Seul'deki son sabahıma uyanmadan önceki gece, yağmurla yattığımda yatağıma, yan odadan horultu sesleri gelmeye başlamıştı. Kulak tıkaçlarımı takıp yatmıştım. Yan odada önceki sabah tanıştığım kızların olduğunu sanıyordum hala. Ama horultu sesi o kızlardan gelmiş olamazdı. Kafamda sorularla uyuyakalmıştım. Sabah kahvaltı için mutfağa geçtiğimde Lee teyze iyi uyudun mu diye sorunca dedim yandan çok ses geldi, taklit ettim horuldamayı. Lee teyze yarıldı gülmekten, kızlar gitmek zorunda kaldı dün, odaya bir çift geldi dedi. Kızlardan biri polisti ya, dün aramışlar iş yerinden, acil bir şey çıktığı için geri çağırmışlar. Onlardan sonra da odaya 50li yaşlarında bir çift gelmiş. Mutfak tezgahına oturdum, Lee teyze ile muhabbet etmeye başladım, o da kahvaltıyı hazırlıyordu, bu sabah yağmurlu da olunca herhalde onlar da biraz geç kalmıştı. Biz konuşurken benim yan odadan o çift çıktı, kısa saçlı bir teyze ile eşi olan amca. Günaydınlaşırken haa dedim, bunlardan çıkar o horultu tabi, vay benim başım. Shin amca geldi mutfağa, o da dedi bana nasılsın iyi uyudun mu, akşam başım çok ağrıyordu ya. Lee teyze horlama duyduğumu gülerek anlatmaya çalıştı, Shin amca benim yan odadakilerin mutfağa çıktığını görmemişti, bağırarak haa şeyler horladı mı tabi horlar falan diye konuşmaya başladı. Lee teyze onu susturmaya çalıştı, kaş göz edip yandalar sus sus demeye başladı. (Bu arada o sabahın kahvaltısı da yine koyu renkli bir sebzeler kavurmasının altında tabiki pirinç ve üstünde göz yumurtaydı.)
son gün kahvaltısı |
Kahvaltı yaparken o gün için kafamda şekillenen plan, kabul edelim, saçmaydı. Bavulumu evde bırakabileceğim aklıma niye gelmemişti anlayamıyorum kendimi. Halbuki bundan önceki seyahatlerimin hepsinde bunu defalarca yaptım. Sabah check-in yapıp, kaldığım yerlere bavulu bırakabilir miyim diyerek, günün kalanında, gidiş saatine kadar dolaştım. O gün kafam leylaydı büyük ihtimalle. Bunun yerine, şöyle düşünüyordum kendimce: Kahvaltıyı yapıp, yavaş yavaş toplanırım. Sonra oyalana oyalana - ki bavulla zaten hızlı hareket edemem - Incheon'a giderim. Havalimanında bir sürü yer var, oralarda otururum, yazı yazarım, fotoğrafları düzenlerim. Salaklığım üzerimdeydi yani. Gece 12'de uçak, nasıl bir kafaysa benimki de. Neyse ki kahvaltıda yine herkesle muhabbet ettim ve kahvaltı sonrasında her günkü o genel konuşmalar geçti evde, Shin amca ile Lee teyze herkese bugünkü planlarını sordu, ben oraya gideceğim ben şunu yapacağım diye muhabbetler döndü. Benim temelde bir planım olmadığı için ilk başta herkesi dinlediğim için jetonum düştü.Fransız abla ile kızının da uçağı vardı o gece, hatta sonradan fark ettik ki aynı uçakla İstanbul'a gidecektik, onlar oradan Fransa'ya ben Ankara'ya. Neyse işte, onlar bavullarını evde bırakıp, akşam 7-8 civarı alacaklardı. Haa dedim, tamam ben de bırakayım o zaman. Ama kafamda bir gezi planı yok ya, hala mal gibi diyorum ki Shin amcaya, amca ben öğlende gelir alırım bavulu çok oyalanmam. Te allahım! Bavulu topladım, giyindim, evden çıktım.
müze bahçesindeki tramvay (Seoul Museum of History) |
Dümdüz yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hava güneşliydi, sanki ilk geldiğim günlerdeki gibi sıcacıktı. Gyeongbokgung İstasyonu'na kadar yürüyüp, aşağı geçtim gene, Saemunan-ro 3-gil'den daldım aşağı, yine dümdüz yürüyorum. Baktım böyle ağaçlıklı, parklı, böyle yüksek yüksek binaların arasında güzel bir yerler görünüyor. Seul Tarih Müzesi'ne denk gelmişim (Seoul Museum of History). Tam böyle aaa ne güzel tarih müzesi gireyim diye yeltendim, sonra dedim ki ama hava çok güzel içeri girmeyeyim, son birkaç saatim zaten sokaklarda yürüyeyim. O arada kaldırımda, hemen yolumun üstünde böyle eski zamanlardan DeLorean'ın tren vagonu temsili gibi fırlamış da gelmiş bir vagona rastladım. Benim denk geldiğim tarafında önce kimse yoktu, etrafına dolaşmaya başlayınca insanların içine girdiklerini, içinde ve önünde fotoğraflar çekindiklerini fark ettim. Bu, gözlerimin önünde beliren zaman makinesi, aslında 467 numaralı kültürel mirasmış. Bir "streetcar", 1930lardan. 1968'e kadar 38 yıl boyunca Seul'ün aşağı tarafında çalışmış. Streetcar'lar - yani tramvaylar işte - Seul'de ilk 1899'da kullanılmaya başlanmış. 1960larda tabi şehir arabalarla ve otobüslerle dolmaya başlayınca kullanımdan kaldırmaya karar vermişler. Bu sevimli tramvay ise şehirde kalan son iki tramvaydan biriymiş. Şimdi müzenin bahçesinde bu şekilde sergileniyormuş. Sarılasım geldi araca. Öylece orada, sevimli sevimli duruyordu. Sanki biraz sonra yürümeye başlayıp, 1930ların sokaklarına dalacak gibi hissettiriyordu. İçine atladım hemen. Ahşap döşemelerine hasretle baktım. İnsanlar içeride durup, pencerelerinden bakarken poz veriyordu. Yapamadım tabi ama olsun.
Gyeonghuigung'un bahçesi |
Tramvaydan zor koparıp kendimi, bahçelerin parkların içine attım. Burası aslında sarayın bahçesi oluyordu ama o zaman nerede olduğumu pek anlayamadan yürümüştüm. Ama o da ne, bir diğer sarayın da yanındaymışım: Gyeonghuigung. Tabi bunu giriş yapısını falan görene anlayamamıştım çünkü ağaçtan yeşillikten bir şey göremiyordum. Böyle kimsecikler yoktu, arada bir araba geçiyordu. Nasıl hissettirdi biliyor musunuz, hani taa 10 yıl önce Nihan'ın Amerika'daki okuluna gitmiştim ya gezinin son günlerinde. Okulun kampüsünde yürüyormuşum gibi bir histi. Tam kayboldum derken müzik sesleri duymaya başladım. Merdivenler çıktım, araba yollarından geçtim ve müziği takip ettim. Yaklaştıkça, yemyeşil bir parkta insanların örtülerini sermiş, oturduğunu, önlerinde bir sahne kurulmuş olduğunu ve oradan müzik sesi geldiğini gördüm. Etraftaki çocuk sayısının ve sahnedeki sunucunun çocuklarla konuşuyor olmasının sonucu olarak da yarı yoldan geri döndüm. Çünkü ilerideki yazılardan okuduğum kadarıyla bir çocuk festivali gibi bir şeydi. Mis gibi havada, şehrin göbeğinde, bir parkta örtünüzü serip oturabiliyorsunuz. Sinirim bozuldu gene. Neyse.
Festivalden tam ters tarafta Gyeonghuigung'un binaları göz kırpıyordu. Gyeonghuigung, Seul'deki 5 büyük saraydan biri. Joseon'un 15.kralı Gwanghaegun'ın zamanında yapılmış (1575-1641 arasında yaşamış, tam Japonların ilk işgal yıllarına denk geliyor). Sarayın inşası 1617'de başlamış, 1623'te tamamlanmış. Sarayın yer aldığı arazide öncesinde Kral Injo'nun babasının evi yer alıyormuş, bu yüzden arazide önemli bir enerji var yani. Kore sinema ve tv dünyasında çokça işlenen ve anlatmayı pek sevdikleri bir dönem onunkisi. Birçok tarihi dizide bu kralı canlandıran oyuncu var, ben The Tale of Nokdu'dan ve The Crowned Clown'dan biliyorum demiştim bir önceki yazıda da (Deoksugung'a da bu Gwanghaegun'dan bir önceki kral Seonjo gelip yerleşmişti. Hani şu Japon işgalinden kaçan). İşte o zaman yapılan bu sarayın görevi krala acil durumlarda sığınak olması. Şehrin batısında kaldığından batı sarayı da deniyor. 100'ün üzerinde binası bulunan saray 1829'da bir yangınla yerle bir olmuş. Ardından Japon işgali sırasında Japonlar burada ne var ne yok yıkmış. Bir okul açılmış sarayın olduğu yere, kapı yapısını şurasını burasını söküp başka yerlere taşımışlar. 90lara gelinip de Seul belediyesi haydi şu sarayları elden geçirelim dediğinde Gyeonghuigung'tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış yani. Eskiden saray olan yerin ancak yüzde 33'ünü gezilecek bir yer haline getirebilmişler. Boşuna kampüs gibi hissettirmemiş bana parkında yürürken, cidden de 80lere kadar burada bir lise varmış. Şimdi alanın çoğunu yürüyüş yolları, park ve müze kaplıyor. Bu arada buranın böyle bir girişi, kapısı falan yok gibi. Biletsiz de. Öyle park gibi yani. Dalıveriyorsunuz. (Seoul Museum of History'nin Gyeonghuigung sayfası)
bu hiç güzel değildi, yedim işte |
Sarayın içinde gezmeye çalıştım baya, ufak da görünüyordu harbiden ama güneş o sırada yavaş yavaş bulutların arasına girmeye başlamıştı. Bir de öğlen olmadan bir yerde oturup çay içeyim dedim. Çayımı içer, eve döner bavulumu alırım çünkü Shin amcaya söz verdim. Çünkü onlar da dışarı çıkacaklardı, sırf ben bavulu alacağım diye eve döneceklerdi. Yeniden caddeye döndüm saraydan çıkıp. Saemunan-ro üzerinde etrafa bakındım, gözümün görebildiği mesafede en az 3 tane Starbucks vardı. Gülmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Bir tanesine girip, yine Earl Grey'imi ve pastamı aldım. Aşık olduğum pastayı son bir kez daha yiyecektim ama yoktu. Onun yerine iyi peki diyerek çikolatalı olan bir tanesinden aldım (çay 4500 won, pasta 5900 won).
pembe ayıcıkla |
Çayımı bitirip, eve dönmeye hazır olduğuma kanaat getirince aynı cadde üstünde yürüyüp, Gwanghwamun meydanına çıktım. Meydandan dümdüz yukarı çıkıp, evin oraya varacaktım. Ama meydana çıkınca festival ile karşılaştım. Hani demiştim ya tam benim gideceğim gün başlayan kent festivali. Hah işte o başlamıştı. Meydana bir dolu şey getirmişlerdi, insanlar dolaşıyor, eğleniyordu. Gene de bakmayacaktım, bir kere kafama koydum ya eve gitmem gerekiyordu. Ama o kocaman pembe ayıcığı gördüm. Pembe bir ayıcık. Öylece oturuyor meydanda. Tamamen refleks gibi ayıcığa yürüdüm. Önüne geldiğimde fark ettim ki kıvrım kıvrım bir sıra var yanında. İnsanlar sırayla önüne geçiyor, görevli gençler de fotoğraflarını çekiyor. Devasa bir ayıcıkla fotoğraf çektirmek için sıraya girdim ben de. Bir süre sonra başka görevliler gelip, fotoğraf çeken görevli gence yeter sen çekme artık insanlar kendisi yapsın falan dedi, o da bıraktı. Tam tüh dedim, ben ne yapacağım. O sırada hemen önümdeki kadın da yalnızmış meğer, sıra ona gelince bana çeker misin dedi, tabi olur sen de beni çeker misin dedim.
Tamam dedim fotoğrafımı çektirdim gidebilirim. Ama bir baktım önümde bir dolu festival standı duruyor. Anlaşılmıştı, kendimi Seul'den bu kadar çabuk koparamayacaktım. Shin amcaya utana sıkıla çekine mesaj yazdım. Biliyorum öğlende geleceğim dedim ama festivale denk geldim çok eğlenceli burası biraz daha kalabilir miyim ben diye. Şansıma kızmadı, tabiki bak keyfine dedi. Ben de daldım standların arasına. Bir sürü değişik, ilginç aktivite vardı. Hepsine bakmak istiyordum ama önlerinde çok sıra vardı. Bu yüzden en çok istediğim hangisiyse karar verip, sırasına geçtim. Sırada beklerken de etrafı izledim. Sırasına geçtiğim aktivite kendine Koreli ismi bulma gibi bir şeydi. Böyle geleneksel bir fonda, erkekler için olan hanboklardan giyinmiş bir görevli genç bir yer sehpasında oturuyordu. Sehpada bir defter vardı, ayakkabılarınızı çıkarıp çocuğun karşısına oturuyorsunuz, bir süre muhabbet ettikten sonra isminize karar verip size bir Koreli ismi veriyordu. Baya bir bekledim sıramı. Sıra bana gelince oturdum, asıl isim veren çocuğun yanında bir başka görevli çocuk daha oturuyor ve diğer yanında da görevli kızlar buyrun böyle oturun gibi yardımcı oluyordu. Önce ismimi sordular, önümdeki deftere yazdırdılar falan. Bu arada hepsi yüzüme bakıyordu dikkatlice. Çok güzel bir yüzün var dediler, hadi ya oldum içimden, nasıl yani. Ciddilerdi, inanılmazdı. Bu şehirde 10 gün içinde aldığım iltifatların ve beğeninin son 20 yılda yerle bir olan özgüvenime katkısı inanılmazdı. Bir de birkaç ay yaşasam psikolojime neler olurdu hayal edemedim. Neyse bu halimden de yola çıkarak bana 박 별 이 ismini verdiler - Park Byeol-i yani. Byeol yıldız demek bu arada. İsminizi öğrenince bir de yan tarafta duran kiosktan Seul şehri kimliği bastırılıyordu. Kioskun başında da görevli kızlardan biri yardımcı oldu. Sanırım bu festival boyunca böyle üniversite öğrencisi gibi gençleri görevlendirmişler, her yerde onlar koşturuyordu. Çok tatlılardı ama her biri.
Bu aktivite yerlerinin dışındaki standlarsa bilindik, hani böyle butik bir şeyler satan şeylerdi. Sabundur, el işidir, tatlıdır, kalemdir falan. Onlara şöyle bir bakınıp, kendimi meydanın dışına attım. Nasıl olsa akşama kadar vaktim vardı artık. Bir yer görürsem oturur, yemek yerim dedim. Canım ne isterse onu yapacaktım. Yürürken nasıl olduysa bir gökdelene konumlanmış bir avmye denk geldim. Sanırım o meçhur Lotte'lerden biriydi. Sonuçta avm, tuvalete falan giderim, avm de görmedim demeyeyim dedim. Ama hiç hayal edebileceğim gibi değildi içerisi. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle her bir mağazanın kapısında jilet gibi giyinmiş satış görevlileri bekliyordu, içerisi parıl parıl parıldıyordu. Lüksten zehirlenme geçirecektim. Şoka girmiş gibi nereye yürüyeceğimi şaşırdım, tuvalet işaretini bulup, kendimi içine attım. En kısa mesafeden nasıl binanın dışına çıkarım onu düşündüm. Anlatamam size o havayı ya, böyle kendimi nasıl paspal, nasıl fasfakir, 10 yaşıma geri dönmüş hissettim.
Oradan çıkıp, sokaklarda, büyük caddelerde yürüdüm öyle. Arada restaurantlar gördüm, aa burada mı yesem şurada mı diye bakına bakına, karar veremeye veremeye sonunda yine sokak satıcılarının arasına kadar geldim. Off iyi aman atıştıracak bir şeyler alayım elime deyip, bir şeyler yiyerek dolaşmaya başladım. Ama o da ne, Myeongdong'da da festival tüm hızıyla başlamış durumdaydı. Boyunlarında davullarıyla bir müzik grubu yürümeye başladı, biz de kalabalık olarak peşlerinden oynaya oynaya yürüdük. Myeongdong sokaklarında onlar çaldı zıpladı, biz oynadık. Sonra gördüğüm her mağazaya girip baktım. Tüm küpecilere, tokacılara girdim, ne var ne yoksa inceledim. Bir tokacıda gerçi binbir hevesle seçtiğim tokaları kasada bırakmak zorunda kaldım, yine kredi kartım geçmedi, son gün diye de nakitleri harcamıştım.
Myeongdong'da da festivalle eğlenip, tek bir gün bile olsa keyfini çıkardıktan sonra daha fazla üstelemedim. Eve gidip, bavulumu alayım, ancak yola koyulurum dedim. Saat 5 civarı eve dönmüştüm. Shin amca ile Lee teyze beni sokağın başına kadar geçirip, sarılarak veda ettiler. Bir de hediye verdiler, minik bir kimchi kavanozu gibi bir hediyelik. Düşündükçe hala gözlerim doluyor, bu iki tatlı insan bana orada o kısacık zamanda çok güzel duygular geçirdi.
Kocaman bavulumla taş döşeli Seochon sokaklarında ilerlemeye çalıştım. Otobüs durağına gittim ısrarla. Halbuki gideceğim yer tren istasyonuydu, bir taksiye binebilirdim gayet. Bazen gerçekten kafam basmıyor. Ya da o kadar içime işlemiş ki fakirlik, çok derinde. Boyumdan büyük bavulla otobüse sığışmaya çalıştım. Bir pazar akşamıydı, her yer tıka basa doluydu. Otobüse çıkarırken panik oldum, hani herkesi bekletiyorum falan diye. Türkiye'de olsa küfrederler ya, orada sürücü benim panik olmama üzüldü, sakin ol yavaş yavaş çıkar acele etme dedi. Otobüsle Seul İstasyonu'na gittim, saat altıyı geçerken havalimanı AREX'i için biletimi almıştım (yine 9500 won). 18:50'deki trene. İstasyonda oturup, son kez etrafıma bakındım, insanları izledim, annemle konuştum. Hızlı tren Seul'den çıkıp, Incheon'a doğru yol alırken camdan yolu, denizi, binaları izledim. Seul'e veda ediyordum. Tuhaftı. Hiç düşündüğüm gibi olmamıştı ama düşünebileceğimden de güzeldi bir anlamda. Hüzünlüydüm. Mutluydum. Gitmek istemiyordum. Ayrılmak istemiyordum.
7 buçuğu geçerken havalimanındaydım. Çok erken gelmeyi abarttım diyordum ama iyi ki de öyle yapmışım. O akşam Incheon'daki kalabalık inanılmazdı. Kaç kere güvenlikten geçtim bilmiyorum. Bir dolu güvenlik noktasında sıra bekledim. Artık sıra beklemek hayatımın bir amacı gibi oldu. Hele bavul teslim etme sırasında - abartmıyorum - 2 saat bekledim. O geceki İstanbul uçağı tüm milletleri Seul'den götürmekle yükümlüydü sanırım. Herkes vardı sırada. Hele bir de turist kafilesi vardı, 20-30 kişi Türkiye'den. Tüm Kore'yi Japonya'yı almışlardı sanırım, bavul çanta kutu torba...Onu oraya sıkıştıralım bunu buraya sokuşturalım diye saatlerce oyalandılar. 2 saatin sonunda bavulum verebilmiştim ki bu sefer de kontrol için bekledim. Bavulu teslim edip, koltuklara oturup bekliyorsunuz. İçeride kontrol edip, bavulunuzda Kore'den çıkarmamanız gereken bir şeyler bulurlarsa isminizi söylüyorlar, geri gidiyorsunuz. Öyle de bir 15 dakika oturdum bekledim. Sonunda neyimi çağıracaklar, BTS albümüne mi kızacaklar diyerek kalktım, bu sefer de kapı sırasına girmeye gittim. Kapıların olduğu bölümde de yarım saat sıra bekledikten ve güvenlikten geçebildikten sonra nihayet uçağın kapısını bulacağım alana geldim diye sevinmiştim.
Ama orası da devasa bir alandı. Ucu bucağı yoktu. Susamıştım, acıkmıştım ama saat on buçuğa gelmişti, koskoca alanda bir tane açık yer yoktu. Boydan boya yürüdüm, koşturdum, etrafa bakındım. Sonunda görevlilere denk gelip açık yer var mı dedim, ileride Starbucks var o açık bir dediler :) Şaka değildi. O saatte Incheon'da tek bir açık yer vardı, o da Starbucks'tı ve onun da önünde kilometrelerce sıra vardı. Uçak iyi ki gece yarısındaymış dedim. Su alacaktım sadece, ama önümdekilerden bir tanesinin dolaptan bir şeyler aldığını görünce bakındım. Greek yogurt görünce ooo gecenin bu vaktinde sevgili dostum da buradaymış diye bir tane ondan alayım dedim. Alırken kafayı dolaba geçirdim, kasada çocuk korktu, arkamdaki kızla arkadaşı şaşkınlıkla durdu önce, ben de onlara baktım, karşılıklı güldük sonra napalım. Çok yorgun, çok üzgün ve susuzdum. Halime güldüm. İki su ile bir minik yoğurt aldım (950x2 won ve 4200 won). Uçağın kapısının olduğu yerde oturup, beklerken yoğurdumu yedim.
Şu an düşündüğümde dönüş uçağı ile ilgili gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. İstanbul'dan Seul'e gittiğim yolculuğu tüm hatlarıyla hatırlıyorum ama Seul'den İstanbul'a nasıl geldim hiç hatırlayamıyorum. Çok tuhaf. Görüntüler direkt İstanbul'da havalimanında daha güneş doğmamışken Ankara uçağını beklediğim andan başlıyor. Kucağımda Ben's Cookies'den aldığım kurabiyeler. Elimdeki Seul kimliğine bakıyorum. İstanbul'da olduğuma inanamıyorum. Rahatsız sandalyelere uzanmışım, kocaman camlardan gökyüzü görünüyor. Önce koyu maviyken yavaş yavaş aralanıyor. Güneşin doğuşunu izliyorum İstanbul Havalimanı'nda. Döndüm diyorum. Neden döndüm ki? Başka gittiğim hiçbir yerden dönüşte böyle hissetmedim. Hepsinden dönüşte ilk anda hep bir rahatlık hissetmiştim. Roma'dan mesela dönüşte mutluydum. Yani genel anlamda Roma'da artık yaşamıyor olacağıma üzülüyordum ama o anda dönmüş olmaktan memnundum. Sanki birkaç günlüğüne kampa gitmişim de, eve geri dönüyormuşum, sıcak banyomu yapıp, pijjamalarımı giyip, kanepeye uzanıp tv izleyecekmişim gibi bir histi o zaman. Gezdiğim yerlerde mutlu hissetmiş olsam da, her seferinde ulan bu ülkeden nefret ediyorum niye dönüyorum da desem, döndüğüme mutlu oluyordum çünkü o pijama hissi vardı.
Oysa bu sefer...Farklıydı. Bilmiyorum tek başıma olduğum ilk seyahat olmasından mıydı, hayatımın belki değişik bir evresi mi olmasındandı ya da ben mi değişmiştim...Ya da...Seul olmasından mıydı? Belki gerçekten de bu sefer ev diyebileceğim bir his oluşturmasından mıydı? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Üniversitedeyken tüm her şeyden o kadar bunaldığımda, gecenin bir vakti odamın camına alnımı dayayıp, kapkaranlık geceye bakardım. Kafamı cama vurduğumu fark etmeden eve gitmek istiyorum diye mırıldanırdım. Mırıldandığımı da kafamı cama vurduğumu da sonradan fark edip, dururdum. Evdeydim, içeride annemle babam odalarındaydı, odamdaydım, arkamda benim eşyalarım vardı. Ama eve gitmek istiyordum. Bilmiyordum.
İstanbul'dan Ankara'ya gelecek uçak bomboştu. En arkadan almıştım bileti gene de. Mayıs sabahının serinliğinde koltuğuma geçtiğimde tükenmiştim. 3lü koltuğa uzanıp, kalmışım. Kalkışa geçerken hostes uyandırdı. Yatak dışında bir yerde uyuyabilmem için gerçekten bayılmış olmam gerekiyor, düşünün halimi. Öğlene doğru eve girebilmiştim. Pazartesi sabahıydı. 1 Mayıs. Salı sabahı işe gittim. Hiçbir şey olmamış gibi. Sanki daha dün dünyanın bir ucunda değilmişim gibi.
Lee teyze ile Shin amcanın hediyesi |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder