21 Kasım 2020 Cumartesi

Buram buram Bir Van Damme Klasiği : The Quest(1996)


Çocukluğumun filmlerini ne kadar kötü veya absürd olurlarsa olsunlar bu kadar seviyor olmamı sanırım sadece nostalji duygusu ile açıklamak saçmalık olur. İnsan nerede güvende hissederse ruhu oraya kaçıveriyor bence. Çok güzel bir çocukluk geçirdiğimi söylemiyorum, aksine şu yaşımda ne zorluk çekiyor, ne sıkıntılar yaşıyorsam büyük ihtimalle hepsi o dönemlerde hissedip, beynime kazıdıklarımdan. Ama ne kadar kötü olursa olsun, bir şekilde güvende hissettirmiş olmalı. Bu güveni de sadece ailemle aynı evin içinde yaşıyor olmama, çocuk olmama falan bağlayamayız herhalde. Daha çok o dönemde içinde bulunduğum hayatı, ailemi algılayışımla alakalı bir his bu. Çocukken hiçbir şey, hiç kimse size zarar veremez gibi geliyor. Annem babam kocaman, etrafımda her şeyden beni koruyabilecek birer duvar gibi geliyordu. Abim herkesi dövebilirdi ve ben her akşam tvnin karşısındaki kanepeye geçtiğimde dışarısı kaç derece olursa olsun sıcacık olurdum. Tabiki böyle değildi gerçekte ama hissettirdiği şey bu. O yüzden o zaman o tvde izlediğim her şey içimde bu hissi geri getiriyor artık. Çünkü artık kirasını kendim ödediğim kocaman bomboş evde tek başıma dolaşırken biliyorum ki annem de babam da korumam gereken güçsüz insanlar ve abimin kavgalarda önceliği uzun yıllardır ben değilim.

İşte o dönemlerden bir şekilde aklıma kazınmış o filmlerden biri 1996 tarihli The Quest. İzlediğim zaman tabiki farkında olmadığım ama hayatım boyunca kişiliğimi, hayallerimi, sevdiğim şeyleri şekillendiren pek çok elementi içinde barındırıyor. Christopher Dubois adındaki NY'lu bir adam, silah kaçakçıları tarafından kaçırılıyor ve kendini okyanusta bir yerlerde buluyor. Sene 1925 çünkü, gerçi 100 yıl sonra da olmaz mı böyle bir şey, olur. Dünya aynı dünya. Herneyse. Oradan evine dönebilmek için uğraşırken bu sefer cin fikirli korsanlara rast geliyor ve onlar da fark ettirmeden Chris'i yerlilerin yaşadığı bir adaya satıyor. Chris orada önce Amerika'ya dönebileceği bir gemi gelecek zannediyor ama durumu yavaş yavaş anlıyor ve yerlilerin arasında yaşamaya başlıyor. Burası Güney Pasifik'te bir yer bu arada, yerliler kendi aralarında Muay Thai yapıyor. Chris de iyi bir dövüşçü geldiği yerde de ünü var zaten. Onları izliyor, öğreniyor. Yeri geliyor öğretiyor. Bu sırada kadim gizli bir şehirde dünya dövüşçülerinin arasından en iyisinin seçileceği bir turnuvanın düzenleneceği haberini alıyor. Turnuvanın ödülü altın ejderi çalıp, evine dönebilmek istediği için kendisini daha önce satan dolandırıcı korsanlar Lord Edgar Dobbs ve yardımcısı Harry Smythe ile bir anlaşma yapıyor. Chris turnuvaya katılıp, etrafı oyalarken, korsanlar ejderi çalmasına yardım edecekler. Tabi bu turnuva pek mistik, yeri gizli, seçilmiş katılımcılara özel olarak yollanan haritalı davetiyesi falan var. Turnuva yerini öğrenebilmek için de tesadüfen tanıştıkları güzeller güzeli (ama harbiden rüya gibi görünüyor burada Janet Gunn) gazeteci Carrie Newton ile işbirliği yapıyorlar. Onun yardımıyla turnuvaya Amerika'dan katılacak olan boks şampiyonu Maxie Devine'ı kandırıyorlar ve kaderin bir araya getirdiği iki dolandırıcı, bir dövüşçü, bir gazeteci, bir eski boksör gizemli bir turnuvaya yol alıyorlar.




Film aslında o kadar saçma sapan şeylere sahne oluyor ki bu hikayeyi anlatırken, şimdiki zamanın anlayabileceği bir halde değil. Yani 96 yılında, altın çağını yaşayan bir Van Damme'ın klasik hareketlerini görebileceğimiz dövüş sahnelerini şimdi çekseniz, o zamanki gibi bir etki yaratması mümkün değil tabiki. Turnuvanın olduğu sahneler hele evlere şenlik. Dünyanın her bir köşesinden bir klasik görüyorsunuz. Bir kenardan boyunlarında halkalar olan bu Afrika'daki bir kabile vardı ya hani, onlar el sallıyor, Güneydoğu Asya'da bunların ne işi var diyorsunuz. Ya da turnuvaya gelmiş kocaman bir Nazi zeplini, kalabalığın ortasına park etmiş, salınıyor (1925'te Nazi kavramı bu kadar belirgin miydi bilemedim yani, hani parti vardı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi 1920'de kuruldu ama direkt böyle gamalı haçlı zeplin de yani). Japonya'yı temsilen bir sumo güreşçisi turnuvada dövüşüyor (sumo Japonya'yı temsil eder ona bir şey demiyorum ama sumo güreşçisi de uçan kaçan zıplayanların olduğu bir dövüş turnuvasında tuhaf geliyor yani). Ya da çok çılgın karşılaşmalar izleyebiliyoruz. Alman, Japon, İskoç, hatta bir de Türk de var da oraya hiç girmeyeyim. Youtube'da hemen hemen tüm karşılaşmaları bulabilirsiniz. Hatta tüm filmi de. Neyse. Ama beni en şaşırtanı bu yaşımda izlediğimde çok daha farklı gelen son dövüş. Küçükken bu izbandut herifle Van Damme'ın dövüşü sırasında sadece adamın ürkünçlüğüne ve Van Damme'ın onu klas hareketlerle nasıl yeneceğine odaklanmışım. Oysa şimdi izlediğimde çok çok daha değişik geldi dövüş. Bir kere adam kocaman ama gayet hareketliymiş. Kolay yenilecek, yutulacak akılsız bir kas yığını değilmiş. Aslında sahnenin göstermeye çalıştığının aksine oldukça zor bir mücadele bu Christopher Dubois için ama filmin dediği şekilde zor değil. Bu izbandut kılıklı herif her hareketini düşünerek, planlayarak da yapıyor aslında. Bir de çok ilginç, onu canlandıran Abdel Qissi boş boş ortada dolanmıyor. Yüzüne zoom yapılan her sahnede bir duygu gösteriyor. En şaşırdığım buydu. Adam oynamış. Cüssesi için kameranın önüne konmuş bir adam resmen rol yaparak oynuyor. Kim olduğuna, nereden geldiğine bakınca daha iyi anladım bunun nasıl olabileceğini, alakasız bir yardımcı oyuncunun neden boş boş bakmadığını. Qissi ile Van Damme, Brüksel'de büyümüş, aynı spor merkezinde eğitim almışlar. Ve sonrasında Qissi'nin kardeşi de dahil, üçlü birlikte soluğu filmlerde oynamak için Los Angeles'ta almış.

Diyeceğim o ki bu bence çok güzel bir film. 90ların her şeyi var içinde. Tüm önyargıları, tüm dünya görüşü, katıksız gözü kapalılığı, klişeleri, uçan tekme atan Van Damme'ı,... Aklımdan tamamen çıkmışken, önceki hafta tvde sinema kanalları arasında dolanırken tesadüfen rastlayınca olduğum yere mıhlanmama sebep olan keyifli bir film. Yeniden o kadar güvende hissettirdi o pazar günü bu film, o vakitten beridir oturup bir Van Damme maratonu mu yapsam diyorum ciddi ciddi. Bir Legionnaire(1998), bir Timecop(1994), bir Universal Soldier(1992), bir Bloodsport(1988) izlesem...Sanki dünya yeniden eskisi gibi olmaz mı....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...