Cuma sabahı, tıpkı hayallerimdeki gibi bir hanok'un yer yatağında uyandım. Tamam, tam olarak hayallerimdeki gibi zaman yolculuğu yapmış, Joseon Dönemi'ne gitmiş, geleneksel kıyafetlerin içinde uyanmış değildim ama bu kadarı da bana yeterdi. Hanoktaki ilk sabahımdı. Hava serin ama güneşliydi. Önceki gün Lee teyze sabah 8 buçukta kahvaltı hazırlıyorum dediği için tabi saat 8'i gösterdiği anda gözlerim açıldı. Babamla büyümenin yan etkileri işte. Bir saatte bir şey yapılacaksa, kalkılacaksa, bir şey varsa, saatinden önce kalkar, hazırlanır, emredersiniz komutanım şeklinde kapıya dizilirsin.
Gece iyi uyumuşum demek ki bu arada ki zinde uyandım. İlk yattığımda yan odadan bir miktar ses geldi bir süre. İki kişi olduğu belliydi, gün içinde dışarıda olduğumdan karşılaşmamıştım haliyle, kim olduklarını bilmiyordum. Bir iki küt pat oldu, çok sürmedi ama. Sesler kesilince de uyumuşum işte. Bu arada sanırım odamdan biraz bahsetmenin zamanı geldi. Odam, geleneksel hanok mimarisinde, evin evlenmemiş genç kızına ayrılan odaymış, duvarımdaki bilgilendirme yazısından okudum bunu. İki kat kayan kapıdan oluşuyor kapısı. En dışta camlı bir kapı, bu camların arasında bir daha ısı için sanırım şu pat patlı plastik kaplama malzemesi var ya ondan vardı. Bu kapıdan sonra odaya bakan tarafta da bir cam kapı daha. O cam ise kağıtla kaplanmıştı, kağıtla cam arasına kuru çiçeklerden desen yapılmıştı. Lee teyze biz yaptık, çiçekleri nasıl olmuş dedi gösterip, çok hoş olduklarını söylemeye çalıştığımda. Geceleri yattığımda bu çiçekler yattığım yerden tam olarak önümde çok güzel bir manzara oluşturuyordu. Her gece orada, onlara bakarak uykuya daldım.
Odanın ön tarafını bu şekilde tamamen kapılar kaplıyordu, oda dediğim şey yani 3 duvar bir kapı duvarı. Kapılardan girince sol tarafta minik bir oturma taburesi benzeri bir şey ve onun altında da minik bir çöp sepeti konuşmuştu. Taburenin üst kısmında, kapıların üst tarafında, tavana birleştiği noktada klima takılmıştı. Taburenin ucundan hemen yer yatağı başlıyordu, bir ince gibi görünen ama gece hiçbir şekilde üşütmeyen bir döşek. Baş kısmında desenli yorganım katlanmış duruyordu, üstünde de sert süngerden gibi görünen yastığım. Yatağın sol duvarında giysi falan asılabilecek duvar askısı. Yatağın baş kısmında dizilerde hep arkaplanda gördüğüm o minik ama çok gözlü dolap-komodin benzeri mobilya. Onun içinde şehri tanıtıcı rehberler, harita kitapçıkları, poşet çaylar, ses yaptığı için pillerini çıkardığım bir çalar saat, su ısıtıcı gibi şeyler vardı. Üstünde havluların olduğu sepet ile saç kurutma makinesi. Komodinin yan tarafında bir masa ve sandalye vardı. Minik ve sevimli odam işte bunlardan oluşuyordu.
Odayı tutarken kendime ait banyo tuvalet seçeneğine dikkat ederek seçmiştim tabiki. 20li yaşlarımdaki onca geziden ve başka bir ülkede yaşama deneyiminden sonra dikkat ettiğim en birinci özellik bu çünkü bir yere giderken. Hanok odamın tuvaleti ve banyosu da odamın içinde olmasa da sonuçta bana özeldi. Odamın tam karşısında ayrı bir kapının ardında, minik bir kulübe gibi. Ve youtube'daki onca Seul'deki evimi gezelim videolarında rastladığım gibi ayrıca bir duşakabin veya küveti olmayan bir banyo. Yani kapıdan girince tam karşımda son teknoloji bir klozet, oturağını falan ısıtabiliyorum, su fışkırtıp kendimi yıkayabiliyorum ama banyo yapmak istediğimde hemen sağ tarafımdaki lavabodan uzanan duş başlığını alıp, klozet ile kapı arasındaki boşlukta dikilip yapmam gerekiyor. Sanırım uzakdoğuda geleneksellikle teknolojiyi harmanlıyorlar dedikleri kültür tam da bu. Hem kapının önünde hem de klozetin önünde yukarıda duş perdeleri vardı, onları çekiyorsunuz böylece etraf ıslanmıyor. Klozetin hemen bitişiğinde bir de son model çamaşır makinesi vardı ama onu kullanamıyoruz, odamızın hizmetlerine o dahil değil, evin o. Ama şampuan, duş jeli gibi şeyler yer alıyordu lavabonun üstündeki raflarda. Böyle odanın dışında yer alan banyo olunca tabi eskilere döndüm ben. Önce köyde büyükbabamın evinin ilk hallerini hatırladım. Tam olarak böyle ayrı değildi tuvalet banyo ama yattığımız odadan mutfağa geçip, oradan merdivenin başına açık havaya çıkar, iki adım ötedeki tuvalete giderdik. Sonradan hepsi birbirine bağlandı, üstü etrafı örtüldü falan ama işte. Yıllar sonra bu sefer de Kültepe'deki kazıda tuvaletler banyolar odalardan tamamen ayrı bir noktadaydı, gece karanlığında bile kalkıp gitmek zorunda kalmıştım. Neler yaşamışım be.
Cuma sabahı kahvaltısı - bibimbap |
Hah ne diyordum? Cuma sabahı 8'de ayaklanıp, mutfağın kapısından içeri daldım. Lee teyze ile Shin amca kalkmışlardı tabi ama kimsenin kalkmasını beklemedikleri ortadaydı. Lee teyze beni görünce hem şaşırdı hem sevindi. Çalışkan karınca Koreliler'e tanıdık gelmiş olmalıyım. Kahvaltıyı daha yeni hazırlamaya başlamıştı, masada tabaklar vardı. Oturdum, hem muhabbet edip, hem onu izledim. O sabahki kahvaltı bibimbap'tı. Türkiye'de bile yediğimde sevdiğim bu yemeği resmen geleneksel bir Kore evinde, has be has Koreli bir teyzenin ellerinden yiyecektim. Ağlamak üzereydim. Çok güzel seramik çanakta malzemeler dizilmişti, yanında soya fasülyesi filizi çorbası minik bir çanaktaydı. Bir yanda kimchilerin yer aldığı minik çerezlik ve gochujangdan bir kaşık bir kasede. Su termosu ve bardak her zamanki gibi masada yanıbaşımda. Su tabiki buz gibi. Kore'de su hep buz gibi. Ben yemeye başlamışken benim yan odam olan yerden oturma odasına açılan kapıdan iki Koreli kız çıktı. Dün akşam gelmişler, başka bir şehirden. Bir tanesi polismiş, diğeri de onun kız kardeşiymiş. Bu ikisini görünce, 40lı yaşlarındaki pek çok Koreli oyuncuya dizilerindeki flashback sahnelerinde liseli rollerini oynatmalarının sebebini anladım. Bu kız kardeşler 40lı yaşlarındaydı demiyorum ama böyle davranış, hal, tavır falan tam olarak o dizilerde izlediğim yan rollerdeki sessiz liseli kızlar gibilerdi ilk bakışta. Ben yemeğimi yerken Shin amca onlarla muhabbet etmeye başladı, kızlar oturma odası gibi olan yerdeki masada oturdular, orada yiyeceklerdi. Shin amca beni de tanıştırdı, biraz da benle muhabbet ettiler. Öylesine birkaç günlüğüne gezmeye gelmişler Seul'e. Hep batıdan turist gelecek değil ya, Koreliler'in kendileri de başka şehirlerde yaşayanları, bu çılgın büyüklükteki şehre gezmeye gelebiliyormuş demek ki dedim. Yemeğimin bitmesine yakın Fransız teyze de çıktı odasından. Yanımdaki sandalyeye oturdu, onunla da konuşarak kahvaltımı bitirdim. Kahvaltının sonuna Lee teyze her sabah bir meyve koyuyordu tabağa, bunu ilk o sabah görmüş oldum. Elma mıydı tabaktaki sanırım, tam hatırlayamıyorum. Fransız teyzeyle onu bölüştük. Shin amcayla o günkü planım hakkında konuştuktan sonra hazırlanmaya odama geçtim.
