1 Ekim 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm XI - Inwangsan'a yağmurlu tırmanış, keyifli sohbetler, YG Entertainment, Urban Plant

 


Artık sondan bir önceki günümdeydim. Cumartesi yine erkenden ama yağmurlu bir sabaha uyandım. Gece başlayan yağmur, gökyüzünü tamamen ele geçirmişti. Hanok'un minik bahçesi şırıldayan yağmur altında üzgün gibi görünüyordu. Ben de üzgündüm. Ertesi gün geri dönüş uçağıma binecektim ve o cumartesi günü son tüm günümdü Seul'de.

Sabah mutfakta kahvaltı ederken mutfağın üst katından bir kadınla kızı indi. Onlar da dün yeni gelmiş. Fransa'dan, hatta bizim o Fransız doktor teyze ile yakın bir mesafede oturuyorlarmış (bunu tanışıp muhabbet ettikten sonra fark etmişler). Kadın 40lı yaşlarındaydı, kızı da üniversite çağındaydı. Shin amca onlar da bir posta beni anlattı. Kahvaltı boyu hep beraber karman çorman bir İngilizce, Fransızca, Korece karışımı dille hepimiz sohbet etmeye çalıştık.

Annyeong Jajangbap :D

O sabahın kahvaltısı jajangbap'tı. Siyah fasülyeli pirinç yani. Çok severim zaten, şimdi de tam evde yapılmışını yiyordum, çok güzeldi. Kahvaltının sonunda o günkü meyve olarak mandalina verdi Lee teyze. Ama böyle kabuklu haliyle tabakta verince ben bir baktım, hayatım boyunca mandalinayı eliyle soyabilen bir insan olmadım. Annemler dalga geçer ama hemen her şeyde bıçak kullanma ısrarımın bilinçli bir sebebi yok, öyle rahat ediyorum (evet anne önceki hayatımda Buckingham'da yaşıyordum, üzgünüm bu hayatta beni çekmen için sana düşmüşüm). Bıçak ister gibi oldum Lee teyzeden, mutfağa bakınmaya başladım. Shin amca mandalinayı nasıl yiyeceğimi bilmediğimi düşündü ya da sanırım hiç görmediğimi. Bak böyle yeniyor diye göstermeye başladı, Lee teyze ise dolaptan başka bir mandalina çıkarıp bir güzel soyup öyle verdi bana yiyeyim diye. Ay allahım aslında her işimi kendim yapmaya, kimseyi uğraştırmamaya çalışıyorum, tüm hayatım bunun üzerine kurulu ama nedense hep, böyle eninde sonunda insanlar beni koruyup, kollayıp, gözetmeye, beni kundaklara sarıp beslemeye başlıyor. Teyzem teyzem ah teyzem, zamanında yapaydım liseye giden çocuğum olacak yaştayım diyemedim tabi. Elinden alıp, yedim mandalinayı. Jeju mandalinasıymış, iyisiymiş yani.

Kahvaltıdan sonra Shin amca allah aşkına gelin size etrafı gezdireyim diye tutturdu. Fransız ablayla kızını ve beni haydi haydi diyerek sürükledi. Aşırı yağmur yağıyor bu arada, ellerimize evden birer şemsiye aldık, Seochon'un ara sokaklarına daldık. Evin olduğu muhit, daha önce de yazdığım gibi, eski ve güzel bir yerleşim. Hanokların, eskinin hatırı sayılır evlerinin olduğu, en büyük iki sarayın hemen yanı başında. Aslında gezilecek yerlerden biri, turist rotasında. Ama o havada değil. Ben o sabah kafamı odamın kafasından uzatıp, bahçeye baktığımda demiştim ki öğlene kadar odamın önünde romantik romantik takılırım, belki bir iki satır bir şey yazarım. Bahçeyi izlerim, yağmuru izlerim. Çay yudumlarım, kurabiyelerimi kemiririm. Öğleden sonra çıkar şu yeğenlerimin hediyesi işini hallederim, bir kafede oturur gene yağmuru izlerim. Öyle bir hüzünlü, sakin bir gün ile Seul'e veda ederim. Ama Shin amcanın çok başka planları olduğunu hesaba katamamışım. Üçümüzü taktı peşine, sokaklarda koşturuyoruz. Kendisi atom karınca gibi, pıldır pıldır yürüyor. Burada bu var diyor, orası şöyle diyor, anlatıyor da anlatıyor ama aramızda kilometreler olduğu için duyamıyoruz da. Ona yetişmek için bir şeylere de bakamıyoruz. Çok güzel dükkanlar görüyorum mesela, iki saniye aaa deyip önünde dursam Shin amca öbür köşede gözden kayboluyor. Dedim tamam madem, sadece peşinden gidip, bir şeylere bakmayayım, zaten Seochon avuç içi kadar yer, bir yarım saat içinde eve döneceğiz.


Önce bir geleneksel pazar/markete girdik. Tongin Traditional Market ismi. Sabahın köründe daha tezgahlar bile açılmamıştı. Örtüler var ama tepeden yine de şıpır şıpır sular damlıyordu, Shin amca mutluydu gene de, burası da pazar ne güzel değil mi falan diye anlatıyor. İkide bir durdurup, fotoğraflarımızı çekiyor, sen şöyle dur sen böyle poz ver diyerek. Pazarda dolandıktan sonra yine sokaklarda koşturmaya başladık. Sonunda bir evin önüne geldik, yamacın tepesinde duruyor ev. Shin amca burası da şunun evi, çok güzel işte falan diyerek bu sefer de oraya daldı. Park No Soo müze-eviymiş. Park No Soo, 1927'de doğmuş, 2013 yılında vefat etmiş bir Koreli ressam. Kore çağdaş ve modern sanatına katkıları olan, öncü bir sanatçı. Japonya'nın işgalinden sonra gelen bağımsızlık döneminden itibaren Kore'nin ilk mürekkeple resim sanatçılarından biri. Önemi şuradan geliyor, o dönemde yıllar süren yoğun bir Japon sömürüsü ve işgalinden sonra Koreli sanatçılar kim oldukları, ne oldukları ve ne ürettikleri ile ilgili bir buhran içindeyken Park No Soo yeni bir soluk getiriyor. Shin amca ısrarla Lee Byung Hun'un ismini söyleyip durdu, bizi evin bahçesine sokarken. Sonunda anladım ki şey demeye çalışıyormuş, Mr.Sunshine ve Our Blues gibi dizilerden tanıyabileceğiniz Lee Byung Hun'un kendisi gibi oyuncu olan eşi Lee Min Jung, bu Park No Soo'nun torunu. Shin amca için önemli bir detaydı.

Park No Soo evi-müzesi böyle bir şeydi, ben o havada ve yorgunlukta çekememiştim
o yüzden fotoğraf Timeout.com'dan

Ev o bölgede diğer evler gibi oldukça güzel görünüyordu, iki katlı, kırmızı taşlardan yapılmış, arkasını minik ama dik bir tepeye vermiş, ömür güzelleştirecek bir bahçeye sahip, şahane bir ev. Biz evi gösteriyor zannederken Shin amca girişe yöneldi, girişte görevli bir teyze vardı. Müzeye mi geldiniz buyrun falan oldu, biz müzeye mi geldik diye birbirimize bakınırken Fransızlarla, Shin amca kafasını sallıyordu kadına. Bilet almanız gerekiyor dedi kadın, biz cidden müzeyi gezmek istiyor muyuz bir müzeye mi geldik bu adam kimdir bile düşünemez haldeydik. Yorulmuştuk, ıslanmıştık, nefes nefese kalmıştık, terlemiştik, nemli havadan yapış yapıştık. Teyze bilet için 3000 won istedi, düşünmeden biner won çıkardık. Teyze kişi başı dedi, Fransız ablayla birbirimize baktık o an. Ulan biz napıyoruz burası neresi diye. Verdik parayı, biletlerimizi aldık. İçeri daldık ama ayakkabıları çıkarmak gerekiyordu. Ayakkabılarımızı çıkarıp, misafir terliklerinden geçirdik ayaklarımıza.

Park No Soo evinin bahçesinde

Bu ev, ressamın 1973'ten 2011'e kadar yaşadığı evmiş. Evin kendisi 1937'de o zamanın ünlü mimarı Park Gil Ryong tarafından yapılmış, Batı ve Japon mimarisinin karışımı. Tüm ev boyunca koridorlarda odalarda eserleri sergileniyor. Eserlerinin 1000 kadarını buraya ve bu semte bağışlamış. Ama nedense evin içinde ben o kadar çok eser görmedik gibi hissettim. Bir de fotoğraf çekmek yasaktı. Peşimizde görevli amca dolandı ama o da bizim ve Shin amcanın sevimliliğine dayanamayıp, hatıra olsun diye fotoğraflarımızı bile çekti. Ev gerçekten güzel, yani Fransız ablayla ikide bir birbirimize bakıp off ama çok güzel off ne hoş olur burada yaşamak deyip durduk. Yaşanırmış be vallahi.

Evin içini gördükten sonra Shin amca bizi bir de evin bahçesinin bir parçası olan tepeye de çıkardı tabiki. Adam karınca. Böyle sarp merdivenlerle bahçeden ağaçların arasındaki tepeye çıkılıyor, minik de bir oturma kamelyası gibi yer yapılmış. Oraya çıktık, indik. Evden çıkarken tamam dedim, benden bu kadar. Gezimiz de bu kadardı herhalde, eve dönüyoruzdur dedim. Ama daha yeni başlıyormuşuz, bu ısınmaymış.

Dağa tırmanmaya başladığımız nokta, başıma gelecekleri görememişim

Inwangsan'ın tepesinden manzara o havada işte böyle


Seochon'un yanı başında yükselen Inwangsan'a (Inwang Dağı'na yani) doğru yol almaya başladık. Tabi ben bilmiyorum ya, eve dönüyoruz zannediyorum. Bir de baktım sokaklar bitti, önümde sisli kocaman bir kütle yükselmeye başladı. Ağaçlar, yamaçlar, yağmurdan dolayı kayaların arasında şelale olmuş sular. Gene de dağa tırmanacağımızı aklımın ucuna getirmedim, park gibi olan yeri dolanıp geleceğizdir diye son gücümle peşine düştüm Shin amcanın. Ama tırmandık. Bitmedi. Tırmandık da tırmandık. Islanmayan yerim kalmadı. Sucuğa döndüm. Yine de tırmandık. Shin amca bir saniye teklemedi, ben ikide bir durup yok ben gelemiyorum dedim, sürüklediler. Yol boyu söylendim. Dağın tepesine kadar çıktık. Allahım ben nerelere geldim allahım bu kabus mudur sabah uyanamadım mı günahım neydi yarabbim diye diye süründüm. Bir de güzel manzaralar olduğunu düşündüğü yerlerde haydi durun haydi fotoğraf diye çekiyor, gülümse diye şirinlik yapıyor. Hay allahım bu bir şaka değil mi diye baktım, kesin bir tv programıydı bu, öyle olmalıydı, kamera şakasıydı. Olmalıydı. Ama değildi. Koskoca dağa tırmandık o sabah deli yağmurun altında. Kot pantolon ve spor ayakkabı ile.


Dağın tepesinde bir tesis göründü sonra ufukta. Hayal görüyorum zannettim. Bir kafe gibi bir yerdi. Arabalar çekilmişti önüne, biz niye yürüdük o zaman dedim Shin amcaya, madem arabayla gelinebilen bir yerdi. Otobüs de geçiyor  mu dedim, öyle ineceğiz değil mi dedim, güldü. Kafede mola verdik, şaşkınlığımın içinde. Güzel fırın ürünleri vardı, kahveler çaylar vardı ama o kadar umutsuz o kadar pes etmiş haldeydim ki ne seçeceğimi ne yapacağımı bilemeden bir şeyler geveledim kasada. O havada buzlu americano almış olduğumu fark ettiğimde iş işten geçmişti. Yanına da bir pastel de nata (portekiz turtası diyelim) almışım. Elimle gösterdim sadece, ne olursa olsun aman be ya diyerek. Yerin adı google'a göre The Forest Choso Chaekbang diye geçiyor. Orijinali 더숲 초소책방, orman - kontrol noktası - kitabevi kelimeleri. İçeride kitap rafları da vardı, doğru ya. Kahveye 4900 won, minik turtaya da 2100 won verdim. Dişimin kovuğuna gitmedi tabi pastel de nata, ben ondan bir oturuşta 10 tane falan yiyebilirim. Kahveyi de su niyetine içtim işte. (Kafenin web sitesi : https://chosobooks.com/)

Orada kahvelerimizle oturup, ormanı seyrederken baya sohbet ettik. Sanırım o günün o eziyetinin benim için tek artısı, belki de en büyük artısı buydu. Shin amca ve Fransız teyze ile ülkelerden, şehirlerden, gezmekten, geleneklerden, insan davranışlarından, anlayıştan, alışkanlıklardan...pek çok şeyden bahsettik. Hatırlayabildiğim kadarıyla başka bir dilde, başka milletlerden insanlarla ilk defa böyle bir şeyler konuşuyordum. Yani genelde herkes için yabancı bir dilde konuştuğumuzdan üstün körü konuşuruz ya. Havadan sudan bahsederiz, basit cümlelerle basit şeyler konuşuruz. İki Fransız, bir Koreli ve bir Türk İngilizce anlaşarak, o gün o kafenin dışındaki oturaklarımızda sislerin arasındaki ormana, dağa bakarak derin şeyler konuştuk. Ben ertesi gün gidecektim, onlar da aynı zamanda ayrılacaklardı, bir daha hiçbirimiz birbirimizi göremeyecektik. İsimlerimiz dışında bir şey bilmiyorduk, yalnızca o sabah tanışmıştık (Shin amca ile de işte 3 gün önce tanışmıştım) ama birbirimize içimizden geldiği gibi, hissettiklerimizi, düşüncelerimizi söyledik. Fransız ablanın, zar zor hatırlıyorum hepsini ama dediklerinin, sanki dedesi mi ne siyahiydi, öyleymiş sanırım, öyle anlattı. Üniversite çağında atlamış İngiltere'ye gitmiş, İngilizce öğretmeni kendisi. Orada bir süre yaşadıktan sonra kapalı havadan fenalıklar basmış, geri Fransa'ya. Bu arada ilk eşi Cezayirli mi Faslı  mı öyle bir şeymiş. Kore'ye birlikte geldiği kızı ondan. Sonra biriyle ve başka biriyle daha evlenmiş. Toplamda 3 kızı varmış, şu an boşanmıştı, evli değildi. Çok karmaşık ailesini anlattı orada baya bana.

Yun Dongju'nun şiiriyle ben - Shin amcanın azimli çekimlerinden

Kafede öyle bir soluklandıktan sonra yine başladık yürümeye. Shin amca bu sefer benim yanımda gidip, beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Çünkü her adımda söyleniyordum artık, bitmiş görünüyordum. Tırmanıyor gibi değildik bu bölümde, inişe geçmiştik ama yine de dağın tepesinde patikalarda dolanıyorduk. Seyir terası gibi bir yerlerde yağmurdan sisten manzaraya bakmaya çalıştık. Sonra üzerinde yazılar olan kocaman bir kayanın önüne geldik. Shin amca orada o kayayla hepimizi fotoğraf çekimine soktu. Yun Dongju'nın Tepesi deniyormuş buraya, şair Yun Dongju'nun ünlü bir şiiri kazılıymış o kayaya. Tepenin eteğinde de onun adına bir edebiyat müzesi bulunuyor. Yun Dongju'nun tüm hayatı Japon sömürü yönetimi altında geçmiş. Kore'nin bağımsızlığı için fikirleri olan ve çaba gösteren bir şairmiş ancak Japon yönetimi tarafından yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste ölmüş henüz 27 yaşında.

Şairin tepesinden sonra neyse ki tam olarak inişe geçtik. Kale surları gibi surların yanından, merdivenlerden inmeye başladık. Hava güzel olsa mükemmel bir manzaraydı ancak o havada sadece iki metre ötesi görünüyordu. Nihayet merdivenler bitti, dağ bitti, sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Fransız abla ile kızı bir yeri gezmeye gideceklerdi, Shin amca da bir yere mi gidecekti, hep birlikte otobüse bindik. Ben eve uğradım tabi önce, otobüste onları bırakıp, evin orada indim. Evde kuru şeyler giyip, önemli işim (yeğenlere Blackpinkli hediyeler) için çıktım.


Hediyeler için YG Entertainment'ın resmi dükkanına, binasının hemen karşısındaki The Samee Cafe'ye gidecektim. Metro durağına yürürken evin yakınlarındaki Baskin-Robbins dükkanının önünden geçtiğimi fark ettim. 10 gündür bir dolu Baskin-Robbins görmüştüm ama bir türlü içeri girmeye fırsatım olmamıştı. Bir yere acele ettiğimden falan değil, sadece ne bileyim bir türlü girememiştim işte. Halbuki Kore'ye gelirken mutlaka denenmesi gereken şeylerden biri de buydu benim için. Baskin-Robbins dondurmasıııı! Evin yakınındaki o dükkana girer girmez de bunca gündür girmemiş olduğum için kendimi tokatlamak istedim. İçerisi 45 dereceydi! Bir dondurma dükkanı, sahra çölü gibiydi. Öyle bir sıcaklık ki böyle otururken bile değil, ayaktayken mayışıyorsunuz, böyle yumuş yumuş bir uyku haline giriveriyorsunuz. Ama dondurmacı. Her yerde dondurma var. Nasıl olabilirdi? Hala hayal etmedim ben o sıcaklığı değil mi diyorum kendi kendime. O kadar gün dışarıda donmuştum Seul'de, halbuki bir BR'nin kapısından içeri dalsam tüm dertlerim bitecekmiş. Bu arada en minik kapta şeftalili dondurma almıştım sanırım. Hatırlayamıyorum. Ne kadar vermiştim onu da bulamadım. Neyse.


Metro, otobüs, yürüme derken tee Seochon'dan Haepjong tarafına gelmiş oldum. YG Entertainment binasının karşısında The Same Thing ya da The Samee Cafe diye geçen bu yerin giriş katı kafe, alt katlarında YG'nin sanatçılarının ürünleri satılıyor. O yağmurlu günde sokaklar bomboştu. YG'nin binası koskocaman yükseliyordu. Bir an önce bir şeyler alıp, gitmek istiyordum. Tamam k-pop dinliyorum ama bu yaşımda da Blackpinkli şeyler alırken görülmek istemem. Kafenin girişinde şemsiyelik vardı, oraya bıraktım şemsiyeyi. Alt kata indiğim anda BP üyelerinin yüzleri her tarafta uçuşmaya başladı. Şöyle bir kere bir dükkanı dolandıktan sonra aslında o kadar da fazla şey olmadığını gördüm. Önceki gün metronun altındaki mağazalarda daha çok ve çeşitli BP'li ürün vardı. Ama onları kesin uyduruk bulur benim abim yengem yeğenlerim diye, buradan lisanslı ürün almaya ant içmiştim. Bir saat ne alacağımı bulmaya çalıştım, çünkü dedim ya o kadar da çeşit yoktu. İşe yarar bir şeyler yoktu. Sonunda iki tişört aldım (ki çocuklar için uygun ebatını bulamadım büyük oldular), bir de Blackpinkli monopoly oyunu (o da ingilizce olduğu için çocuklar bensiz oynayabiliyor mu bilmiyorum). Abim bir miktar para göndermişti çocuklara alacağım hediyeler için (bu da küfür gibi, sanki para göndermezse almayacakmışım gibi). 139200 won tuttu bu iki şey valla. Acıyorum Blackpink'e YG'e kazandırdığım paraya. (Kafenin instası : https://www.instagram.com/thesamee_official/)

Kafeden çıkarken şemsiyemi almak için şemsiyeliğin önüne bir geldim, anksiyete krizi. Ben bırakırken iki üç şemsiye vardı, şu an dopdoluydu şemsiyelik. Benimkisi de öyle renkli, farklı bir şey değildi. Böyle şeffaf bir plastik gibi birşey. Şemsiyelikte öyle bir dolu şemsiye vardı. Şemsiye benim değil, evin ya, yanlış şemsiyeyi götürürsem anlarlar mıydı ki? Benden günah gitti diyerek bir tanesini çektim, herhalde doğrusunu çekmişim ki akşam eve götürünce ses etmediler.

Urban Plant'teki çay tepsim :)

Spagettim


Oradan çıkıp, yürümeye başladım etrafta. Bir şeyler yiyeyim diye düşünüyordum ama etrafta işaretlediğim bir yer yoktu. İşaretlediğim yerlere gitmek için bir daha metro, otobüs falan binmem gerekiyordu, içimden gelmedi. Yürüdüm, bakındım, sonra Urban Plant diye bir yer gördüm. İçeri bir daldım, cennet gibi. Her yer yeşillik, çiçekler, bitkiler, sarmaşıklar...Çok tatlı bir yer bulmuştum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Bir de sadece kafe de olmadığını, normal yemek türü şeyler de olduğunu görünce mutluluktan bayılacaktım. Kasada menüye bakıyorsunuz, siparişini orada veriyorsunuz. Elinize siparişiniz hazır olduğunda ses çıkaran o minik aletlerden veriyorlar. Siparişimi verdikten sonra nereye oturacağımı şaşırdım, her yer çok güzel görünüyordu. Hepsinde oturmak istiyordum ama doluydu her yer. Üst kata çıktım, tek bir masa buldum boş, minik. Herkes arkadaşlarıyla buluşmuş, muhabbet ediyordu. Bir ben yalnızdım bu kafede. Pesto soslu spagetti ile earl grey çay almıştım. Mutlulukla makarnamı yedim, insanları izledim, bitkilere baktım. (Urban Plant'in instası : https://www.instagram.com/urbanplant_official/, bu da web sitesi : https://urbanplant.business.site/)

Resmen Seul'de Starbucks Starbucks dolaşıp, bu pastayı yedim
Aşırı mükemmel ötesi bir şey
Aşk

Keyifli yemeğimden sonra metroya binip, Myeondong'a gittim. Dün gördüğüm bir şeyler aklımdaydı, alabilirim diye düşünmüştüm. İşimi bitirdikten sonra oradaki bir Starbucks'a oturdum yine. Gitmeden önce son kez o güzelim pastadan yemek istiyordum. Choux Baumkuchen yazmışlar bu sefer fişe, 6900 won. Bir de yine earl grey'imi aldım, 4500 won. İki üst kata çıkıp (baya katı vardı bu Starbucks'ın), cam kenarında bir yer bulup, bıraktım kendimi. Karşımda, tam ileride Namsan Kulesi ve Namsan vardı. Son kez vedalaşıyordu şehir benimle sanki. Görünüşte pazar günü gece 12'de uçağa bineceğim için, bir günüm daha var gibiydi ama bavul toplamakla, havalimanına gitmekle falan geçer diye düşünüyordum. Pazar gününü yok gibi düşünmüştüm kendimce yani (çok aşırı yanlış düşünmüşüm, hayal ettiğimden çok farklı geçti pazar günü). O yüzden o cumartesi günü şehirle vedalaşıyordum bir anlamda. Yağmur da yağıyordu zaten. Yorulmuş ve hüzünlü, hanok'a döndüm o akşam.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...