12 Eylül 2011 Pazartesi

Ben Barnes'lı Filmler 3 : Killing Bono (2011)

İkinci bölümde Ben'i bıraktığımız yer Easy Virtue'nun sonuydu. 2008'i Narnia ve Easy Virtue ile kapatan Ben, 2009'da tek bir filmle perdede göründü : Dorian Gray. Bu Oliver Parker yönetimindeki son Oscar Wilde uyarlamasında Ben Barnes, bir kez daha Colin Firth'le karşılıklı döktürme şansına erişti (Şöyle de yazmış olabilirim : Dorian Gray (2009)). Ertesi yıl Narnia serisine devam ettiği The Chronicles of Narnia : Voyage of The Dawn Treader  ve nette bile pek bulamadığım "Locked In" isimli filmlerde rol almasının ardından 2011'de eski boyband günlerini anabileceği, bol bol şarkı söylediği "Killing Bono" ile farklı bir deneyime yelken açtı.
Killing Bono, Neil McCormick isimli gazeteci-yazar şahsiyetin yazmış olduğu kitap "Killing Bono : I Was Bono's Doppelganger"dan uyarlanan bir tür otobiyografik-biyografik sayılabilecek bir film. McCormick bizim U2'nun solisti olarak bildiğimiz Bono'yu Paul Hewson olduğu günlerden tanıyan ve U2'nun başladığı noktayı, büyüyüşünü, devleşmesini izlemiş, birinci elden tanık olmuş bir İrlandalı. Daha doğrusu Bono'nun çocukluk arkadaşı. Bir dakika, hikayeyi böyle başlayarak karıştırdım. En iyisi film nasıl anlatıyorsa öyle anlatmak.
Film 1987 yılında konser için Dublin'e gelen U2'yu uzaktan izleyerek Bono'ya doğru bir silah doğrultmuş Neil McCormick ile açılıyor. Tam bir manyak gibi görünen bu genç adamı bu noktaya getiren olayları başa sarıp, 1976 yılına dönüyoruz sonra. Dublin'de bir ortaokulda Larry Mullen'ın baterist olarak bir müzik grubu kurmak istediği için ilan tahtasına astığı bir kağıda isimlerini yazan Paul Hewson ve Ivan McCormick ile tanışıyoruz. Evet 70'ler, Beatles'ın İngiltere'den çıkıp ortalığı kasıp kavurmasının gazıyla ve bir yandan coşan punk'ın da rüzgarıyla her köşe başında bir araya gelen iki üç genç bir müzik grubu kuruyor.
Kahramanımız Neil, kardeşi Ivan ile bir müzik grubuna sahip. Öyle kendi kendilerine çalıp, söyleyip, büyük bir rock grubu olacakları zamanın hayalini kuruyorlar. Öte yandan Larry'nin mutfağında toplaşan Paul, Adam ve David bir efsanenin ilk adımını atıyorlar. Tabi bu sırada Ivan da var aralarında. İlk denemeden sonra onu da istiyorlar grupta ama Paul bunu ilk önce ağbi Neil'a sormak gibi bir salaklık yapıyor. O da kardeşini bırakmaya yanaşmadığından direkt reddediyor ve Ivan'a bunun kelimesini bile etmiyor.
Bu noktadan sonra aynı okuldan yola çıkan iki gruptan biri dünya devi olmaya doğru yol alırken diğeri, Neil'ın üst üste yaptığı salaklıklar, başarısız seçimler, kıskançlıklar, çenesi düşüklükler yüzünden gittikçe dibe sürükleniyor. Daha doğrusu bir anlamda Neil McCormick ve onun kendisi dahil çevresindeki herkesin hayatını mahvedişinin hikayesini izliyoruz. O bu sırada devamlı surette hayatındaki her bir yanlışı Bono'ya bağlıyor, her bir hatasını ona yüklüyor. Çünkü en başından beri hayalini kurduğu ama salak düşünceleri yüzünden hak etmediği hayatı gözlerinin önünde Bono tarafından çatır çatır yaşanılıyor. Kedi de ulaşamadığı ete mundar diyor.
Gerçi sorun kedinin ete ulaşamaması değil burada, kedinin etin attığı her adıma karşı sırtını dönüp, sonra da aç kaldım diye delilenmesi asıl mesele. Film boyunca kendi egoizmi ve kardeşine duyduğu suçluluk içinde gittikçe daha da boğulan Neil'ın her bir defasında kıskançlıkla dolu reddedişlerine karşılık, Bono'nun tüm iyi niyetiyle adeta bir melek gibi devamlı bu çocukluk arkadaşlarına elini uzatmasını izliyoruz. Bir taraf o kadar iyi ve diğer taraf da o kadar kötü ki cidden bir süre sonra sinir bozucu oluyor.
(Gerçek Neil'ın film hakkındaki röportajı için : http://www.telegraph.co.uk/culture/film/starsandstories/8376077/Neil-McCormick-on-Killing-Bono.html)
Tabi bir yandan McCormicklerin grubunun şarkılarını ve U2'nun erken dönem hitlerini, dönemin güzel müziklerini dinliyoruz bu gitgide çığrından çıkan adamın hikayesini izlerken. Ben Barnes belli ki kariyerine bu "tür" rollerden katma vaktinin geldiğine inanmış ve onu denemeye çalışmış. Bol bol şarkı söyleyip, gittikçe psikopatlaşan acemi müzisyeni oynayarak fena bir iş çıkarmamış. Robert Sheehan da oldukça iyi, tabi bir de o gözlerin nasıl öyle yemyeşil görünebildiğini çözebilseydim daha iyi olacaktı. Ayrıca Pete Postlethwaite'nin o hasta haliyle rol aldığı son film olduğundan da önem arz ediyor (unutmuştum önce ben, sonra izlerken bu adam niye bu kadar hasta gibi dedim cidden rolde bile öyle olduğu çok belli oluyordu, sonra imdbyi açınca hatırladım tabi, ocakta aramızdan ayrılmıştı kendisi.).
Sonuçta eğlenceli, müzik dolu ve genç oyuncuları başarılı bir "gerçek" hikaye izlemiş oluyoruz Killing Bono ile. Orta seviye olabilir biraz, benzerlerine veya benzetilmeye çalışıldıklarına nazaran da hafif kaçabilir ama bununla birlikte oturup bir kez daha "Across The Universe" ve "I'm Not There" izlenip, üzerine de cila niyetine bir "Taking Woodstock" geçilirse, daha da iyi olabilir.
Ben Barnes'ı bundan sonra 2012'de iki ufacık yan rolde, 2013'te de kocaman bir başrolle bekliyor olacağım ben. Şimdiye kadarkilerle size de başarılı gelmişse, bekleriz birlikte ;)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...