle koşuşturduk. Ninjalarla da savaştık, bir klasik olarak Nazi olayına da girdik. Her sezon yeni bir "kötü" temasıyla eğlenceli bir hikaye çıkardı ortaya Teen Wolf.
Bu yüzden şimdi veda etmek vakti Teen Wolf'a, hazır güzel anıları canlanmışken belleğimde. Hem Teen Wolf'a Scott'a Stiles'a Lydia'ya Derek'e Malia'ya ve tüm hikayeye dahil olup gidenlere, hem de hayatımın son 6-7 yılına, çocukluğuma, ergenliğime.
Öyleyse, çocukluğumun bitişinin şerefine. Slainte!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder