Yarın akşam BBC kendi memleketine Merlin'in 4.sezonunun ilk bölümünü The Darkest Hour'u yayınlayacak. 4 sene ne çabuk geçti, ne ara 4 sene oldu, Bradley ile Colin'in küvette örümcek yakaladıkları, Angel'a eşek şakası yaptıkları videolarını daha dün izlemedik mi, bilemiyorum ben. Önemli olan bu değil zaten. Önemli olan yarın en geç gece yarısında The Darkest Hour'un nete düşecek olması.
30 Eylül 2011 Cuma
Random Thoughts diyeceğim ben buna,siz anlayın
Hani tam da sabahları uyandığınızda yatağın içinin vücut ısınıza denk düşmüş, ılık mı ılık olduğu ama yatağın dışının ürpertici bir serinlikle elinizi, kolunuzu, burnunuzun ucunu karşıladığı; kafanızı kaldırıp pencerenin dışında grisinden koyu mavisine sarısına çeşit çeşit bulutlarla kaplı, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzünü görüp, yataktan bir türlü kalkamadığınız, kalkmamak için kendinize bahaneler yaratmada usta olduğunuz mevsim var ya...Hah işte tam o mevsimdeyiz şu an. Fark etmişsinizdir. Sabahları ve akşamları donmak, gündüzleri de güneş gören bir yerdeysek bunalmak suretiyle ortalarda dolandığımız mevsim de diyebiliyoruz tabi buna. Bir yandan her görüntüsüne, her hissettirdiğine bayıldığım mevsime (sonbahardı ismi herhalde) doğru giderken havanın hali, bir yandan da üşümekten nefret ettiğimi hatırlıyorum ben kendimce. Bu hangi mevsim insanısın, efendime söyleyim hangi mevsimi daha çok seversin türü soruların cevapları bu yüzden, benim için diğer pek çok konuda olduğu gibi çift kişiliğe uygun bir şekilde. Üşümekten nefret ederim, sıcağa bayılırım, hiç şikayet etmem ama kurşun gibi gökyüzünden yağmur boşandığı zaman tüm renklerin daha canlı hale geldiğine inanırım, içim müthiş fikirlerle dolar.
Mevsime uygun şarkılar dinlemeye başladılar, orada burada. Evet eylül de bana hep "A Lonely September"ı düşündürür ve hayır, soğuk ya da sonbahar-kış bana hüzünlü gelmiyor. Gene de içimde inanılmaz bir Coldplay dinleme isteği var. Her zaman dinleyip de, bir köşede hep var olduklarından dolayı asla öyle obaa dedirtecek gruplardan değillermiş gibi gelen gruplar-insanlar vardır ya, Coldplay benim için onlardanmış. Yeni anladım. "Fix You"nun, "The Scientist"in, "Clocks"ın ve diğerlerinin içimdeki yerinin farkında değilmişim. Şimdi yeni albümle birlikte dönüp, her birşeyi bir kez daha dinleme, doyasıya tatlarına varma vakti. "Home, home, where i wanted to go" diyorum ayrıca.
Şarkılardan bahsetmişken, Switchfoot'un da yeni albümü çıktı sanırım "Vice Verses" diye. İlk kez Haley ve Nathan'ın ilk öpüştükleri sahnede duymuştum ben "Dare You To Move"u. O sahne ve o ikisinin aşk hikayesi bu kadar etkiliyse, nerdeyse tamamı Switchfoot sayesindedir zaten. Jon, Chad, Jerome,Tim ve Drew hep çalsın, söylesin.(http://www.switchfoot.com/)
Bir de kafamı karıştıran şarkılar var. Geçen François De La Rochefoucauld'un (ki kendisi 17.yy.da yaşamış Fransız bir yazarmış gayet sırma saçlısından) şu sözüne rastladım önce : "True love like ghosts, which everyone talks about and few have seen." Ardından şu ara ciddi ciddi taktığım The Civil Wars'un Poison&Wine şarkısını dinledim, şöyle diyorlardı : "I don't love you but i always will.". Beynimdeki karmaşa merkezinin tetiklendiği bu cümleyle, hemen Paolo Nutini'nin No Other Way'de dediklerini hatırladım : "Cause i love you girl, i don't want you, i need you.". Birini sevmediğinizi ama hep seveceğinizi söyleyebiliyorsunuz, birini sevdiğinizi ama onu istemediğinizi sadece ona ihtiyaç duyduğunuzu da söyleyebiliyorsunuz. Tabi bu arada 400 yıl önce biri de durumu çözmüş, gerçek aşkı somut olarak bulamazsınız, sadece hayali dolaşır ortalıkta diyor. Kafam harbiden karıştı.
Joseph Delaney'nin bu Wardstone Günlükleri serisi var ya Tudem'in gençlik kitapları serisine dahil olarak yayınlanan, Ben Barnes'ın bir sonraki projesi olduğunu öğrendiğim için geçen gidip serinin ilk kitabını aldım "Hayaletin Çırağı" onu okuyorum şimdi. Evet çocuk kitabı gibi, evet çok kolay yazılmış ve evet, ürkütücü. Arka kapakta karanlık basınca okumayın uyarısı var, buraların en kuralcı insanı olarak ben uydum tabiki. Gündüzleri, bol güneş ışıklı otobüs-dolmuş yolculukları esnasında okuyorum. Şimdilik pek iyi kitap, bitince yazacağım.
Keira Knightley bir sonraki Anna Karenina olacakmış, haberi aldım. Öyleyse bir sonraki kitabımız da Anna Karenina olsun. Ruslardan hiç hoşlanmıyorum ama ilk cümlesi "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." olan bir kitabı nasıl okumaz ki insan?
"Hayaller, Takıntılar ve Diğerleri" blogunda okudum bugün, "The Music Never Stopped" filmini. İzlemem gerek, bir sonraki filmim de o olsun.
Bu arada ders seçimlerimi yaptım bugün bir de. Hep karmançorman bir şekilde boşa kürek çekiyormuşum gibi gelen yüksek lisansın ikinci döneminde, sanırım sadece 3 dersle paçayı sıyırabileceğim. İlk dönem onca uğraşıp da kapı gibi bir B2 aldığım dersi göstermeyen pis sistem, sana sesleniyorum bir de. Sarah Connor'ın olurum senin, John Connorlar koyarım karşına, T2011ler gelse "Hasta la vista baby!" dedirtir, ona göre.
Okulun başlamasını, derslerin olacak olmasını içten içe sevenlerden olduğum için de ayrıca kötü hissediyorum. Pottermore sağolsun bir isim koydu bize, yalnız olmadığımızı gösterdi gerçi. Ravenclaw evinin üyeleriyiz biz. Doğuştan böyleyiz. Korkuyorum kendimden, Freaks&Geeks'in bir bölümünde gizli öpüşme dolabına girdiklerinde şımarık kızın Hoverchuck'a dedikleri geliyor aklıma, "Hep kendi kendine çok güzel, heyecanlı bir hikaye anlatıyormuşsun içinden gibi, bu yüzden yüzünde hep mutlu bir ifade var.". Geek ve Nerd terimlerini biliyor musunuz bilmiyorum ama ben resmen Hoverchuck gibi oluyorum bu durumda, özellikle de gözlüklerim burnumun üstündeyken. Freaks&Geeks'i de özledim ben. O altın değerindeki 18 bölüme sarılıp, Bad Reputation söyleyesim geliyor.
Özlemek demişken, bu Royal Wood'un "A Mirror Without"ı beni çok kötü yaptı. Son cümlesi ve onu söylerkenki sesi...Onunla bitireyim lafımı.
I think i miss you even more...Demiştim Random Thoughts diye.
28 Eylül 2011 Çarşamba
"Munéca Brava" Pembe Dizilerin Vahşi Başkaldırışı
![]() |
ahh o yeşil gözlerin natalia ahh |
Bu, yaşlandıkça kafası ve dudakları büyümesine rağmen vücudu incelen ve karşısındaki jönlerin yaşı küçülen Thalia'nın Rosalinda manyaklığının oluştuğu dönemde, zaten Candy ile birlikte Anthony'nin yasını tutmaktan içimiz dışımıza çıkmış bünyelerimize yepyeni bir soluk gelmişti. Arjantin semalarından resmen taze bahar havası gibi koşup gelen, "Munéca Brava"ydı. Çoğu dizi-filmi manyakça şekillerde çevirip, önümüze sunanlar bunda, nedense olayı korumayı başarmış, az çok ne anlama geliyorsa o şekilde yayınlamışlardı "Vahşi Güzel" diyerek (tamam muneca tam olarak güzel falan demek olmayabilir ama vahşi bebek demek de ayıp olacakmış haliyle değil mi?).
Pembe dizi mantığını hepimiz biliriz. Genellikle zengin bir esas oğlan, fakir bir genç kız vardır, ya da tam tersidir. Bunlar her durumda aşık olurlar ama kavuşamazlar. Çünkü zenginler kötüdür, fakirler de iyi. Şeytan kılıklı zenginler her zaman zavallı aşıkları ayırır, fakir kızımız/oğlumuz külkedisiyle saflıkta ve salaklıkta yarışır bir mizaçta olur hep. Olay ya aşıkların kavuşması (ki bu o topraklarda ve burada-hala-evlenmeleri anlamına gelir) ya da kayıp bebek-çocuklarını bulmaları, hafızalarını geri kazanmaları ve kötülerin layığını bulmalarıyla beraber kavuşmuş olmaları ile son bulur. Formül budur, bellidir, tıkır tıkır işler. Aralara da bol bol uzun, mahmur bakışmalar, hafif aralanmış dudaklar, eblek ifadeler, salak saçma diyaloglar ve sinsi bakışlar serpiştirilir.
İşte böyle bir dünyaya gönderilen MB, tüm bu formülü kendine göre yorumlamıştı 1998'ten 1999'a hafta içi her gün yayınlanırken anavatanında. Bir kere fakir kızımız kesinlikle eli armut toplar bir tip değildi, ağzı bol küfürlü, hakkını söke söke almasını bilen bir erkek-fatmaydı. Zenginlerimiz ne tam siyah ne de tam beyazdı, her kötülüklerinin içinde bir iyilik, her iyiliklerinin içinde bir kötülük vardı. En büyük farklılıksa, işin içine katılan komediydi. O bayık aşk hikayeleri, baygın baygın bakışmalar yerini saf bir komediye, absürdlüğe varan bir espri anlayışına bırakmıştı.
Milagros Esposito bir manastırın yetimhanesinde doğup, büyümüş, 18'ine merdiven dayamış bir genç kızdı. Erkek çocuğu giysileri içerisinde dolanıp, deliler gibi futbol oynardı. Cholito'ydu lakabı, manastırdaki diğer çocuklardan oluşan futbol takımında harikalar yaratırdı. Yetimhanede birlikte büyüdükleri tek kaş Gloria'yla kardeş gibilerdi. Peder Manuel babası, Rahibe Cachete ablası sayılırdı. Rahibe Ana evin sert annesi gibiydi, ondan korkarlar, yanaşmazlardı. Bir gün sokaklarda yine manastıra gelir olsun diye ufak tefek dini şeyler satarken, Di Carlo'ların tek oğlu Ivo'yla yolları kesişti. Cholito bildiğimiz serseri veled kıvamındaydı, Ivo'yla kavga etti, arabasına tekme falan savurdu. Sinirlenen Ivo, sonradan aynı çocuğu manastırın bahçesindeki maçta görünce üstüne gitti. Ivo Di Carlo, sarışın, masmavi gözlü, biraz büyük burunlu, sırım gibi bir gençti. 20'lerinin başında, ailesinin malikanesinde lüks içinde yaşayan bir playboydu. Cholito'yla kavga ederken sonunda onun güzeller güzeli bir genç kız olduğunu görünce, çapkın aklı çalışmaya başladı. Kankası Bobby ile iddiaya girdi, bu saf gördüğü güzeli kendine aşık edip, yatağa atacaktı. Milagros ise Ivo'ya gördüğü ilk anda abayı yakmıştı. Ama Cholito'ydu o öte yandan, öyle aşık oldum diye bulutlara çıkacak göz yoktu onda. Bu sırada kaderin cilvesi işledi, yetimhaneden şutlanması gereken Milagros, Di Carlo'ların evine hizmetçi olarak işe sokuldu. Bundan sonrası Ivo ve Mili arasında bir iddialar-intikamlar-oyunlar savaşıyla güçlenip, gelişen bir aşkı doğurdu. Adı "La Soledad" (yalnızlık) olan malikanede her biri kendi hikayesine sahip diğerleriyle (odasına kapanmış ihtiyar büyükanne Angelica, baba Federico Di Carlo, anne Louisa, dayı Damian Rapallo, dayının tekerlekli sandalyeli ressam oğlu Pablo, şımarık kızkardeş Victoria Di Carlo, kuralcı uşak Bernardo, anaç aşçı Socorro, aşçıya aşık bahçıcan Ramon, evin kızına aşık şoför Rocky, her yanı kelebekli şeylerle kaplı kızıl saçlı saf hizmetçi Lina, aşçının kızı-sinsi hizmetçi Martha ve ara ara bunlara eklenen sekreter Andrea) birlikte eğlenceli bir hikaye ekrana geldi.
Formül aynı gibi görünüyor değil mi bu haliyle? Sadece böyle kalsaydı, hakikaten de öyle olabilirdi. Ama bu hikayeye ciddi ciddi alt metinler, kendi başlarına birer novela'ya imza atabilecek yan karakterler, toplumsal çözümlemeler, güncel olaylar, ünlüler, ekonomik-sosyal mesajlar ve nicesi eklendi. Ve bunların hepsi, inanılmaz inandırıcı ve keyifli oyunculuklarla desteklendi. Sonuçta ortaya çıkan şey, pembe diziden çok daha müthişti. Dünya çapında kitleleri peşinde sürükleyen, her ülkenin kendi yeniden çevrimini yaptığı bir fenomene dönüştü. Natalia Oreiro ve Facundo Arana, varlıklarından bile haberleri olmadığı ülkelerde evden birileri gibi görülmeye başlandı. O kadar kabul görmüş, tutmuş bir kimyaları vardı ki ikisi de kendi ailelerini kurdukları yıllardan sonra bile insanlar onları bir arada görmek istiyordu. 5 yıl sonra "Sos Mi Vida" ile saygı duruşlarını gerçekleştirdiler.
