seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm XII - Seul festivali, Gyeonghuigung, Seul'e veda


Seul'deki son sabahıma uyanmadan önceki gece, yağmurla yattığımda yatağıma, yan odadan horultu sesleri gelmeye başlamıştı. Kulak tıkaçlarımı takıp yatmıştım. Yan odada önceki sabah tanıştığım kızların olduğunu sanıyordum hala. Ama horultu sesi o kızlardan gelmiş olamazdı. Kafamda sorularla uyuyakalmıştım. Sabah kahvaltı için mutfağa geçtiğimde Lee teyze iyi uyudun mu diye sorunca dedim yandan çok ses geldi, taklit ettim horuldamayı. Lee teyze yarıldı gülmekten, kızlar gitmek zorunda kaldı dün, odaya bir çift geldi dedi. Kızlardan biri polisti ya, dün aramışlar iş yerinden, acil bir şey çıktığı için geri çağırmışlar. Onlardan sonra da odaya 50li yaşlarında bir çift gelmiş. Mutfak tezgahına oturdum, Lee teyze ile muhabbet etmeye başladım, o da kahvaltıyı hazırlıyordu, bu sabah yağmurlu da olunca herhalde onlar da biraz geç kalmıştı. Biz konuşurken benim yan odadan o çift çıktı, kısa saçlı bir teyze ile eşi olan amca. Günaydınlaşırken haa dedim, bunlardan çıkar o horultu tabi, vay benim başım. Shin amca geldi mutfağa, o da dedi bana nasılsın iyi uyudun mu, akşam başım çok ağrıyordu ya. Lee teyze horlama duyduğumu gülerek anlatmaya çalıştı, Shin amca benim yan odadakilerin mutfağa çıktığını görmemişti, bağırarak haa şeyler horladı mı tabi horlar falan diye konuşmaya başladı. Lee teyze onu susturmaya çalıştı, kaş göz edip yandalar sus sus demeye başladı. (Bu arada o sabahın kahvaltısı da yine koyu renkli bir sebzeler kavurmasının altında tabiki pirinç ve üstünde göz yumurtaydı.)

son gün kahvaltısı

Kahvaltı yaparken o gün için kafamda şekillenen plan, kabul edelim, saçmaydı. Bavulumu evde bırakabileceğim aklıma niye gelmemişti anlayamıyorum kendimi. Halbuki bundan önceki seyahatlerimin hepsinde bunu defalarca yaptım. Sabah check-in yapıp, kaldığım yerlere bavulu bırakabilir miyim diyerek, günün kalanında, gidiş saatine kadar dolaştım. O gün kafam leylaydı büyük ihtimalle. Bunun yerine, şöyle düşünüyordum kendimce: Kahvaltıyı yapıp, yavaş yavaş toplanırım. Sonra oyalana oyalana - ki bavulla zaten hızlı hareket edemem - Incheon'a giderim. Havalimanında bir sürü yer var, oralarda otururum, yazı yazarım, fotoğrafları düzenlerim. Salaklığım üzerimdeydi yani. Gece 12'de uçak, nasıl bir kafaysa benimki de. Neyse ki kahvaltıda yine herkesle muhabbet ettim ve kahvaltı sonrasında her günkü o genel konuşmalar geçti evde, Shin amca ile Lee teyze herkese bugünkü planlarını sordu, ben oraya gideceğim ben şunu yapacağım diye muhabbetler döndü. Benim temelde bir planım olmadığı için ilk başta herkesi dinlediğim için jetonum düştü.Fransız abla ile kızının da uçağı vardı o gece, hatta sonradan fark ettik ki aynı uçakla İstanbul'a gidecektik, onlar oradan Fransa'ya ben Ankara'ya. Neyse işte, onlar bavullarını evde bırakıp, akşam 7-8 civarı alacaklardı. Haa dedim, tamam ben de bırakayım o zaman. Ama kafamda bir gezi planı yok ya, hala mal gibi diyorum ki Shin amcaya, amca ben öğlende gelir alırım bavulu çok oyalanmam. Te allahım! Bavulu topladım, giyindim, evden çıktım.
müze bahçesindeki tramvay
(Seoul Museum of History)


Dümdüz yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hava güneşliydi, sanki ilk geldiğim günlerdeki gibi sıcacıktı. Gyeongbokgung İstasyonu'na kadar yürüyüp, aşağı geçtim gene, Saemunan-ro 3-gil'den daldım aşağı, yine dümdüz yürüyorum. Baktım böyle ağaçlıklı, parklı, böyle yüksek yüksek binaların arasında güzel bir yerler görünüyor. Seul Tarih Müzesi'ne denk gelmişim (Seoul Museum of History). Tam böyle aaa ne güzel tarih müzesi gireyim diye yeltendim, sonra dedim ki ama hava çok güzel içeri girmeyeyim, son birkaç saatim zaten sokaklarda yürüyeyim. O arada kaldırımda, hemen yolumun üstünde böyle eski zamanlardan DeLorean'ın tren vagonu temsili gibi fırlamış da gelmiş bir vagona rastladım. Benim denk geldiğim tarafında önce kimse yoktu, etrafına dolaşmaya başlayınca insanların içine girdiklerini, içinde ve önünde fotoğraflar  çekindiklerini fark ettim. Bu, gözlerimin önünde beliren zaman makinesi, aslında 467 numaralı kültürel mirasmış. Bir "streetcar", 1930lardan. 1968'e kadar 38 yıl boyunca Seul'ün aşağı tarafında çalışmış. Streetcar'lar - yani tramvaylar işte - Seul'de ilk 1899'da kullanılmaya başlanmış. 1960larda tabi şehir arabalarla ve otobüslerle dolmaya başlayınca kullanımdan kaldırmaya karar vermişler. Bu sevimli tramvay ise şehirde kalan son iki tramvaydan biriymiş. Şimdi müzenin bahçesinde bu şekilde sergileniyormuş. Sarılasım geldi araca. Öylece orada, sevimli sevimli duruyordu. Sanki biraz sonra yürümeye başlayıp, 1930ların sokaklarına dalacak gibi hissettiriyordu. İçine atladım hemen. Ahşap döşemelerine hasretle baktım. İnsanlar içeride durup, pencerelerinden bakarken poz veriyordu. Yapamadım tabi ama olsun.
Gyeonghuigung'un bahçesi

Tramvaydan zor koparıp kendimi, bahçelerin parkların içine attım. Burası aslında sarayın bahçesi oluyordu ama o zaman nerede olduğumu pek anlayamadan yürümüştüm. Ama o da ne, bir diğer sarayın da yanındaymışım: Gyeonghuigung. Tabi bunu giriş yapısını falan görene anlayamamıştım çünkü ağaçtan yeşillikten bir şey göremiyordum. Böyle kimsecikler yoktu, arada bir araba geçiyordu. Nasıl hissettirdi biliyor musunuz, hani taa 10 yıl önce Nihan'ın Amerika'daki okuluna gitmiştim ya gezinin son günlerinde. Okulun kampüsünde yürüyormuşum gibi bir histi. Tam kayboldum derken müzik sesleri duymaya başladım. Merdivenler çıktım, araba yollarından geçtim ve müziği takip ettim. Yaklaştıkça, yemyeşil bir parkta insanların örtülerini sermiş, oturduğunu, önlerinde bir sahne kurulmuş olduğunu ve oradan müzik sesi geldiğini gördüm. Etraftaki çocuk sayısının ve sahnedeki sunucunun çocuklarla konuşuyor olmasının sonucu olarak da yarı yoldan geri döndüm. Çünkü ilerideki yazılardan okuduğum kadarıyla bir çocuk festivali gibi bir şeydi. Mis gibi havada, şehrin göbeğinde, bir parkta örtünüzü serip oturabiliyorsunuz. Sinirim bozuldu gene. Neyse.





Festivalden tam ters tarafta Gyeonghuigung'un binaları göz kırpıyordu. Gyeonghuigung, Seul'deki 5 büyük saraydan biri. Joseon'un 15.kralı Gwanghaegun'ın zamanında yapılmış (1575-1641 arasında yaşamış, tam Japonların ilk işgal yıllarına denk geliyor). Sarayın inşası 1617'de başlamış, 1623'te tamamlanmış. Sarayın yer aldığı arazide öncesinde Kral Injo'nun babasının evi yer alıyormuş, bu yüzden arazide önemli bir enerji var yani. Kore sinema ve tv dünyasında çokça işlenen ve anlatmayı pek sevdikleri bir dönem onunkisi. Birçok tarihi dizide bu kralı canlandıran oyuncu var, ben The Tale of Nokdu'dan ve The Crowned Clown'dan biliyorum demiştim bir önceki yazıda da (Deoksugung'a da bu Gwanghaegun'dan bir önceki kral Seonjo gelip yerleşmişti. Hani şu Japon işgalinden kaçan). İşte o zaman yapılan bu sarayın görevi krala acil durumlarda sığınak olması. Şehrin batısında kaldığından batı sarayı da deniyor. 100'ün üzerinde binası bulunan saray 1829'da bir yangınla yerle bir olmuş. Ardından Japon işgali sırasında Japonlar burada ne var ne yok yıkmış. Bir okul açılmış sarayın olduğu yere, kapı yapısını şurasını burasını söküp başka yerlere taşımışlar. 90lara gelinip de Seul belediyesi haydi şu sarayları elden geçirelim dediğinde Gyeonghuigung'tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış yani. Eskiden saray olan yerin ancak yüzde 33'ünü gezilecek bir yer haline getirebilmişler. Boşuna kampüs gibi hissettirmemiş bana parkında yürürken, cidden de 80lere kadar burada bir lise varmış. Şimdi alanın çoğunu yürüyüş yolları, park ve müze kaplıyor. Bu arada buranın böyle bir girişi, kapısı falan yok gibi. Biletsiz de. Öyle park gibi yani. Dalıveriyorsunuz. (Seoul Museum of History'nin Gyeonghuigung sayfası)
bu hiç güzel değildi, yedim işte

Sarayın içinde gezmeye çalıştım baya, ufak da görünüyordu harbiden ama güneş o sırada yavaş yavaş bulutların arasına girmeye başlamıştı. Bir de öğlen olmadan bir yerde oturup çay içeyim dedim. Çayımı içer, eve döner bavulumu alırım çünkü Shin amcaya söz verdim. Çünkü onlar da dışarı çıkacaklardı, sırf ben bavulu alacağım diye eve döneceklerdi. Yeniden caddeye döndüm saraydan çıkıp. Saemunan-ro üzerinde etrafa bakındım, gözümün görebildiği mesafede en az 3 tane Starbucks vardı. Gülmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Bir tanesine girip, yine Earl Grey'imi ve pastamı aldım. Aşık olduğum pastayı son bir kez daha yiyecektim ama yoktu. Onun yerine iyi peki diyerek çikolatalı olan bir tanesinden aldım (çay 4500 won, pasta 5900 won).
pembe ayıcıkla

Çayımı bitirip, eve dönmeye hazır olduğuma kanaat getirince aynı cadde üstünde yürüyüp, Gwanghwamun meydanına çıktım. Meydandan dümdüz yukarı çıkıp, evin oraya varacaktım. Ama meydana çıkınca festival ile karşılaştım. Hani demiştim ya tam benim gideceğim gün başlayan kent festivali. Hah işte o başlamıştı. Meydana bir dolu şey getirmişlerdi, insanlar dolaşıyor, eğleniyordu. Gene de bakmayacaktım, bir kere kafama koydum ya eve gitmem gerekiyordu. Ama o kocaman pembe ayıcığı gördüm. Pembe bir ayıcık. Öylece oturuyor meydanda. Tamamen refleks gibi ayıcığa yürüdüm. Önüne geldiğimde fark ettim ki kıvrım kıvrım bir sıra var yanında. İnsanlar sırayla önüne geçiyor, görevli gençler de fotoğraflarını çekiyor. Devasa bir ayıcıkla fotoğraf çektirmek için sıraya girdim ben de. Bir süre sonra başka görevliler gelip, fotoğraf çeken görevli gence yeter sen çekme artık insanlar kendisi yapsın falan dedi, o da bıraktı. Tam tüh dedim, ben ne yapacağım. O sırada hemen önümdeki kadın da yalnızmış meğer, sıra ona gelince bana çeker misin dedi, tabi olur sen de beni çeker misin dedim.
Tamam dedim fotoğrafımı çektirdim gidebilirim. Ama bir baktım önümde bir dolu festival standı duruyor. Anlaşılmıştı, kendimi Seul'den bu kadar çabuk koparamayacaktım. Shin amcaya utana sıkıla çekine mesaj yazdım. Biliyorum öğlende geleceğim dedim ama festivale denk geldim çok eğlenceli burası biraz daha kalabilir miyim ben diye. Şansıma kızmadı, tabiki bak keyfine dedi. Ben de daldım standların arasına. Bir sürü değişik, ilginç aktivite vardı. Hepsine bakmak istiyordum ama önlerinde çok sıra vardı. Bu yüzden en çok istediğim hangisiyse karar verip, sırasına geçtim. Sırada beklerken de etrafı izledim. Sırasına geçtiğim aktivite kendine Koreli ismi bulma gibi bir şeydi. Böyle geleneksel bir fonda, erkekler için olan hanboklardan giyinmiş bir görevli genç bir yer sehpasında oturuyordu. Sehpada bir defter vardı, ayakkabılarınızı çıkarıp çocuğun karşısına oturuyorsunuz, bir süre muhabbet ettikten sonra isminize karar verip size bir Koreli ismi veriyordu. Baya bir bekledim sıramı. Sıra bana gelince oturdum, asıl isim veren çocuğun yanında bir başka görevli çocuk daha oturuyor ve diğer yanında da görevli kızlar buyrun böyle oturun gibi yardımcı oluyordu. Önce ismimi sordular, önümdeki deftere yazdırdılar falan. Bu arada hepsi yüzüme bakıyordu dikkatlice. Çok güzel bir yüzün var dediler, hadi ya oldum içimden, nasıl yani. Ciddilerdi, inanılmazdı. Bu şehirde 10 gün içinde aldığım iltifatların ve beğeninin son 20 yılda yerle bir olan özgüvenime katkısı inanılmazdı. Bir de birkaç ay yaşasam psikolojime neler olurdu hayal edemedim. Neyse bu halimden de yola çıkarak bana 박 별 이 ismini verdiler - Park Byeol-i yani. Byeol yıldız demek bu arada. İsminizi öğrenince bir de yan tarafta duran kiosktan Seul şehri kimliği bastırılıyordu. Kioskun başında da görevli kızlardan biri yardımcı oldu. Sanırım bu festival boyunca böyle üniversite öğrencisi gibi gençleri görevlendirmişler, her yerde onlar koşturuyordu. Çok tatlılardı ama her biri.
Bu aktivite yerlerinin dışındaki standlarsa bilindik, hani böyle butik bir şeyler satan şeylerdi. Sabundur, el işidir, tatlıdır, kalemdir falan. Onlara şöyle bir bakınıp, kendimi meydanın dışına attım. Nasıl olsa akşama kadar vaktim vardı artık. Bir yer görürsem oturur, yemek yerim dedim. Canım ne isterse onu yapacaktım. Yürürken nasıl olduysa bir gökdelene konumlanmış bir avmye denk geldim. Sanırım o meçhur Lotte'lerden biriydi. Sonuçta avm, tuvalete falan giderim, avm de görmedim demeyeyim dedim. Ama hiç hayal edebileceğim gibi değildi içerisi. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle her bir mağazanın kapısında jilet gibi giyinmiş satış görevlileri bekliyordu, içerisi parıl parıl parıldıyordu. Lüksten zehirlenme geçirecektim. Şoka girmiş gibi nereye yürüyeceğimi şaşırdım, tuvalet işaretini bulup, kendimi içine attım. En kısa mesafeden nasıl binanın dışına çıkarım onu düşündüm. Anlatamam size o havayı ya, böyle kendimi nasıl paspal, nasıl fasfakir, 10 yaşıma geri dönmüş hissettim.

Oradan çıkıp, sokaklarda, büyük caddelerde yürüdüm öyle. Arada restaurantlar gördüm, aa burada mı yesem şurada mı diye bakına bakına, karar veremeye veremeye sonunda yine sokak satıcılarının arasına kadar geldim. Off iyi aman atıştıracak bir şeyler alayım elime deyip, bir şeyler yiyerek dolaşmaya başladım. Ama o da ne, Myeongdong'da da festival tüm hızıyla başlamış durumdaydı. Boyunlarında davullarıyla bir müzik grubu yürümeye başladı, biz de kalabalık olarak peşlerinden oynaya oynaya yürüdük. Myeongdong sokaklarında onlar çaldı zıpladı, biz oynadık. Sonra gördüğüm her mağazaya girip baktım. Tüm küpecilere, tokacılara girdim, ne var ne yoksa inceledim. Bir tokacıda gerçi binbir hevesle seçtiğim tokaları kasada bırakmak zorunda kaldım, yine kredi kartım geçmedi, son gün diye de nakitleri harcamıştım.

Myeongdong'da da festivalle eğlenip, tek bir gün bile olsa keyfini çıkardıktan sonra daha fazla üstelemedim. Eve gidip, bavulumu alayım, ancak yola koyulurum dedim. Saat 5 civarı eve dönmüştüm. Shin amca ile Lee teyze beni sokağın başına kadar geçirip, sarılarak veda ettiler. Bir de hediye verdiler, minik bir kimchi kavanozu gibi bir hediyelik. Düşündükçe hala gözlerim doluyor, bu iki tatlı insan bana orada o kısacık zamanda çok güzel duygular geçirdi.
Kocaman bavulumla taş döşeli Seochon sokaklarında ilerlemeye çalıştım. Otobüs durağına gittim ısrarla. Halbuki gideceğim yer tren istasyonuydu, bir taksiye binebilirdim gayet. Bazen gerçekten kafam basmıyor. Ya da o kadar içime işlemiş ki fakirlik, çok derinde. Boyumdan büyük bavulla otobüse sığışmaya çalıştım. Bir pazar akşamıydı, her yer tıka basa doluydu. Otobüse çıkarırken panik oldum, hani herkesi bekletiyorum falan diye. Türkiye'de olsa küfrederler ya, orada sürücü benim panik olmama üzüldü, sakin ol yavaş yavaş çıkar acele etme dedi. Otobüsle Seul İstasyonu'na gittim, saat altıyı geçerken havalimanı AREX'i için biletimi almıştım (yine 9500 won). 18:50'deki trene. İstasyonda oturup, son kez etrafıma bakındım, insanları izledim, annemle konuştum. Hızlı tren Seul'den çıkıp, Incheon'a doğru yol alırken camdan yolu, denizi, binaları izledim. Seul'e veda ediyordum. Tuhaftı. Hiç düşündüğüm gibi olmamıştı ama düşünebileceğimden de güzeldi bir anlamda. Hüzünlüydüm. Mutluydum. Gitmek istemiyordum. Ayrılmak istemiyordum.
7 buçuğu geçerken havalimanındaydım. Çok erken gelmeyi abarttım diyordum ama iyi ki de öyle yapmışım. O akşam Incheon'daki kalabalık inanılmazdı. Kaç kere güvenlikten geçtim bilmiyorum. Bir dolu güvenlik noktasında sıra bekledim. Artık sıra beklemek hayatımın bir amacı gibi oldu. Hele bavul teslim etme sırasında - abartmıyorum - 2 saat bekledim. O geceki İstanbul uçağı tüm milletleri Seul'den götürmekle yükümlüydü sanırım. Herkes vardı sırada. Hele bir de turist kafilesi vardı, 20-30 kişi Türkiye'den. Tüm Kore'yi Japonya'yı almışlardı sanırım, bavul çanta kutu torba...Onu oraya sıkıştıralım bunu buraya sokuşturalım diye saatlerce oyalandılar. 2 saatin sonunda bavulum verebilmiştim ki bu sefer de kontrol için bekledim. Bavulu teslim edip, koltuklara oturup bekliyorsunuz. İçeride kontrol edip, bavulunuzda Kore'den çıkarmamanız gereken bir şeyler bulurlarsa isminizi söylüyorlar, geri gidiyorsunuz. Öyle de bir 15 dakika oturdum bekledim. Sonunda neyimi çağıracaklar, BTS albümüne mi kızacaklar diyerek kalktım, bu sefer de kapı sırasına girmeye gittim. Kapıların olduğu bölümde de yarım saat sıra bekledikten ve güvenlikten geçebildikten sonra nihayet uçağın kapısını bulacağım alana geldim diye sevinmiştim.

Ama orası da devasa bir alandı. Ucu bucağı yoktu. Susamıştım, acıkmıştım ama saat on buçuğa gelmişti, koskoca alanda bir tane açık yer yoktu. Boydan boya yürüdüm, koşturdum, etrafa bakındım. Sonunda görevlilere denk gelip açık yer var mı dedim, ileride Starbucks var o açık bir dediler :) Şaka değildi. O saatte Incheon'da tek bir açık yer vardı, o da Starbucks'tı ve onun da önünde kilometrelerce sıra vardı. Uçak iyi ki gece yarısındaymış dedim. Su alacaktım sadece, ama önümdekilerden bir tanesinin dolaptan bir şeyler aldığını görünce bakındım. Greek yogurt görünce ooo gecenin bu vaktinde sevgili dostum da buradaymış diye bir tane ondan alayım dedim. Alırken kafayı dolaba geçirdim, kasada çocuk korktu, arkamdaki kızla arkadaşı şaşkınlıkla durdu önce, ben de onlara baktım, karşılıklı güldük sonra napalım. Çok yorgun, çok üzgün ve susuzdum. Halime güldüm. İki su ile bir minik yoğurt aldım (950x2 won ve 4200 won). Uçağın kapısının olduğu yerde oturup, beklerken yoğurdumu yedim.
Şu an düşündüğümde dönüş uçağı ile ilgili gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. İstanbul'dan Seul'e gittiğim yolculuğu tüm hatlarıyla hatırlıyorum ama Seul'den İstanbul'a nasıl geldim hiç hatırlayamıyorum. Çok tuhaf. Görüntüler direkt İstanbul'da havalimanında daha güneş doğmamışken Ankara uçağını beklediğim andan başlıyor. Kucağımda Ben's Cookies'den aldığım kurabiyeler. Elimdeki Seul kimliğine bakıyorum. İstanbul'da olduğuma inanamıyorum. Rahatsız sandalyelere uzanmışım, kocaman camlardan gökyüzü görünüyor. Önce koyu maviyken yavaş yavaş aralanıyor. Güneşin doğuşunu izliyorum İstanbul Havalimanı'nda. Döndüm diyorum. Neden döndüm ki? Başka gittiğim hiçbir yerden dönüşte böyle hissetmedim. Hepsinden dönüşte ilk anda hep bir rahatlık hissetmiştim. Roma'dan mesela dönüşte mutluydum. Yani genel anlamda Roma'da artık yaşamıyor olacağıma üzülüyordum ama o anda dönmüş olmaktan memnundum. Sanki birkaç günlüğüne kampa gitmişim de, eve geri dönüyormuşum, sıcak banyomu yapıp, pijjamalarımı giyip, kanepeye uzanıp tv izleyecekmişim gibi bir histi o zaman. Gezdiğim yerlerde mutlu hissetmiş olsam da, her seferinde ulan bu ülkeden nefret ediyorum niye dönüyorum da desem, döndüğüme mutlu oluyordum çünkü o pijama hissi vardı.

Oysa bu sefer...Farklıydı. Bilmiyorum tek başıma olduğum ilk seyahat olmasından mıydı, hayatımın belki değişik bir evresi mi olmasındandı ya da ben mi değişmiştim...Ya da...Seul olmasından mıydı? Belki gerçekten de bu sefer ev diyebileceğim bir his oluşturmasından mıydı? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Üniversitedeyken tüm her şeyden o kadar bunaldığımda, gecenin bir vakti odamın camına alnımı dayayıp, kapkaranlık geceye bakardım. Kafamı cama vurduğumu fark etmeden eve gitmek istiyorum diye mırıldanırdım. Mırıldandığımı da kafamı cama vurduğumu da sonradan fark edip, dururdum. Evdeydim, içeride annemle babam odalarındaydı, odamdaydım, arkamda benim eşyalarım vardı. Ama eve gitmek istiyordum. Bilmiyordum.
İstanbul'dan Ankara'ya gelecek uçak bomboştu. En arkadan almıştım bileti gene de. Mayıs sabahının serinliğinde koltuğuma geçtiğimde tükenmiştim. 3lü koltuğa uzanıp, kalmışım. Kalkışa geçerken hostes uyandırdı. Yatak dışında bir yerde uyuyabilmem için gerçekten bayılmış olmam gerekiyor, düşünün halimi. Öğlene doğru eve girebilmiştim. Pazartesi sabahıydı. 1 Mayıs. Salı sabahı işe gittim. Hiçbir şey olmamış gibi. Sanki daha dün dünyanın bir ucunda değilmişim gibi.
Lee teyze ile Shin amcanın hediyesi


1 Ekim 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm XI - Inwangsan'a yağmurlu tırmanış, keyifli sohbetler, YG Entertainment, Urban Plant

 


Artık sondan bir önceki günümdeydim. Cumartesi yine erkenden ama yağmurlu bir sabaha uyandım. Gece başlayan yağmur, gökyüzünü tamamen ele geçirmişti. Hanok'un minik bahçesi şırıldayan yağmur altında üzgün gibi görünüyordu. Ben de üzgündüm. Ertesi gün geri dönüş uçağıma binecektim ve o cumartesi günü son tüm günümdü Seul'de.

Sabah mutfakta kahvaltı ederken mutfağın üst katından bir kadınla kızı indi. Onlar da dün yeni gelmiş. Fransa'dan, hatta bizim o Fransız doktor teyze ile yakın bir mesafede oturuyorlarmış (bunu tanışıp muhabbet ettikten sonra fark etmişler). Kadın 40lı yaşlarındaydı, kızı da üniversite çağındaydı. Shin amca onlar da bir posta beni anlattı. Kahvaltı boyu hep beraber karman çorman bir İngilizce, Fransızca, Korece karışımı dille hepimiz sohbet etmeye çalıştık.

Annyeong Jajangbap :D

O sabahın kahvaltısı jajangbap'tı. Siyah fasülyeli pirinç yani. Çok severim zaten, şimdi de tam evde yapılmışını yiyordum, çok güzeldi. Kahvaltının sonunda o günkü meyve olarak mandalina verdi Lee teyze. Ama böyle kabuklu haliyle tabakta verince ben bir baktım, hayatım boyunca mandalinayı eliyle soyabilen bir insan olmadım. Annemler dalga geçer ama hemen her şeyde bıçak kullanma ısrarımın bilinçli bir sebebi yok, öyle rahat ediyorum (evet anne önceki hayatımda Buckingham'da yaşıyordum, üzgünüm bu hayatta beni çekmen için sana düşmüşüm). Bıçak ister gibi oldum Lee teyzeden, mutfağa bakınmaya başladım. Shin amca mandalinayı nasıl yiyeceğimi bilmediğimi düşündü ya da sanırım hiç görmediğimi. Bak böyle yeniyor diye göstermeye başladı, Lee teyze ise dolaptan başka bir mandalina çıkarıp bir güzel soyup öyle verdi bana yiyeyim diye. Ay allahım aslında her işimi kendim yapmaya, kimseyi uğraştırmamaya çalışıyorum, tüm hayatım bunun üzerine kurulu ama nedense hep, böyle eninde sonunda insanlar beni koruyup, kollayıp, gözetmeye, beni kundaklara sarıp beslemeye başlıyor. Teyzem teyzem ah teyzem, zamanında yapaydım liseye giden çocuğum olacak yaştayım diyemedim tabi. Elinden alıp, yedim mandalinayı. Jeju mandalinasıymış, iyisiymiş yani.

Kahvaltıdan sonra Shin amca allah aşkına gelin size etrafı gezdireyim diye tutturdu. Fransız ablayla kızını ve beni haydi haydi diyerek sürükledi. Aşırı yağmur yağıyor bu arada, ellerimize evden birer şemsiye aldık, Seochon'un ara sokaklarına daldık. Evin olduğu muhit, daha önce de yazdığım gibi, eski ve güzel bir yerleşim. Hanokların, eskinin hatırı sayılır evlerinin olduğu, en büyük iki sarayın hemen yanı başında. Aslında gezilecek yerlerden biri, turist rotasında. Ama o havada değil. Ben o sabah kafamı odamın kafasından uzatıp, bahçeye baktığımda demiştim ki öğlene kadar odamın önünde romantik romantik takılırım, belki bir iki satır bir şey yazarım. Bahçeyi izlerim, yağmuru izlerim. Çay yudumlarım, kurabiyelerimi kemiririm. Öğleden sonra çıkar şu yeğenlerimin hediyesi işini hallederim, bir kafede oturur gene yağmuru izlerim. Öyle bir hüzünlü, sakin bir gün ile Seul'e veda ederim. Ama Shin amcanın çok başka planları olduğunu hesaba katamamışım. Üçümüzü taktı peşine, sokaklarda koşturuyoruz. Kendisi atom karınca gibi, pıldır pıldır yürüyor. Burada bu var diyor, orası şöyle diyor, anlatıyor da anlatıyor ama aramızda kilometreler olduğu için duyamıyoruz da. Ona yetişmek için bir şeylere de bakamıyoruz. Çok güzel dükkanlar görüyorum mesela, iki saniye aaa deyip önünde dursam Shin amca öbür köşede gözden kayboluyor. Dedim tamam madem, sadece peşinden gidip, bir şeylere bakmayayım, zaten Seochon avuç içi kadar yer, bir yarım saat içinde eve döneceğiz.


Önce bir geleneksel pazar/markete girdik. Tongin Traditional Market ismi. Sabahın köründe daha tezgahlar bile açılmamıştı. Örtüler var ama tepeden yine de şıpır şıpır sular damlıyordu, Shin amca mutluydu gene de, burası da pazar ne güzel değil mi falan diye anlatıyor. İkide bir durdurup, fotoğraflarımızı çekiyor, sen şöyle dur sen böyle poz ver diyerek. Pazarda dolandıktan sonra yine sokaklarda koşturmaya başladık. Sonunda bir evin önüne geldik, yamacın tepesinde duruyor ev. Shin amca burası da şunun evi, çok güzel işte falan diyerek bu sefer de oraya daldı. Park No Soo müze-eviymiş. Park No Soo, 1927'de doğmuş, 2013 yılında vefat etmiş bir Koreli ressam. Kore çağdaş ve modern sanatına katkıları olan, öncü bir sanatçı. Japonya'nın işgalinden sonra gelen bağımsızlık döneminden itibaren Kore'nin ilk mürekkeple resim sanatçılarından biri. Önemi şuradan geliyor, o dönemde yıllar süren yoğun bir Japon sömürüsü ve işgalinden sonra Koreli sanatçılar kim oldukları, ne oldukları ve ne ürettikleri ile ilgili bir buhran içindeyken Park No Soo yeni bir soluk getiriyor. Shin amca ısrarla Lee Byung Hun'un ismini söyleyip durdu, bizi evin bahçesine sokarken. Sonunda anladım ki şey demeye çalışıyormuş, Mr.Sunshine ve Our Blues gibi dizilerden tanıyabileceğiniz Lee Byung Hun'un kendisi gibi oyuncu olan eşi Lee Min Jung, bu Park No Soo'nun torunu. Shin amca için önemli bir detaydı.

Park No Soo evi-müzesi böyle bir şeydi, ben o havada ve yorgunlukta çekememiştim
o yüzden fotoğraf Timeout.com'dan

Ev o bölgede diğer evler gibi oldukça güzel görünüyordu, iki katlı, kırmızı taşlardan yapılmış, arkasını minik ama dik bir tepeye vermiş, ömür güzelleştirecek bir bahçeye sahip, şahane bir ev. Biz evi gösteriyor zannederken Shin amca girişe yöneldi, girişte görevli bir teyze vardı. Müzeye mi geldiniz buyrun falan oldu, biz müzeye mi geldik diye birbirimize bakınırken Fransızlarla, Shin amca kafasını sallıyordu kadına. Bilet almanız gerekiyor dedi kadın, biz cidden müzeyi gezmek istiyor muyuz bir müzeye mi geldik bu adam kimdir bile düşünemez haldeydik. Yorulmuştuk, ıslanmıştık, nefes nefese kalmıştık, terlemiştik, nemli havadan yapış yapıştık. Teyze bilet için 3000 won istedi, düşünmeden biner won çıkardık. Teyze kişi başı dedi, Fransız ablayla birbirimize baktık o an. Ulan biz napıyoruz burası neresi diye. Verdik parayı, biletlerimizi aldık. İçeri daldık ama ayakkabıları çıkarmak gerekiyordu. Ayakkabılarımızı çıkarıp, misafir terliklerinden geçirdik ayaklarımıza.

Park No Soo evinin bahçesinde

Bu ev, ressamın 1973'ten 2011'e kadar yaşadığı evmiş. Evin kendisi 1937'de o zamanın ünlü mimarı Park Gil Ryong tarafından yapılmış, Batı ve Japon mimarisinin karışımı. Tüm ev boyunca koridorlarda odalarda eserleri sergileniyor. Eserlerinin 1000 kadarını buraya ve bu semte bağışlamış. Ama nedense evin içinde ben o kadar çok eser görmedik gibi hissettim. Bir de fotoğraf çekmek yasaktı. Peşimizde görevli amca dolandı ama o da bizim ve Shin amcanın sevimliliğine dayanamayıp, hatıra olsun diye fotoğraflarımızı bile çekti. Ev gerçekten güzel, yani Fransız ablayla ikide bir birbirimize bakıp off ama çok güzel off ne hoş olur burada yaşamak deyip durduk. Yaşanırmış be vallahi.

Evin içini gördükten sonra Shin amca bizi bir de evin bahçesinin bir parçası olan tepeye de çıkardı tabiki. Adam karınca. Böyle sarp merdivenlerle bahçeden ağaçların arasındaki tepeye çıkılıyor, minik de bir oturma kamelyası gibi yer yapılmış. Oraya çıktık, indik. Evden çıkarken tamam dedim, benden bu kadar. Gezimiz de bu kadardı herhalde, eve dönüyoruzdur dedim. Ama daha yeni başlıyormuşuz, bu ısınmaymış.

Dağa tırmanmaya başladığımız nokta, başıma gelecekleri görememişim

Inwangsan'ın tepesinden manzara o havada işte böyle


Seochon'un yanı başında yükselen Inwangsan'a (Inwang Dağı'na yani) doğru yol almaya başladık. Tabi ben bilmiyorum ya, eve dönüyoruz zannediyorum. Bir de baktım sokaklar bitti, önümde sisli kocaman bir kütle yükselmeye başladı. Ağaçlar, yamaçlar, yağmurdan dolayı kayaların arasında şelale olmuş sular. Gene de dağa tırmanacağımızı aklımın ucuna getirmedim, park gibi olan yeri dolanıp geleceğizdir diye son gücümle peşine düştüm Shin amcanın. Ama tırmandık. Bitmedi. Tırmandık da tırmandık. Islanmayan yerim kalmadı. Sucuğa döndüm. Yine de tırmandık. Shin amca bir saniye teklemedi, ben ikide bir durup yok ben gelemiyorum dedim, sürüklediler. Yol boyu söylendim. Dağın tepesine kadar çıktık. Allahım ben nerelere geldim allahım bu kabus mudur sabah uyanamadım mı günahım neydi yarabbim diye diye süründüm. Bir de güzel manzaralar olduğunu düşündüğü yerlerde haydi durun haydi fotoğraf diye çekiyor, gülümse diye şirinlik yapıyor. Hay allahım bu bir şaka değil mi diye baktım, kesin bir tv programıydı bu, öyle olmalıydı, kamera şakasıydı. Olmalıydı. Ama değildi. Koskoca dağa tırmandık o sabah deli yağmurun altında. Kot pantolon ve spor ayakkabı ile.


Dağın tepesinde bir tesis göründü sonra ufukta. Hayal görüyorum zannettim. Bir kafe gibi bir yerdi. Arabalar çekilmişti önüne, biz niye yürüdük o zaman dedim Shin amcaya, madem arabayla gelinebilen bir yerdi. Otobüs de geçiyor  mu dedim, öyle ineceğiz değil mi dedim, güldü. Kafede mola verdik, şaşkınlığımın içinde. Güzel fırın ürünleri vardı, kahveler çaylar vardı ama o kadar umutsuz o kadar pes etmiş haldeydim ki ne seçeceğimi ne yapacağımı bilemeden bir şeyler geveledim kasada. O havada buzlu americano almış olduğumu fark ettiğimde iş işten geçmişti. Yanına da bir pastel de nata (portekiz turtası diyelim) almışım. Elimle gösterdim sadece, ne olursa olsun aman be ya diyerek. Yerin adı google'a göre The Forest Choso Chaekbang diye geçiyor. Orijinali 더숲 초소책방, orman - kontrol noktası - kitabevi kelimeleri. İçeride kitap rafları da vardı, doğru ya. Kahveye 4900 won, minik turtaya da 2100 won verdim. Dişimin kovuğuna gitmedi tabi pastel de nata, ben ondan bir oturuşta 10 tane falan yiyebilirim. Kahveyi de su niyetine içtim işte. (Kafenin web sitesi : https://chosobooks.com/)

Orada kahvelerimizle oturup, ormanı seyrederken baya sohbet ettik. Sanırım o günün o eziyetinin benim için tek artısı, belki de en büyük artısı buydu. Shin amca ve Fransız teyze ile ülkelerden, şehirlerden, gezmekten, geleneklerden, insan davranışlarından, anlayıştan, alışkanlıklardan...pek çok şeyden bahsettik. Hatırlayabildiğim kadarıyla başka bir dilde, başka milletlerden insanlarla ilk defa böyle bir şeyler konuşuyordum. Yani genelde herkes için yabancı bir dilde konuştuğumuzdan üstün körü konuşuruz ya. Havadan sudan bahsederiz, basit cümlelerle basit şeyler konuşuruz. İki Fransız, bir Koreli ve bir Türk İngilizce anlaşarak, o gün o kafenin dışındaki oturaklarımızda sislerin arasındaki ormana, dağa bakarak derin şeyler konuştuk. Ben ertesi gün gidecektim, onlar da aynı zamanda ayrılacaklardı, bir daha hiçbirimiz birbirimizi göremeyecektik. İsimlerimiz dışında bir şey bilmiyorduk, yalnızca o sabah tanışmıştık (Shin amca ile de işte 3 gün önce tanışmıştım) ama birbirimize içimizden geldiği gibi, hissettiklerimizi, düşüncelerimizi söyledik. Fransız ablanın, zar zor hatırlıyorum hepsini ama dediklerinin, sanki dedesi mi ne siyahiydi, öyleymiş sanırım, öyle anlattı. Üniversite çağında atlamış İngiltere'ye gitmiş, İngilizce öğretmeni kendisi. Orada bir süre yaşadıktan sonra kapalı havadan fenalıklar basmış, geri Fransa'ya. Bu arada ilk eşi Cezayirli mi Faslı  mı öyle bir şeymiş. Kore'ye birlikte geldiği kızı ondan. Sonra biriyle ve başka biriyle daha evlenmiş. Toplamda 3 kızı varmış, şu an boşanmıştı, evli değildi. Çok karmaşık ailesini anlattı orada baya bana.

Yun Dongju'nun şiiriyle ben - Shin amcanın azimli çekimlerinden

Kafede öyle bir soluklandıktan sonra yine başladık yürümeye. Shin amca bu sefer benim yanımda gidip, beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Çünkü her adımda söyleniyordum artık, bitmiş görünüyordum. Tırmanıyor gibi değildik bu bölümde, inişe geçmiştik ama yine de dağın tepesinde patikalarda dolanıyorduk. Seyir terası gibi bir yerlerde yağmurdan sisten manzaraya bakmaya çalıştık. Sonra üzerinde yazılar olan kocaman bir kayanın önüne geldik. Shin amca orada o kayayla hepimizi fotoğraf çekimine soktu. Yun Dongju'nın Tepesi deniyormuş buraya, şair Yun Dongju'nun ünlü bir şiiri kazılıymış o kayaya. Tepenin eteğinde de onun adına bir edebiyat müzesi bulunuyor. Yun Dongju'nun tüm hayatı Japon sömürü yönetimi altında geçmiş. Kore'nin bağımsızlığı için fikirleri olan ve çaba gösteren bir şairmiş ancak Japon yönetimi tarafından yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste ölmüş henüz 27 yaşında.

Şairin tepesinden sonra neyse ki tam olarak inişe geçtik. Kale surları gibi surların yanından, merdivenlerden inmeye başladık. Hava güzel olsa mükemmel bir manzaraydı ancak o havada sadece iki metre ötesi görünüyordu. Nihayet merdivenler bitti, dağ bitti, sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Fransız abla ile kızı bir yeri gezmeye gideceklerdi, Shin amca da bir yere mi gidecekti, hep birlikte otobüse bindik. Ben eve uğradım tabi önce, otobüste onları bırakıp, evin orada indim. Evde kuru şeyler giyip, önemli işim (yeğenlere Blackpinkli hediyeler) için çıktım.


Hediyeler için YG Entertainment'ın resmi dükkanına, binasının hemen karşısındaki The Samee Cafe'ye gidecektim. Metro durağına yürürken evin yakınlarındaki Baskin-Robbins dükkanının önünden geçtiğimi fark ettim. 10 gündür bir dolu Baskin-Robbins görmüştüm ama bir türlü içeri girmeye fırsatım olmamıştı. Bir yere acele ettiğimden falan değil, sadece ne bileyim bir türlü girememiştim işte. Halbuki Kore'ye gelirken mutlaka denenmesi gereken şeylerden biri de buydu benim için. Baskin-Robbins dondurmasıııı! Evin yakınındaki o dükkana girer girmez de bunca gündür girmemiş olduğum için kendimi tokatlamak istedim. İçerisi 45 dereceydi! Bir dondurma dükkanı, sahra çölü gibiydi. Öyle bir sıcaklık ki böyle otururken bile değil, ayaktayken mayışıyorsunuz, böyle yumuş yumuş bir uyku haline giriveriyorsunuz. Ama dondurmacı. Her yerde dondurma var. Nasıl olabilirdi? Hala hayal etmedim ben o sıcaklığı değil mi diyorum kendi kendime. O kadar gün dışarıda donmuştum Seul'de, halbuki bir BR'nin kapısından içeri dalsam tüm dertlerim bitecekmiş. Bu arada en minik kapta şeftalili dondurma almıştım sanırım. Hatırlayamıyorum. Ne kadar vermiştim onu da bulamadım. Neyse.


Metro, otobüs, yürüme derken tee Seochon'dan Haepjong tarafına gelmiş oldum. YG Entertainment binasının karşısında The Same Thing ya da The Samee Cafe diye geçen bu yerin giriş katı kafe, alt katlarında YG'nin sanatçılarının ürünleri satılıyor. O yağmurlu günde sokaklar bomboştu. YG'nin binası koskocaman yükseliyordu. Bir an önce bir şeyler alıp, gitmek istiyordum. Tamam k-pop dinliyorum ama bu yaşımda da Blackpinkli şeyler alırken görülmek istemem. Kafenin girişinde şemsiyelik vardı, oraya bıraktım şemsiyeyi. Alt kata indiğim anda BP üyelerinin yüzleri her tarafta uçuşmaya başladı. Şöyle bir kere bir dükkanı dolandıktan sonra aslında o kadar da fazla şey olmadığını gördüm. Önceki gün metronun altındaki mağazalarda daha çok ve çeşitli BP'li ürün vardı. Ama onları kesin uyduruk bulur benim abim yengem yeğenlerim diye, buradan lisanslı ürün almaya ant içmiştim. Bir saat ne alacağımı bulmaya çalıştım, çünkü dedim ya o kadar da çeşit yoktu. İşe yarar bir şeyler yoktu. Sonunda iki tişört aldım (ki çocuklar için uygun ebatını bulamadım büyük oldular), bir de Blackpinkli monopoly oyunu (o da ingilizce olduğu için çocuklar bensiz oynayabiliyor mu bilmiyorum). Abim bir miktar para göndermişti çocuklara alacağım hediyeler için (bu da küfür gibi, sanki para göndermezse almayacakmışım gibi). 139200 won tuttu bu iki şey valla. Acıyorum Blackpink'e YG'e kazandırdığım paraya. (Kafenin instası : https://www.instagram.com/thesamee_official/)

Kafeden çıkarken şemsiyemi almak için şemsiyeliğin önüne bir geldim, anksiyete krizi. Ben bırakırken iki üç şemsiye vardı, şu an dopdoluydu şemsiyelik. Benimkisi de öyle renkli, farklı bir şey değildi. Böyle şeffaf bir plastik gibi birşey. Şemsiyelikte öyle bir dolu şemsiye vardı. Şemsiye benim değil, evin ya, yanlış şemsiyeyi götürürsem anlarlar mıydı ki? Benden günah gitti diyerek bir tanesini çektim, herhalde doğrusunu çekmişim ki akşam eve götürünce ses etmediler.

Urban Plant'teki çay tepsim :)

Spagettim


Oradan çıkıp, yürümeye başladım etrafta. Bir şeyler yiyeyim diye düşünüyordum ama etrafta işaretlediğim bir yer yoktu. İşaretlediğim yerlere gitmek için bir daha metro, otobüs falan binmem gerekiyordu, içimden gelmedi. Yürüdüm, bakındım, sonra Urban Plant diye bir yer gördüm. İçeri bir daldım, cennet gibi. Her yer yeşillik, çiçekler, bitkiler, sarmaşıklar...Çok tatlı bir yer bulmuştum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Bir de sadece kafe de olmadığını, normal yemek türü şeyler de olduğunu görünce mutluluktan bayılacaktım. Kasada menüye bakıyorsunuz, siparişini orada veriyorsunuz. Elinize siparişiniz hazır olduğunda ses çıkaran o minik aletlerden veriyorlar. Siparişimi verdikten sonra nereye oturacağımı şaşırdım, her yer çok güzel görünüyordu. Hepsinde oturmak istiyordum ama doluydu her yer. Üst kata çıktım, tek bir masa buldum boş, minik. Herkes arkadaşlarıyla buluşmuş, muhabbet ediyordu. Bir ben yalnızdım bu kafede. Pesto soslu spagetti ile earl grey çay almıştım. Mutlulukla makarnamı yedim, insanları izledim, bitkilere baktım. (Urban Plant'in instası : https://www.instagram.com/urbanplant_official/, bu da web sitesi : https://urbanplant.business.site/)

Resmen Seul'de Starbucks Starbucks dolaşıp, bu pastayı yedim
Aşırı mükemmel ötesi bir şey
Aşk

Keyifli yemeğimden sonra metroya binip, Myeondong'a gittim. Dün gördüğüm bir şeyler aklımdaydı, alabilirim diye düşünmüştüm. İşimi bitirdikten sonra oradaki bir Starbucks'a oturdum yine. Gitmeden önce son kez o güzelim pastadan yemek istiyordum. Choux Baumkuchen yazmışlar bu sefer fişe, 6900 won. Bir de yine earl grey'imi aldım, 4500 won. İki üst kata çıkıp (baya katı vardı bu Starbucks'ın), cam kenarında bir yer bulup, bıraktım kendimi. Karşımda, tam ileride Namsan Kulesi ve Namsan vardı. Son kez vedalaşıyordu şehir benimle sanki. Görünüşte pazar günü gece 12'de uçağa bineceğim için, bir günüm daha var gibiydi ama bavul toplamakla, havalimanına gitmekle falan geçer diye düşünüyordum. Pazar gününü yok gibi düşünmüştüm kendimce yani (çok aşırı yanlış düşünmüşüm, hayal ettiğimden çok farklı geçti pazar günü). O yüzden o cumartesi günü şehirle vedalaşıyordum bir anlamda. Yağmur da yağıyordu zaten. Yorulmuş ve hüzünlü, hanok'a döndüm o akşam.



27 Eylül 2023 Çarşamba

Bir Seul Macerası Bölüm X - Gwanghwamun, Deoksugung, K-pop albümleri peşinde


 Cuma sabahı, tıpkı hayallerimdeki gibi bir hanok'un yer yatağında uyandım. Tamam, tam olarak hayallerimdeki gibi zaman yolculuğu yapmış, Joseon Dönemi'ne gitmiş, geleneksel kıyafetlerin içinde uyanmış değildim ama bu kadarı da bana yeterdi. Hanoktaki ilk sabahımdı. Hava serin ama güneşliydi. Önceki gün Lee teyze sabah 8 buçukta kahvaltı hazırlıyorum dediği için tabi saat 8'i gösterdiği anda gözlerim açıldı. Babamla büyümenin yan etkileri işte. Bir saatte bir şey yapılacaksa, kalkılacaksa, bir şey varsa, saatinden önce kalkar, hazırlanır, emredersiniz komutanım şeklinde kapıya dizilirsin.

Gece iyi uyumuşum demek ki bu arada ki zinde uyandım. İlk yattığımda yan odadan bir miktar ses geldi bir süre. İki kişi olduğu belliydi, gün içinde dışarıda olduğumdan karşılaşmamıştım haliyle, kim olduklarını bilmiyordum. Bir iki küt pat oldu, çok sürmedi ama. Sesler kesilince de uyumuşum işte. Bu arada sanırım odamdan biraz bahsetmenin zamanı geldi. Odam, geleneksel hanok mimarisinde, evin evlenmemiş genç kızına ayrılan odaymış, duvarımdaki bilgilendirme yazısından okudum bunu. İki kat kayan kapıdan oluşuyor kapısı. En dışta camlı bir kapı, bu camların arasında bir daha ısı için sanırım şu pat patlı plastik kaplama malzemesi var ya ondan vardı. Bu kapıdan sonra odaya bakan tarafta da bir cam kapı daha. O cam ise kağıtla kaplanmıştı, kağıtla cam arasına kuru çiçeklerden desen yapılmıştı. Lee teyze biz yaptık, çiçekleri nasıl olmuş dedi gösterip, çok hoş olduklarını söylemeye çalıştığımda. Geceleri yattığımda bu çiçekler yattığım yerden tam olarak önümde çok güzel bir manzara oluşturuyordu. Her gece orada, onlara bakarak uykuya daldım.

Odanın ön tarafını bu şekilde tamamen kapılar kaplıyordu, oda dediğim şey yani 3 duvar bir kapı duvarı. Kapılardan girince sol tarafta minik bir oturma taburesi benzeri bir şey ve onun altında da minik bir çöp sepeti konuşmuştu. Taburenin üst kısmında, kapıların üst tarafında, tavana birleştiği noktada klima takılmıştı. Taburenin ucundan hemen yer yatağı başlıyordu, bir ince gibi görünen ama gece hiçbir şekilde üşütmeyen bir döşek. Baş kısmında desenli yorganım katlanmış duruyordu, üstünde de sert süngerden gibi görünen yastığım. Yatağın sol duvarında giysi falan asılabilecek duvar askısı. Yatağın baş kısmında dizilerde hep arkaplanda gördüğüm o minik ama çok gözlü dolap-komodin benzeri mobilya. Onun içinde şehri tanıtıcı rehberler, harita kitapçıkları, poşet çaylar, ses yaptığı için pillerini çıkardığım bir çalar saat, su ısıtıcı gibi şeyler vardı. Üstünde havluların olduğu sepet ile saç kurutma makinesi. Komodinin yan tarafında bir masa ve sandalye vardı. Minik ve sevimli odam işte bunlardan oluşuyordu.

Odayı tutarken kendime ait banyo tuvalet seçeneğine dikkat ederek seçmiştim tabiki. 20li yaşlarımdaki onca geziden ve başka bir ülkede yaşama deneyiminden sonra dikkat ettiğim en birinci özellik bu çünkü bir yere giderken. Hanok odamın tuvaleti ve banyosu da odamın içinde olmasa da sonuçta bana özeldi. Odamın tam karşısında ayrı bir kapının ardında, minik bir kulübe gibi. Ve youtube'daki onca Seul'deki evimi gezelim videolarında rastladığım gibi ayrıca bir duşakabin veya küveti olmayan bir banyo. Yani kapıdan girince tam karşımda son teknoloji bir klozet, oturağını falan ısıtabiliyorum, su fışkırtıp kendimi yıkayabiliyorum ama banyo yapmak istediğimde hemen sağ tarafımdaki lavabodan uzanan duş başlığını alıp, klozet ile kapı arasındaki boşlukta dikilip yapmam gerekiyor. Sanırım uzakdoğuda geleneksellikle teknolojiyi harmanlıyorlar dedikleri kültür tam da bu. Hem kapının önünde hem de klozetin önünde yukarıda duş perdeleri vardı, onları çekiyorsunuz böylece etraf ıslanmıyor. Klozetin hemen bitişiğinde bir de son model çamaşır makinesi vardı ama onu kullanamıyoruz, odamızın hizmetlerine o dahil değil, evin o. Ama şampuan, duş jeli gibi şeyler yer alıyordu lavabonun üstündeki raflarda. Böyle odanın dışında yer alan banyo olunca tabi eskilere döndüm ben. Önce köyde büyükbabamın evinin ilk hallerini hatırladım. Tam olarak böyle ayrı değildi tuvalet banyo ama yattığımız odadan mutfağa geçip, oradan merdivenin başına açık havaya çıkar, iki adım ötedeki tuvalete giderdik. Sonradan hepsi birbirine bağlandı, üstü etrafı örtüldü falan ama işte. Yıllar sonra bu sefer de Kültepe'deki kazıda tuvaletler banyolar odalardan tamamen ayrı bir noktadaydı, gece karanlığında bile kalkıp gitmek zorunda kalmıştım. Neler yaşamışım be.

Cuma sabahı kahvaltısı - bibimbap

Hah ne diyordum? Cuma sabahı 8'de ayaklanıp, mutfağın kapısından içeri daldım. Lee teyze ile Shin amca kalkmışlardı tabi ama kimsenin kalkmasını beklemedikleri ortadaydı. Lee teyze beni görünce hem şaşırdı hem sevindi. Çalışkan karınca Koreliler'e tanıdık gelmiş olmalıyım. Kahvaltıyı daha yeni hazırlamaya başlamıştı, masada tabaklar vardı. Oturdum, hem muhabbet edip, hem onu izledim. O sabahki kahvaltı bibimbap'tı. Türkiye'de bile yediğimde sevdiğim bu yemeği resmen geleneksel bir Kore evinde, has be has Koreli bir teyzenin ellerinden yiyecektim. Ağlamak üzereydim. Çok güzel seramik çanakta malzemeler dizilmişti, yanında soya fasülyesi filizi çorbası minik bir çanaktaydı. Bir yanda kimchilerin yer aldığı minik çerezlik ve gochujangdan bir kaşık bir kasede. Su termosu ve bardak her zamanki gibi masada yanıbaşımda. Su tabiki buz gibi. Kore'de su hep buz gibi. Ben yemeye başlamışken benim yan odam olan yerden oturma odasına açılan kapıdan iki Koreli kız çıktı. Dün akşam gelmişler, başka bir şehirden. Bir tanesi polismiş, diğeri de onun kız kardeşiymiş. Bu ikisini görünce, 40lı yaşlarındaki pek çok Koreli oyuncuya dizilerindeki flashback sahnelerinde liseli rollerini oynatmalarının sebebini anladım. Bu kız kardeşler 40lı yaşlarındaydı demiyorum ama böyle davranış, hal, tavır falan tam olarak o dizilerde izlediğim yan rollerdeki sessiz liseli kızlar gibilerdi ilk bakışta. Ben yemeğimi yerken Shin amca onlarla muhabbet etmeye başladı, kızlar oturma odası gibi olan yerdeki masada oturdular, orada yiyeceklerdi. Shin amca beni de tanıştırdı, biraz da benle muhabbet ettiler. Öylesine birkaç günlüğüne gezmeye gelmişler Seul'e. Hep batıdan turist gelecek değil ya, Koreliler'in kendileri de başka şehirlerde yaşayanları, bu çılgın büyüklükteki şehre gezmeye gelebiliyormuş demek ki dedim. Yemeğimin bitmesine yakın Fransız teyze de çıktı odasından. Yanımdaki sandalyeye oturdu, onunla da konuşarak kahvaltımı bitirdim. Kahvaltının sonuna Lee teyze her sabah bir meyve koyuyordu tabağa, bunu ilk o sabah görmüş oldum. Elma mıydı tabaktaki sanırım, tam hatırlayamıyorum. Fransız teyzeyle onu bölüştük. Shin amcayla o günkü planım hakkında konuştuktan sonra hazırlanmaya odama geçtim.

Gwanghwamun Meydanı'ndaki festival hazırlıkları

Tam bir planım yoktu aslında o gün için. Pazar günü dönüş günüm olacağı için önümdeki bu iki gün, daha önce gittiğim ama aklımda kalan yerlere bakarım ve gelirken almayı düşündüğüm birkaç şey ile hediyeleri alırım diye düşünmüştüm. 10 gibi evden çıkıp Jahamun-ro'ya çıktım, büyük caddede yürüyüp, Gyeongbokgung İstasyonu'nun oraya gelince karşıya geçip, Saemunan-ro 5 ga-gil'e daldım. Bu bölge böyle yüksek yüksek büyük binalarla dolu. Gördüğüm kadarıyla, yanlış anlamadıysam daha çok devlet binaları ve yönetimle ilgili yerlerin yer aldığı bir alandı. Caddeler sokaklar neredeyse bomboştu. Bu yollar beni Gwanghwamun Meydanı'na çıkardı. O meydandaki heykelleri görmek istiyordum açıkçası, bu yüzden bu yolu izlemiştim. Amiral Yi Sun Shin'in ve ünlü kral Sejong'un anıtlarının etrafında okuya okuya, fotoğraf çekine çekine dolaştım. Aslında anıtların altında müzeleri de vardı ve meydanın tam altında kocaman bir metro istasyonunda gezilecek yerler de vardı ama sanki artık sayılı zamanım kaldığını hissediyordum bu şehirde, müze gezerek harcamamam gerekiyormuş gibi geldi o zaman. Hava durumuna çok aşırı güvenmesem de o gün güneşli günlerin sonuncusu gibi görünüyordu, ertesi gün tamamen bol yağmurluydu.

Kral Sejong'e annyeong deyin

İlk karşılaştığım anıt büyük kral Sejong'unkiydi. Sejong, Joseon'un 4.kralı, ayrıca Kore alfabesinin ve birçok bilimsel ve teknolojik icadın da mucidi. Yönetimi oldukça müreffeh, halkı tarafından da oldukça sevilmiş bir kral. En azından tarih böyle yazıyor. Teoride 1418'den 1450'ye kadar hüküm sürmüş görünüyor ama pratikte hükümranlığı 1420'den 1439'a kadar sürüyor. İlginç olan bir diğer yanı, pek çok krallıkta olduğu gibi Joseon'da da en büyük erkek çocuğun tahta geçmesi kuralı varken ailenin 3. ve en küçüğü olan Sejong'un tahta geçmiş olması. En büyük abisi bana ne ben acun firarda olacağım deyip, tahttan vazgeçmiş, öbür abisi de bu dünyayla işim yok öte dünyaya çalışacağım ben deyip keşiş olmuş. Taht da bizim Sejong'a kalmış. Bazen evren her şeyi yerli yerine oturtuveriyor işte böyle. Tabiki değil, bu iki kardeşin tahttan bir şekilde çekilmeleri ile Sejong'un önünün açıldığı, çünkü babasının onu diğerlerinden daha üstün tuttuğu açık ama o da boşuna değil gibi görünüyor yaşlı kralımız Taejong'un günahını almayalım. Belli ki en küçük oğlunun aklı diğerlerinden daha yerinde görününce adam ne yapsın. Sejong'un heykeli tamamen altın renginde. Önünde de mucidi olduğu icatlardan bazılarının replikalarını koymuşlar. Gençler ve çocuklar etraflarına toplanmış, nasıl çalıştıklarını test ediyorlardı. O yüzden çok inceleyemedim.

Sejong'un heykelinden ilerleyince meydandaki su fıskiyelerini, çevre düzenlemelerini izledim bir süre böyle keyifle. Sularla oynayan insanları, etrafta oturanları seyrettim. Bu meydan kısa bir süre önce açıldı, sanıyorum pandemi süresince yeniden düzenleme içerisindeydi. Tüm meydanı toptan yıkıp, kazıp falan her şeyi yeniden düzenleyip yaptılar. Gyeongbokgung yapıldığından beri tarih içinde pek çok önemli olaya şahit olmuş meydanın bu halini Koreliler ne düşünür bilmem ama ben beğendim.

Amiral Yi Sun Shin aşırı karizma duruyor

İkinci heykelimiz Amiral Yi Sun Shin'inkiydi. Japonların 1592-1598 arasında Kore'yi istila-işgal etmeleri sırasında Japon donanmasına karşı birçok zafer kazanmış efsanevi bir komutan kendisi. Hatta savaştığı düşmanları bile onun davranışları ve zekasına saygı duymuş o derece bir amiral. Bu kaplumbağa kabuğu gibi olan ünlü gemilerin de mucidi. Amiralin heykeli pek heybetli. Oldukça yüksekte ayakta duruyor, etrafında yerden fışkıran su çizgilerinin de etrafında tek tek taşların üzerine amiralin kazandığı zaferler ve söylediği ünlü sözler yer alıyor. Kore tarihinde o kadar ünlü ki birçok film ve dizide hikayesi anlatılmış durumda. Hatta bu seneki Kore Kültür Merkezi'nin film festivalinde de gösterilen (gidemediğim) Hansan : Rising Dragon filmi de amiralin Hansan Savaşı'nı anlatıyordu.

Evdeki kahvaltı aslında doyurucuydu ama bir sabah kahvesi çayı içme isteğim de içimde yükseliyordu. Gwanghwamun Meydanı'nda daha fazla şey görebilirdim ama bu sebeple bir kafe bir şey bulayım dedim. Hemen meydanda da bir dolu kafe vardı aslında, Starbucks zaten her yerde.

Kral Gojong'un 40.yıl dönümü anıtı olan o pavilion işte

Meydanın son noktasında karşıya geçip, Jong-ro'ya daldım. Hemen o noktada Gojong'un Tahta Çıkışının 40. Yıldönümü Anıtı'na denk geldim. Temelde bir stel var, onu koruma amaçlı etrafına 3 odalı bir kare yapı yapılmış. Pavilion tarzında (Türkçe'ye köşk gibi çevriliyor ama saçma oluyor yani pavilion deyince aklınızda köşk mü canlanıyor neyse), klasik Kore mimari öğelerini yansıtıyor. Gojong, Joseon Krallığı'nın son kralı ama Kore İmparatorluğu'nun ilk kralı. Çünkü ülke o kadar Japonların bir yandan işgali altına girerken bir yandan da ortalık göçmüş giderken kendini imparator, Joseon'u da Kore İmparatorluğu olarak ilan etmiş. Neyse. Bu anıt da Kore'deki pek çok tarihi yer ve anıt gibi bitmek bilmez Japon işgallerinde yıkılıp, yakılıp, orası burası kemirildiği için yıllar içinde üç beş onarıldıktan sonra 1979'da tam olarak restore edilip, bugünkü halini almış gibi görünüyor. Çok fazla vakit ayıramadım burayı incelemeye ama o kısacık duraklamamda bile düşünmeden edemedim. Şimdi gezerken bu şehirde o kadar çok ve güzel tarihi yer, anıt, heykel vb. görüyorum ki bu şehrin on yıllar süren Japon işgali süresince neredeyse her bir taşıyla oynandığına, yıkılıp yakıldığına inanamıyorum. Günlerdir gezdiğim, hayranlıkla bakıp bana büyük mutluluklar veren tüm bu büyülü yerler aslında göründükleri dönemlerden kalma değil. İçinde zaman yolculuğu yaptığım sarayların çoğu binası en fazla 30 yıl önce yeniden ayağa dikilmiş. Ama düşünsenize tüm bu yakıma yıkıma rağmen her şeyi yeniden yapıp, üstüne bir de acayip bir turist cazibesi haline getirmişler.

Jeon Bongjun heykeli

Jong-ro üzerinde yürüyüp, Cheonggyeongcho'ya döneyim dediğim noktada bir başka heykelle karşılaştım. Orta yükseklikte bir kaide üzerinde bağdaş kurmuş, oturan bir adam. Önündeki bilgilendirme yazısı gibi olan yazı tamamen Korece'ydi (ben mi görmedim acaba İngilizce vardır bir köşesinde muhakkak ama neyse), papago ile çevirince Jeon Bongjun ismi ile karşılaştım. Biraz okuyunca aklımda direkt Our Blooming Youth'un sahneleri gelmeye başladı. Seul'e gitmeden hemen önceye denk gelen dönemde izlemiştim diziyi, 6 Şubat'tan 11 Nisan'a kadar yayınlanan diziyi izlerken konusu çok ilginç gelmişti. Hatta çok kurgusal aslında demiştim, tarihi bir ortamda geçen bir hikayede böyle noktalar olması çok çağdaş gelmişti bana ama hikayenin en azından bir kısmının oldukça gerçeklerden esinlenmiş olabileceğini, bu bağdaş kurmuş heykelin önünde anladım.

Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekete, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetinde kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız (bir şey bakanı mıydı başvezir miydi bir şeydi) tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.

Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.

Jeon Bongjun heykelinin hemen karşısında Bosingak varmış mesela ama o kadar bir çay kahve bir şey içeyim, sabah sabah pilav yedim kafasına gelmiştim ki görmemişim bile. Oradan Cheonggyecheon'a doğru yürümeye devam ettim. Myeondong tarafına doğru yürüdüm, sonunda çok yorgunum diyerek kendimi Toegye-ro üzerindeki bir Starbucks'a attım. Hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri olan o pastanın peşine düşmüştüm. Şu choux creamli pastanın. Mükemmel bir şey. Bir kocaman fincan kaynar kaynar americano ile pastamın keyfini çıkardım (Biri 4000 biri de 6900 wondu.)

12 buçuk civarında Myeongdong'da buldum kendimi. Festival vardı, sahne falan kurulmuştu, iki sanatçı şarkı söylüyordu. Onları izledim, dinledim bir süre. Yine şansıma dedim, çünkü tam benim uçağa binip geri döneceğim gün Seul'de kocaman bir festival başlıyordu. 7 ay önceden bilet alıp, seyahat planla, sonra hiçbir şeyin olmadığı 10 günü seç. Mükemmel bir şansa sahibim.

Music Korea'da albümlere bakıyorum

Myeongdong'un hemen girişinde sanırım Nature Republic dükkanın üst katında Music Korea dükkanı var. Adından da anlaşılabileceği gibi albümler, posterler, kpop ürünleri falan bulunabiliyor. Burası, bu konudaki yerlerin en turistiklerinden biri. Buraya da bakmadım demeyeyim dedim. Bir de Seul'e gelirken kendim için almayı düşündüğüm tek şeyi, bir You Never Walk Alone albümünü daha önce girdiğim o öbür müzik dükkanında bulamamıştım. Burada kesin vardı diye düşündüm (vardı, aldım, 22300 won). Şehrin çok başka köşelerinde, birçok müzik dükkanı daha var tabiki, vakit ve enerji olduğunda oralara bakmak çok daha mantıklı.

McDonalds'a da girdiğim belgesi


Music Korea'dan sonra dolaşmama Myeongdong'daki kozmetik dükkanlarına, şu en bilindik markalarınkine, bir girip bir çıkarak, arada festival sahnesine bakarak devam ettim. Aslında tüm seyahatim boyunca beynimde bir kocaman kum torbası gibi sallanıp duran konuyu halletmem gerekiyordu ama tabiki zordu. Yeğenlerime hediye almak. Hem de Blackpink hediyeleri almak. Blackpink ile ilgili bir şeylere para vermek hiç içimden gelmediği için ve ne alsam beğenmeyecekler nasıl olsa diye düşündüğüm için en zor görevdi bu. Myeongdong'da dolandım, metronun altındaki dükkanları talan ettim. Bir dolu Blackpinkli şey vardı ortada ama işte hiçbir şey yeterli gelmiyordu gözüme. Yorgunluktan - hem fiziksel hem zihinsel - pestilim çıktığı için kendimi bir McDonalds'a attım. Evet o kadar ilginç ve özenli kafenin, restaurantın olduğu bir şehirde McDonalds'a girdim, kendime tükürerek. McDonalds her yerde aynı galiba, içeri girince insana bastıran basıp hava, keskin ve pis koku, yapış yapış yerler, üstleri çöplerle dolu masalar...Burada bile böyleydi. Neden girdim hala bilmiyorum ya da girdim neden bir şeyler yemek istedim. Bir tavuk dürüm gibi bir şey istedim (Shanghai Chicken Wrap gibi bir ismi vardı, 2700 won). Keyif almadım tabi ama yedim. Bir de sanki şeftalili bir içecek aldım ama o güzeldi (onun da ismi Plum Blossom Peachli bir şeydi, 3000 won). Çığlık çığlığa çocukların koşuşturmasını izledim, sonra burada ne yapıyorum dedim.

Deoksugung'a geldik bakalım

Biraz daha hediyeliklere bakındıktan sonra vazgeçip, yürümeye başladım. Nereye gittiğime pek bakmadan, düşünmeden hareket ediyordum o gün. Seul'deki son güneşli günü tamamen dışarıda takılarak geçirmekti amacım. O anda da Deoksugung'a doğru gitmiştim. Saat 3 buçuğu geçiyordu, 5-6 gibi kapanırsa diye acele ediyordum. Bilet gişesini bulmaya çalıştım bir süre. Bilet gişesi Sejong-daero'ya bakan tarafta bir kuytuda kalıyor. Oradan bilet alıp, koşturmaya başladım. Giriş olduğunu işaret eden bir şeyler aradım ama geçen gün yemek yediğim ve yanında sırası upuzun olan wafflecının olduğu tarafı gösteriyor gibiydi. Orada bir saray girişi olabilecek bir yapı yoktu. Zaten sorun aslında şuydu: Sarayın toptan etrafında tadilat gibi bir şeyler olduğu için bir çok şey kapalı ve örtülmüş durumdaydı. Sejong-daero üzerinde koşturdum durdum. O işaret edilen tarafa gittim ama tadilat vardı, burası giriş değildir girmeyin gibi bir şeyler yazıyordu. Ters tarafa koşmaya başladım. Kale duvarının köşesine gelip, ara sokağa daldım. Böyle bir yanda askeri birliğe girilen nizamiye, nöbetçiler falan belirdi. Ben koşuyorum, onlar bana bakıyor. Bir yandan da acaba giriş onların yanında falan mı diye gözlerimle askerleri tarıyorum. Sonra sol tarafta bir tahta rampa belirdi. Kale duvarlarının içine giriyor gibiydi. Ağaçlıklı bir yol. Daldım. Ama içinde ilerledikçe bir bahçeye girmeye başladığımı fark ettim. Burası da sarayın bir parçasıydı ama giriş buradan değildi ve saray yapılarına erişemiyorum gibiydi. Sonunda paniğim sosyal fobimi yendi ve önümden gelen bir aileye sarayın girişini sordum. Lise çağlarındaki kızları ile gezintiye çıkmış bir anne baba. Panik halinde ve koşturan, kan ter içinde kalmış bir kızı böyle üstlerine gelip yol sorarken görünce kızla annesi şaşkınlıkla kaldı, baba konuşmaya başladı. Giriş öbür tarafta gel bak dediler, az önce döndüğüm köşeye kadar birlikte ilerledik. Beni gülümseyerek uğurladılar, onları bırakıp koşmaya devam ettim. Hala saray kapanacak da giremeyeceğim diye koşturuyordum. Hay allahım manyaklık işte. Giriş olarak, az önce gittiğim ve tadilat olan yeri söylemişti aile. Gene burası giriş değildir girmeyiniz yazıcı ile yüz yüze geldim. Ama yılmadım, ilerlemeye devam ettim. Sonunda girişi bulup, girebildim. Her yer inşaattı ama. (Deoksugung bileti 1000 won)


Deoksugung diğer saraylara nazaran biraz daha geç dönem yapıları içeriyor. Günümüz belediye binasının da dibinde.  İsmi erdem ve uzun ömür sarayı olarak çevrilebilir. Kendini imparator ilan eden Kral Gojong (yukarıda da bahsettim) 'un onuruna böyle denmiş. İki saray yapısının bir araya gelmiş hali gibi düşünülebilir. Bir tarafta geç dönem Joseon mimarisi öğelerini taşıyan geleneksel Kore sarayı ile diğer tarafta iki heybetli neoklasik yapı ve Kore'nin ilk Batı tarzı bahçesiyle tamamlanan Batı tarzı bir saray kompleksinden oluşuyor.

Bu saray her iki Japon işgalinde de önemli bir yere sahip. 1592'deki işgalde Uiji'ye kaçan kral Seonjo, Seul'e geri döndüğünde bakmış ortada ne saray var ne köşk. Japonlar her yeri yakmış yıkmış. Bir akrabasının, Prens Wolsan'ın evi-sarayı olan Deoksugung'a gelip, kalmış. O zamanlar adı bu değil tabi. Kral Seonjo'nun zamanı dolup, yerine Prens Gwanghaegun geçiyor. Sarayın ismini Gyeongungung diyor. Kral Injo hoop yerine geçiveriyor sonra. Oralar pek bir karışık ve kanlı. Bu dönemleri aslında The Crowned Clown(2019)'dan, The Tale of Nokdu(2019)'dan biraz biraz öğrenmiştim. Ben sadece bu ikisini izledim ama bu Seonjo ile başlayıp, Injo'yu da içine alan dönemle ilgili ve bu krallar ve prenslerle ilgili o kadar çok dizi ve film var ki. Her birinde ayrı bir şekilde, ayrı bir tarzda ve değişik kurgularla anlatılıyor hikaye.


Neyse Kral Injo tahta geçince bu saray bırakılıyor ve sonraki 270 yıl boyunca kullanılmıyor. Kral Gojong (yine sen) da sığındığı yerden dönünce bu sarayda kalıyor. Hatta tahtı zorla oğluna bıraktırdıklarından sonra da bu sarayda kalmaya devam ediyor. Tam da bu dönemde sarayın ismi şimdiki halini alıyor. Japon yönetimi döneminde yerine park yapılıyor. Dediğim gibi şu anda saray geleneksel yapılarla daha batılı tarzdaki yapıları içeriyor. Önce diğer saraylarda gördüğüm yapıları gezdikten sonra bir de baktım ki mesela karşıma Seokjojeon çıktı. Taş ev anlamına geliyor adı, Harding isimli bir Britanyalı mimar tarafından yapılmış. Kore'nin bağımsızlığının konuşulduğu dönemde Amerikalılarla Ruslar bu binada görüşmüş. Savaştan sonraysa önce Ulusal Müze ardından da Kraliyet Müzesi olmuş. Sonra da Jungmyeongjeon'u gördüm, o da ayrı bir tarz. Sarayın kütüphanesi olarak düşünülmüş ama bir yangından sonra Kral Gojong özel odası falan olarak kullanmış.

İşte böyle, bulutlarla kaplandı gökyüzü

Sarayı gezerken hava bozmaya başladı gene. Birden bulutlarla kaplandı gökyüzü ve buz gibi esmeye başladı. Tüm o görkemli yapıları gezemedim, soğuk gene moralimi bozmuştu. Sıcak bir yere gideyim nereye gideyim diye saraydan attım kendimi ki hemen orada, sarayın karşısındaki kocaman çimenli alanda bir etkinlik gördüm. O havada, kitap okuma etkinliği. Gerçi yalnız ben üşüyor gibiydim. Ben niye bu tüm seyahat boyunca üşüdüm ya? Neyse, ileride bir sahnede sakin bir canlı müzik, etrafta puf koltuklarda insanlar yayılmış, ortada bir kitap standı. Allahım ya, ne güzel ortam. Doğduğum büyüdüğüm ülkede mümkünü yok. Donuyordum ama gidip boş bir puf bulup serildim ben de. Müziği dinledim, insanları izledim, çantamdaki broşürleri okudum. O kadar üşümüyor olsam standdan ben de kitap ödünç alabilirdim, muhakkak İngilizce kitapları da vardı. Çok acıktım herhalde ondan üşüyorum deyip, kapalı ve sıcak bir yemek yerine gideyim diyerek kalktım o çimenlikten gönülsüzce.

İşte o koridor gibi yerdeki Egg Drop

Acayip lezzetli görünüp, beklentimi yükselten tost

Bu da o patates mücveri gibi olan şey - sıfır tuz içeren hani

Kafamda sıcak ve rahat bir yer varken nereye gittim dersiniz? Haritamda işaretlediğim en yakın yiyecek yerine baktım, Egg Drop diye bir sandviç/tostçu görünüyordu. Çimenlik meydandan yukarı doğru yürüyüp, sağa sapacaktım sadece. Kolaydı. Yine Jong-ro üzerindeydim, işaretlediğim yerin tam önündeydim ama öyle kafe tarzı bir yer göremiyordum. Kocaman bir gökdelenin önünde dikiliyordum. D Tower Gwanghwamun'un altında koridor gibi bir yer vardı, iki ucu açık. O koridorun içinde yan yana bir kaç fast foodcu. Biri de benim işaretlediğim Egg Drop. Yani Seul'deki onca Egg Drop şubesi içinden bula bula bunu bulmuştum. Tam da en üşüdüğüm, en sefil gibi hissettiğim anlardan birinde. Oturacak doğru dürüst yer yoktu, iki masa ve birkaç sandalye öylesine koyulmuştu. Koridor gibi yerde zaten resmen tipi rüzgarı esiyordu, caddeden en az 10 derece daha soğuktu. Baktım, menüye bakmaya çalıştım, diğer birkaç insana baktım. Vazgeçip gitmeliydim, az ileride Shack Shack görmüştüm, kocaman ışıltılı, sıcak. Oraya gitmeliydim. En azından. Yine mallığım tuttuğu için aceleyle menüden bir şeyler seçip, beklemeye başladım o soğukta. Minicik bir alanda hazırlıyorlar, kiosk gibi bir cihazdaki menüden kendiniz seçip, ödeme yapıyorsunuz. Hazır olunca yine minicik bir pencereden veriyorlar. Çöp atmaya bile yer bulmak zor. Yarım saat seçtiğim sandviçi bekledim. Bir masada birkaç kız oturuyordu, üstlerinde sanki polisler tarzında üniformalar vardı. Diğer masada da bir adamla minik kızı vardı, onlar kalktı sonra. O masaya geçtim, neyse ki oturuyordum ama orası daha da çok esiyordu. Bekledim de bekledim. Altı üstü bir sandviç ne kadar uzun sürebilirdi ki. Sürdü. Sonunda alabildiğimde yemem iki saniye sürdü. Neredeyse ağlayarak. Avokadolu omletli bir tost sandviç, yanında patates mücveri gibi bir şey, bir de limonata. 10100 won tuttu. Hepsi tuzsuzdu tabi, hatta tostun üstüne bir daha beyaz bir sos var onu gezdirmişlerdi, o da tatlıydı. Yani görüntüsü acayip lezzetli bir şeymiş hissi uyandırıyor, tadı da fena değil ama sanki bir şey eksik (tuz).

Sevimli

Beklerken gözümü diktiğim yandaki dükkana daldım tostum bitince. Akşam evde kendime bir güzellik ederim diye. Çok lezzetli görünen kurabiyeleri satan bir dükkandı. Ben's Cookies'di ismi. Bir çikolatalı bir de yer fıstıklı kurabiye aldım galiba, 6600 won tuttu. Dosdoğru eve gider, mutfaktan çay alır, odamda bağdaş kurar yerim diye hayal ettim. Ama o kurabiyeleri o akşam hanokta değil, taa Ankara'ya dönecek uçağı İstanbul'da beklerken havalimanında güneşin doğuşuna karşı yemek nasip oldu mesela.


Elimde kurabiyelerim hanok evim burnumda tüterken yine içgüdüsel hareket ettim. Bir Coffee Bean gördüm, Jonggak Station şubesinin önüne gelmişim. Böyle hava yarım kararmış, sokaklar boşalıyor, insanlar işten çıkıp eve gidiyor, otobüs durakları dolu. Bir kahvecinin loş ışıkları, üst katının o güvenli, ılık ve mayhoş havası. Girdim içeri, yine o kocaman bardaklardan birinde verdiler siyah çayımı (Earl Grey - 6000 won). Aldım üst kata çıktım. Pencere kenarına oturdum, başım feci ağrıyordu. Seul'e, Kore'ye geleli tam bir hafta olmuştu. Yorgundum, mutluydum, hüzünlüydüm. Camdan dışarıyı izledim. İnsanları. Otobüsleri. Arabaları. Hayatı. Başka bir yaşam gibi gelmeliydi ama sanki benimdi. Hayatımda ilk defa bir haftadır aitmişim gibi hissettiğimi fark ettim. Yalnız ara ara. Ama ait. Bir yere ait. Konuşulanları anlamıyordum bir haftadır ama aittim. Tuhaftı.

Yattığım yerden uykuya dalarkenki manzaram

Eve döndükten sonra odamın önünde oturdum bir süre. Baş ağrım aşırı artmıştı. Fransız teyze, aynı zamanda doktor da olan, yanıma geldi oturdu, onunla muhabbet ettim baya. Arada Shin amca geçti, o da oturdu, muhabbetime daldı. Teyze başımın ağrısı için elime eline aldı, belirli noktalara minik masajlar yaptı. Aynı zamanda alternatif tıp ile de ilgileniyormuş, akupunktur falan yapıyormuş. Shin amca bir şeyler yedin mi bak akşam oldu tüm gün dolaştın başın da ağrıyor açsındır dedi. Yemek yiyebileceğin yerler söyleyeyim, göstereyim dedi. Kendi başına gitmeye, yemeye çekiniyorsan eşlik edelim dedi. Ağlayacaktım ya. Mutlu hissetmekten. Başım çatlıyordu ama böyle sanki evimdeydim, ailem vardı gibi hissettim ilk defa. Başım çok ağrıyor ben odamda yatayım dedim en son.

Zaten kısa bir süre sonra yağmur başladı. Odamın kapısından bahçeyi izledim, usul usul yağan yağmuru. Bir cuma akşamıydı, herkes bir yerlere gitti. Aldığım albüme baktım, yatağıma uzandım, yerden ısıtmanın keyfine bıraktım kendimi. Buradan ayrılmak istemiyordum, bitmesini istemiyordum.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...