reese witherspoon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
reese witherspoon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2023 Cumartesi

Your Place or Mine (2023) - 2000'lerin başındaki güzel günlerimize bir güzelleme


 40'larında olduklarını tahmin ettiğimiz Debbie ve Peter, neredeyse 20 yıldır kankalar. Ama yapışıklık derecesinde kankalar yani, böyle tüm gün telefondalar, tüm hayatlarını birbirlerine anlatmakla meşguller. Debbie, Kaliforniya tarafında yaşıyor. 13 yaşında bir oğlu var, boşanmış, bir okulun muhasebesinde (öyle bir şey işte) çalışıyor. Peter ise New York tarafında, böyle büyük büyük şirketlerle uğraşan businessçı bir şey (vallahi böyle soyut işleri kafamda oturtamıyorum). Debbie'nin New York'ta alacağı muhasebe temalı bir eğitim çıkınca ve pek alerjik, üzerine titrediği oğluşuna bakacak kimseyi bulamayınca Peter atlıyor Debbie'nin oğluna bakmak için Kali tarafına onun evine geliyor, Debbie de bir haftalık eğitim sırasında Peter'ın New York'taki evinde kalıyor. Bu bir haftada ikisi de hem birbirleri hem de kendileri hakkında yepyeni şeyler öğreniyorlar.

"Your Place or Mine" daha öncesinde filmografisinde rom-comların da olduğu ama en önemlisi Devil Wears Prada'yı Lauren Weisberger'in kitabından senaryolaştıran Aline Brosh Mckenna'nın yazıp, yönettiği bir romantik komedi. Hepimizin iç geçirerek yad ettiği rom-comların altın çağından sonra böyle ara ara bir rom-comlara yeniden özgürlüüük diye bir denemelere girişiliyor ya artık, hah işte bu seneki denememiz de bu. Özellikle Reese Witherspoon ile Ashton Kutcher gibi, o altın çağdan kalan hazinelerin bir araya gelip haydi bir özleyenlere şöyle bir kıyak geçelim demiş olmalarından ötürü bu kadar heyecanlandırmıştı beni. Reese abla filmin haberlerini ilk paylaşmaya başladığından sevinmiştim.



İlk görüntüler de oldukça umut vericiydi. Film de şimdi hakkını yemeyeyim çok iyi bir flashback sahnesi ile başlıyor. 2000lerin başında yaşamış, o günlerde genç olmuş bir insana, gençliğinde bir dolu umudu ve kişiliği olup da bu lanet olası dünya sayesinde hepsini yitirip sadece para getirdiği için sıkıcı ve sabit işlerde çalışmak zorunda kalmış, 2020lerde anksiyeteli Y Kuşağı olarak dalga geçilen o nesildenseniz yüzünüze kocaman bir gülümseme ile kıkırdamalar oturtuyor. Tabi günümüze döndüğümüz kısımda her iki karakterimizin de halini görünce aynı gülümseme, yılların geçtiği hızla kayboluveriyor. Bu açıdan film, jenerasyonun halini vaktini, duygularını, düşüncelerini çok iyi yakalamış yazım açısından. İki karakterin de hem kendi yaşamlarındaki hallerini, hem de sonrasında birbirlerinin yaşam alanlarında yaşadıkları o bir haftadaki halleri de eğlenceli bir şekilde izleniyor. Aslında bu kısımlarda yaşananlar tamamen o bildiğimiz, klasik Amerikan rom-comlarından aşina olduğumuz imkansızların olması, hayallerin coşması falan filan gibi şeyler. İzleniyor yani, keyifli.


Ashton Kutcher'ı 2000lerin başındaki halinden cidden hatırladığım için filmde anlamış oldum, bazı adamlar hakikaten yaş almalı tipleri, duruşları, karakterlerinin oturması için. Şimdiye kadar nerede görsem hep Kelso'ydu benim için, öyle de davranıyordu. Oysa bu oldukça basit, hafif rom-comda bile tamamen değişmişti. Reese ise bildiğimiz Reese, instagramında nasılsa filmde de öyle. Yani evet hiç oyunculuk gerektirmeyen bir hikayede, hiç çaba sarf etmeden repliklerini de söyleyebilirlerdi. Reese abla her zamanki gibi, hemen hemen hiçbir şey hissettirmiyor. Gene de film böyle böyle bize oldukça keyifli, detaylı bir hikaye inşa edip, sonunda helele hülele diyerek bitiriyor. Bir noktaya kadar inşa edip edip, bize haa hikayenin bu kısmını biraz daha açacaklar galiba ama nasıl açacaklar süre de bitmek üzere derken cidden hiçbir şeyi açmayıp, o tatmin hissini hiçbir türlü vermeyip, alın bitti de gitti deyiveriyor.

Neyse, en azından eğlenceli.


3 Temmuz 2012 Salı

just like heaven (2005)

Sonunda kabul da ediyorum, itiraf da. Romantik komedileri seviyorum. En sevdiğim tür olmasa bile en azından iki numarada diyebilirim yani. Evet, seviyorum. Bunca yıl onlarcasını sektirmeden, ayırt etmeden izledikten sonra kararım bu.
Utanmıyorum da bundan. Haklıyım çünkü. Sevmekte haklıyım. Bu tamamen yapay, sırf mutluluk dolu, klişelerden ibaret, her bir adımını tahmin edebildiğimiz dünyalara bayılıyorum. Başka nerede güzel kadınların utangaç çocuğa veya fıstık gibi adamların çirkin kıza aşık olduğunu ve sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını görebiliriz ki? Başka nerede yalnız kalmış iki ruhun tanışması kaderdir? Başka hangi dünyada en olmadık yerde, en olmadık zamanda, en olmadık şekilde hayatınızın aşkıyla, ruh eşinizle tanışırsınız ki?
Başka nerede aşık olduğunuz insan yüzünüze gülümsediğinde gözlerinde parıltılar olur, yumuşacık teni pürüzsüzce hemen karşınızda durur, her daim saçları yapılıdır - sizinkiler de - , hep en olması gereken anda, en olması gereken şekilde öpüşürsünüz? Başka hangi gezegende herşey bu kadar kolay, bu kadar tatlı, bu kadar güzel olabilir?
Ve hayır gerçekliği reddetmiyorum, kafamı kuma gömmüyorum, sorumluluklardan, fikirlerden kaçmıyorum. Bir iki saatliğine oradaki dünyanın içinde kendimi mutlu hissetmem, buradaki kötü-her gün içinde olmak zorunda kaldığım dünyayı görmezden geldiğim anlamına gelmiyor. Bazıları - büyük çoğunluk - gibi tamamen kafam başka bir partinin, eğlencenin içinde diğer herşeyi sallamamazlık etmiyorum. Çünkü içindeyim herşeyin. Her gün evden çıkıp lanet trafiğin içinde saatler geçiriyorum, daha bir hafta önce iş çıkışı yürüyerek şehrin merkezine gittiğim yolda göçük olduğu için işe saatlerce geç kalıyorum, tvyi her açtığımda karşıma yeni bir şehit haberi gelecek, bu sefer acaba hangi arkadaşımın olduğu yerden gelecek diye spazm geçirerek bakıyorum, otobüste yanına oturduğum adam katil mi, cani mi, benimle aynı durakta inip beni takip edecek mi diye paranoyakça düşüncelerle durakta zor iniyorum, evin kapısını yüz kere kilitliyorum, otobüste herkes kokuyor, serviste herkes burnunu çekiyor. Ben bu dünyada yaşıyorum tüm gün, bu dünyaya katlanıyorum ve ondan kaçmıyorum. Düzelmesi için elimden geleni yapıyorum.
Ama bunun için de işte o diğer dünyaya gitmem gerekiyor. Orada sonsuza kadar mutlu yaşadılar halini görüp rahat etmem gerekiyor. Orayı yaşayıp, herşeye inancımı - temelsiz de olsa - geri kazanmam gerekiyor ki ertesi sabah kalkıp yine bu dünyaya katlanabileyim.
Neyse, asıl anlatmak için yola çıktığım "Just Like Heaven"dı. Türün olmazsa olmazı kızla erkek tanıştılar, aşık oldular, ayrılır gibi oldular, zorluk çıktı ama muratlarına erdiler olay örgüsüne bir miktar değişik bir bakış açısı katmış olması güzel. Çünkü burada karakterlerimiz biri hayaletken tanışıyor ve aşık oluyorlar. Bu aşamada koma vakalarında fişin çekilmesi konusunda ufak tefek tehlikeli sulara girebilecek olsa da sonuçta asıl amacı romantik komedi olduğundan kimse o kadar takmıyor.
Yönetmen Mark Waters zaten türün yabancısı değil, işi iyi çeviriyor ama elinde de Reese Witherspoon ile Mark Ruffalo var, formül tutacak besbelli. Nitekim su gibi izlenip gidiyor Just Like Heaven.
Ben yine böyle en  olmadık zamanlarımda oturup bir romantik komedi koyup izleyeceğim. Sadece romantik olmayacak ha. Komedi de olacak ki salak saçma güleyim, gülümserken aşık olayım, gülümserken tek tük gözyaşı dökeyim. Bunda utanılacak birşey yok çünkü. Hepimiz bu dünyada yaşıyoruz ve orası, romantik komedinin orası, bir çeşit cennet gibi.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...