disney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
disney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2020 Cuma

Zırhımızın altında biz kimiz? --> Mulan (2020)


Bu yazıyı yazmak benim hem çok zor, hem de bir o kadar mutluluk verici olacak. Başlığa baktığınızda bir film, bir Disney filmi anlatacakmışım gibi görünüyor evet, ama bende yeri çok ayrı olan bir hikayeden ve böyle hikayelerin bendeki yerinden bahsedeceğim aslında. Neverland'de daha önce pek çok kez rast geldiniz esasında. Her yazdığım şeyde, çocukluğumla ilgili söylediğim hemen hemen her şeyde, ipuçlarını görebilirdiniz. Tam olarak demek istediğim durumun açık bir tarifini nasıl yapabilirim bilmiyorum. Deneyeceğim. Artık kaç günde biter bu yazı bilemem.
Mulan ismindeki genç bir kızın babası yerine savaşa gitmesinin hikayesi Çin folklorunda oldukça bilinen bir hikayeymiş, önce oradan başlayayım. Gerçi daha önce 1998 yapımı çizgi film versiyonunu yazarken de anlatmışım bir güzel ama olsun, yeni gelenler vardır. İlk olarak, 4.-6.yüzyıllar arasında bestelendiği düşünülen bir halk şarkısı olarak kayıtlara geçmiş. Ballad of Mulan'da bahsedilen bu hikayenin o zamanlar Kuzey Wei Krallığı olarak geçen bölgeden geldiği kabul ediliyor. Şimdiki Çin'in kuzey doğusunda bir bölge burası. Batıdan gelen göçebe Rouran kağanlığının saldırılarına karşı ordu toplayan krallık, her evden bir erkeği askere çağırıyor. Bu balada göre Mulan'ın evinde yaşlı babası ve bebek yaştaki erkek kardeşi olduğu için Mulan, ailesine de ben gidiyorum diyor ve savaşa katılıyor erkek kılığında. Büyük kahramanlıklarla evine dönüyor, krallıktan yüksek bir askeri pozisyonda bir mevki teklif ediliyor, bunu kabul etmiyor. Köyüne dönüp, ailesi ile yaşamaya devam ediyor baladdaki Mulan. Ve bir efsane oluyor. (The Society of Classical Poets'ta Ballad of Mulan)
Efsanedeki Mulan, çizgi filmdeki ve bu en son yapılan "live-action" filmdeki portrenin tersine bizi nasıl kandırırsın'larla, sen kız başına nasıl erkek kılığına girer savaşa gidersin'lerle falan karşılaşmıyor. Birinci yüzyıl Çin kültüründe cinsiyet rollerinde benim bilmediğim bir modernlik olsa gerek, orasına bir şey diyemeyeceğim.

Çizgi film için yazdıklarımı yine buralara linkliyorum. Daha önce sanıyorum Moana da dahil olmak üzere Moana'ya kadar olan bu Disney prenses çizgi filmlerini bir seri halinde izleyip, yazmıştım. Aralara denk geldikçe bu "live-action" versiyonları da katmaya çalışıyorum. Çizgi filmleri izledikten sonra Mulan'ın hikayesi çok ayrı bir yere yerleşmişti gözümde. Bir numaram, gönlümün birincisi Belle gibi, o da ailesinin yerine kendini feda ediyor temelde. Ailelerini, sevdikleri insanları korumak için hiç düşünmeden, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri bir güçle kendilerini siper ediyorlar bu kahramanlar. Evet bu dönemin kahramanları hep savaşçı, hep cesur, siz bunlara hep alışıksınız artık. Ama hep beyaz atlı prensler tarafından kurtarılmasına alışık olduğumuz masalların dünyasına doğan benim gibiler (yani önceki nesiller için) 90larda böyle şeyler görmek inanılmaz büyük bir şeydi. Taa Snow White ile başlıyordu hikaye çünkü. Kendi canını kurtarma peşinde kaçıyordu Snow White ormana ve prensi onu kurtarana kadar salaklık üstüne salaklık geçiriyordu. Cinderella zaten prens onu gelini olarak seçene kadar kendine eziyet edenlere gıkını bile çıkarmıyordu. Uyuyan Güzel'den bahsetmiyorum bile - çünkü sadece uyuyordu. Denizkızı Ariel ise gidip başkası ile evlenecek/evlenen bir salak için kendini feda ediyordu. Pocahontas ise yakışıklı bir yabancı uğruna ailesini, kabilesini bir kenara atıyordu. Bunların arasında Belle gelmişti karşımıza bir değişiklik olarak. Kitap okumaya bayılıyordu ve babası için kendini bir canavarın önüne atmıştı. İşte tüm bunların üzerine gelmişti Mulan. Belle gibiydi, herkes onu olduğu kişi için tuhaf buluyordu, bir türlü insanlarının arasına uyamıyordu. Ve ailesi için kendini feda ediyordu yine Belle gibi ama daha da fazlasını yapıyordu. Savaşıyordu. Hem kendiyle hem dünyayla.

Bu yüzden ayrıca önemli Mulan'ın hikayesi bizim için, benim için. Bulunduğunuz yere bir türlü uyum sağlayamamanın hikayesi de olduğu için. Hep "onlar" gibi olmadığımız için bizi sindirmeye, kendilerine benzetmeye çalışan, hepsi aynı olduğu için bir arada durup, aralarındaki en ufak bir değişikliği, farklılığı karşılarına almaya çalışan insanların ortasına doğan bizlerin hikayesi olduğu için.
Ama bu hikaye bile live-action filmin tam oturmamış, izlerken ama bir şeyler olmamış mı ki sanki dedirten taraflarını görmemize engel olamıyor. Senaryoda bir şeylerin teklediğini fark ediyor ama bir türlü parmağınızı tam yaranın yerini bulup, üstüne koyamıyorsunuz. Diyaloglarda oturmamışlığı fark ediyor, amaan canım neyse deyip geçiştirebiliyorsunuz. Ya da koskoca Jet Li'yi benim gibi "bu amcayı bir yerden tanıyorum ben ama nereden" diye diye saatlerce seyredip, bir türlü hatırlayamayabiliyorsunuz. Çünkü öylesine eğreti duruyor, öylesine pööh film mi çekiyoruz şimdi diye ortada kazık gibi duruyor ki, yok yok böyle bir yeteneksizliği, böyle bir boşvermişliği daha önce hiçbir yerde izlemiş olamam diyerek tanımadığınızı düşündürtüyor.
Çizgi film versiyonuna göre hikayede değişiklikler olduğu gibi karakterlerde tabi baya değişiklikler var. Çizgi filmde Mulan'a dövüşmeyi öğreten ve bir anlamda hem dostu hem ustası gibi olan Shang karakteri yerine filmde iki ayrı karakter yazılmış. Biri birlikte çarpıştığı Honghui karakteri, diğeri de Commander Tung. Hem ayrıca filmdeki Mulan'ımız dövüşmeyi zaten biliyor olarak geliyor orduya. Çizgi filmde daha çok kafasını çalıştırarak başarıyordu her şeyi Mulan. Bir de filmin hikayesinde Asya/Çin kültüründen daha çok şeyler katılmış. Hikaye "chi" kavramının etrafında örülüyor mesela. Bir de düşmanın kadın büyücüsü ile Mulan arasındaki hikaye arkı ile günümüz popüler kadın dayanışması/dışlananların kaderi temasına kucak açılmış. Çizgi filmde yanlış hatırlamıyorsam Hunlar'dı düşman, burada tarihsel olarak daha doğru bir seçim olarak düşman Rouran kavimleri (wikipedia'ya bakabiliriz). Filmdeki kavmin başındaki karakteri de film boyunca ama sana neden kızamıyorum, neden o kadar kötü bir adam olarak göremiyorum neden neden diye görmemin de bir sebebi olduğunu oyuncu listesine bakarken anladım bu arada. Böri Khan'ı oynayan Jason Scott Lee'yi tee küçüklüğümün Mowgli'si olarak izleyip, kalbime kazıdığım içinmiş. O da ayrı bir iyiydi tabi. Gerçek karakterler dışında çizgi filmdeki haliyle çocuklara daha yakın hissettirmesi için çizilmiş hayalet ruhlar, ailenin koruyucu ruhu gibi elementler filmde bir başka mitolojik simgeye toplanmış, Anka kuşu. Aslında Time'da Mulan efsanesinin kökenlerine dair oldukça doyurucu bir yazı var tavsiye ederim, şurada.
Ama Christina ablanın sözleri yine de insanın ciğerine ciğerine saplanıyor: "Should I ask myself in the water/What a warrior would do?/Tell me, underneath my armor/Am I loyal, brave and true?/Who am I without my armor?Standing in my father's shoes/All I know is that it's harder/To be loyal, brave and true."


18 Haziran 2017 Pazar

2016 yapımı Moana

Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli  mi sevimli kızı Moana, babasının tüm engellemelerine rağmen adalarını çepeçevre saran okyanusa olan aşkıyla büyür. Babasının da kendine göre nedenleri vardır tabi, okyanus adanın az ilerisindeki resifleri aşan her tekneyi alabora eden yıkıcı bir güçtür. Eh o da biricik kızının sırf bir macera için böyle bir tehlikeye atılmasına tüm gücüyle engel olmak istiyordur. Moana böylece kabilesini şimdiye kadarki atalarının yaptığı gibi en iyi şekilde yönetebilmek, refahın, sağlığın ve bereketin devam edebilmesi için gerekli ne varsa öğrenerek büyür. Ama adanın çılgını büyükannesinin de söylediği gibi, okyanus onu seçmiştir ve çağırmaktadır. Çünkü bin yıl önce haylaz yarı-tanrı Maui'nin yol açtığı bir lanetin etkileri kendisi göstermeye başlamıştır. Adaların ormanları, ağaçları, meyveleri, okyanusun balıkları, her şey bozulmaktadır. Tüm bunlara engel olmak için okyanus Moana'yı seçer ve Moana şimdi Maui'yi bulup, yaptığı haylazlığı düzelttirmek için yola çıkar.
Moana Disney'in prenses listesindeki en son prensesimiz (eh yani tv dizisi olarak bu sene yeni başlattıkları Elena'yı saymazsak). Bu sefer yine dünyamızın en bilinmedik noktalarından birine yelken açıyor Disney ve hoop Polinezya'dayız. Polinezya dediğimiz yer esasında Pasifik Okyanusu'nda Avustralya'nın doğusunda kalan suların ortasında, üç tane adalar grubundan biri. Mikronezya, Melanezya ve Polinezya grupları bunlar. İşte bu Polinezya grubumuzda şöyle adalarımız var: Kauai, Oahu, Lanai, Maui ve Hawaii. Moana da hikayesini burada yaratıyor işte. Bu adalar arasında. Dışarıdan baktığımızda hep cennetten birer köşeymiş gibi duran bu adaların tarihinde çok ilginç şeyler de var. Dünyanın her yerine virüs gibi yayılmasını bilmiş insanlığın haliyle bu adalara ulaşması çok da kolay olmadığından medeniyet tarihlerini çok çok eskiye götüremesek de bulundukları konum itibariyle bu tarihlerini daha da ilginçleştiriyor. Bizler Mezopotamya'nın, Anadolu'nun medeniyetine alışığız, aşinayız. Hiçbir zaman bir "su" kültürü damarlarımıza girememiş olduğundan dolayı da tamamen karasal bir kültür sayılabiliriz. O yüzden bize çok çok uzak ve işte tam da bu yüzden pek keyifli ve ilginç geliyor Moana'nın arka planı ve anlattığı hikaye. Gerçi hikayesi çok da alışılmadık değil. Son yüzyılımızın genel geçer sorununa göz kırpıyor gibi bir anlamda, dünyamız, çevremiz, yiyeceklerimiz, doğamız bozuluyor sorunsalı. Bu şimdiye kadar izlediğimiz (yani Neverland'de yazdıklarım arasında) Disney prenses çizgi filmlerinde pek ele almadıkları bir konu gibi. Evet yine o "kendini bulma" hikayesi ana noktamız, tüm hikaye onun etrafında şekilleniyor. Ama sanki bu sefer o kadar da üstünde durulan, kahramanımızı o kadar da motive eden bir tema değilmiş gibi geldi bana. Yani tamam yine bir iç sesini dinleyen, onu çağıran bir şeyin peşine düşme ihtiyacı hisseden ama bir yandan da ailesine, geleneklerine, bildiği her şeye karşı olan sorumluluklarına ters düşmek, onları yüz üstü bırakmak istemeyen kahramanımızın yolculuğunu izliyoruz ama bu durum bu kez o kadar da üstüne düşülen, zorlayıcı, abartılı bir durummuş gibi anlatılmadı Moana'da. Gerçi çizgi filmin tamamı bu havadaydı. Bir Tangled'daki kadar ya da Mulan'daki, hatta The Little Mermaid'deki kadar vurmuyor hikaye bir türlü. Yani alabildiğine değişik ve rengarenk bir dünya, okyanusta bir teknede tamamen bilmediğimiz bir sudayız, maceralar güzel, diğer ana karakterimiz Maui pek eğlenceli falan ama hikaye bizi gene de o kadar çırpmıyor. Ne bileyim belki de beni o kadar etkilememiştir. Kötü demek değil bu, hayır kesinlikle. Aksine o kadar güzel ki her bir görüntüsü, eğlencesi, hızı, karakterlerin çizgileri, tepkileri, şarkıları, diyalogları...Sadece hikayenin kendisi o kadar ulaşmadı bana.

Bir de bu okyanus olayı çok güzel bir şey ya. İnsan senelerini Anadolu'nun çorak orta noktasında heba edince daha da bir enfes geliyor. Daha önce izlediğim filmlerde, dizilerde de Hawaii mesela o kadar şahane bir yer gibi görünüyor ki insan düşünmeden edemiyor, ulan bu kadar güzel yerler varsa dünya üstünde habire bizi ne demeye kandırıyorlar cennet vatanımız cennet vatanımız diye. Gittim işte her yerine güneydoğusu hariç. Okyanus adaları, Hawaii gibi yerler süper görünüyor işte. Ya da öyle göstermeyi çok iyi biliyorlar, orasını bilemem. Bir çizgi filmde bile insanın bu kadar içine dokunmasını sağlayabiliyorlarsa ortamın, artık takdiri hakikaten doğanın kendisi mi yoksa bunu bu kadar mükemmel göstermeyi başaranlar mı hak ediyor, bir şey diyemem.
Keşke oralara yerleşebilseymişiz.


11 Mayıs 2017 Perşembe

2010 yapımı Tangled

18.doğumgününe girdiği gün pek sevimli ve pek güzel Rapunzel'in annesinden tek bir isteği olur: Her sene doğumgününün gecesinde gökyüzünde uçuşlarını izlediği ışıkları görmeye gitmek. Çünkü Rapunzel bu zamana kadar en tepesinde yaşadığı o kule şeklindeki evinden hiç dışarı çıkmamıştır. Annesi dışarısı tehlikeli, sana göre değil der hep, kendi iyiliği için evde kalmasını tembihler. Çünkü Rapunzel'in upuzun, sihirli saçları vardır. Öyle ya dışarıdaki insanlar bunu öğrenirse onu kullanmak ister, Rapunzel'e zarar verebilirler. O yüzden annesi bu sefer de izin vermez çıkmasına. Ama annesi gittiğinde Rapunzel'in şansına, kader ağlarını örer ve krallıktaki en değerli tacı çalıp kaçmış olan yetenekli hırsız Flynn Rider ormanda askerlerden kaçarken Rapunzel'in kulesine giriverir. Biraz uğraştıktan sonra anlaşmaya varır iki genç. Flynn, Rapunzel'i ışıkları görmeye götürüp, kuleye geri getirecektir sağ salim. Rapunzel de ona tacı geri verecektir sakladığı yerden. Ve iki deli, yola çıkarlar, ikisinin de hayalleri ayrı ayrı, aynı yolda maceralara girişirler.
İnanılmaz güzel olmuş bu haliyle upuzun saçlı prensesimizin hikayesi. İ-na-nıl-maz güzel. Hakikaten artık senarist Dan Fogelman'ın mı maharetidir yoksa yönetmenlerin, Disney'in, prodüktörlerin mi, masalın bu hali, her bir karakter, diyaloglar...Her şey o kadar güzel ki, yerli yerinde ki. Eğleniyorsunuz, gülüyorsunuz, heyecanlanıyorsunuz, seviniyorsunuz, iç geçiriyorsunuz. Bir Disney masalından ne bekleyebilirseniz o geliyor önünüze. Fazlasıyla. Grimm kardeşlerin aktardığı haliyle Rapunzel'in hikayesindense, bu karmakarışık hale gelmiş masal çok daha keyif verici, mutlu edici ayrıca.

Bir de animasyon bile olsa, böylesi duyguları nasıl verebiliyorlar, o bakışlarla her şeyi nasıl anlatıyorlar, insanın aklı almıyor hakikaten. Kralın hüznünü iliklerinizde hissediyorsunuz. Kayıp prensesin bulunduğu haberini veren muhafızın bunu anlatışı, kralla kraliçenin bunu anlayışı...Gothel ananın (Rapunzel'in üvey annesi işte, onu kaçıran yani) o gerçekçiliği, o kötülüğü, o söylediği her şeyin altında başka bir şey olduğunu nasıl da anlatabiliyorlar bilgisayarda can bulmuş bir karakterler? Bir ata nasıl böylesi bir karakter yükleyebiliyorlar, bir at nasıl oluyor da tüm şovu çalabiliyor? İnsan saygıyla önlerinde eğiliyor.

Gördüğünüz gibi, okuduğunuz gibi, Tangled'a birçok yönden bayıldım. Bu şekilde devam ettiğim seri içindeki en iyilerden biriydi, Beauty&The Beast'e karşı objektif olabilsem belki de en iyisi diyebilecektim ama elimde değil orasını karıştırmayalım. Bir de Tangled'ı en en en güzeli - benim nazarımda - yapmayan yönü var ki orası da elimde değil. Çizim tekniği beni rahatsız ediyor bu türün. Yani çizim tekniği mi denir bilemiyorum tabi, artık nasıl isimlendiriliyor. Hani gözünüzün önüne bir Tangled'ı bir de Sleeping Beauty'yi Cinderella'yı getirin mesela. Fark ettiniz değil mi, anladınız dediğimi. Şimdilerde tüm eski çizgi filmleri de bu şekilde bir değişiklikten geçirmişler, yeğenlerle izlerken fark ettim geçtiğimiz yıl boyunca. Heidi mesela, benim izlediğim görüntüde değildi, bir tuhaf bir değişikti. İşte bu teknik, beni rahatsız ediyor. Soğuk geliyor, buz gibi. Çizgi film gibi değil, atari salonundaymışım hissi veriyor. Herşey çok balon balon duruyor, renkler öldüresiye parlak. Soğuk işte.

Ama siz bana bakmayın. Ben iflah olmaz nostalji bağımlısı, geçmişte bata çıka yürümekte ısrar eden ihtiyar ruh olarak böyle saçma şeylere takıyorum. İyisi mi Tangled'ı izleyin siz güzel güzel.


2 Mayıs 2017 Salı

2009 yapımı The Princess and The Frog

Çalışkan ve azimli Tiana, çocukken babasıyla birlikte kurdukları hayalinin peşinde her gün dur durak bilmeden çalışıp para biriktirir. Yemek yapmak konusunda dillere destan bir yeteneği olan Tiana'nın bu uğruna tüm hayatını harcadığı hayali kendi restaurantını açmaktır. Bunun için sabah akşam çalışır garson olarak, arkadaşlarının ısrarlarına rağmen ne dansa ne eğlenmeye gider. Birlikte büyüdüğü dostu Charlotte'un hayali ise Tiana'nın annesinin küçükken ikisine okuduğu prenses ve kurbağa hikayesindeki gibi kendi prensine kavuşup, mutlu olmaktır. Yıl 1926'dır, New Orleans'ın caz ve eğlence dolu sokaklarına uzaklardan bir prensin geldiği haberi yayılır. Maldonia prensi Naveen, çok yakışıklıdır yakışıklı olmasına ama bir o kadar şımarık ve eğlence düşkünüdür. Flört etmedik kız bırakmaz her ayak bastığı yerde. Bu halinden bıkan kral ve kraliçe ise parasını kesmiştir, Naveen'in tek çaresi zengin bir kızla evlenmektir. Prensin uşağı Lawrence ise herkes tarafından ezilmiş, çirkin bir adam olarak yıllarca prensin tüm bu şımarıklıklarına katlandığı için delirmektedir. Tiana'nın restaurtantı için paraya ihtiyacı vardır, prensin eğlenmeye devam etmek için paraya ihtiyacı vardır, Charlotte'un mutlu olmak için prense ihtiyacı vardır, Lawrence'ın ise prensin yerine geçmeye ihtiyacı vardır. New Orleans'ın sokakları sadece cazla dolu değildir tabi, Voodoo köşebaşlarından fırlar. Dr.Facilier hepsinin dileklerini kendi başarısı için bir şansa dönüştürmek üzere büyüsünü konuşturur. Prens kurbağaya, uşak prense dönüşür ama prenses yerine garson öperse kurbağa-prensi, işte o zaman ne olur?
Disney'in prenses sıralamasında yeni bir çağa giriyoruz böylece Tiana ile. Klasik ve oldukça bilindik bir diğer masalı bu kez 1920lerin New Orleans'ına taşıyor Disney. Eh yeni bir çağ dedik ya, haliyle bu çağın popüler alanına giriyoruz, siyahi bir prenses katıyoruz sıralamamıza. Snow White ile Avrupa'nın en bembeyaz noktasından çıktığımız yolculukta önce İskandinavya'ya, sonra Asya'nın uzak uçlarına kadar gidip, nihayet Amerika kıtasına atlamıştık. Sarışın, kumral, kızıl prenseslerimizin üstüne esmer, çekik gözlü ve hatta Kızılderili prenseslerimiz de olduğuna göre sıra siyahi bir prensese de gelmişti artık. Tiana'nın öyküsü 1920lerde geçse de Disney'in yeni çağ prenseslerinin yolundan gidiyor o da. Hayalleri var, başarılı olmak istiyor, çok çalışıyor ve prens masallarına yüz çeviriyor. Prens Naveen de bu yeni çağın çocukları gibi, aile parası yiyor, çalışmak nedir bilmiyor, şımarık bir playboy. Hikayemizin kötüsü de bu çağa uymuş, motivasyonu, kötülüğünün kaynağı para olmuş durumda. Yan karakterlerimizde de tabiki bir Disney klasiği olarak hayvan dostlarımızı görüyoruz. Caz yapmak isteyen yetenekli müzisyen bir timsah Louis ile göğün en parlak yıldızını kendisi gibi bir ateş böceği sanıp da aşık olan mecnun Ray, hikayemizin en güzel ayrıntıları oluveriyor.

Bu haliyle bakınca The Princess and The Frog resmen ben bayılayım diye yapılmış gibi duruyor. Pek sevdiğim "Roaring 20s" fonunda, her bir karakterde değişik bir aksanla, hiç bitmeyen bir macera ve örnek alınası bir prenses imgesi. Ama nasıl olduysa oldu, sıkıldım. Bir noktada koptum, sonlara doğru toparladım ama yine de öyle tam bir sarmadı. Öncekilerde çok sıkılacağımı düşünmüştüm, hikayeleri kesin bayıktır, off şimdi bunu da mı izleyeceğim dediklerimde hep vuruldum, yuh dedim şahane şeylermiş ama en çok seveceğimi düşündüğümde bir şeyler yerine oturmadı. Halbuki dört dörtlük yapmış Disney bu versiyonu. Diğer prensesler arasında en güzel kıyafet serisine sahipti mesela bence Tiana, müzikler deseniz yine öyle. Ama olmadı. Bilemedim.
Yine de sırf ateş böceği Ray için bile izlenir The Princess and The Frog.

22 Nisan 2017 Cumartesi

1998 yapımı Mulan

O kadar özenip bezenip yaptıkları seddi aşıp, imparatorlarına giden yolu yarılayan acımasız Shan-Yu komutasındaki Hunları durdurmak için Çin ordusu toplanmaya başlar. Her köydeki her aileden birer erkek, evlerinin asil bir köşesinde duran zırhını, miğferini kuşanıp, birliklerine ulaşacaktır. Fa ailesinin babası da uymak zorundadır bu çağrıya çünkü annesi, eşi ve tek kızı ile yaşadığı evin tek erkeği odur. Ama baba Fa zaten imparatora daha önceki hizmetlerinde yaralanmış ve aksayan bacağıyla zar zor adım atabilir halde olduğundan kızı Mulan son gece babasının zırhına kuşanır, beline kadar uzanan güzelim saçlarını keser ve atına atlayıp, askeri birliğin yolunu tutar. Onun böyle bir çılgınlık yaptığını gören evin tapınağındaki koruyucu ataları ise peşinden onu koruması için koca ejderhayı yollamak isterler ve bunun içinde ufak - ve çılgın - ejderha Mushu'yu görevlendirirler. Kader karışıktır, babası için kendini feda eden Mulan, yanında Mushu ve şans çekirgesi ile birlikte komutan Shang'in birliğindeki diğer askerlerin arasında buluverir kendini. Erkeklerin dünyası çok farklıdır, askeri eğitim çok daha farklıdır.
Mulan'ın hikayesi aslında Çin'de oldukça bilinen bir efsaneymiş "Ballad of Mulan" olarak adlandırılan bir şiir şeklinde, Disney onu bu kadar şahane bir çizgi film haline getirene kadar. Gerçek bir kişilik kendisi, hakikaten de erkek kılığına girip, uzun süre orduda görev yapmış. Tam tarihine karar veremeseler de Kuzey ve Güney Hanedanları dönemi olan 386-589 yılları arasındaki döneme denk geldiğini söylüyorlar. Gerçekte erkek kardeşi de var ve çok ufak olduğundan, babasının da durumu çizgi filmdeki gibi olduğundan Mulan atlayıp gidiyor orduya. Başarılarından dolayı imparator, çizgi filmde de olduğu gibi, Mulan'a yüksek rütbeli bir danışman görevi vermek istiyor ama Mulan eve dönmesi gerektiğini söylüyor. Çizgi filmin aksine tüm bunlar olurken hiç kimse Mulan'ın kadın olduğunu fark etmiyor. Ancak sonraları, birlikte savaştığı askerler köyüne onu ziyarete gidince anlıyorlar gerçeği. Yalnız var ya tam 12 sene (!!!) savaşta görev alıyor Mulan, acayip başarılı bir general haline geliyor bu seneler içinde. Tam 12 sene erkek olarak herkesi inandırıyor yani. Cidden çok güçlü bir kadınmış demek ki.

Disney'in Mulan portresine gelirsek, bence gayet de başarılı bir iş yapmış görünüyorlar. İlk 3 prensesinden sonra Disney'in girdiği bu "kendini bulmaya çalışan, çevresi tarafından farklı görülen, içindeki kişilik çevresi tarafından kabul görmediği için toplumda bocalayan, arada kalan, olduğu kişiden utanan" prenses imajının çok da güzel bir anlatısı olmuş Mulan. En başta tam olarak nasıl bir insan olduğunu anlıyoruz. Ailesini çok seviyor, onlar da onu. Dönemin kafasıyla da olsa aslında ailesi onun için en iyisini istiyor, iyi bir evlilik yaparak hem toplum içinde güzel bir yeri olsun hem de mutlu olsun istiyorlar. Mulan da ailesini mutlu etmek istiyor, onları utandırmak istemiyor. Evlenmemek de istemiyor, insanlarla iyi geçinmek, mutlu olmak istiyor. Ama işte, Mulan'ın tek suçu, yani aslında insanlar tarafından tuhaf görülmesinin, çok da uyum sağlayamamasının nedeni, biraz sakar, biraz şaşkın, bolca da akıllı olması. Film boyunca hemen hemen her durumdan aklını kullanarak, kendini ve imkanları zorlayarak kurtuluyor Mulan. Ama çoğu zaman iyi niyetle, akıllıca giriştiği işler sarpa sarıyor olduğundan ya da ortalığı her seferinde biraz fazla dağıttığından insanlar onu hiçbir işe yaramaz, onların kıstaslarına göre kadın olmayı bilemeyecek bir tuhaf olarak görüyor.
Disney'in hikayesinde hoşuma giden nokta ise şuydu: Mulan kendini erkek kılığına sokarak, babasının yerine askere gidiyor evet ama hikayenin hiçbir noktasında "erkeksi" bir hali olduğuna dair bir alt metin yok. Yani hikayesinin ana temasını ne bileyim bir Rose of Versailles'teki Oscar karakterinin yaşadığı ikilem oluşturmuyor. Mulan'dan "kadın" olabilmesi beklenirken o da aslında kadın. Sadece onların beklediği davranışlar içinde değil. Yoksa öyle bir "tomboy" değil, kaba değil, hareketlerinde bir cinslik yok. Aksine oldukça zarif mesela ama savaşçı kimliğinde bu zerafetinin aklıyla birleşmesinin ona kuvvet verdiğini görüyoruz. Esas oğlanımız da diğer Disney prenseslerinden bir tık daha farklı tabi. Mulan'ın birliğinin genç komutanı Li Shang, bir yandan ünlü general olan babasını onurlandırmak isterken bir yandan da emrindeki birliğe kendini kanıtlamaya çalışan bir genç. Tumblr'da gördüğüm şu aşağıdaki gif aslında Shang'i ve diğer Disney prensleri çok iyi açıklıyor:
gifler Daily-Disney'den

Diğer karakterlerse bir ayrı güzeldi. Mulan'ın babasında o zarafeti, asaleti ve sevgi dolu kişiliği görebiliyoruz. İmparatorun ekranda belirmesi bile insanın içine huzur dolduruyor mesela. Mulan'ın asker arkadaşları inanılmaz eğlenceli, hele Eddie Murphy'nin sesiyle ortamı ateşe veren Mushu süperdi. Ama asıl, filmin kötüsü, Hun komutanı Shan-Yu herhalde en karizmatik Disney kötüsü olabilir. Miguel Ferrer'in sesi zaten çok delice bir şey, üstüne bir de o çizimi, o gözler, o davranışlar. Ama gene de benim favorim büyükanne. Göründüğü bir iki sahnede bile ortamı ele geçiriveriyor, hem o ilk baştaki çekirge sahnesi hem de sondaki beni de orduya yazdırın temalı bakışı, dünyalara bedel.
Müzikler konusunda ise Disney müzikal olayını hepten ikinci plana atmış gibi duruyorken Mulan'ın öncesinde, burada pek de yerinde müziklere imza atmış durumda. Filmin içindeki şarkılar az ve öz ama mükemmel. Asıl damga vurması beklenen şarkılar bitiş jeneriğine saklanmış.




15 Nisan 2017 Cumartesi

1995 yapımı Pocahontas

Şef Powhatan'ın özgür ruhlu kızı Pocahontas, rüzgarın sesi kulaklarında, ırmaklar boyunca dolaşıp, çavlanlardan atlar, bir yandan da gideceği yolun hangisi olacağına karar vermeye çalışır. Babasının önüne serdiği kolay yol olan, kabilenin güçlü savaşçısı Kocoum ile evlenip, kabilesine ve geleneklerine sahip çıkmasıdır. Diğer yol ise rüyalarında devamlı gördüğü, dönüp duran okun simgelediği, nereye gittiği, ne olduğu belli olmayan zor yoldur. Su gibi ol der Şef Powhatan, su gibi ırmak gibi sakin ol, yerleşik ol. Ama suya baktığında gördüğü Pocahontas'ın aynı ırmakta iki defa yıkanılamadığıdır. Her şey değişir, her şey yer değiştirir yolunu bulur ve su akar. Tıpkı Pocahontas'ın kendi yolunu kendisinin seçecek olması gibi.
Tam bu sırada yaşlı kıta avrupanın gözü aç ve kibirli insanları doluştukları gemileri ve altın hırslarıyla, Powhatan kabilesinin topraklarının kıyısına adım atar ve ağaçları keser, toprağı delik deşik etmeye başlar. İçlerinden bir tanesi, gözüpek kaptan John Smith, Pocahontas ile ormanda karşı karşıya gelince bu savaşmaya dünden razı iki tarafın kaderi de değişmeye başlamış olur.
Disney bu sefer de - nispeten - yakın zamandan sayılabilecek bir olayı, tarih kayıtlarına hakikaten de düşmüş bir olayı işte böyle romantize ediyor. Tarihler  1607'nin mayısını gösterirken İngiliz kolonistler bugünkü Virginia olacak olan topraklardaki Jamestown yerleşimini kurmak üzere yeni dünyaya ayak bastıklarında cidden de 27 yaşındaki kaptan John Smith yanındaki iki adamla birlikte gezinirken Powhatan kabilesi tarafından yakalanıp esir edilmiş. Diğer iki adamı öldürdükten sonra sıra kaptana geldiğinde şefin ufak kızı atılarak kafasını onun kafasının üstüne koyup, öldürülmesine engel olmuş. Sonra da kaptan ve Pocahontas sayesinde yerleşimci İngilizler ile kabile arasında ilişkiler gelişmiş bir süre. Kabile bu aç bilaç kolonicilere yardım falan etmiş. Tabi bunları çok sonradan John Smith anlatmış, yazmış. Yani ondan başka kaynak olmadığı için dediklerini doğrulayamıyorlar. Ama Pocahontas'ın John Smith'ten sonraki hikayesini tam olarak biliyoruz, çünkü resmen spot ışıkları altında yaşamış bundan sonrasını.
Kaşif kaptanımız John Smith
Kaptan ile tanıştığında 10-13 yaşları arasında olduğu yazılıyor hep, birisi de çıkıp hah tamam tam şu yaştaymış dememiş. Tahminleri bu yönde. 1609'da John Smith hastalanıp, İngiltere'ye geri dönmek zorunda kalmış. Ama asıl hikaye buradan sonra başlıyor. Bu arada iyice rezil hale gelen yerleşime yeni erzakla hızır gibi yetişip, her şeyi yeni baştan kurmaya geliyor bir vali işte adı lazım değil. 1610'da gelen yeni kanla canla birlikte John Rolfe de ayak basıyor kabilemizin kıyısına. Smith gitti Rolfe geldi bir bakıma. Neyse, sene 1613 olunca işler iyice arap saçına dönmüş. İngilizler Pocahontas'ı kaçırıp, kabilesiyle pazarlığa girişmiş. Kaçırıldığı ve tutulduğu süre içerisinde Pocahontas iyice asimile edilmiş, bir de üstüne - diyenlerin yalancısıyım - Rolfe'a aşık olmuş. 1614'te evlenmişler, bir sene sonra oğulları doğmuş, sonraki sene de ver elini İngiltere'ye gidelim demişler. İngiltere'de pek ünlü olmuş tabi Pocahontas, egzotik bir şey sonuçta. Davetler saraylar krallar...Ama çok keyfini sürememiş, 1617'de topraklarına geri dönecekken ölüvermiş.
İşte böyle, esasında Rolfe ile evlenip çocuk yapan Pocahontas artık Smith'in yazdıklarından mı bilinmez daha çok John Smith ile romanslara konu oluyor hale gelmiş. Disney'nin versiyonu da bunu pek sevimli bir hale sokuyor. Görüntü açısından bana ilk başta biraz Sleeping Beauty'yi anımsattı, sanırım tekniğinden. Ama bunun dışında hem hikayesi hem de görüntüleri açısından inanılmaz şahanelikte bir şey duruyor karşımızda. Karakterlerin hareketlerindeki o akıcılık, o ormanın, ağaçların, toprakların, suların, yaprakların büyüsü, o müzik,.. içinizde duyuyorsunuz. Hiçbir zaman çok büyük bir kızılderili kültürü hayranı ya da doğa aşığı, aman toprakla bütünleşelim, doğal yaşayalım, rüzgarı dinleyelim insanı olmadım, hatta hemen hemen hiç olmadım ama bana bile o kadar büyüleyici, içe dokunur geldi ki.
John Rolfe ile çocuk yaşta gelin olan Pocahontas
Ha ama bu görüntü ve hikayenin yanında Disney'in bir şeyden ödün vermeye başladığını, çok sonraları bir nebze olsun toparlayacağı bir şeyi boş verdiğini görüyoruz. Müzikal açıdan çok boşlanmış geliyor animasyon. Ses verenler içinde bir Snow White sesi yok mesela, öyle kaymak gibi seyirciyi yakalayıveren lezzette şeyler yok. Akılda kalıcı bir şarkı yok, filme damga vuran bir tema yok.
Yine de Pocahontas, Disney prenses çizgi filmleri içinde güzel bir yere konuyor tabi. (Bu arada Disney prenses çizgi filmleri diye adlandırıp duruyorum bu izlediklerimi ama bunun sadece bir kategorileştirme olduğunu anlamışsınızdır sanıyorum. Yoksa hepsi illa ki bir şekilde "prenses" ünvanı taşıyan karakterler ya da yalnızca onlar üzerine yapılmış çizgi filmler değil bunlar. Bu mecazi kategoriye dahil olanlar yalnızca.).
Ha bir de neden onca sene testlerde hep Pocahontas çıktığımı da anlamama az buçuk yardımı olmadı değil. Belli ki eski ben, hiçbir yere çıkmayan dolambaçlı yolları seçmekte kararlı, aklı yağmurlarda rüzgarlarda bir Pocahontas'mış. Hiçbir türlü mutlu sona ulaşamamam bundan herhalde.
tüm film boyunca ayrı bir oscarı hak eden saçları ve Pocahontas


9 Nisan 2017 Pazar

1992 yapımı Aladdin

Altın gibi bir kalbi olsa da beş parasız gezinen hırsız Aladdin ve minik maymun dostu Abu, bir gün pazar yerinde çok güzel bir genç kızı hırsızlık suçlamasından kurtarır. Ama güzel kız Agrabah'ın sultanının kızı, prenses Jasmine'dir ve vezi Cafer, Aladdin'i yakalayıp, kendi şeytani planı için kullanmak üzere mucizeler mağarasına gönderir. Cafer'in amacı mağaradaki sihirli lambayı ele geçirip, içindeki cin sayesinde kendini sultan yapmaktır. Ama lambayı ilk alan Aladdin, cinin de yardımıyla zengin bir prens kılığına girip, Jasmine ile evlenmek üzere sultanın sarayına gelir ve prensesi kendine aşık etmeye çalışır. Tabi bu sırada kötü vezir Cafer de boş durmaz, tüm planları alt üst edip gücü ele geçirmeye başlar.
Disney'in evirip çevirdiği, ekleyip çıkardığı masaldan önümüze koyduğu hikaye hemen hemen böyle. Cinderella'da tek cümlelik de olsa bir karakter verilmeye çalışılan, Sleeping Beauty'de nihayet kendi hikaye çizgisine kavuşan, The Little Mermaid'de artık karakteri de hikayesi de ortada olan prens figürlerimize en büyük değişikliği Beauty and The Beast'te izlemiştik. Beauty and The Beast ile Disney prenses filmlerinin yönünün artık birlikte gelişip, hikayeyi oluşturan prens ve prenses karakterlerine evrildiğini gördüğümüzden sonra Aladdin ile yine aynı şeyin devam edişi karşımıza geliyor. Hem de bu sefer filmin ismini birlikte oluşturmayı geçiyor, sadece prensimize verildiğini görüyoruz: Aladdin. Her defasında doğma büyüme asil bir aileden gelip, zengin ve yakışıklı, beyaz olmasa da atlı olan prense karakterimizin kalıbı yıkılıyor ve insanın içine işleyen sıcaklıkta bir Aladdin ile tanışıyoruz. Aladdin sokaklarda büyümüş, karnını doyurabilmek için her an çabalamak zorunda. Agrabah kentinin her bir karesinde atlıyor, zıplıyor, hırsızlık yapıyor elbet ama kötülükle uzaktan yakından alakası yok. Sadece kendinin ve maymun arkadaşı Abu'nun karnını doyurabilmek için. Haksızlığa da karşı, hayalleri de var. O da bir gün bu baldırı çıplak halinden kurtulup, her gece uyurken manzarasına karşı iç geçirdiği sarayda yaşamayı, zengin ve saygıdeğer bir prens olmayı düşlüyor.
Disney prenses sıralamamızın bu seferki karakteri olan Jasmine ise yine önceki prenseslerden aldığı özelliklerine yenilerini eklemiş bir karakter sunuyor. Jasmine yasalara göre evlenmek zorunda ve tonton sultan babası ona her gün yeni bir prensi talip olarak sunuyor. Ama Jasmine de her hikaye kahramanı gibi, aşk için evlenmek istiyor. Ha bir de haklı, çünkü gelen taliplerin hepsi ukala, salak ya da kalbi kötü olunca prensesimiz ne yapsın? Jasmine aynı zamanda zeki, önceki prenseslerimizdekinden - hatta Belle'dekinden de - daha farklı bir aklı var. Dişiliğinin farkında, onu kullanabiliyor, zekasıyla oyunlar oynayabiliyor ve hiç de öyle kenara çekilip, kararlar alınmasına müsaade eden bir yaradılışta değil. Onun da hayali, dışarı çıkılmasına izin verilmeyen o koskoca saraydan, her gün ne yapması ne yemesi ne giymesi gerektiğini söyleyenlerden uzakta özgür olduğu bir hayata kavuşmak.
Aladdin ve sihirli lambadaki cinin hikayesi, yazdığına göre 1001 Gece Masalları'nda Şehrazat'ın anlattığı masallardan bir tanesiymiş (yazanların yalancısıyım çünkü 1001 Gece Masalları'nı okumadım). Ama normalde İslamiyet'in Altın Çağı olarak adlandırılan döneme (ki kabaca Abbasiler dönemi diyebiliriz, Abbasi hükümdarı Harun Reşid ile başlayıp, pek sevimli Moğolların dünyanın içine etmek üzere yola çıkışlarına kadarki bir zaman dilimi) ait olan masalların içinde yer almadığını, Antoine Galland isimli bir abinin 1700lerde derlemeyi yazarken kendi eklediği bir masal olduğunu söylüyorlar. Valla demiş ki Galland, ben bunu Halep'de birinden dinledim gezerken. Tabi Galland'ın aktardığı hali Disney'in sunduğu halinden dünyalar kadar farklı ama eh artık bu zaten bizim için olağan. Arapça kaynaklarda bu masalın izini süremiyormuş araştırmacılar, bu yüzden Galland uydurdu diyorlar. Bir de şöyle bir ilginçliği var ki en eski metninde Aladdin ve sihirli lambasının hikayesinin, Aladdin Çinli bir genç adam. Mekan da Çin gibi bir yerler gibi sanki ama o konuda herkesin kafası karışmış durumda.
Masalı bir kenara bırakırsak çizgi filmde artık her şey bizim bildiğimiz seviyeye ulaşmış durumda. Yani çoğumuzun 90ların çizgi filmlerine aşina olduğunu düşündüğümden diyorum bunu, bol renkler bol hareket, aksiyon macera romantizm. Ama tabi bu çizgi filmin bir iç burkan özelliği de var, Robin Williams'ın sesiyle alıp sizi çok uzak bir yerlere götürüyor her dakikasında (Lamba cinini seslendiriyor). Yeniden çocuk oluveriyorsunuz, sırtınızda külçe gibi ağır çantayla buz gibi bir sabahta en iyi arkadaşınız kapıda sizi bekliyor okula gitmek üzere. Uykulu uykulu Peter Pan düşleri kuruyorsunuz, Jack olup o ağaç eve sığışmaya çalışıyorsunuz ve kulaklarınızda bir goood moooorniiiiing vietnaaaaam sesi çınlıyor. İnsanın hiç tanışmadığı, konuşmadığı, gülüşmediği bir insanın, insanların bu dünyadan göçüp gitmesine üzülmesi böyle mümkün oluyor demek ki. Gidenlere üzülmüyorsunuz aslında, hayatınızda bir şeylerin bittiğine, size ait bir şeylerin kaybolduğuna, bir parçanızın artık geri gelmeyecek oluşuna üzülüyorsunuz. Kendinize ağlıyorsunuz bir anlamda, kendinize, eski size veda ediyorsunuz. Bir anda etmek zorunda kalıyor oluşunuza ağlıyorsunuz.
(Kendimi de, yazıyı da) Toparlamam gerekirse, Aladdin artık - bizim bildiğimiz anlamda - klasik Disney çizgi filmi. Bekleyebileceğimiz ve alabileceğimiz her şeyi var. Bir sonraki - dijital - çağına kadar Disney'in en güzellerinden ve en kazandıranlarından biri. Ama nedense kendinden öncekiler gibi tam olarak yakalayıcı, akıldan vurucu bir şarkısı yok. Genel olarak bütününü keyifle izliyoruz ama hah işte şurası şurası diyebileceğimiz bir sekansı bulamıyoruz.


Project Gutenberg'de Arabian Nights (yani işte 1001 Gece Masalları) metni-->http://www.gutenberg.org/ebooks/128
Arabian Nights'ın değişik düzenlemeleri-->http://www.wollamshram.ca/1001/index.htm

18 Mart 2017 Cumartesi

1991 yapımı Beauty and The Beast

"Tale as old as time, true as it can be, barely even friends, then somebody bends, unexpectedly.
Just a little change, small to say the least, both a little scared, neither one prepared, beauty and the beast..."
Kelimelerle daha iyi anlatılabilir miydi bilmiyorum Disney'in bu masalı. Ya da bir şarkıyla nasıl bu kadar güzel özetlenebilirdi gözlerimizin önünde beliren o şahane şey? Evet, bu animasyonu, bu masalı anlatırken hiçbir şekilde objektif olmayacağım, olamayacağım. Ne Snow White'ı, ne Cindirella'sı, ne Aurora'sı hatta Ariel'i bile bu kadar içime işlemedi. Belle'i ilk ne zaman gördüm, ilk ne zaman işittim, okudum kitap kurdu güzelle dünyaya küsmüş burnundan kıl aldırmayan Beast'in beklenmedik ve alabildiğine aykırı, kuralsız aşkının hikayesini, bilmiyorum. Hatırlayamıyorum. Ama daha "büyülü" hissetirmedi başka hiçbir masal çocukluğumdan beri. Kendime inanmak için, ummak için izin verdiğim belki de tek masaldı hep. Hep "prenses" gibi olmamaya yemin etmiş, bunun için çabalamış, bunun için kendini bastırmış, duygularına düşüncelerine yumruklar geçirmiş bir çocuk için, 90larda bir kız çocuğu için Belle'i görüp de içselleştirmemek mümkün değildi çünkü. O zamana kadarki diğer Disney prensesleri gibi "dişi" olabilmeyi bir türlü beceremeyen, peter pan olup habire oralarda buralarda zıp zıp dolanmaya devam eden benim için kendini bir nebze de olsa kabul edebilme şansı veriyordu Belle. Elindeki kitabın içine gömülmüş burnunun ucundan yürüdüğü yeri göremeyen, mucit babasını her türlü egzantriklikleriyle birlikte destekleyen, kafası çalışan ama yine de hayalleriyle mutlu Belle. Yaşadığı küçük kasabanın hep aynı geçen günlerinin dışındaki dünyayı görmek isteyen, maceralara atılmak isteyen Belle. Ama yine de içindeki romantik kızı bastırmayan, okuduğu kitaplardaki aksiyonlu aşk hikayelerini okuyup, öyle aşkların hayalini kuran Belle. O küçük kasabadaki kimsenin bir türlü anlayamadığı, anlam veremediği, tuhaf bu diye baktığı Belle. Babası için bir saniye tereddüt etmeden kendini feda eden, canavara karşı bir adım bile geri atmayan, kendisi bile ummazken o canavarın içinde bambaşka şeyler bulabilen Belle. Herşey ama herşey o kadar uyuyordu ki, o kadar tutunabileceğim gibiydi ki...
ama çok şahane çizimler değil mi bunlar, çok büyülü değiller mi
Belle, Disney'in 90larla başlayan yepyeni çağının ilk farklı prensesi değildi evet, bu farklılığı Ariel ile göstermişti Disney, Ariel ile o hayal kuran, mücadele eden prenses çağını çıkarmıştı karşımıza ama Belle ile yaptığı bambaşka bir şeydi. O farklı prensesin karşısına bir de diğer tüm prenslerinden daha değişik bir şey çıkarıyordu. Beast ya da Prens Adam, diğer prenslerin aksine kendini keşfediyordu, Belle'i keşfediyordu, ikisi de birlikte değişip, birbirlerini geliştiriyor, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri karakterlere dönüşüyorlardı. İkisi de olacağını hayal etmedikleri şekilde sevmeyi öğreniyordu. Hem de tüm bu değişimin, gelişimin içinde öyle büyük büyük kötüler, cadılar, üvey anneler, zehirler falan filan yoktu. Yani tamam hepsinden az biraz vardı ama hiçbiri diğer masallardaki etkide değildi. Belle'e ve Beast'e tüm kötülük de kurtuluş da ancak birbirlerinden geliyordu.
Tamam tamam, animasyona, masala methiyeler düzmekten kendimi almaya çalışıyorum. Gerçi masalın kendisinden yani orijinalinden bahsetmek o kadar zevk vermiyor, çünkü orada işler çok daha karanlık ve asap bozucu. Masalı bize ulaştıran 18.yy.da yaşamış bir yazar, Jeanne-Marie Leprince de Beaumont. Ama o da esasında kendisi doğmadan 40 yıl önce ölmüş başka bir Fransız yazar olan Gabrielle-Suzanne Barbot de Villeneuve'in yazdığı metinden kısaltarak elde etmiş masalı. Sadece kısaltmamış tabi, ne değişiklikler ne değişiklikler. Sonuçta masalın yazarı olarak Beaumont bilinir olmuş. 
Villenevue ve Beaumont
Villeneuve'in versiyonu ise aslında bilinen en eskisi ve kocaman bir roman uzunluğunda çılgınca ayrıntılar, olaylar, periler, büyüler içeriyor. Gene de elimizde olan son yazılı masal, Disney versiyonunda olmayan, Cindirella'nın üvey kız kardeşlerinden hallice kız kardeşler, babanın batmış bir tüccar olması gibi hoş olmayan ayrıntıları var. Masaldaki Belle de animasyondaki kadar örnek alınacak bir portre çizmiyor ayrıca. Beast ise animasyondaki gibi tecrübesizliğinden ve kendine olan nefretinden sinirlerine halim olamayan, kabalaşan bir canavardan çok, masalda daha alık, salak bir şey. (Bu arada Villeneuve'in romanının e-kitap halini D&R'da bulabiliyorsunuz. Fransızca okuyabiliyorsanız ise Archive.org'da var kitap okunabilir halde. Beaumont'un versiyonunu da Project Gutenberg'de ingilizce olarak bulabiliyoruz.)



O yüzden animasyonu izleyin, filmi de hafta içi göreceğim ona göre söylerim.
bu arada animasyonun girişindeki vitray sahneleri çok çok çok güzel bir detay

Ahh 90lar, ahh çocukluğum...

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...