Gwanghwamun Meydanı'ndaki festival hazırlıkları |
Tam bir planım yoktu aslında o gün için. Pazar günü dönüş günüm olacağı için önümdeki bu iki gün, daha önce gittiğim ama aklımda kalan yerlere bakarım ve gelirken almayı düşündüğüm birkaç şey ile hediyeleri alırım diye düşünmüştüm. 10 gibi evden çıkıp Jahamun-ro'ya çıktım, büyük caddede yürüyüp, Gyeongbokgung İstasyonu'nun oraya gelince karşıya geçip, Saemunan-ro 5 ga-gil'e daldım. Bu bölge böyle yüksek yüksek büyük binalarla dolu. Gördüğüm kadarıyla, yanlış anlamadıysam daha çok devlet binaları ve yönetimle ilgili yerlerin yer aldığı bir alandı. Caddeler sokaklar neredeyse bomboştu. Bu yollar beni Gwanghwamun Meydanı'na çıkardı. O meydandaki heykelleri görmek istiyordum açıkçası, bu yüzden bu yolu izlemiştim. Amiral Yi Sun Shin'in ve ünlü kral Sejong'un anıtlarının etrafında okuya okuya, fotoğraf çekine çekine dolaştım. Aslında anıtların altında müzeleri de vardı ve meydanın tam altında kocaman bir metro istasyonunda gezilecek yerler de vardı ama sanki artık sayılı zamanım kaldığını hissediyordum bu şehirde, müze gezerek harcamamam gerekiyormuş gibi geldi o zaman. Hava durumuna çok aşırı güvenmesem de o gün güneşli günlerin sonuncusu gibi görünüyordu, ertesi gün tamamen bol yağmurluydu.
Kral Sejong'e annyeong deyin |
İlk karşılaştığım anıt büyük kral Sejong'unkiydi. Sejong, Joseon'un 4.kralı, ayrıca Kore alfabesinin ve birçok bilimsel ve teknolojik icadın da mucidi. Yönetimi oldukça müreffeh, halkı tarafından da oldukça sevilmiş bir kral. En azından tarih böyle yazıyor. Teoride 1418'den 1450'ye kadar hüküm sürmüş görünüyor ama pratikte hükümranlığı 1420'den 1439'a kadar sürüyor. İlginç olan bir diğer yanı, pek çok krallıkta olduğu gibi Joseon'da da en büyük erkek çocuğun tahta geçmesi kuralı varken ailenin 3. ve en küçüğü olan Sejong'un tahta geçmiş olması. En büyük abisi bana ne ben acun firarda olacağım deyip, tahttan vazgeçmiş, öbür abisi de bu dünyayla işim yok öte dünyaya çalışacağım ben deyip keşiş olmuş. Taht da bizim Sejong'a kalmış. Bazen evren her şeyi yerli yerine oturtuveriyor işte böyle. Tabiki değil, bu iki kardeşin tahttan bir şekilde çekilmeleri ile Sejong'un önünün açıldığı, çünkü babasının onu diğerlerinden daha üstün tuttuğu açık ama o da boşuna değil gibi görünüyor yaşlı kralımız Taejong'un günahını almayalım. Belli ki en küçük oğlunun aklı diğerlerinden daha yerinde görününce adam ne yapsın. Sejong'un heykeli tamamen altın renginde. Önünde de mucidi olduğu icatlardan bazılarının replikalarını koymuşlar. Gençler ve çocuklar etraflarına toplanmış, nasıl çalıştıklarını test ediyorlardı. O yüzden çok inceleyemedim.
Sejong'un heykelinden ilerleyince meydandaki su fıskiyelerini, çevre düzenlemelerini izledim bir süre böyle keyifle. Sularla oynayan insanları, etrafta oturanları seyrettim. Bu meydan kısa bir süre önce açıldı, sanıyorum pandemi süresince yeniden düzenleme içerisindeydi. Tüm meydanı toptan yıkıp, kazıp falan her şeyi yeniden düzenleyip yaptılar. Gyeongbokgung yapıldığından beri tarih içinde pek çok önemli olaya şahit olmuş meydanın bu halini Koreliler ne düşünür bilmem ama ben beğendim.
Amiral Yi Sun Shin aşırı karizma duruyor |
İkinci heykelimiz Amiral Yi Sun Shin'inkiydi. Japonların 1592-1598 arasında Kore'yi istila-işgal etmeleri sırasında Japon donanmasına karşı birçok zafer kazanmış efsanevi bir komutan kendisi. Hatta savaştığı düşmanları bile onun davranışları ve zekasına saygı duymuş o derece bir amiral. Bu kaplumbağa kabuğu gibi olan ünlü gemilerin de mucidi. Amiralin heykeli pek heybetli. Oldukça yüksekte ayakta duruyor, etrafında yerden fışkıran su çizgilerinin de etrafında tek tek taşların üzerine amiralin kazandığı zaferler ve söylediği ünlü sözler yer alıyor. Kore tarihinde o kadar ünlü ki birçok film ve dizide hikayesi anlatılmış durumda. Hatta bu seneki Kore Kültür Merkezi'nin film festivalinde de gösterilen (gidemediğim) Hansan : Rising Dragon filmi de amiralin Hansan Savaşı'nı anlatıyordu.
Evdeki kahvaltı aslında doyurucuydu ama bir sabah kahvesi çayı içme isteğim de içimde yükseliyordu. Gwanghwamun Meydanı'nda daha fazla şey görebilirdim ama bu sebeple bir kafe bir şey bulayım dedim. Hemen meydanda da bir dolu kafe vardı aslında, Starbucks zaten her yerde.
Kral Gojong'un 40.yıl dönümü anıtı olan o pavilion işte |
Meydanın son noktasında karşıya geçip, Jong-ro'ya daldım. Hemen o noktada Gojong'un Tahta Çıkışının 40. Yıldönümü Anıtı'na denk geldim. Temelde bir stel var, onu koruma amaçlı etrafına 3 odalı bir kare yapı yapılmış. Pavilion tarzında (Türkçe'ye köşk gibi çevriliyor ama saçma oluyor yani pavilion deyince aklınızda köşk mü canlanıyor neyse), klasik Kore mimari öğelerini yansıtıyor. Gojong, Joseon Krallığı'nın son kralı ama Kore İmparatorluğu'nun ilk kralı. Çünkü ülke o kadar Japonların bir yandan işgali altına girerken bir yandan da ortalık göçmüş giderken kendini imparator, Joseon'u da Kore İmparatorluğu olarak ilan etmiş. Neyse. Bu anıt da Kore'deki pek çok tarihi yer ve anıt gibi bitmek bilmez Japon işgallerinde yıkılıp, yakılıp, orası burası kemirildiği için yıllar içinde üç beş onarıldıktan sonra 1979'da tam olarak restore edilip, bugünkü halini almış gibi görünüyor. Çok fazla vakit ayıramadım burayı incelemeye ama o kısacık duraklamamda bile düşünmeden edemedim. Şimdi gezerken bu şehirde o kadar çok ve güzel tarihi yer, anıt, heykel vb. görüyorum ki bu şehrin on yıllar süren Japon işgali süresince neredeyse her bir taşıyla oynandığına, yıkılıp yakıldığına inanamıyorum. Günlerdir gezdiğim, hayranlıkla bakıp bana büyük mutluluklar veren tüm bu büyülü yerler aslında göründükleri dönemlerden kalma değil. İçinde zaman yolculuğu yaptığım sarayların çoğu binası en fazla 30 yıl önce yeniden ayağa dikilmiş. Ama düşünsenize tüm bu yakıma yıkıma rağmen her şeyi yeniden yapıp, üstüne bir de acayip bir turist cazibesi haline getirmişler.
Jeon Bongjun heykeli |
Jong-ro üzerinde yürüyüp, Cheonggyeongcho'ya döneyim dediğim noktada bir başka heykelle karşılaştım. Orta yükseklikte bir kaide üzerinde bağdaş kurmuş, oturan bir adam. Önündeki bilgilendirme yazısı gibi olan yazı tamamen Korece'ydi (ben mi görmedim acaba İngilizce vardır bir köşesinde muhakkak ama neyse), papago ile çevirince Jeon Bongjun ismi ile karşılaştım. Biraz okuyunca aklımda direkt Our Blooming Youth'un sahneleri gelmeye başladı. Seul'e gitmeden hemen önceye denk gelen dönemde izlemiştim diziyi, 6 Şubat'tan 11 Nisan'a kadar yayınlanan diziyi izlerken konusu çok ilginç gelmişti. Hatta çok kurgusal aslında demiştim, tarihi bir ortamda geçen bir hikayede böyle noktalar olması çok çağdaş gelmişti bana ama hikayenin en azından bir kısmının oldukça gerçeklerden esinlenmiş olabileceğini, bu bağdaş kurmuş heykelin önünde anladım.
Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekete, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetinde kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız (bir şey bakanı mıydı başvezir miydi bir şeydi) tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.
Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.
Jeon Bongjun heykelinin hemen karşısında Bosingak varmış mesela ama o kadar bir çay kahve bir şey içeyim, sabah sabah pilav yedim kafasına gelmiştim ki görmemişim bile. Oradan Cheonggyecheon'a doğru yürümeye devam ettim. Myeondong tarafına doğru yürüdüm, sonunda çok yorgunum diyerek kendimi Toegye-ro üzerindeki bir Starbucks'a attım. Hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri olan o pastanın peşine düşmüştüm. Şu choux creamli pastanın. Mükemmel bir şey. Bir kocaman fincan kaynar kaynar americano ile pastamın keyfini çıkardım (Biri 4000 biri de 6900 wondu.)
12 buçuk civarında Myeongdong'da buldum kendimi. Festival vardı, sahne falan kurulmuştu, iki sanatçı şarkı söylüyordu. Onları izledim, dinledim bir süre. Yine şansıma dedim, çünkü tam benim uçağa binip geri döneceğim gün Seul'de kocaman bir festival başlıyordu. 7 ay önceden bilet alıp, seyahat planla, sonra hiçbir şeyin olmadığı 10 günü seç. Mükemmel bir şansa sahibim.
Music Korea'da albümlere bakıyorum |
Myeongdong'un hemen girişinde sanırım Nature Republic dükkanın üst katında Music Korea dükkanı var. Adından da anlaşılabileceği gibi albümler, posterler, kpop ürünleri falan bulunabiliyor. Burası, bu konudaki yerlerin en turistiklerinden biri. Buraya da bakmadım demeyeyim dedim. Bir de Seul'e gelirken kendim için almayı düşündüğüm tek şeyi, bir You Never Walk Alone albümünü daha önce girdiğim o öbür müzik dükkanında bulamamıştım. Burada kesin vardı diye düşündüm (vardı, aldım, 22300 won). Şehrin çok başka köşelerinde, birçok müzik dükkanı daha var tabiki, vakit ve enerji olduğunda oralara bakmak çok daha mantıklı.
McDonalds'a da girdiğim belgesi |
Music Korea'dan sonra dolaşmama Myeongdong'daki kozmetik dükkanlarına, şu en bilindik markalarınkine, bir girip bir çıkarak, arada festival sahnesine bakarak devam ettim. Aslında tüm seyahatim boyunca beynimde bir kocaman kum torbası gibi sallanıp duran konuyu halletmem gerekiyordu ama tabiki zordu. Yeğenlerime hediye almak. Hem de Blackpink hediyeleri almak. Blackpink ile ilgili bir şeylere para vermek hiç içimden gelmediği için ve ne alsam beğenmeyecekler nasıl olsa diye düşündüğüm için en zor görevdi bu. Myeongdong'da dolandım, metronun altındaki dükkanları talan ettim. Bir dolu Blackpinkli şey vardı ortada ama işte hiçbir şey yeterli gelmiyordu gözüme. Yorgunluktan - hem fiziksel hem zihinsel - pestilim çıktığı için kendimi bir McDonalds'a attım. Evet o kadar ilginç ve özenli kafenin, restaurantın olduğu bir şehirde McDonalds'a girdim, kendime tükürerek. McDonalds her yerde aynı galiba, içeri girince insana bastıran basıp hava, keskin ve pis koku, yapış yapış yerler, üstleri çöplerle dolu masalar...Burada bile böyleydi. Neden girdim hala bilmiyorum ya da girdim neden bir şeyler yemek istedim. Bir tavuk dürüm gibi bir şey istedim (Shanghai Chicken Wrap gibi bir ismi vardı, 2700 won). Keyif almadım tabi ama yedim. Bir de sanki şeftalili bir içecek aldım ama o güzeldi (onun da ismi Plum Blossom Peachli bir şeydi, 3000 won). Çığlık çığlığa çocukların koşuşturmasını izledim, sonra burada ne yapıyorum dedim.
Deoksugung'a geldik bakalım |
Biraz daha hediyeliklere bakındıktan sonra vazgeçip, yürümeye başladım. Nereye gittiğime pek bakmadan, düşünmeden hareket ediyordum o gün. Seul'deki son güneşli günü tamamen dışarıda takılarak geçirmekti amacım. O anda da Deoksugung'a doğru gitmiştim. Saat 3 buçuğu geçiyordu, 5-6 gibi kapanırsa diye acele ediyordum. Bilet gişesini bulmaya çalıştım bir süre. Bilet gişesi Sejong-daero'ya bakan tarafta bir kuytuda kalıyor. Oradan bilet alıp, koşturmaya başladım. Giriş olduğunu işaret eden bir şeyler aradım ama geçen gün yemek yediğim ve yanında sırası upuzun olan wafflecının olduğu tarafı gösteriyor gibiydi. Orada bir saray girişi olabilecek bir yapı yoktu. Zaten sorun aslında şuydu: Sarayın toptan etrafında tadilat gibi bir şeyler olduğu için bir çok şey kapalı ve örtülmüş durumdaydı. Sejong-daero üzerinde koşturdum durdum. O işaret edilen tarafa gittim ama tadilat vardı, burası giriş değildir girmeyin gibi bir şeyler yazıyordu. Ters tarafa koşmaya başladım. Kale duvarının köşesine gelip, ara sokağa daldım. Böyle bir yanda askeri birliğe girilen nizamiye, nöbetçiler falan belirdi. Ben koşuyorum, onlar bana bakıyor. Bir yandan da acaba giriş onların yanında falan mı diye gözlerimle askerleri tarıyorum. Sonra sol tarafta bir tahta rampa belirdi. Kale duvarlarının içine giriyor gibiydi. Ağaçlıklı bir yol. Daldım. Ama içinde ilerledikçe bir bahçeye girmeye başladığımı fark ettim. Burası da sarayın bir parçasıydı ama giriş buradan değildi ve saray yapılarına erişemiyorum gibiydi. Sonunda paniğim sosyal fobimi yendi ve önümden gelen bir aileye sarayın girişini sordum. Lise çağlarındaki kızları ile gezintiye çıkmış bir anne baba. Panik halinde ve koşturan, kan ter içinde kalmış bir kızı böyle üstlerine gelip yol sorarken görünce kızla annesi şaşkınlıkla kaldı, baba konuşmaya başladı. Giriş öbür tarafta gel bak dediler, az önce döndüğüm köşeye kadar birlikte ilerledik. Beni gülümseyerek uğurladılar, onları bırakıp koşmaya devam ettim. Hala saray kapanacak da giremeyeceğim diye koşturuyordum. Hay allahım manyaklık işte. Giriş olarak, az önce gittiğim ve tadilat olan yeri söylemişti aile. Gene burası giriş değildir girmeyiniz yazıcı ile yüz yüze geldim. Ama yılmadım, ilerlemeye devam ettim. Sonunda girişi bulup, girebildim. Her yer inşaattı ama. (Deoksugung bileti 1000 won)
Deoksugung diğer saraylara nazaran biraz daha geç dönem yapıları içeriyor. Günümüz belediye binasının da dibinde. İsmi erdem ve uzun ömür sarayı olarak çevrilebilir. Kendini imparator ilan eden Kral Gojong (yukarıda da bahsettim) 'un onuruna böyle denmiş. İki saray yapısının bir araya gelmiş hali gibi düşünülebilir. Bir tarafta geç dönem Joseon mimarisi öğelerini taşıyan geleneksel Kore sarayı ile diğer tarafta iki heybetli neoklasik yapı ve Kore'nin ilk Batı tarzı bahçesiyle tamamlanan Batı tarzı bir saray kompleksinden oluşuyor.
Bu saray her iki Japon işgalinde de önemli bir yere sahip. 1592'deki işgalde Uiji'ye kaçan kral Seonjo, Seul'e geri döndüğünde bakmış ortada ne saray var ne köşk. Japonlar her yeri yakmış yıkmış. Bir akrabasının, Prens Wolsan'ın evi-sarayı olan Deoksugung'a gelip, kalmış. O zamanlar adı bu değil tabi. Kral Seonjo'nun zamanı dolup, yerine Prens Gwanghaegun geçiyor. Sarayın ismini Gyeongungung diyor. Kral Injo hoop yerine geçiveriyor sonra. Oralar pek bir karışık ve kanlı. Bu dönemleri aslında The Crowned Clown(2019)'dan, The Tale of Nokdu(2019)'dan biraz biraz öğrenmiştim. Ben sadece bu ikisini izledim ama bu Seonjo ile başlayıp, Injo'yu da içine alan dönemle ilgili ve bu krallar ve prenslerle ilgili o kadar çok dizi ve film var ki. Her birinde ayrı bir şekilde, ayrı bir tarzda ve değişik kurgularla anlatılıyor hikaye.