Bizde yayınlanışının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, eğer bir kere daha açıp keyifli bir gün geçirmek isterseniz ya da şimdiye kadar hiç izlememiş o şanssız nesildenseniz, http://ravensubs.blogspot.com/ adresinde de görüldüğü gibi, bir grup azimli hayran ispanyolca orijinal bölümlere özenle ingilizce altyazılar oluşturup, youtubea yüklüyor. Siteden ayrıca ispanyolca dersleri de edinebiliyorsunuz. (RavenSub youtube kanalı : http://www.youtube.com/user/RavenSub)
Dizinin Natalia'yı kendisine aşık ettiren(ki olmamak elde mi?ayrıca isteyen Sos Mi Vida'nın bir bölümünde yaptığı Sweet Dreams eşliğindeki striptiz sahnesini [http://youtu.be/G9tIj-MYtm8] izleyebilir, kendisi doğuştan bir yetenek ve güzellik abidesidir) jeneriğinin geniş versiyonuyla lafı bitireyim:
26 Eylül 2011 Pazartesi
"The Civil Wars" Takıntısı, Ziyadesiyle
Önce, tvyi karıştırırken şu "Later with Jools Holland" ya da "Tonight Show with Jay Leno" da (şu an tam olarak hatırlayıp da karar veremedim) bir performansa denk geldim. Yaşlı bir teyze (veya amca, orasını da silmişim)nin vokal yaptığı grubun biri şarkısını sunuyordu gayet hoş bir biçimde. Hoşuma giden melodiden, müzikten, sözlerden dolayı durakladım elimde kumanda, dinlemeye devam ettim. Bu sırada gözüme teyzenin hemen yanı başındaki gitarlı eleman takıldı. Gözlerimin resmen yerinden fırladığını hissettim. O ne yahu Johnny orda ne geziyor şeklinde düşünceler geçmeye başlamıştı ki aklımdan, saniyelik görüntünün beni yanılttığını anladım. Zaten şarkının bitiminde de sunucu insan yanaşıp, ikisinin de ismini cismini belirtti. Ben de youtubedan bulup, bir kaç kere daha dinledim, ruhuma iyilik ettim.
Sonra bir arkadaşım facebookta bir şarkı paylaştı. "Dance me to the end of love". Neredeyse müzelik bir tablonun içindeki narin mi narin bir kadınla karizmanın çeperlerini zorlayan sağlam bir adam, Harry Potter dünyasındaki fotoğraflar gibi salına salına adeta gökten indirilmiş bir şarkıyı mırıldanıyorlardı. İnanamadım. Kendimden geçtim. Ama bununla da bitmemişti.
Sonunda geçen hafta, The Vampire Diaries'e 3 aylık bir aranın ardından kavuşmanın hevesiyle, bölüm üstüne bölüm müziklerini dinleme seansına geçmiştim ki olan oldu. "Barton Hollows"a denk geldim. O kadar gördüm geçirdim, gene de ilk birkaç saniyede Johnny'yi gördüm gibi oldum. Sonra toparladım gerçi. Ama ne fayda. Hani bazen öyle bir şarkıya denk gelirsiniz ki kulaklarınız asla yeteri kadar işitemiyormuş gibi gelir, duyduklarınız hiç bitmesin, o his hiç kaybolmasın diye ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bu şaşkınlığın üstüne bir de şarkının verdiği o zevk eklenir. Karnınızdan midenize, oradan da tüm ciğerlerinizi süpürerek boğazınıza ulaşır bir şey ve tüm nefesinizi verdiğinizi hissedersiniz, nefessiz kalırsınız. İşte tam öyle bir şarkıydı o anda benim için "Barton Hollows".
John Paul White ve Joy Williams, karşılıklı durup, terennüm ederek ortaya koyuyorlar bu "The Civil Wars"u. Her bir şarkılarında, videolarında sanki yanıbaşınıza bağdaş kurmuş da size söylüyorlar gibi söylüyorlar. Benimse onlara diyecek lafım kalmıyor. Siz sadece dinleyin, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız (sadece aşağıdakini de değil, aynı isimli albümdeki diğer tüm parçaları ve özellikle, özellikle "Billie Jean" gibi canlı performanslarını).
Sonra bir arkadaşım facebookta bir şarkı paylaştı. "Dance me to the end of love". Neredeyse müzelik bir tablonun içindeki narin mi narin bir kadınla karizmanın çeperlerini zorlayan sağlam bir adam, Harry Potter dünyasındaki fotoğraflar gibi salına salına adeta gökten indirilmiş bir şarkıyı mırıldanıyorlardı. İnanamadım. Kendimden geçtim. Ama bununla da bitmemişti.
Sonunda geçen hafta, The Vampire Diaries'e 3 aylık bir aranın ardından kavuşmanın hevesiyle, bölüm üstüne bölüm müziklerini dinleme seansına geçmiştim ki olan oldu. "Barton Hollows"a denk geldim. O kadar gördüm geçirdim, gene de ilk birkaç saniyede Johnny'yi gördüm gibi oldum. Sonra toparladım gerçi. Ama ne fayda. Hani bazen öyle bir şarkıya denk gelirsiniz ki kulaklarınız asla yeteri kadar işitemiyormuş gibi gelir, duyduklarınız hiç bitmesin, o his hiç kaybolmasın diye ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bu şaşkınlığın üstüne bir de şarkının verdiği o zevk eklenir. Karnınızdan midenize, oradan da tüm ciğerlerinizi süpürerek boğazınıza ulaşır bir şey ve tüm nefesinizi verdiğinizi hissedersiniz, nefessiz kalırsınız. İşte tam öyle bir şarkıydı o anda benim için "Barton Hollows".
John Paul White ve Joy Williams, karşılıklı durup, terennüm ederek ortaya koyuyorlar bu "The Civil Wars"u. Her bir şarkılarında, videolarında sanki yanıbaşınıza bağdaş kurmuş da size söylüyorlar gibi söylüyorlar. Benimse onlara diyecek lafım kalmıyor. Siz sadece dinleyin, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız (sadece aşağıdakini de değil, aynı isimli albümdeki diğer tüm parçaları ve özellikle, özellikle "Billie Jean" gibi canlı performanslarını).
"In some ways, music doesn't get much more modest or minimalist than it is in the hands of The Civil Wars, a duo comprised of California-to-Nashville transplant Joy Williams and her Alabaman partner, John Paul White. They travel without a backup band, and on their first full-length album, Barton Hollow, the bare-bones live arrangements that fans hear on the road are fleshed out with just the barest of acoustic accoutrements. Each song is an intimate conversation, and no third wheels or dinner-party chatter are going to interrupt that gorgeous, haunting hush." (http://thecivilwars.com/ ve http://www.youtube.com/user/TheCivilWars)
24 Eylül 2011 Cumartesi
It’s you, Why’s it always you...
Öyle birini hayal edin ki, hayatınızın en anlamsızlaştığını düşündüğünüz anlarda anlamı haline gelsin. En güvensiz olduğunuzda yanınızda durup sadece eliyle elinizin üstüne yavaşça dokunsun ve içiniz en büyük cesaretlerle dolsun. En büyük korkular, en aşılması güç yollar onunla hiçbir şey gibi görünsün. Ya da korktuğunuz ne varsa ona söylemekten, belli etmekten en ufak bir utanç duymayın. Aklınıza ne gelirse, hangi anda gelirse ona söyleyebiliyor olun. Bazen sadece susarak, tek kelime bile etmenize gerek kalmadan saatlerce, günlerce bir arada durabiliyor olun. O varken yanınızda, zamanın, mekanın tasviri kalmasın. Hayat, ondan çıkıp, sizi sarmalayıp, evreni dolaşıyor olsun. Onunla olmak, nefes almak gibi olsun. Kolay, basit, dolaysız, içten gelen, hiç durmayan. Herşey onunla daha kolay olsun, sırf onunla olduğu için güzel olsun. Denemekten çekindiğiniz herşeyi, elinizden tutarak birlikte daha kolay hale getirdiğini hayal edin. Söylemeniz gereken şeyleri, söylemeniz gereken yerlerde siz susarken o söyleyebilsin. Yapmanız gerekenleri, yapabilmenizi sağlasın. En yorgun olduğunuz anlarda, başınızı omzuna yasladığınızda tüm yorgunluğunuzu çekip, alıyor olsun. Yanında olmak bir yandan tüm nefesinize huzur doldururken, bir yandan da tüm damarlarınızdaki kan akışını hissettirebilir olsun. Tek bir bakışıyla dünyanın ayaklarınızın altında dönmeye devam ettiğini hissedin. Yine o tek bakışıyla, derinizi delip geçebilsin. Kimsenin görmediğini görebiliyor olsun. Tek bir bakışınızla, içinizden geçen sayfalarca düşünceyi anlayabiliyor olsun. Onunla konuşmak, herşeyden daha kolay olsun. İçinizden geçen herşeyi, sanki dünyanın en önemli şeyiymiş gibi dinliyor olsun. Dinlemekten yorulmasın, anlatmaktan da. Onunla konuşmak, iç sesinizle konuşmak gibi olsun. Her kelimede, her harfte ne dediğinizi, ne demek istediğinizi, bunu neden söylediğinizi anlayabiliyor olsun. Sizin sorgulamadıklarınızı, sorgulamayı unuttuklarınızı hatırlıyor olsun. Siz tutukluk yaptığınızda, açıcı o olsun. Nehir genişken, derinken o köprü olsun. Siz yanlışsanız, o doğru olsun. Onunla yanlış yapmaktan zerre kadar korkmuyor olun. Kendinize güvendiğinizden daha çok güveniyor olun ona. Güvenebilir olun. Gözlerinizi kapayıp, en derin, en huzurlu uykuyu onun yanında uyuyor olun. Gözlerinizi geri açtığınızda yeni bir güne başlamak, sırf o olduğu için o günde, güneş kadar parlak olsun. Bazen en etkili uyuşturucu gibi olsun onu düşünmek, düşüncelerinizi, bedeninizi, ruhunuzu kaplasın. Bazen de en zihin açıcı düşünce olsun onun varlığı. Bazen bulutların ne kadar üstünde hissettiriyorsa, bazen de en emin adımlarınıza dönüşsün toprak üstündeki. En sevdiklerinizi seviyor olsun, sevmediklerinizi de anlıyor olsun. Bilmediklerinizi bilsin, göremediklerinizi görsün. Bildiklerinizi de bilsin, gördüklerinizi de görebiliyor olsun ki yalnız olmadığınızı bilin. Ne yaparsanız yapın, ne düşünürseniz düşünün, orda, yanınızda birinin hep sizi takdir edeceğini, destekleyeceğini, sizinle gurur duyacağını biliyor olun. Onunlayken, diğer tüm başarıların bir anlamı kalmasın. Oscarlar, Nobeller, Pulitzerler almanıza, gökyüzüne ulaşmanıza gerek kalmasın, o başlı başına en büyük başarı olsun.
Öyle birini hayal edin ki yap-bozun diğer parçası gibi, yarım kalan yanınızı bütünlüyor olsun. O gelene kadar sadece izleyicisi olduklarınız, artık yaşanabilir olsun. Tüm cevaplar, diğer yarısını bulmuş tüm gibi, cevaplanmış olsun.
Öyle birini hayal edin ve onun gerçek olduğunu, oralarda bir yerlerde aynı şekilde sizi hayal ettiğini bilin. Kavuşmanız gerekmiyor, bir arada olmanız gerekmiyor, belki tüm hayatınız boyunca bir kere bile karşılaşmamanız gerekiyor. Ama o, orada. Gerçek. Sadece var olması bile yeterli.
Şimdi o hayale sıkı sıkı tutunun.
16 Eylül 2011 Cuma
Perfect Sense (2011)
Hiçbir şeyin farkında değildik. Önce büyük bir pişmanlık duyduk; tüm yaşadıklarımızı, yaşamadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı, kötülüklerimizi, hatalarımızı hatırladık. Üzüntüden kahrolup, içimiz dışımıza çıkana kadar hatırlayıp, ağladık, ağladık, ağladık. Ta ki hepsini kaybedene dek. Tüm anılarımızı, bizi biz yapan her bir yaşanmışlığı unuttuk. Geçmişimiz gidince, bir süre bocaladık ama alıştık. Sonra sadece bu günümüzü aklımızda tutabilirken, gelecekten korkmaya başladık. Geleceğin karanlığına dair sanrılarımıza teslim olduk bir anlığına ve bu şu anda, şimdiki zamanda büyük bir açgözlülüğe yol açtı. Dizginlenemez bir iştaha kendimizi bıraktık. Yedik, yedik, yedik. Kusana kadar midelerimizi doldurduktan sonra, artık yaptığımız hiçbir şeyden tat alamaz olduk. Herşey bir anda boş ve yavan oldu. Ama bunun yarattığı kargaşayı da dizginledik, bir yolunu bulduk gene de. Sonra tam böylesine de alışmışken, aslında durumu kabullenemediğimizi fark ettik. Anılarımız yoktu, hiçbir şeyden zevk alamıyorduk. Öyleyse içimizi dökme, aklımızdakileri, yüreklerimizdekileri kusma hakkımızı elimize aldık. Büyük bir sinire, büyük bir bencilliğe bıraktık kendimizi. Zaten orda olanları, sadece ortaya çıkardık. Yaktık, yıktık, kırdık, döktük. Hepimiz büyük korkaklığımızın güç verdiği bencilliğimizle, kendi sesimizi duyurmaya çalıştık diğerlerine. Bağırdık, bağırdık, bağırdık. Ta ki karşımızdaki bizi duymayana, kendi kulaklarımız kendi sesimizden arınana dek. Öyle ki kulaklarımız sadece kendi sesimizle yetinmedi, diğer tüm seslerden de arındırdı kendini. Sonunda elimizde hiçbir şey kalmadığını anladık. Anılarımız yoktu, hayatın zevki yoktu, anlamlar gitmişti. Bir anda birşeyleri anlamaya başladık. Geriye hiçbir şey kalmayınca, aslında önemli olanın ne olduğunu bulmuştuk. İçimizdeki sıcaklığın peşine düştük, çünkü birşeyin yaklaşmakta olduğunu biliyorduk. Ve o şey geldiğinde geriye kalan tek önemli şeyin yanında olmak istiyorduk. Koştuk, koştuk, koştuk. Bulduğumuzda, geri kavuştuğumuzda artık bitmişti. Tüm sorular cevaplanmıştı, tüm sorunlar gitmişti. Çünkü en dipsiz karanlık, aslında en parlak aydınlığı getirirdi. Herşey karardı ve biz ışığa kavuştuk.
Kim Fupz Aakeson'un yazdığı senaryo kısaca bunu anlatıyor. David Mackenzie'nin şiirsel ama tahmin edilebilir ve kalıplar içerisindeki filmi "Perfect Sense", sebepsiz ve öylesine görünen bir şekilde insanların önce koku duyularını yitirmelerini anlatıyor. Salgın şüphesiyle incelenen hastalar beliriyor önce her yerde, ama sonunda herkes koku almayı bırakınca normalleşiyor durum. Ardından tat alma duyularını kaybediyor dünya üzerindeki insanlar. Belli bir panik duygusu hakim oluyor tabi ortalığa ama sonuçta insanlar ya, bunun da üstesinden geliyorlar. Ama durum kötüleşiyor, sonunda duyamaz oluyorlar. Karmaşa, kaos, terör, yıkıntı dört bir yana yayılıyor. En kötüsünü bekliyorlar sonunda. O da oluyor, kör oluyorlar.
Bildiğimizin dışında bir bilim kurgu anlatımını barındıyor bu film. Tüm bu olanları serseri bir lokanta şefi Michael'ın ve salgın hastalıklar uzmanı Susan'ın etrafında dolanarak, Glasgow'un o nemli, ıslak, taştan sokaklarında izliyoruz.
Sessizce, sakince ama yavaş yavaş yarattığı panikle, iç karartan havasıyla güzel, değişik bir bilim kurgu bu ve güzel de bu anlamda. Ama dediğim gibi biraz eksik geliyor sanki, daha vurucu olmasını bekliyorsunuz ister istemez bu gidişattan. Kalıbına uyup, herşeyi yerli yerinde tamamlıyor oysaki. Lokum gibi bir İskoç adamla, fıstık gibi bir Fransız kadınıyla perdeden çok daha fazla birşeyler umuyor insan haliyle. Ewan McGregor ve Eva Green onlardan beklenenleri yerine getiriyor, sadece fazlasını umuyoruz ya o yüzden. Bir de fikir çok güzel, hakikaten güzel.
Ama ben o halde tek önemli olanın gene de "sevgi" olduğunu düşündürmeye çalışmalarını anlamıyorum, anlayamıyorum. Paniğe kapılmışım, ölsem daha iyi gibi bir durumdayken bence o sadece yalnız olmak istememe durumu.
Kim Fupz Aakeson'un yazdığı senaryo kısaca bunu anlatıyor. David Mackenzie'nin şiirsel ama tahmin edilebilir ve kalıplar içerisindeki filmi "Perfect Sense", sebepsiz ve öylesine görünen bir şekilde insanların önce koku duyularını yitirmelerini anlatıyor. Salgın şüphesiyle incelenen hastalar beliriyor önce her yerde, ama sonunda herkes koku almayı bırakınca normalleşiyor durum. Ardından tat alma duyularını kaybediyor dünya üzerindeki insanlar. Belli bir panik duygusu hakim oluyor tabi ortalığa ama sonuçta insanlar ya, bunun da üstesinden geliyorlar. Ama durum kötüleşiyor, sonunda duyamaz oluyorlar. Karmaşa, kaos, terör, yıkıntı dört bir yana yayılıyor. En kötüsünü bekliyorlar sonunda. O da oluyor, kör oluyorlar.
Bildiğimizin dışında bir bilim kurgu anlatımını barındıyor bu film. Tüm bu olanları serseri bir lokanta şefi Michael'ın ve salgın hastalıklar uzmanı Susan'ın etrafında dolanarak, Glasgow'un o nemli, ıslak, taştan sokaklarında izliyoruz.
Sessizce, sakince ama yavaş yavaş yarattığı panikle, iç karartan havasıyla güzel, değişik bir bilim kurgu bu ve güzel de bu anlamda. Ama dediğim gibi biraz eksik geliyor sanki, daha vurucu olmasını bekliyorsunuz ister istemez bu gidişattan. Kalıbına uyup, herşeyi yerli yerinde tamamlıyor oysaki. Lokum gibi bir İskoç adamla, fıstık gibi bir Fransız kadınıyla perdeden çok daha fazla birşeyler umuyor insan haliyle. Ewan McGregor ve Eva Green onlardan beklenenleri yerine getiriyor, sadece fazlasını umuyoruz ya o yüzden. Bir de fikir çok güzel, hakikaten güzel.
Ama ben o halde tek önemli olanın gene de "sevgi" olduğunu düşündürmeye çalışmalarını anlamıyorum, anlayamıyorum. Paniğe kapılmışım, ölsem daha iyi gibi bir durumdayken bence o sadece yalnız olmak istememe durumu.
15 Eylül 2011 Perşembe
"Kaz Dağları ve Kör Olası Altın"
![]() |
Fotoğraf Niko Guido'dan. Kaynak |
Aktüel Arkeoloji'nin Eylül-Ekim sayısındaki Aykan Özener imzalı bu yukarıdaki başlıklı yazı, herşeyi o kadar iyi özetliyor ki. İki dakika durup, okumanız gerek. Okuyup, düşünmeniz, karar vermeniz, harekete geçmeniz gerek. Hareket geçmemiz gerek. Birşeyler yapmamız gerek.
"Bilindiği gibi Biga Yarımadası'nda yerüstü-yeraltı su kaynaklarını oluşturan, besleyen, sürekliliğini sağlayan, Bandırma'dan Ayvalık'a ve Midilli'ye kadar yaklaşık 2 milyon insanın temiz, güvenilir su kaynağı Kaz Dağları'dır. Kaz Dağları barındırdığı bitki ve hayvanlarla, temiz havası ve sularıyla can verdiği tarım alanlarıyla yüzyıllardır tüm bölgenin yaşam kaynağı olmuştur.Şimdi bu bölgede özellikle altın tekelleri sondaj çalışmalarını tamamlayarak işletme aşamasına geçmek üzereler. Fırsat buldukları an işletmeye başlayacaklar. Kaz Dağları'nın birçok yerinde çapı 600 metreye, derinliği 400 metreye varan cehennem çukurları açacaklar, milyarlarca ton kayacı öğütecekler. Binlerce ton siyanür kullanarak kirletilmiş milyarlarca ton zehirli atık barajları ile bizi baş başa bırakacaklar. Bu işlemleri Kaz Dağları'nın doruklarında su kaynaklarının bulunduğu yerde yapacaklar, yeraltı sularımızı, havamızı zehirleyecekler, radyoaktiviteyi artıracaklar. Bölgedeki tarımsal üretimin değerini ve miktarını düşürecekler, insan başta olmak üzere tüm canlıların amansız hastalıklara yakalanmalarına sebep olacaklar, bu bölgede yaşamı bitirecekler. Bölgede yaşayan, hava soluyan, su içen, beslenen tüm canlılar olumsuz etkilenecek.Ülkemizde altın üretimi çok uluslu tekeller tarafından gerçekleştiriliyor ve üretilen altının tamamı yurtdışına çıkarılıyor. Söz konusu tekeller 1 ton altını yurtdışına çıkarabilmek için ülkemize 1.750.000 ton siyanürle kirletilmiş ve ağır metalleri açığa çıkarılmış atık bırakacaklar. (...)Biga Yarımadası'nda altın madenciliği etkinlikleri birinci planda Atikhisar ve Bayramiç barajlarını etkileyecek. Yasalara aykırı olmasına rağmen Çanakkale'nin içme suyunu sağlayan Atikhisar barajı havzasında altın madeni arama ve işletmesine izin verilmiştir."
12 Eylül 2011 Pazartesi
Explosions In The Sky'dan "Be Comfortable, Creature"
Be Comfortable, Creature from Explosions in the Sky on Vimeo.
Yani albüm "Take Care, Take Care, Take Care" den ev yapımı bir video.
Ben Barnes'lı Filmler 3 : Killing Bono (2011)
İkinci bölümde Ben'i bıraktığımız yer Easy Virtue'nun sonuydu. 2008'i Narnia ve Easy Virtue ile kapatan Ben, 2009'da tek bir filmle perdede göründü : Dorian Gray. Bu Oliver Parker yönetimindeki son Oscar Wilde uyarlamasında Ben Barnes, bir kez daha Colin Firth'le karşılıklı döktürme şansına erişti (Şöyle de yazmış olabilirim : Dorian Gray (2009)). Ertesi yıl Narnia serisine devam ettiği The Chronicles of Narnia : Voyage of The Dawn Treader ve nette bile pek bulamadığım "Locked In" isimli filmlerde rol almasının ardından 2011'de eski boyband günlerini anabileceği, bol bol şarkı söylediği "Killing Bono" ile farklı bir deneyime yelken açtı.
Killing Bono, Neil McCormick isimli gazeteci-yazar şahsiyetin yazmış olduğu kitap "Killing Bono : I Was Bono's Doppelganger"dan uyarlanan bir tür otobiyografik-biyografik sayılabilecek bir film. McCormick bizim U2'nun solisti olarak bildiğimiz Bono'yu Paul Hewson olduğu günlerden tanıyan ve U2'nun başladığı noktayı, büyüyüşünü, devleşmesini izlemiş, birinci elden tanık olmuş bir İrlandalı. Daha doğrusu Bono'nun çocukluk arkadaşı. Bir dakika, hikayeyi böyle başlayarak karıştırdım. En iyisi film nasıl anlatıyorsa öyle anlatmak.
Film 1987 yılında konser için Dublin'e gelen U2'yu uzaktan izleyerek Bono'ya doğru bir silah doğrultmuş Neil McCormick ile açılıyor. Tam bir manyak gibi görünen bu genç adamı bu noktaya getiren olayları başa sarıp, 1976 yılına dönüyoruz sonra. Dublin'de bir ortaokulda Larry Mullen'ın baterist olarak bir müzik grubu kurmak istediği için ilan tahtasına astığı bir kağıda isimlerini yazan Paul Hewson ve Ivan McCormick ile tanışıyoruz. Evet 70'ler, Beatles'ın İngiltere'den çıkıp ortalığı kasıp kavurmasının gazıyla ve bir yandan coşan punk'ın da rüzgarıyla her köşe başında bir araya gelen iki üç genç bir müzik grubu kuruyor.
Kahramanımız Neil, kardeşi Ivan ile bir müzik grubuna sahip. Öyle kendi kendilerine çalıp, söyleyip, büyük bir rock grubu olacakları zamanın hayalini kuruyorlar. Öte yandan Larry'nin mutfağında toplaşan Paul, Adam ve David bir efsanenin ilk adımını atıyorlar. Tabi bu sırada Ivan da var aralarında. İlk denemeden sonra onu da istiyorlar grupta ama Paul bunu ilk önce ağbi Neil'a sormak gibi bir salaklık yapıyor. O da kardeşini bırakmaya yanaşmadığından direkt reddediyor ve Ivan'a bunun kelimesini bile etmiyor.
Bu noktadan sonra aynı okuldan yola çıkan iki gruptan biri dünya devi olmaya doğru yol alırken diğeri, Neil'ın üst üste yaptığı salaklıklar, başarısız seçimler, kıskançlıklar, çenesi düşüklükler yüzünden gittikçe dibe sürükleniyor. Daha doğrusu bir anlamda Neil McCormick ve onun kendisi dahil çevresindeki herkesin hayatını mahvedişinin hikayesini izliyoruz. O bu sırada devamlı surette hayatındaki her bir yanlışı Bono'ya bağlıyor, her bir hatasını ona yüklüyor. Çünkü en başından beri hayalini kurduğu ama salak düşünceleri yüzünden hak etmediği hayatı gözlerinin önünde Bono tarafından çatır çatır yaşanılıyor. Kedi de ulaşamadığı ete mundar diyor.
Gerçi sorun kedinin ete ulaşamaması değil burada, kedinin etin attığı her adıma karşı sırtını dönüp, sonra da aç kaldım diye delilenmesi asıl mesele. Film boyunca kendi egoizmi ve kardeşine duyduğu suçluluk içinde gittikçe daha da boğulan Neil'ın her bir defasında kıskançlıkla dolu reddedişlerine karşılık, Bono'nun tüm iyi niyetiyle adeta bir melek gibi devamlı bu çocukluk arkadaşlarına elini uzatmasını izliyoruz. Bir taraf o kadar iyi ve diğer taraf da o kadar kötü ki cidden bir süre sonra sinir bozucu oluyor.
(Gerçek Neil'ın film hakkındaki röportajı için : http://www.telegraph.co.uk/culture/film/starsandstories/8376077/Neil-McCormick-on-Killing-Bono.html)
Tabi bir yandan McCormicklerin grubunun şarkılarını ve U2'nun erken dönem hitlerini, dönemin güzel müziklerini dinliyoruz bu gitgide çığrından çıkan adamın hikayesini izlerken. Ben Barnes belli ki kariyerine bu "tür" rollerden katma vaktinin geldiğine inanmış ve onu denemeye çalışmış. Bol bol şarkı söyleyip, gittikçe psikopatlaşan acemi müzisyeni oynayarak fena bir iş çıkarmamış. Robert Sheehan da oldukça iyi, tabi bir de o gözlerin nasıl öyle yemyeşil görünebildiğini çözebilseydim daha iyi olacaktı. Ayrıca Pete Postlethwaite'nin o hasta haliyle rol aldığı son film olduğundan da önem arz ediyor (unutmuştum önce ben, sonra izlerken bu adam niye bu kadar hasta gibi dedim cidden rolde bile öyle olduğu çok belli oluyordu, sonra imdbyi açınca hatırladım tabi, ocakta aramızdan ayrılmıştı kendisi.).
Sonuçta eğlenceli, müzik dolu ve genç oyuncuları başarılı bir "gerçek" hikaye izlemiş oluyoruz Killing Bono ile. Orta seviye olabilir biraz, benzerlerine veya benzetilmeye çalışıldıklarına nazaran da hafif kaçabilir ama bununla birlikte oturup bir kez daha "Across The Universe" ve "I'm Not There" izlenip, üzerine de cila niyetine bir "Taking Woodstock" geçilirse, daha da iyi olabilir.
Ben Barnes'ı bundan sonra 2012'de iki ufacık yan rolde, 2013'te de kocaman bir başrolle bekliyor olacağım ben. Şimdiye kadarkilerle size de başarılı gelmişse, bekleriz birlikte ;)
Killing Bono, Neil McCormick isimli gazeteci-yazar şahsiyetin yazmış olduğu kitap "Killing Bono : I Was Bono's Doppelganger"dan uyarlanan bir tür otobiyografik-biyografik sayılabilecek bir film. McCormick bizim U2'nun solisti olarak bildiğimiz Bono'yu Paul Hewson olduğu günlerden tanıyan ve U2'nun başladığı noktayı, büyüyüşünü, devleşmesini izlemiş, birinci elden tanık olmuş bir İrlandalı. Daha doğrusu Bono'nun çocukluk arkadaşı. Bir dakika, hikayeyi böyle başlayarak karıştırdım. En iyisi film nasıl anlatıyorsa öyle anlatmak.
Film 1987 yılında konser için Dublin'e gelen U2'yu uzaktan izleyerek Bono'ya doğru bir silah doğrultmuş Neil McCormick ile açılıyor. Tam bir manyak gibi görünen bu genç adamı bu noktaya getiren olayları başa sarıp, 1976 yılına dönüyoruz sonra. Dublin'de bir ortaokulda Larry Mullen'ın baterist olarak bir müzik grubu kurmak istediği için ilan tahtasına astığı bir kağıda isimlerini yazan Paul Hewson ve Ivan McCormick ile tanışıyoruz. Evet 70'ler, Beatles'ın İngiltere'den çıkıp ortalığı kasıp kavurmasının gazıyla ve bir yandan coşan punk'ın da rüzgarıyla her köşe başında bir araya gelen iki üç genç bir müzik grubu kuruyor.
Kahramanımız Neil, kardeşi Ivan ile bir müzik grubuna sahip. Öyle kendi kendilerine çalıp, söyleyip, büyük bir rock grubu olacakları zamanın hayalini kuruyorlar. Öte yandan Larry'nin mutfağında toplaşan Paul, Adam ve David bir efsanenin ilk adımını atıyorlar. Tabi bu sırada Ivan da var aralarında. İlk denemeden sonra onu da istiyorlar grupta ama Paul bunu ilk önce ağbi Neil'a sormak gibi bir salaklık yapıyor. O da kardeşini bırakmaya yanaşmadığından direkt reddediyor ve Ivan'a bunun kelimesini bile etmiyor.
Bu noktadan sonra aynı okuldan yola çıkan iki gruptan biri dünya devi olmaya doğru yol alırken diğeri, Neil'ın üst üste yaptığı salaklıklar, başarısız seçimler, kıskançlıklar, çenesi düşüklükler yüzünden gittikçe dibe sürükleniyor. Daha doğrusu bir anlamda Neil McCormick ve onun kendisi dahil çevresindeki herkesin hayatını mahvedişinin hikayesini izliyoruz. O bu sırada devamlı surette hayatındaki her bir yanlışı Bono'ya bağlıyor, her bir hatasını ona yüklüyor. Çünkü en başından beri hayalini kurduğu ama salak düşünceleri yüzünden hak etmediği hayatı gözlerinin önünde Bono tarafından çatır çatır yaşanılıyor. Kedi de ulaşamadığı ete mundar diyor.
Gerçi sorun kedinin ete ulaşamaması değil burada, kedinin etin attığı her adıma karşı sırtını dönüp, sonra da aç kaldım diye delilenmesi asıl mesele. Film boyunca kendi egoizmi ve kardeşine duyduğu suçluluk içinde gittikçe daha da boğulan Neil'ın her bir defasında kıskançlıkla dolu reddedişlerine karşılık, Bono'nun tüm iyi niyetiyle adeta bir melek gibi devamlı bu çocukluk arkadaşlarına elini uzatmasını izliyoruz. Bir taraf o kadar iyi ve diğer taraf da o kadar kötü ki cidden bir süre sonra sinir bozucu oluyor.
(Gerçek Neil'ın film hakkındaki röportajı için : http://www.telegraph.co.uk/culture/film/starsandstories/8376077/Neil-McCormick-on-Killing-Bono.html)
Tabi bir yandan McCormicklerin grubunun şarkılarını ve U2'nun erken dönem hitlerini, dönemin güzel müziklerini dinliyoruz bu gitgide çığrından çıkan adamın hikayesini izlerken. Ben Barnes belli ki kariyerine bu "tür" rollerden katma vaktinin geldiğine inanmış ve onu denemeye çalışmış. Bol bol şarkı söyleyip, gittikçe psikopatlaşan acemi müzisyeni oynayarak fena bir iş çıkarmamış. Robert Sheehan da oldukça iyi, tabi bir de o gözlerin nasıl öyle yemyeşil görünebildiğini çözebilseydim daha iyi olacaktı. Ayrıca Pete Postlethwaite'nin o hasta haliyle rol aldığı son film olduğundan da önem arz ediyor (unutmuştum önce ben, sonra izlerken bu adam niye bu kadar hasta gibi dedim cidden rolde bile öyle olduğu çok belli oluyordu, sonra imdbyi açınca hatırladım tabi, ocakta aramızdan ayrılmıştı kendisi.).
Sonuçta eğlenceli, müzik dolu ve genç oyuncuları başarılı bir "gerçek" hikaye izlemiş oluyoruz Killing Bono ile. Orta seviye olabilir biraz, benzerlerine veya benzetilmeye çalışıldıklarına nazaran da hafif kaçabilir ama bununla birlikte oturup bir kez daha "Across The Universe" ve "I'm Not There" izlenip, üzerine de cila niyetine bir "Taking Woodstock" geçilirse, daha da iyi olabilir.
Ben Barnes'ı bundan sonra 2012'de iki ufacık yan rolde, 2013'te de kocaman bir başrolle bekliyor olacağım ben. Şimdiye kadarkilerle size de başarılı gelmişse, bekleriz birlikte ;)
10 Eylül 2011 Cumartesi
Ben Barnes'lı Filmler 2 : Easy Virtue (2008)
İlk bölümde (Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)) "Bigga Than Ben" ile perdeye transfer olduğunu gördüğümüz Ben Barnes'ı aynı sene bir Hollywood yapımında ufak bir rolde de gördük. Süperötesi yazar Neil Gaiman'ın aynı adlı romanından uyarlanan "Stardust"ta Ben, ana karakterin babasının gençliğini oynadığı yaklaşık 5 dakikayla kendine yer buldu. Ki bu Matthew Vaughn'ın yönettiği ve Michelle Pfeiffer, Claire Danes, Robert De Niro, Sienna Miller, Henry Cavill gibi oyuncuların geçit töreni gerçekleştirdiği bir film için hiç de fena bir çaba sayılmaz.
"Stardust"ta bir göründüm, kaçtım yapmasını Hollywood yeterli bulmamış olacak ki ertesi sene, 2008'de ilk "gişe" filmine adım attı Ben. "The Chronicles of Narnia : Prince Caspian" ile ilk gişe başrolünü gerçekleştirdi böylece. Ve nerdeyse Narnia serisinin keskin bir düşüş gösteren film serüveni, tamamen onun omuzlarına bindirildi.
Kendisi üzerine kurulu büyük bütçeli bir filmin başrolünü oynamanın yükünden sonra aynı yıl "Easy Virtue" isimli bir tiyatro oyunu uyarlamasıyla perdelere konuk oldu. İngilizlerin pek bayıldığı oyun yazarı Noel Coward'ın 1920'lerin sonlarında geçen oyununun, Hitchcock uyarlamasının aksine tam bir komedi haline dönüştürülmüş olduğu "Easy Virtue"da Ben Barnes'a düşen rol de zengin aristokrat çiftlik ailesi olan Whittakerların parlayan, umut saçan, hayat dolu ve tasasız oğlunu oynamaktı.
1920'lerin sonunda İngiltere'nin kırsal kesiminde geniş arazilerinin içindeki kocaman evlerinde yaşayan burnu havada Whittaker ailesine konuk oluyoruz "Easy Virtue" ile. Baba Jim ilk dünya savaşında savaşmış, esasında biz sinema izleyicisinin oldukça aşina olduğu savaş-sonrası-psikolojisine oldukça batmış, devamlı ortalıkta toplanmamış bir yatak gibi gezen, herşeyi boşvermiş, hiçbir şeye karışmayan bir adam. Savaştan sonra eve dönmemiş esasında, Fransa'da kendini hayatın zevklerine vermiş halde bir süre dolanmış. Onun bu önce fiziksel ardından psikolojik yokluğunda karısı yani annemiz Veronica da katı ahlakçılığı, kuralcılığı ve İngilizliği ile evi ve herkesin yaşamını çekip çevirmeye vermiş kendini. Tabi bu durum da onu filmin en baştaki tek otoritesi yapıyor. İki kız kardeş Marion ve Hilda ise birbirlerinden tuhaflar. Marion ölen nişanlısı Edgar için yas tutuyor hala, Hilda ise kanlı-vahşi-skandal dolu olan herşeye bayılıyor, gazete küpürleri falan biriktiriyor.
Böyle bir ailenin oğlu olan John ise Monaco'da araba yarışlarında tanıştığı Amerikalı yarışçı Larita'ya aşık olup, evlenip, onu bir de eve, bu aileyle tanıştırmaya getiriyor. Larita Detroit'te büyümüş, tam bir afet. Araba yarışçısı, başın buyruk, şehir insanı, deneyimli, hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan, biraz da "rahat" bir kadın. Birlikte bu eski moda aristokrat evine adım atıyorlar ve bir çeşit rekabet hikayesi başlıyor.
Filmin görüntü olarak vermeye çalıştığı mesaj da bu : Gelin kaynana çekişmesi. Ama değil. Yani öyle başlatıp, romantik komedi süsü verilmeye çalışılıp, bambaşka yerlere gidiveriyor hikaye. Savaş sonrası durumu gösteriyor biraz, kuralcı eski kafalı aile değerlerini bulaştırıyor işin içine, "basit erdemlerin" iyi mi kötü mü olduğuna dair mesajlar içermeye çalışıyor, eski "geçmiş" ile yeni "gelecek"in çarpıştığını söylüyor bir yandan. Evliliğin ne olduğundan ve sınırlarından çok, aşkın ne olduğundan ne kadar olduğundan yana söyleyeceklerini söylüyor.
Evet bir sürü şey söylemeye çalışıyor böyle ve yazdığımda "vaay" falan gibi gelmeye başlamış olabilir ama değil. Tüm bunlar anlatılmaya çalışılan dönemin atmosferine pek benzemeyen jazz ritimleriyle birlikte sadece bir romantik komedi kalıbında geliyor önümüze. Hani bazen elde en güzel malzemeler varken en kötü yemek ortaya çıkar ya aynen öyle oluyor bu filme de. "Birazcık" olmuş bir film. Yani elde inanılmaz bir Colin Firth, rolüne cuk oturan bir Kristin Scott Thomas, tertemiz oynayan birer Jessica Biel ve Ben Barnes varken, film gene de kanı canı çekilmiş bir şeye benziyor.
Nedeni aslında açık. Colin Firth ve Kristin Scott Thomas, kariyerlerinin en alışıldık rollerine büründürülmüş bir kere. Hiç risk alınmamış, gayet kalıpları dahilindeler. Ben Barnes ve Jessica Biel tek başlarına parıldayan insanlar olabilirler ama birlikte, aşık bir çifti canlandırırken berbatlar, ruhsuzlar, uyumsuzlar. Zengin bir "countryside" evi olması gereken malikane ise dönemin fakir evlerinden ikinci sınıf eşyayla döşenmiş gibi. Bunlar ne biçim aristokrat böyle dedirtiyor.
Film kötü değil, bu arada onu söyleyeyim. Yani "o kadar da" kötü değil. Sadece bunca mükemmel elementle insan çok daha fazla birşey beklerken orta karar bir romantik komediyle karşılaşınca haliyle dır dır ediyor. Ben Barnes da muhtemelen benim gibi "elementlere" kanıp, rol almış olmalı. Ben ona o düşünceyi yakıştırıyorum ve "Killing Bono"ya doğru yol alıyorum.
Bu arada filmlerden dans sahnelerime bir yenisi daha eklemekten memnum değil miyim, kesinlikle memnunum. Buyrunuz dayanılmaz cazibesine tango yapan bir Colin Firth'ün (tamamı değilse de bir kısmı):
Filmin resmi sitesi : http://easyvirtuethemovie.co.uk/
"Stardust"ta bir göründüm, kaçtım yapmasını Hollywood yeterli bulmamış olacak ki ertesi sene, 2008'de ilk "gişe" filmine adım attı Ben. "The Chronicles of Narnia : Prince Caspian" ile ilk gişe başrolünü gerçekleştirdi böylece. Ve nerdeyse Narnia serisinin keskin bir düşüş gösteren film serüveni, tamamen onun omuzlarına bindirildi.
Kendisi üzerine kurulu büyük bütçeli bir filmin başrolünü oynamanın yükünden sonra aynı yıl "Easy Virtue" isimli bir tiyatro oyunu uyarlamasıyla perdelere konuk oldu. İngilizlerin pek bayıldığı oyun yazarı Noel Coward'ın 1920'lerin sonlarında geçen oyununun, Hitchcock uyarlamasının aksine tam bir komedi haline dönüştürülmüş olduğu "Easy Virtue"da Ben Barnes'a düşen rol de zengin aristokrat çiftlik ailesi olan Whittakerların parlayan, umut saçan, hayat dolu ve tasasız oğlunu oynamaktı.
1920'lerin sonunda İngiltere'nin kırsal kesiminde geniş arazilerinin içindeki kocaman evlerinde yaşayan burnu havada Whittaker ailesine konuk oluyoruz "Easy Virtue" ile. Baba Jim ilk dünya savaşında savaşmış, esasında biz sinema izleyicisinin oldukça aşina olduğu savaş-sonrası-psikolojisine oldukça batmış, devamlı ortalıkta toplanmamış bir yatak gibi gezen, herşeyi boşvermiş, hiçbir şeye karışmayan bir adam. Savaştan sonra eve dönmemiş esasında, Fransa'da kendini hayatın zevklerine vermiş halde bir süre dolanmış. Onun bu önce fiziksel ardından psikolojik yokluğunda karısı yani annemiz Veronica da katı ahlakçılığı, kuralcılığı ve İngilizliği ile evi ve herkesin yaşamını çekip çevirmeye vermiş kendini. Tabi bu durum da onu filmin en baştaki tek otoritesi yapıyor. İki kız kardeş Marion ve Hilda ise birbirlerinden tuhaflar. Marion ölen nişanlısı Edgar için yas tutuyor hala, Hilda ise kanlı-vahşi-skandal dolu olan herşeye bayılıyor, gazete küpürleri falan biriktiriyor.
Böyle bir ailenin oğlu olan John ise Monaco'da araba yarışlarında tanıştığı Amerikalı yarışçı Larita'ya aşık olup, evlenip, onu bir de eve, bu aileyle tanıştırmaya getiriyor. Larita Detroit'te büyümüş, tam bir afet. Araba yarışçısı, başın buyruk, şehir insanı, deneyimli, hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan, biraz da "rahat" bir kadın. Birlikte bu eski moda aristokrat evine adım atıyorlar ve bir çeşit rekabet hikayesi başlıyor.
Filmin görüntü olarak vermeye çalıştığı mesaj da bu : Gelin kaynana çekişmesi. Ama değil. Yani öyle başlatıp, romantik komedi süsü verilmeye çalışılıp, bambaşka yerlere gidiveriyor hikaye. Savaş sonrası durumu gösteriyor biraz, kuralcı eski kafalı aile değerlerini bulaştırıyor işin içine, "basit erdemlerin" iyi mi kötü mü olduğuna dair mesajlar içermeye çalışıyor, eski "geçmiş" ile yeni "gelecek"in çarpıştığını söylüyor bir yandan. Evliliğin ne olduğundan ve sınırlarından çok, aşkın ne olduğundan ne kadar olduğundan yana söyleyeceklerini söylüyor.
Evet bir sürü şey söylemeye çalışıyor böyle ve yazdığımda "vaay" falan gibi gelmeye başlamış olabilir ama değil. Tüm bunlar anlatılmaya çalışılan dönemin atmosferine pek benzemeyen jazz ritimleriyle birlikte sadece bir romantik komedi kalıbında geliyor önümüze. Hani bazen elde en güzel malzemeler varken en kötü yemek ortaya çıkar ya aynen öyle oluyor bu filme de. "Birazcık" olmuş bir film. Yani elde inanılmaz bir Colin Firth, rolüne cuk oturan bir Kristin Scott Thomas, tertemiz oynayan birer Jessica Biel ve Ben Barnes varken, film gene de kanı canı çekilmiş bir şeye benziyor.
Nedeni aslında açık. Colin Firth ve Kristin Scott Thomas, kariyerlerinin en alışıldık rollerine büründürülmüş bir kere. Hiç risk alınmamış, gayet kalıpları dahilindeler. Ben Barnes ve Jessica Biel tek başlarına parıldayan insanlar olabilirler ama birlikte, aşık bir çifti canlandırırken berbatlar, ruhsuzlar, uyumsuzlar. Zengin bir "countryside" evi olması gereken malikane ise dönemin fakir evlerinden ikinci sınıf eşyayla döşenmiş gibi. Bunlar ne biçim aristokrat böyle dedirtiyor.
Film kötü değil, bu arada onu söyleyeyim. Yani "o kadar da" kötü değil. Sadece bunca mükemmel elementle insan çok daha fazla birşey beklerken orta karar bir romantik komediyle karşılaşınca haliyle dır dır ediyor. Ben Barnes da muhtemelen benim gibi "elementlere" kanıp, rol almış olmalı. Ben ona o düşünceyi yakıştırıyorum ve "Killing Bono"ya doğru yol alıyorum.
Bu arada filmlerden dans sahnelerime bir yenisi daha eklemekten memnum değil miyim, kesinlikle memnunum. Buyrunuz dayanılmaz cazibesine tango yapan bir Colin Firth'ün (tamamı değilse de bir kısmı):
Filmin resmi sitesi : http://easyvirtuethemovie.co.uk/
9 Eylül 2011 Cuma
Yalnızım, Yalnızız, Yalnızlıklar.
Bugün böyle bir gün yaşadım da. Gece boyunca salakça bir rüya silsilesiyle boğuştum önce. Ne gördüğümü hatırlamıyorum (iyiki de hatırlamıyorum), sadece her defasında ağlayarak uyandığımı ve geri toparlanıp uykuya daldığımda bir önceki kısımda nerede kaldıysam ordan görmeye devam ettiğimi biliyorum. Güzel birşeyler olsa ve devamını görmek istesem hayatta göremem, bu salak kabusu sanki çok gerekliymiş gibi devam ettirdim.
Sonunda kalkıp, mutfağın yolunu tuttuğumda daha da kötü bir duygu çöreklendi resmen içime. O kadar zaman tek başıma olmuşluğum vardır ama bu sabah o uykudan kurtulup da mutfağın boşluğuyla karşılaşınca iyi hissetmedim. Normalde kalktığımda hep hazır olur kahvaltı o masada. Çay da ocakta. Bu sabah da sanırım içten içe onu bekledim. Gidip gene tasasızca oturayım ve herşey önüme gelsin istedim. Gelmedi tabi.
Sadece kahvaltının hazır olmaması durumu da değil. Evde hiç ekmek yoktu. Önceki günden dişlediğim bir küçük parça, bir dilim kurumuş ekmek parçası vardı ekmeklikte. Oturup ağlamak istedim zırıl zırıl. Daha dün markete gittim ve evde sanırım şu an en az 5 çeşit cips var. Ama ekmek yoktu işte sabah. Birşeyler unuttuğumu düşünmüştüm zaten eve döndüğümde marketten. O cipsleri, bebe bisküvisini, dondurma sosunu bile unutmamışım da bir ekmeği, ufacık bir ekmeği unutmuşum.
Aç bilaç elimde anahtar ve para, sabah güneşine çıktım. Evin karşısında bir büfe var. Ama ben belediyenin şu küçük boyutlu, çörek gibi olan ekmeklerinden istiyordum. İnat edip, o büfeyi es geçip, yokuşu tırmanıp, belediye büfesine gittim. Sabah dedikosunu etmekte olan büfeci teyzeyi ve dedikoducu teyzeyi zor ayırıp, ekmek istedim. Ama ne benim istediğim ekmekten vardı, ne de teyze paramı bozabiliyordu. Orda sokağın ortasında durup, yeri tekmeleyerek zırlıyacaktım. Neyse dedim, geri döndüm evin oraya. Ama o büfeye gene uğramadım ve ana yolun üstündeki belediye büfesine bakmaya karar verdim. Bir ton da oraya yürüdüm. Midem sırtıma yapışmış, kan ter içinde kalmış ve mutsuzluğun dibine vurmuş halde ana yola gittim. O büfe de kapalıydı. Büfenin önündeki gölgede otobüs bekleyen adama kafa atmak istedim. Ama derin nefesler eşliğinde yine geri döndüm ve eve dönüş yolundaki bir başka büfeden herhangi bir ekmek almaya razı oldum. Acaba cipsleri reçele batırıp da mı yesem diye düşünmedim değil tabi.
Sonunda evden çıkıp, okula gidebildim. Bu arada ben evden çıktıktan yarım saat sonra kargocu aradı. Paket getirmişler bana, telefonda önce yan ve karşı komşuların kapısını çaldırdım, sonra da alt komşunun. Ama üçü de evde yoktu nasıl şanssa. Sonunda saat 4'ten sonra şubeden almamı söylediler. Telefonu kapattıktan sonra aklıma ne gelsin? Ya kocaman bir paket gelmişse (evet bazen geliyor) ve ben geri dönerken onu almaya çalışırsam ne olacaktı? Çünkü geri dönerken kargo şubesi merkezle ev arasında kalıyor. Yani bindiğim otobüsten inip, karşıya geçip, paketi alıp, gene karşıya geçip, iş çıkışı saatinde otobüs bulup, kendim taşıdığım paketle eve dönmeye çalışacaktım. Gene zırlamak istedim. Ama sustum.
Neyse okula kütüphaneden aldığım kitapları bırakmaya uğramıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim, Beytepe bu mevsimde, tam da bu dönemde en güzel halini yaşıyor. Okulda olmak istediğim bir zaman varsa zaman, kesinlikle bu zaman. Öğrenciler henüz gelmemiş oluyor, sadece tek tük kayda gelmiş çömezlerle anne-babalar oluyor etrafta. Birbirleriyle şakalaşan güvenlikler gölgede toplaşıp, oturmuş oluyorlar. Hocalar bile olmuyor. Güneş vuran yerlerde çok terlemiyorsunuz, gölgede üşümüyorsunuz. Çimenler yeni biçilmiş oluyor, kokusu burnunuzu doldururken gölge bir ağacın altına kıvrılabiliyorsunuz. Otobüsler, ringler, dolmuşlar rahat oluyor. İstediğiniz gibi taşıt bulabiliyorsunuz. Sessiz oluyor ağaçlıklı yol, sadece rüzgarın sesi kaşındırıyor kulaklarınızı. Herşey daha güzel görünüyor bu mevsimde Beytepe'de, herşey mümkünmüş gibi geliyor.
Okulda işim bitince bünyem de bitmişti. Hem kargo şubesine gitmem gereken saati getirememiş olduğumdan hem de kafamdaki o yarı kilom kadarlık paket görüntüsünü bu boş mideyle nasıl taşıyacağım sorununa mantıklı bir çözüm üretemediğimden, ev tarafı yerine ters yöne bindim ve cepa'ya gittim. AVM kendisi. Girip, kendime oburca bir burger king ziyafeti çektim. Oturup, ilk kez yemek görmüş gibi steakhouse burger'imi mideye indirdikten sonra da D&R'a girip, birkaç birşey aldım (Tabi bir de fantastik bölümünde aradığım kitabın gençlik-çocuk bölümünde olduğunu öğrenmem biraz utanç vericiydi.).
Elimde yeni kitaplar dergiler biraz mutluluk vermişken kargo paketi geldi aklıma. Yolun yarısında kös kös indim otobüsten. Paketim vardı, dedim şubedeki kadına. Ararken paketi bir yandan sordu bana, büyük bir paket mi bekliyordunuz siz diye. Yutkunduğumu görmemiştir umarım. Tam gözüm arkamdaki kocaman kolilere takılmışken kadın elinde bir test kitabı boyutundaki paketle önümde belirdi. O an ona sarılabilirdim, biliyorum. Altı Nokta Körler Derneği için sesli okuma yapmıştım, onun ikincisi için yeni bir kitap daha gelmişti yani. Sırıtarak yola çıktım ama sırıtışım, önümden geçip giden hıncahınç dolu otobüsleri, durmayan dolmuşları görünce suratımda dondu tabi.
Eve gelebildim sonunda. Mühim olan o değil. Mühim olan tüm bu anlattıklarımı tek başıma yapmış olmam. Tüm o yolları tek başıma, sallana sallana kat etmiş olmam. Tamam, telefonda 4 ayrı kişiyle konuştum bu sırada, bir dolu da insanla diyalog kurdum, aralarında yürüdüm, seyahat ettim, yemek yedim. Ama her adımda yalnızdım işte. Ailemin en yakın üyesi en az 6 saatlik karayolu uzağımdaydı (Hala öyleler). Ve ben sadece yalnızdım işte.
İşin kötüsü tüm bu yalnızlığıma rağmen bana tek koyan, neden elimde bir özel şoförle arabam olmadığı ve beni tüm yerlere taşımadığıydı.
Sonunda kalkıp, mutfağın yolunu tuttuğumda daha da kötü bir duygu çöreklendi resmen içime. O kadar zaman tek başıma olmuşluğum vardır ama bu sabah o uykudan kurtulup da mutfağın boşluğuyla karşılaşınca iyi hissetmedim. Normalde kalktığımda hep hazır olur kahvaltı o masada. Çay da ocakta. Bu sabah da sanırım içten içe onu bekledim. Gidip gene tasasızca oturayım ve herşey önüme gelsin istedim. Gelmedi tabi.
Sadece kahvaltının hazır olmaması durumu da değil. Evde hiç ekmek yoktu. Önceki günden dişlediğim bir küçük parça, bir dilim kurumuş ekmek parçası vardı ekmeklikte. Oturup ağlamak istedim zırıl zırıl. Daha dün markete gittim ve evde sanırım şu an en az 5 çeşit cips var. Ama ekmek yoktu işte sabah. Birşeyler unuttuğumu düşünmüştüm zaten eve döndüğümde marketten. O cipsleri, bebe bisküvisini, dondurma sosunu bile unutmamışım da bir ekmeği, ufacık bir ekmeği unutmuşum.
Aç bilaç elimde anahtar ve para, sabah güneşine çıktım. Evin karşısında bir büfe var. Ama ben belediyenin şu küçük boyutlu, çörek gibi olan ekmeklerinden istiyordum. İnat edip, o büfeyi es geçip, yokuşu tırmanıp, belediye büfesine gittim. Sabah dedikosunu etmekte olan büfeci teyzeyi ve dedikoducu teyzeyi zor ayırıp, ekmek istedim. Ama ne benim istediğim ekmekten vardı, ne de teyze paramı bozabiliyordu. Orda sokağın ortasında durup, yeri tekmeleyerek zırlıyacaktım. Neyse dedim, geri döndüm evin oraya. Ama o büfeye gene uğramadım ve ana yolun üstündeki belediye büfesine bakmaya karar verdim. Bir ton da oraya yürüdüm. Midem sırtıma yapışmış, kan ter içinde kalmış ve mutsuzluğun dibine vurmuş halde ana yola gittim. O büfe de kapalıydı. Büfenin önündeki gölgede otobüs bekleyen adama kafa atmak istedim. Ama derin nefesler eşliğinde yine geri döndüm ve eve dönüş yolundaki bir başka büfeden herhangi bir ekmek almaya razı oldum. Acaba cipsleri reçele batırıp da mı yesem diye düşünmedim değil tabi.
Sonunda evden çıkıp, okula gidebildim. Bu arada ben evden çıktıktan yarım saat sonra kargocu aradı. Paket getirmişler bana, telefonda önce yan ve karşı komşuların kapısını çaldırdım, sonra da alt komşunun. Ama üçü de evde yoktu nasıl şanssa. Sonunda saat 4'ten sonra şubeden almamı söylediler. Telefonu kapattıktan sonra aklıma ne gelsin? Ya kocaman bir paket gelmişse (evet bazen geliyor) ve ben geri dönerken onu almaya çalışırsam ne olacaktı? Çünkü geri dönerken kargo şubesi merkezle ev arasında kalıyor. Yani bindiğim otobüsten inip, karşıya geçip, paketi alıp, gene karşıya geçip, iş çıkışı saatinde otobüs bulup, kendim taşıdığım paketle eve dönmeye çalışacaktım. Gene zırlamak istedim. Ama sustum.
Neyse okula kütüphaneden aldığım kitapları bırakmaya uğramıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim, Beytepe bu mevsimde, tam da bu dönemde en güzel halini yaşıyor. Okulda olmak istediğim bir zaman varsa zaman, kesinlikle bu zaman. Öğrenciler henüz gelmemiş oluyor, sadece tek tük kayda gelmiş çömezlerle anne-babalar oluyor etrafta. Birbirleriyle şakalaşan güvenlikler gölgede toplaşıp, oturmuş oluyorlar. Hocalar bile olmuyor. Güneş vuran yerlerde çok terlemiyorsunuz, gölgede üşümüyorsunuz. Çimenler yeni biçilmiş oluyor, kokusu burnunuzu doldururken gölge bir ağacın altına kıvrılabiliyorsunuz. Otobüsler, ringler, dolmuşlar rahat oluyor. İstediğiniz gibi taşıt bulabiliyorsunuz. Sessiz oluyor ağaçlıklı yol, sadece rüzgarın sesi kaşındırıyor kulaklarınızı. Herşey daha güzel görünüyor bu mevsimde Beytepe'de, herşey mümkünmüş gibi geliyor.
Okulda işim bitince bünyem de bitmişti. Hem kargo şubesine gitmem gereken saati getirememiş olduğumdan hem de kafamdaki o yarı kilom kadarlık paket görüntüsünü bu boş mideyle nasıl taşıyacağım sorununa mantıklı bir çözüm üretemediğimden, ev tarafı yerine ters yöne bindim ve cepa'ya gittim. AVM kendisi. Girip, kendime oburca bir burger king ziyafeti çektim. Oturup, ilk kez yemek görmüş gibi steakhouse burger'imi mideye indirdikten sonra da D&R'a girip, birkaç birşey aldım (Tabi bir de fantastik bölümünde aradığım kitabın gençlik-çocuk bölümünde olduğunu öğrenmem biraz utanç vericiydi.).
Elimde yeni kitaplar dergiler biraz mutluluk vermişken kargo paketi geldi aklıma. Yolun yarısında kös kös indim otobüsten. Paketim vardı, dedim şubedeki kadına. Ararken paketi bir yandan sordu bana, büyük bir paket mi bekliyordunuz siz diye. Yutkunduğumu görmemiştir umarım. Tam gözüm arkamdaki kocaman kolilere takılmışken kadın elinde bir test kitabı boyutundaki paketle önümde belirdi. O an ona sarılabilirdim, biliyorum. Altı Nokta Körler Derneği için sesli okuma yapmıştım, onun ikincisi için yeni bir kitap daha gelmişti yani. Sırıtarak yola çıktım ama sırıtışım, önümden geçip giden hıncahınç dolu otobüsleri, durmayan dolmuşları görünce suratımda dondu tabi.
Eve gelebildim sonunda. Mühim olan o değil. Mühim olan tüm bu anlattıklarımı tek başıma yapmış olmam. Tüm o yolları tek başıma, sallana sallana kat etmiş olmam. Tamam, telefonda 4 ayrı kişiyle konuştum bu sırada, bir dolu da insanla diyalog kurdum, aralarında yürüdüm, seyahat ettim, yemek yedim. Ama her adımda yalnızdım işte. Ailemin en yakın üyesi en az 6 saatlik karayolu uzağımdaydı (Hala öyleler). Ve ben sadece yalnızdım işte.
İşin kötüsü tüm bu yalnızlığıma rağmen bana tek koyan, neden elimde bir özel şoförle arabam olmadığı ve beni tüm yerlere taşımadığıydı.
Yazmak
Klasik Dune serisinin 5.kitabı olan "Dune Sapkınları"nı aldım geçen hafta. Frank Herbert usta bu kitabın başında kendine "Ben Dune'u Yazarken" diye bölüm ayırmış bu sefer. İki sayfada kısaca onun için olayın nasıl başladığını, nereye gittiğini, neye ulaştığını ve ne ifade ettiğini anlatmış. 10 kitabın ardından öyle satırları okumak benim için tarif edilemezdi. Umberto Eco'nun Gülün Adı için yazdığı makaledeki satırlar kadar yardımı olabilir kanımca, "yazmak" isteyenler için. Benim gibi.
"(...)Ben bir yazardım ve yazıyordum. Başarılı olmam, yazmaya daha fazla vakit ayırabileceğim anlamına geliyordu.
Şimdi dönüp geçmişe bakınca, içgüdüsel olarak doğru şeyi yaptığımı fark ediyorum. İnsan başarı kazanmak için yazmamalı. Yoksa dikkati dağılır. Eğer yazıyorsanız, yaptığınız tek şey bu olmalı : Yazmak.
Yazar ile okuyucu arasında gayri resmi bir anlaşma vardır. Birileri kitapçılara gidip, bin bir güçlükle kazandıkları paraları (enerjiyi) sizin kitabınız için harcıyorsa, o insanları olabildiğince eğlendirmek boynunuzun borcudur.
Benim de en başından beri niyetim buydu."
6 Eylül 2011 Salı
Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)
20 Ağustos 1981 tarihinde Londra semalarından dünyamıza inmiş olan Benjamin Thomas Barnes'ı ben de birçoğumuz gibi ilk defa Narnia Günlükleri : Prince Caspian'daki malum prens olarak tanıdım. E bir kere de tanıyınca kendisini sevmemek, ergen-genç-kız-fanatikliğine dönüşmemek pek zor (yoo hayır dönüşmedim).
Ben Barnes ekran ve perde kariyerine öncelikle Hyrise adındaki bir boyband'de şarkı söyleyip dans ederek başlamış (ki nerdeyse 2004'te İstanbul'daki Eurovision'da İngiltere'yi temsil edecekmiş, o derece.). Ardından tvde bir iki kere görünüp, neyseki kendine bir oyunculuk kariyeri çizmeye karar vermiş olmalı ki 2006'da "Doctors" adlı dizinin bir bölümünde ve "Split Decision" adlı bir tv filminde rol almış. Yapımı veya çekimi devam eden birçok film var bu sene ve seneye vizyona girmesi beklenen. Ancak şimdiye kadar gösterimi yapılmış 8 tane sinema filminde kendine gayet iyi yerler edinmiş durumda. Sözkonusu 8 filmden bir tek "Locked In" adlı 2010 yapımı Suri Krishnamma filmini bulamadım, göremedim henüz.
Ben'in ilk beyazperde işi "Bigga Than Ben" esasında oldukça iyi bir başlangıç, kendini kanıtlamak isteyen bir yetenek için. Tam ismi de Bigga Than Ben : Russians' Guide To Ripping Off London. Bu ismin de fikir verdiği gibi Pavel Tetersky ve Sergei Sakin'in aynı isimli günlük-kitaplarından Suzie Halewood'un senaryolaştırıp, bir de yönettiği bir uyarlama. Moskova Film Festivali'nde ve Edinburgh Film Festivali'nde gösterilip, oldukça beğenilmiş olan bu kara-mizah filmi, çocukluktan beri iki sıkı dost olan Rus gençleri Spiker ve Cobakka'nın farklı farklı nedenlerle yurtdışında köşeyi dönme çabalarını anlatıyor. Spiker yeterli parayı biriktirip sevgilisi ile evlenebilmek isterken, Cobakka her zaman kurmayı istediği müzik grubunu oluşturacak kadar parayı elde edebilmeyi umuyor. Aslında Los Angeles'a gitmeyi istiyorlar tabi önce ama bütçeleri ancak Londra'ya kadar götürebiliyor onları ve mecburen de hayallerine orda destek aramak durumunda kalıyorlar.
Cobakka'nın dış ses olarak bir yandan anlattığı olayları, Rusya'dan gelip, birer göçmen ve yabancı olarak Londra'nın onlara gösterdiği yüzünü, izliyoruz. Banka hesabı açmak istiyorlar mesela ilk hedef olarak. Ama bunun için adrese, kalacak yere, belgeleyecek bir işe ihtiyaçları var. Başlarını sokacak çatıyı bile zar zor buluyorlar her gece. Sırtlarında çantaları, ağır Rus aksanlı İngilizceleriyle oldukça yabancı düşmanı olan İngilizlerin arasında iş arıyorlar. Müslüman mahallesinin kokusuna dayanamıyorlar, kendi ülkelerinde nefret ettikleri siyahilerden yardımı ve insanlığı görüyorlar. Hatta filmin belki de en iyi karakterleri o Jamaikalı rastafaryan abiler.
İstenmeyenler olarak yırtmaya çalıştıkları bu metropolün inceliklerini öğreniyorlar bir yandan. Yasaları ve düzeni nasıl eğip bükebileceklerini, boşluklardan nasıl yararlanabileceklerini çözüp, sistemin içine dalmaya çalışıyorlar. Yalnız bu kadar trajik bir göçmenlik hikayesi olarak anlattığıma bakmayın, film esasında son derece eğlenceli ve komik. Adı üstünde kara-mizah zaten. Mizah yönü çok iyi bir karalık bu. Dünyanın en refah düzeyi yüksek şehirlerinden birinin arka sokaklarını gösteriyor tabi bu arada, gerçekçi bir şekilde İngilizlerin yabancılara ve yabancıların birbirlerine nasıl davrandıklarını da anlatıyor. Arkadaşlığı, dostluğu, amaçları, hayalleri sorgulatıyor.
Cobakka rolündeki Ben Barnes, yırtma derdinde Londra'nın soğuk nefesiyle boğuşan Rus gencini çok iyi canlandırıp, bir anlamda filmi sırtlamış ve gayet yerinde bir başlangıç yapmış böylece. Başrolün diğer yarısı Andrey Chadov'un performansını da gözardı etmemek gerek tabi. Üstüne Pete Doherty ve Joe Strummer'ın el attıkları müzikler de cabası.
Filmin resmi sitesi : http://www.biggathanben.com/
Ben Barnes ekran ve perde kariyerine öncelikle Hyrise adındaki bir boyband'de şarkı söyleyip dans ederek başlamış (ki nerdeyse 2004'te İstanbul'daki Eurovision'da İngiltere'yi temsil edecekmiş, o derece.). Ardından tvde bir iki kere görünüp, neyseki kendine bir oyunculuk kariyeri çizmeye karar vermiş olmalı ki 2006'da "Doctors" adlı dizinin bir bölümünde ve "Split Decision" adlı bir tv filminde rol almış. Yapımı veya çekimi devam eden birçok film var bu sene ve seneye vizyona girmesi beklenen. Ancak şimdiye kadar gösterimi yapılmış 8 tane sinema filminde kendine gayet iyi yerler edinmiş durumda. Sözkonusu 8 filmden bir tek "Locked In" adlı 2010 yapımı Suri Krishnamma filmini bulamadım, göremedim henüz.
![]() |
Spiker ve Cobakka : meteliksiziz ama cooluz. |
![]() |
Nereye geldik abi biz böyle bakışı |
![]() |
Artash ve çömezleri |
![]() |
karın doyurmanın yegane yolu : aşırıcılık |
![]() |
yırtmanın da çeşitli şekilleri var, değil mi? |
5 Eylül 2011 Pazartesi
Once Upon A Time In Europe
Geçende harddiskin içini düzenlerken yaptım. Öyle aklıma geldi. 2008 yazında bir hafta içinde bulunduğum birkaç yerde 3 dakikayı bile bulmayan çektiğim görüntüler.
Dawson's Creek Güzellemesi
Senelerden...Cnbc-e'nin Kanal E olduğu senelerden biriydi. Çocukluğum bir akşamüstünde gene, elime kumandayı almış, televizyonun karşısına geçmiştim. Malum kanalda bir sahneyi yakaladım, daha doğrusu o beni yakaladı. Bir nehir kıyısındaki iskelenin kenarına oturup, ayaklarını suya doğru sallandırmış iki genç insan. Kız olan önce erkeği terslerken, sonra başını onun omzuna koyuyor ve erkek de kolunu, ağlayan kızın omzuna atıp, güven veren tesellisine devam ediyor. Hayır, o kadar da etkileyici bir sahne falan değildi. Benim tepkim daha çok "ben bu çocuğu nerden tanıyorum ki" şeklinde bir beyin içi taramasıydı. Tabi o zamanlar bu izlediği-oyuncuları-ev-ahalisinden-kabul-etme saçmalığım henüz yeni gelişmeye başlıyordu. Sahne bittiğinde neyseki benim düşünme sürecim de tamamlanmıştı. Gördüğüm erkek insan, o yıllarda daha yeni izlediğim "Mighty Ducks" serisinin çocuk oyuncularından Joshua Jackson'dı. Filmi izlerken Charlie Conway karakteriyle herhalde baya ilgilenmiş olmalıydım ki o tek bir sahnede tanıyıp, durdurmamı sağlamıştı beynim görüntüyü.
Kanal E'deki Dawson's Creek izleyebilme serüvenim tabiki çok sağlıklı değildi. Liseye gittiğim dönemde artık yerleşmiş bir Cnbc-E vardı ve DC'nin de son sezonunu baya bir güvenle yayınlamıştı. Gene de o izleme de benim için pek yolunda gitti sayılmaz. Üniversite yıllarıma ulaştığımda aklımda bölük pörçük ama güzel anılarla, vurucu sahnelerle, bitmek bilmez felsefik diyaloglarla dolu bir DC vardı. Burda da yayınlanan diziler yavaş yavaş sezonlar halinde dvdlerde yayınlanmaya başlamıştı o senelerde. Güvenip, bekledim bir süre. Ama DC'yi kimsenin hatırlamadığını üstüne üstlük yeni neslin onun açtığı yolda başka başka dizilere doğru yol almış olduğunu anlamam uzun sürmedi. Araştırmalara giriştim. Youtube'da bölümler halinde düzenlemiş insanlar vardı (sağolsunlar, bir süre ordan izlemiş olabilirim). Ama yükleme işi hala biraz zordu. Sonunda alışveriş sitesinde (sanırım idefix'ti yanlış hatırlamıyorsam) 4 bölümün, birinci ve ikinci sezonların en popüler ikişer bölümünün, toplandığı bir dvd bulabildim. Koskoca DC'ye dair koskoca nette satın alabilmek için bulabildiğim tek şey bu dvdydi. "The Scare, Beauty Contest, The Kiss, His Leading Lady" den oluşan dvdyi sayısız kez döndürmem yeterli olmayacaktı tabi. Ardından gelen birkaç sene içinde, azimli bir çabayla 6 sezonu da indirip, izleyebildim.
Şimdi büyük ihtimalle nedir bu Dawson's Creek diyorsunuz. Haklısınız. Çoğu kişinin sevebileceği bir dizi değildi. Çoğu dizi izleyicisinin tercih edeceği de bir dizi olmayabilirdi. Ama henüz bu Lost, Smallville, One Tree Hill, Gilmore Girls gibi dizilerin olmadığı bir dönemde çıkmıştı ortaya Dawson's Creek. "Teenage Drama"nın çok da fazla temsilcisi yokken ortada, Kevin Williamson oldukça cesur bir işe kalkışmıştı. Bir saat boyunca 4-5 tane ufak sahil kasabası gencinin birbirleri arasındaki inandırıcı olamayacak derecede bilgece ve son sürat konuşmalarının, okul-aile dertlerinin, seks ve diğer ergen problemlerinin neredeyse Jane Austenvari bir ahlakçılık çerçevesinde anlatıldığı, sıfır aksiyonlu, bol dramalı bir diziyi kim izlerdi ki?
Ama öyle olmadı. Yayınlandığı dönemde DC, milyonlarca izleyiciye ulaştı. Milyonlarca genç-çocuk onunla büyüdü. Liseye yeni başlayan Dawson, Joey, Pacey ve Jen ile birlikte seneler geçirip, sonunda üniversiteye adım attı ve hayallerine kavuşmanın ne demek olduğunu izledi.
Benim de ilk gözağrılarımdan biridir DC ve -dalga geçebilirsiniz ama- ondan öğrendiğim pek çok şey vardır, aynen izlemeye layık bulduğum diğer tüm dizilerde olduğu gibi. One Tree Hill'in her birisi bir şarkı ismine sahip bölümlerinden önce DC'nin sahnelerinde çalan müzikleri dinledim ben. Bazen kafamı dağıtmak için bölümlerine sarıldım, bazen de kafamdaki karışıklığı gidermek için diyaloglarına sığındım. Yaşlarından başlarından büyük laflar etti hep karakterler ya da Dallasvari ilişkileri saçmaydı belki ama her gencin büyürken ihtiyacı olan o gençlik dizisi boşluğunu da tam olarak böyle işgal etmesi gerekiyordu zaten.
Peki bu 6 sezonluk hikayenin kahramanları nasıl mıydı? Onlar da şöyle:
Dawson Leery
Diziye adının veren başrol değil mi? Hemen hemen. Yani ilk başlarda yola öyle çıkmışlarsa da belli ki hikaye gelişimi olayı Joey Potter'a çevirmiş ama şu satırlarda meselemiz bu değil. Dawson dizinin düğüm noktası esasında. Herşey onun odasında başlar. Küçüklüğünden beri filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlı olan Dawson, delicesine yönetmen olmak ister. İdolü Steven Spielberg'tür. Hayatla ilgili tüm cevaplarını bir Spielberg filminde bulabileceğini düşünür. İki katlı evlerinin üst katındaki odasının camına bir merdiven dayalıdır. Çocukluk arkadaşı Joey, 6 yaşlarında olduklarından beri o merdivenden tırmanıp, geceyi Dawson'la film izleyerek geçirir. Dawson'ın annesi yerel tv muhabiri, babası da bir anlamda boş gezenin boş kalfasıdır. En iyi dostu Pacey'dir. Birlikte videocu dükkanında çalışır, harçlık yaparlar. Dawson elinde kamerası bu iki dostuyla festivallere yollamak üzere habire film yapmaktadır. Pacey ve Joey birbirlerine sinir olan iki tiptir. Ortak noktaları Dawson olmasa birbirlerinin saçını başını yolarlar o derece. Yine bir çekim yaptıkları günün ortasında Dawson'ların evinin yanındaki evde yaşayan yaşlı hemşire Evelyn'nin torunu gelir. Jen Lindley, tam da bir girl-next-door'dur.
Joey Potter
İşte 6 sezonun her bir bölümünde azimle oynamış, erkekleri birbirine düşürmüş, dostlukları bitirmiş, olayları arapsaçına döndürmüş zavallı Josephine. İsmi gibi, Little Women'ın Josephine'nine benzer. Uzun, sıska, kumral ve erkek fatma halinin altında, en iyi dostu Dawson'a gizli ama saf bir aşk besler Joey. Annesi uzun yıllar önce kanserden ölmüş, babası uyuşturucu satıcılığından hapse girmiş, bir siyahiden evlilik dışı hamile kalmış ablası Bessie ile Dawson'ların ve diğerlerinin yaşadığı nehir tarafının karşısında eski, tek katlı bir evde yaşar fakir ama gururlu Joey. Dersleri süperdir, okulda tam bir örnek öğrencidir, sanat insanıdır çok güzel resim yapar, gerektiğinde çıkarıldığı sahnede pek de güzel şarkı bile söyler. Üstüne üstlük ahlak timsalidir. 15 yaşına kadar eline erkek eli bile değmemiştir. Birçok kuralı vardır zaten. Dawson'a platonik aşkı dışında nerdeyse kusuru bile yoktur. Ama Dawson onu tamamen Pacey gibi görmektedir o ayrı. Paris'e gitme hayalleri vardır. Elinden gelse orada yaşar hep. Ama bu hayatından tek çıkış yolu, okulda çok başarılı olup, burs kazanıp çok iyi bir üniversiteye gitmektir. O da temelde buna uğraşır.
Pacey Witter
Hikayenin kanka-side kick-palyoça kontenjanı Pacey'ye ayrılmıştır. Ama Joshua Jackson onu öyle bir oynar ve Kevin Williamson da öyle sözler yazar ki, Pacey gençlik dizisi tarihinin mükemmel erkek profilini oluşturur sezonlar ilerledikçe, adeta kendi hikayesinin iplerini eline alır. Zaten toplamda 6 sezonluk hikayeye bakıldığında en çok o ilerlemiştir, en çok o yaşamııştır "hayatı iliğine kemiğine kadar". En dibe de vurur yeri geldiğinde, en tepeye de çıkar. Şerif babasının, bir düzine çocuk doğurmuş annesinin, kalabalık ailesinin gözardı ettiğidir ama hep. En iyi dostu Dawson bile hep kendi problemleriyle uğraşır, Pacey'yi pek dinlemez. Grubun salağıdır o, kaybedenidir, kız peşinde koşanıdır. Ama tüm bu tanımlamaları tek tek yerle bir eder Pacey, dizinin belki de en mutlusu, dahası onu en çok hak edeni olup çıkar.
Jen Lindley
New York'taki erken yaşta dağıtmış haliyle başa çıkamayan upper-east-side ailesi tarafından büyükannesinin küçük kasabadaki evine yollanan Jennifer, sarışın bomba rolüne uygun görülmüştür. Ama o da diğer karakterler gibi, içine atıldığı kalıpları yıkmak için yaratılmıştır. Hayatı görmüş geçirmiş yaşlı bir genç olarak, iyiliği, masumiyeti yeniden keşfeder. Sarışınlığını tamamen yıkar, cheerleader prototipini öldürme çalışmalarını Peyton Sawyer gelip el atana kadar başlatıp, belli bir yere getirmiş karakterdir o. Acayip müzik bilgisi vardır, zevki müthiştir. Ateisttir, en baba cümleleri o eder dizi boyunca. Ahlak timsali olarak gösterilmeye çalışılan Joey'nin yanında inatla edepsiz damgası basılmaya çalışır üstüne ama mesela tek bir erkekle bile öpüşmediği sezonlar geçirmiştir yeri geldiğinde. Herşeyi görünüş ve önyargı olarak bize sunmaya çalışan anlayışın aksine Jen Lindley beynini ve sivri dilini kullanır.
Jack McPhee
Devrimdir. Gençlik dizisi tarihinin belki de ilk açık gayidir. Homofobik zengin babası ve psikolojik tedavi gören histerik ablası Andie ile kasabaya sonradan gelir ve grubun temel taşlarından biri olur. Önce Joey'le çıkmaya başlayan sonra da gay olduğunu anlayan Jack ile bir gencin böylesi bir durumda yaşayabileceği tüm aşamaları izleriz böylece, hissederiz, anlarız. Ve en önemlisi Jack'in hikayesi çok özenli yazılmıştır, herşey kararındadır, dengelidir. Diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz dizi ilerlediğinde. O da kendini bulmaya çalışan bir gençtir en nihayetinde. Sadece biraz daha zor bir yoldan.
Andie McPhee
Sonradan dahil olup, iki sezondan sonra gider Andie. Ama hepp grupla olduğunu hissettiğimiz karakterlerdendir. Pacey karakterini hemen hemen yaratan kişidir. Jack'in ablasıdır ama en büyük erkek kardeşleri bir kazada ölünce anneleri delirmiş, babaları öfkeli bir insana dönüşmüş ve aileleri bir anlamda paramparça olmuştur. Zaten mükemmeliyetçi olan Andie de bu durumdan nasibini almış, okulun en zeki ama histerik öğrencisi olmuştur. Çok hassastır bünye olarak ama zehir gibi bir kafası vardır. DC'de gelişmeyen ama geliştiren karakterlerdendir.
Audrey Liddell
Ekibe pek sonra-5.sezonda- dahil olup ancak iki sezon kalabilen Audrey, DC'de görmediğimiz bir kontenjanı oluşturur: Zengin, hiperaktif ama sevgi açlığına rağmen ailesinden sadece para görebilen zavallı ihmal edilen içinde saf genç kız. Joey'nin üniversitedeki oda arkadaşıdır, dümdüz Joey Potter mantığına karşı hayatı, canlılığı, çılgınlığı temsil eder. Hikayesi daha neler neler doğurabilecekken maalesef dizi biter.
Esasında daha neler olduğunu da anlatmak istiyorum ama çok uzun yazıları kimse okumaz, değil mi? :D
Kanal E'deki Dawson's Creek izleyebilme serüvenim tabiki çok sağlıklı değildi. Liseye gittiğim dönemde artık yerleşmiş bir Cnbc-E vardı ve DC'nin de son sezonunu baya bir güvenle yayınlamıştı. Gene de o izleme de benim için pek yolunda gitti sayılmaz. Üniversite yıllarıma ulaştığımda aklımda bölük pörçük ama güzel anılarla, vurucu sahnelerle, bitmek bilmez felsefik diyaloglarla dolu bir DC vardı. Burda da yayınlanan diziler yavaş yavaş sezonlar halinde dvdlerde yayınlanmaya başlamıştı o senelerde. Güvenip, bekledim bir süre. Ama DC'yi kimsenin hatırlamadığını üstüne üstlük yeni neslin onun açtığı yolda başka başka dizilere doğru yol almış olduğunu anlamam uzun sürmedi. Araştırmalara giriştim. Youtube'da bölümler halinde düzenlemiş insanlar vardı (sağolsunlar, bir süre ordan izlemiş olabilirim). Ama yükleme işi hala biraz zordu. Sonunda alışveriş sitesinde (sanırım idefix'ti yanlış hatırlamıyorsam) 4 bölümün, birinci ve ikinci sezonların en popüler ikişer bölümünün, toplandığı bir dvd bulabildim. Koskoca DC'ye dair koskoca nette satın alabilmek için bulabildiğim tek şey bu dvdydi. "The Scare, Beauty Contest, The Kiss, His Leading Lady" den oluşan dvdyi sayısız kez döndürmem yeterli olmayacaktı tabi. Ardından gelen birkaç sene içinde, azimli bir çabayla 6 sezonu da indirip, izleyebildim.
Şimdi büyük ihtimalle nedir bu Dawson's Creek diyorsunuz. Haklısınız. Çoğu kişinin sevebileceği bir dizi değildi. Çoğu dizi izleyicisinin tercih edeceği de bir dizi olmayabilirdi. Ama henüz bu Lost, Smallville, One Tree Hill, Gilmore Girls gibi dizilerin olmadığı bir dönemde çıkmıştı ortaya Dawson's Creek. "Teenage Drama"nın çok da fazla temsilcisi yokken ortada, Kevin Williamson oldukça cesur bir işe kalkışmıştı. Bir saat boyunca 4-5 tane ufak sahil kasabası gencinin birbirleri arasındaki inandırıcı olamayacak derecede bilgece ve son sürat konuşmalarının, okul-aile dertlerinin, seks ve diğer ergen problemlerinin neredeyse Jane Austenvari bir ahlakçılık çerçevesinde anlatıldığı, sıfır aksiyonlu, bol dramalı bir diziyi kim izlerdi ki?
Ama öyle olmadı. Yayınlandığı dönemde DC, milyonlarca izleyiciye ulaştı. Milyonlarca genç-çocuk onunla büyüdü. Liseye yeni başlayan Dawson, Joey, Pacey ve Jen ile birlikte seneler geçirip, sonunda üniversiteye adım attı ve hayallerine kavuşmanın ne demek olduğunu izledi.
Benim de ilk gözağrılarımdan biridir DC ve -dalga geçebilirsiniz ama- ondan öğrendiğim pek çok şey vardır, aynen izlemeye layık bulduğum diğer tüm dizilerde olduğu gibi. One Tree Hill'in her birisi bir şarkı ismine sahip bölümlerinden önce DC'nin sahnelerinde çalan müzikleri dinledim ben. Bazen kafamı dağıtmak için bölümlerine sarıldım, bazen de kafamdaki karışıklığı gidermek için diyaloglarına sığındım. Yaşlarından başlarından büyük laflar etti hep karakterler ya da Dallasvari ilişkileri saçmaydı belki ama her gencin büyürken ihtiyacı olan o gençlik dizisi boşluğunu da tam olarak böyle işgal etmesi gerekiyordu zaten.
Peki bu 6 sezonluk hikayenin kahramanları nasıl mıydı? Onlar da şöyle:
Dawson Leery
Diziye adının veren başrol değil mi? Hemen hemen. Yani ilk başlarda yola öyle çıkmışlarsa da belli ki hikaye gelişimi olayı Joey Potter'a çevirmiş ama şu satırlarda meselemiz bu değil. Dawson dizinin düğüm noktası esasında. Herşey onun odasında başlar. Küçüklüğünden beri filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlı olan Dawson, delicesine yönetmen olmak ister. İdolü Steven Spielberg'tür. Hayatla ilgili tüm cevaplarını bir Spielberg filminde bulabileceğini düşünür. İki katlı evlerinin üst katındaki odasının camına bir merdiven dayalıdır. Çocukluk arkadaşı Joey, 6 yaşlarında olduklarından beri o merdivenden tırmanıp, geceyi Dawson'la film izleyerek geçirir. Dawson'ın annesi yerel tv muhabiri, babası da bir anlamda boş gezenin boş kalfasıdır. En iyi dostu Pacey'dir. Birlikte videocu dükkanında çalışır, harçlık yaparlar. Dawson elinde kamerası bu iki dostuyla festivallere yollamak üzere habire film yapmaktadır. Pacey ve Joey birbirlerine sinir olan iki tiptir. Ortak noktaları Dawson olmasa birbirlerinin saçını başını yolarlar o derece. Yine bir çekim yaptıkları günün ortasında Dawson'ların evinin yanındaki evde yaşayan yaşlı hemşire Evelyn'nin torunu gelir. Jen Lindley, tam da bir girl-next-door'dur.
Joey Potter
İşte 6 sezonun her bir bölümünde azimle oynamış, erkekleri birbirine düşürmüş, dostlukları bitirmiş, olayları arapsaçına döndürmüş zavallı Josephine. İsmi gibi, Little Women'ın Josephine'nine benzer. Uzun, sıska, kumral ve erkek fatma halinin altında, en iyi dostu Dawson'a gizli ama saf bir aşk besler Joey. Annesi uzun yıllar önce kanserden ölmüş, babası uyuşturucu satıcılığından hapse girmiş, bir siyahiden evlilik dışı hamile kalmış ablası Bessie ile Dawson'ların ve diğerlerinin yaşadığı nehir tarafının karşısında eski, tek katlı bir evde yaşar fakir ama gururlu Joey. Dersleri süperdir, okulda tam bir örnek öğrencidir, sanat insanıdır çok güzel resim yapar, gerektiğinde çıkarıldığı sahnede pek de güzel şarkı bile söyler. Üstüne üstlük ahlak timsalidir. 15 yaşına kadar eline erkek eli bile değmemiştir. Birçok kuralı vardır zaten. Dawson'a platonik aşkı dışında nerdeyse kusuru bile yoktur. Ama Dawson onu tamamen Pacey gibi görmektedir o ayrı. Paris'e gitme hayalleri vardır. Elinden gelse orada yaşar hep. Ama bu hayatından tek çıkış yolu, okulda çok başarılı olup, burs kazanıp çok iyi bir üniversiteye gitmektir. O da temelde buna uğraşır.
Pacey Witter
Hikayenin kanka-side kick-palyoça kontenjanı Pacey'ye ayrılmıştır. Ama Joshua Jackson onu öyle bir oynar ve Kevin Williamson da öyle sözler yazar ki, Pacey gençlik dizisi tarihinin mükemmel erkek profilini oluşturur sezonlar ilerledikçe, adeta kendi hikayesinin iplerini eline alır. Zaten toplamda 6 sezonluk hikayeye bakıldığında en çok o ilerlemiştir, en çok o yaşamııştır "hayatı iliğine kemiğine kadar". En dibe de vurur yeri geldiğinde, en tepeye de çıkar. Şerif babasının, bir düzine çocuk doğurmuş annesinin, kalabalık ailesinin gözardı ettiğidir ama hep. En iyi dostu Dawson bile hep kendi problemleriyle uğraşır, Pacey'yi pek dinlemez. Grubun salağıdır o, kaybedenidir, kız peşinde koşanıdır. Ama tüm bu tanımlamaları tek tek yerle bir eder Pacey, dizinin belki de en mutlusu, dahası onu en çok hak edeni olup çıkar.
Jen Lindley
New York'taki erken yaşta dağıtmış haliyle başa çıkamayan upper-east-side ailesi tarafından büyükannesinin küçük kasabadaki evine yollanan Jennifer, sarışın bomba rolüne uygun görülmüştür. Ama o da diğer karakterler gibi, içine atıldığı kalıpları yıkmak için yaratılmıştır. Hayatı görmüş geçirmiş yaşlı bir genç olarak, iyiliği, masumiyeti yeniden keşfeder. Sarışınlığını tamamen yıkar, cheerleader prototipini öldürme çalışmalarını Peyton Sawyer gelip el atana kadar başlatıp, belli bir yere getirmiş karakterdir o. Acayip müzik bilgisi vardır, zevki müthiştir. Ateisttir, en baba cümleleri o eder dizi boyunca. Ahlak timsali olarak gösterilmeye çalışılan Joey'nin yanında inatla edepsiz damgası basılmaya çalışır üstüne ama mesela tek bir erkekle bile öpüşmediği sezonlar geçirmiştir yeri geldiğinde. Herşeyi görünüş ve önyargı olarak bize sunmaya çalışan anlayışın aksine Jen Lindley beynini ve sivri dilini kullanır.
Jack McPhee
Devrimdir. Gençlik dizisi tarihinin belki de ilk açık gayidir. Homofobik zengin babası ve psikolojik tedavi gören histerik ablası Andie ile kasabaya sonradan gelir ve grubun temel taşlarından biri olur. Önce Joey'le çıkmaya başlayan sonra da gay olduğunu anlayan Jack ile bir gencin böylesi bir durumda yaşayabileceği tüm aşamaları izleriz böylece, hissederiz, anlarız. Ve en önemlisi Jack'in hikayesi çok özenli yazılmıştır, herşey kararındadır, dengelidir. Diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz dizi ilerlediğinde. O da kendini bulmaya çalışan bir gençtir en nihayetinde. Sadece biraz daha zor bir yoldan.
Andie McPhee
Sonradan dahil olup, iki sezondan sonra gider Andie. Ama hepp grupla olduğunu hissettiğimiz karakterlerdendir. Pacey karakterini hemen hemen yaratan kişidir. Jack'in ablasıdır ama en büyük erkek kardeşleri bir kazada ölünce anneleri delirmiş, babaları öfkeli bir insana dönüşmüş ve aileleri bir anlamda paramparça olmuştur. Zaten mükemmeliyetçi olan Andie de bu durumdan nasibini almış, okulun en zeki ama histerik öğrencisi olmuştur. Çok hassastır bünye olarak ama zehir gibi bir kafası vardır. DC'de gelişmeyen ama geliştiren karakterlerdendir.
Audrey Liddell
Ekibe pek sonra-5.sezonda- dahil olup ancak iki sezon kalabilen Audrey, DC'de görmediğimiz bir kontenjanı oluşturur: Zengin, hiperaktif ama sevgi açlığına rağmen ailesinden sadece para görebilen zavallı ihmal edilen içinde saf genç kız. Joey'nin üniversitedeki oda arkadaşıdır, dümdüz Joey Potter mantığına karşı hayatı, canlılığı, çılgınlığı temsil eder. Hikayesi daha neler neler doğurabilecekken maalesef dizi biter.
Esasında daha neler olduğunu da anlatmak istiyorum ama çok uzun yazıları kimse okumaz, değil mi? :D
2 Eylül 2011 Cuma
I Love You.Always Have.Always Will.
Indiana Jones, şu an neysem-ne değilsem-ne olmak istemişsem-ne olamamışsam ve neden bu haldeysem hepsinin önde giden nedenidir. "Raiders of The Lost Ark" da 1981'de efsaneyi başlatan filmdir. 30.yıl dönümü olduğundan bu sene filmin, Lost yazarlarından Damon Lindelof'un filme yazdığı bir aşk mektubuna rastladım. Ben daha çok "Temple of Doom"cu olsam da, Lindelof'un cümlelerine, ona bunları yazdıran tüm o duygulara en az onun kadar sahibim, okurken onu fark ettim.
Hepimize gelsin (Orijinali http://herocomplex.latimes.com/2011/08/31/raiders-of-the-lost-ark-damon-lindelof-indiana-jones-love-letter-free-screening-lost-star-trek-harrison-ford/#/0):
Hepimize gelsin (Orijinali http://herocomplex.latimes.com/2011/08/31/raiders-of-the-lost-ark-damon-lindelof-indiana-jones-love-letter-free-screening-lost-star-trek-harrison-ford/#/0):
GUEST ESSAY
I remember with great clarity the last time I peed my pants.
This was not, contrary to later reports, an “accident.” It was a decision I made of sound mind and body and one that I make no apologies for. Despite overwhelming opportunity to release my bladder the way most civilized people do (that would be into a toilet), I made a conscious choice to do otherwise. I offer only two points in my defense; The first is that I was 8 years old. The second, and much more relevant, is that I was in a movie theater watching “Raiders of the Lost Ark” for the very first time. And there was not a chance in hell I was missing a single second of that glorious movie.Truth be told, I had initially resisted the idea of going to see “Raiders.” I was much more interested in seeing “Clash of the Titans,” which opened the same day and had a Pegasus in it. Ultimately, however, my dad argued that “Raiders” was the superior pick because it had Han Solo. I narrowed my eyes suspiciously — “But… Han Solo is frozen in carbonite.”
“This movie happened before that.” My dad responded.
“How could it happen before a long time ago in a galaxy far, far away?” I reasoned.
“Because this was longer ago.”
“How much longer?”
My dad leaned down, quite serious, and whispered, “The 1930s.”
And thus, I was effectively duped into seeing what even now, three decades later, stands as one of the most perfect movies ever made.
And here’s the thing: Although it’s easy to reduce “Raiders” to a “popcorn” movie — a piece of escapist adventure with fantastic action — very rarely is it appreciated for its pure innovative genius. This is something people seemed to be well aware of back in 1981 (it was nominated for a best picture Oscar), but over time, the legacy of “Raiders” seems to neglect just how incredibly revolutionary it was as a film. Therefore, as a debt of gratitude (and for everything I’ve stolen from it in my own work), I feel it’s only fitting to write a long overdue love letter to one of my favorite films ever. So without further ado…
Dear “Raiders of the Lost Ark,”
You are awesome. God, you are awesome.
I have seen you, in your entirety, more than one hundred times. I know there are folks out there that have seen you more than that, but they don’t know you like I do.
I really know you. I know what music you listen to and where your scars are. I know that you like to be kissed where it doesn’t hurt. And I’m sorry if that seems a little “creepy,” but hey, you’re into snakes and melt people’s faces off, so we’re speaking the same language, are we not?
So what, exactly, is it that I love most about you, “Raiders of the Lost Ark”? Man … I don’t even know where to start. But let’s get past the obvious stuff that all your other admirers seem so dazzled by (the whip!!!) and talk about what truly makes you unique.
Marion Ravenwood, played by Karen Allen, contemplates the sought-after headpiece to the Staff of Ra in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
I could go on for pages about just the little things. Like the sound you make when Indy punches someone in the face. Or that Marion’s superpower is drinking. And don’t even get me started on the coat hanger. Where did that Nazi even get that thing? Did he special-order it? “I need somezing that vill terrify people when I take it out, but then give them a false zense of relief when I reveal it is simply somezing on vich to hang my coat.” Seriously. The best. But I know you’ve probably heard it all before and therefore, I’ll stick to the big stuff. First and foremost…
I love you because Indiana Jones is a nerd. Granted, a highly capable nerd who knows how to ride horses and fight real good, but still, at his core, Indy is an academic who’s motivated purely by his desire to find and retrieve really cool stuff so he can put it in a museum where other nerds can appreciate it. Also, he wears glasses and gets nervous when hot female students write the words “Love You” on their eyelids. Do you have any idea how much commitment is involved in writing “Love You” on your eyelids? It’s really hard! Not that I’ve ever done it.
Because I haven’t.
Indiana Jones is surprised by a cobra in the forbidding Well of Souls in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
And while we’re on the subject of Dr. Jones, here’s another thing I love about him. He’s actuallyscared of stuff. This doesn’t seem like something that should be celebrated, but it’s actually quite rare for the hero of a movie to be scared of anything. Do you know what Green Lantern is afraid of? Fear. He is afraid of being afraid. Does that even make sense? Here’s what makes sense to be afraid of — Hissing Cobras and Gigantic Bald Nazis with mustaches trying to kill you. And it was perfectly OK for me to be scared of them because Indy was too.
You know what else is wonderful about you? That over and over and over again, Indiana Jones has failure rubbed in his face, yet he refuses to give up. He gets the Golden Idol…. But it’s snatched away by a Frenchman. Indy finds the Well of Souls and recovers the Ark. It too gets taken away from him. Same Frenchman! Now Indy gets back the Ark and … oh no, Nazi submarine! They take the Ark and Marion… but Indy gets the drop on them with a bazooka! And yet, he can’t bring himself to destroy the Ark, so Indy is captured.
By the Frenchman.
Yeah, I know his name is Belloq. And I’m pretty convinced that he is another reason I love you so much. Because quality French bad guys are hard to come by and Belloq is la crème du la crop.
Nazi Col. Dietrich, played by Wolf Kahler, left, French archeologist Renée Belloq, played by Paul Freeman, and the evil Toht, played by Ronald Lacey, examine the contents of the Ark of the Covenant in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
And so, we now arrive at your ending. This, more than anything else, is why my love for you is an undying one. Because we all know how movies like you are supposed to end. The hero fights off a bunch of evildoers, saves the girl, gets the thingamabob away from the bad guys before they can do any harm with it and then say something kinda cool before he rides off into the sunset.
But this, sweet Raiders, is not what you did.
![]()
Marion Ravenwood and Indiana Jones try to avoid the powerfully destructive forces unleashed by the Ark of the Covenant in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
Your big climax is not affected by Indiana Jones at all. He’s tied to a pole with Marion the whole time, completely helpless as Belloq and his Nazi pals open the Ark. And while most heroes would perform some incredible act of selfless bravery, what does Indy do? He shouts at Marion to not even look at whatever is coming out of the very thing he has coveted for your entire duration. And you know what?
I listened to him.
For the first 20 or so times I watched you, I shut my eyes tightly as I heard the Nazis scream for what seemed like five minutes. And when they finally stopped, I slowly peeked out to find Indy doing exactly the same thing.
In that moment, we were one. Terrified. Awestruck. And most of all, relieved that it was finally over.
Now I fully appreciate that Indy was rightly pissed that the Ark was ultimately taken away by the same shady Intelligence dudes who hired him in the first place (“Top people” indeed. Hrrrmumph!). but if they hadn’t, I wouldn’t have been treated to your final crowning achievement. I would never have seen the Ark, now packed unceremoniously in a simple crate, being wheeled down an impossibly long aisle in the largest warehouse ever. And for reasons I am far too lovestruck to fully articulate, let me leave it at this –
In a world where movies and TV shows often end in ways that are sometimes unsatisfying bordering on outrage-inducing (yeah, yeah, I know), your ending, darling Raiders, is absolutely, exquisitely perfect.
And that is how I shall always remember you. Locked away safely in the warehouse that is my heart … fully aware that it’s highly possible that you will burn a hole through my chest or at the very least, make the rats inside me run around in uncomfortable backward circles.
I love you.
Always have. Always will. And I am deeply grateful for the countless hours we have spent together. I will treasure them more than you can ever know.
Your Biggest Fan,
Damon
P.S. Do you have a mailing address for “Close Encounters of the Third Kind’”? She left her T-shirt at my apartment.
–Damon Lindelof
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...