Neyse Kral Injo tahta geçince bu saray bırakılıyor ve sonraki 270 yıl boyunca kullanılmıyor. Kral Gojong (yine sen) da sığındığı yerden dönünce bu sarayda kalıyor. Hatta tahtı zorla oğluna bıraktırdıklarından sonra da bu sarayda kalmaya devam ediyor. Tam da bu dönemde sarayın ismi şimdiki halini alıyor. Japon yönetimi döneminde yerine park yapılıyor. Dediğim gibi şu anda saray geleneksel yapılarla daha batılı tarzdaki yapıları içeriyor. Önce diğer saraylarda gördüğüm yapıları gezdikten sonra bir de baktım ki mesela karşıma Seokjojeon çıktı. Taş ev anlamına geliyor adı, Harding isimli bir Britanyalı mimar tarafından yapılmış. Kore'nin bağımsızlığının konuşulduğu dönemde Amerikalılarla Ruslar bu binada görüşmüş. Savaştan sonraysa önce Ulusal Müze ardından da Kraliyet Müzesi olmuş. Sonra da Jungmyeongjeon'u gördüm, o da ayrı bir tarz. Sarayın kütüphanesi olarak düşünülmüş ama bir yangından sonra Kral Gojong özel odası falan olarak kullanmış.
İşte böyle, bulutlarla kaplandı gökyüzü |
Sarayı gezerken hava bozmaya başladı gene. Birden bulutlarla kaplandı gökyüzü ve buz gibi esmeye başladı. Tüm o görkemli yapıları gezemedim, soğuk gene moralimi bozmuştu. Sıcak bir yere gideyim nereye gideyim diye saraydan attım kendimi ki hemen orada, sarayın karşısındaki kocaman çimenli alanda bir etkinlik gördüm. O havada, kitap okuma etkinliği. Gerçi yalnız ben üşüyor gibiydim. Ben niye bu tüm seyahat boyunca üşüdüm ya? Neyse, ileride bir sahnede sakin bir canlı müzik, etrafta puf koltuklarda insanlar yayılmış, ortada bir kitap standı. Allahım ya, ne güzel ortam. Doğduğum büyüdüğüm ülkede mümkünü yok. Donuyordum ama gidip boş bir puf bulup serildim ben de. Müziği dinledim, insanları izledim, çantamdaki broşürleri okudum. O kadar üşümüyor olsam standdan ben de kitap ödünç alabilirdim, muhakkak İngilizce kitapları da vardı. Çok acıktım herhalde ondan üşüyorum deyip, kapalı ve sıcak bir yemek yerine gideyim diyerek kalktım o çimenlikten gönülsüzce.
İşte o koridor gibi yerdeki Egg Drop |
Acayip lezzetli görünüp, beklentimi yükselten tost |
Bu da o patates mücveri gibi olan şey - sıfır tuz içeren hani |
Kafamda sıcak ve rahat bir yer varken nereye gittim dersiniz? Haritamda işaretlediğim en yakın yiyecek yerine baktım, Egg Drop diye bir sandviç/tostçu görünüyordu. Çimenlik meydandan yukarı doğru yürüyüp, sağa sapacaktım sadece. Kolaydı. Yine Jong-ro üzerindeydim, işaretlediğim yerin tam önündeydim ama öyle kafe tarzı bir yer göremiyordum. Kocaman bir gökdelenin önünde dikiliyordum. D Tower Gwanghwamun'un altında koridor gibi bir yer vardı, iki ucu açık. O koridorun içinde yan yana bir kaç fast foodcu. Biri de benim işaretlediğim Egg Drop. Yani Seul'deki onca Egg Drop şubesi içinden bula bula bunu bulmuştum. Tam da en üşüdüğüm, en sefil gibi hissettiğim anlardan birinde. Oturacak doğru dürüst yer yoktu, iki masa ve birkaç sandalye öylesine koyulmuştu. Koridor gibi yerde zaten resmen tipi rüzgarı esiyordu, caddeden en az 10 derece daha soğuktu. Baktım, menüye bakmaya çalıştım, diğer birkaç insana baktım. Vazgeçip gitmeliydim, az ileride Shack Shack görmüştüm, kocaman ışıltılı, sıcak. Oraya gitmeliydim. En azından. Yine mallığım tuttuğu için aceleyle menüden bir şeyler seçip, beklemeye başladım o soğukta. Minicik bir alanda hazırlıyorlar, kiosk gibi bir cihazdaki menüden kendiniz seçip, ödeme yapıyorsunuz. Hazır olunca yine minicik bir pencereden veriyorlar. Çöp atmaya bile yer bulmak zor. Yarım saat seçtiğim sandviçi bekledim. Bir masada birkaç kız oturuyordu, üstlerinde sanki polisler tarzında üniformalar vardı. Diğer masada da bir adamla minik kızı vardı, onlar kalktı sonra. O masaya geçtim, neyse ki oturuyordum ama orası daha da çok esiyordu. Bekledim de bekledim. Altı üstü bir sandviç ne kadar uzun sürebilirdi ki. Sürdü. Sonunda alabildiğimde yemem iki saniye sürdü. Neredeyse ağlayarak. Avokadolu omletli bir tost sandviç, yanında patates mücveri gibi bir şey, bir de limonata. 10100 won tuttu. Hepsi tuzsuzdu tabi, hatta tostun üstüne bir daha beyaz bir sos var onu gezdirmişlerdi, o da tatlıydı. Yani görüntüsü acayip lezzetli bir şeymiş hissi uyandırıyor, tadı da fena değil ama sanki bir şey eksik (tuz).
Sevimli |
Beklerken gözümü diktiğim yandaki dükkana daldım tostum bitince. Akşam evde kendime bir güzellik ederim diye. Çok lezzetli görünen kurabiyeleri satan bir dükkandı. Ben's Cookies'di ismi. Bir çikolatalı bir de yer fıstıklı kurabiye aldım galiba, 6600 won tuttu. Dosdoğru eve gider, mutfaktan çay alır, odamda bağdaş kurar yerim diye hayal ettim. Ama o kurabiyeleri o akşam hanokta değil, taa Ankara'ya dönecek uçağı İstanbul'da beklerken havalimanında güneşin doğuşuna karşı yemek nasip oldu mesela.
Elimde kurabiyelerim hanok evim burnumda tüterken yine içgüdüsel hareket ettim. Bir Coffee Bean gördüm, Jonggak Station şubesinin önüne gelmişim. Böyle hava yarım kararmış, sokaklar boşalıyor, insanlar işten çıkıp eve gidiyor, otobüs durakları dolu. Bir kahvecinin loş ışıkları, üst katının o güvenli, ılık ve mayhoş havası. Girdim içeri, yine o kocaman bardaklardan birinde verdiler siyah çayımı (Earl Grey - 6000 won). Aldım üst kata çıktım. Pencere kenarına oturdum, başım feci ağrıyordu. Seul'e, Kore'ye geleli tam bir hafta olmuştu. Yorgundum, mutluydum, hüzünlüydüm. Camdan dışarıyı izledim. İnsanları. Otobüsleri. Arabaları. Hayatı. Başka bir yaşam gibi gelmeliydi ama sanki benimdi. Hayatımda ilk defa bir haftadır aitmişim gibi hissettiğimi fark ettim. Yalnız ara ara. Ama ait. Bir yere ait. Konuşulanları anlamıyordum bir haftadır ama aittim. Tuhaftı.
Yattığım yerden uykuya dalarkenki manzaram |
Eve döndükten sonra odamın önünde oturdum bir süre. Baş ağrım aşırı artmıştı. Fransız teyze, aynı zamanda doktor da olan, yanıma geldi oturdu, onunla muhabbet ettim baya. Arada Shin amca geçti, o da oturdu, muhabbetime daldı. Teyze başımın ağrısı için elime eline aldı, belirli noktalara minik masajlar yaptı. Aynı zamanda alternatif tıp ile de ilgileniyormuş, akupunktur falan yapıyormuş. Shin amca bir şeyler yedin mi bak akşam oldu tüm gün dolaştın başın da ağrıyor açsındır dedi. Yemek yiyebileceğin yerler söyleyeyim, göstereyim dedi. Kendi başına gitmeye, yemeye çekiniyorsan eşlik edelim dedi. Ağlayacaktım ya. Mutlu hissetmekten. Başım çatlıyordu ama böyle sanki evimdeydim, ailem vardı gibi hissettim ilk defa. Başım çok ağrıyor ben odamda yatayım dedim en son.
Zaten kısa bir süre sonra yağmur başladı. Odamın kapısından bahçeyi izledim, usul usul yağan yağmuru. Bir cuma akşamıydı, herkes bir yerlere gitti. Aldığım albüme baktım, yatağıma uzandım, yerden ısıtmanın keyfine bıraktım kendimi. Buradan ayrılmak istemiyordum, bitmesini istemiyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder