9 Eylül 2011 Cuma

Yalnızım, Yalnızız, Yalnızlıklar.

Bugün böyle bir gün yaşadım da. Gece boyunca salakça bir rüya silsilesiyle boğuştum önce. Ne gördüğümü hatırlamıyorum (iyiki de hatırlamıyorum), sadece her defasında ağlayarak uyandığımı ve geri toparlanıp uykuya daldığımda bir önceki kısımda nerede kaldıysam ordan görmeye devam ettiğimi biliyorum. Güzel birşeyler olsa ve devamını görmek istesem hayatta göremem, bu salak kabusu sanki çok gerekliymiş gibi devam ettirdim.
Sonunda kalkıp, mutfağın yolunu tuttuğumda daha da kötü bir duygu çöreklendi resmen içime. O kadar zaman tek başıma olmuşluğum vardır ama bu sabah o uykudan kurtulup da mutfağın boşluğuyla karşılaşınca iyi hissetmedim. Normalde kalktığımda hep hazır olur kahvaltı o masada. Çay da ocakta. Bu sabah da sanırım içten içe onu bekledim. Gidip gene tasasızca oturayım ve herşey önüme gelsin istedim. Gelmedi tabi.
Sadece kahvaltının hazır olmaması durumu da değil. Evde hiç ekmek yoktu. Önceki günden dişlediğim bir küçük parça, bir dilim kurumuş ekmek parçası vardı ekmeklikte. Oturup ağlamak istedim zırıl zırıl. Daha dün markete gittim ve evde sanırım şu an en az 5 çeşit cips var. Ama ekmek yoktu işte sabah. Birşeyler unuttuğumu düşünmüştüm zaten eve döndüğümde marketten. O cipsleri, bebe bisküvisini, dondurma sosunu bile unutmamışım da bir ekmeği, ufacık bir ekmeği unutmuşum.
Aç bilaç elimde anahtar ve para, sabah güneşine çıktım. Evin karşısında bir büfe var. Ama ben belediyenin şu küçük boyutlu, çörek gibi olan ekmeklerinden istiyordum. İnat edip, o büfeyi es geçip, yokuşu tırmanıp, belediye büfesine gittim. Sabah dedikosunu etmekte olan büfeci teyzeyi ve dedikoducu teyzeyi zor ayırıp, ekmek istedim. Ama ne benim istediğim ekmekten vardı, ne de teyze paramı bozabiliyordu. Orda sokağın ortasında durup, yeri tekmeleyerek zırlıyacaktım. Neyse dedim, geri döndüm evin oraya. Ama o büfeye gene uğramadım ve ana yolun üstündeki belediye büfesine bakmaya karar verdim. Bir ton da oraya yürüdüm. Midem sırtıma yapışmış, kan ter içinde kalmış ve mutsuzluğun dibine vurmuş halde ana yola gittim. O büfe de kapalıydı. Büfenin önündeki gölgede otobüs bekleyen adama kafa atmak istedim. Ama derin nefesler eşliğinde yine geri döndüm ve eve dönüş yolundaki bir başka büfeden herhangi bir ekmek almaya razı oldum. Acaba cipsleri reçele batırıp da mı yesem diye düşünmedim değil tabi.
Sonunda evden çıkıp, okula gidebildim. Bu arada ben evden çıktıktan yarım saat sonra kargocu aradı. Paket getirmişler bana, telefonda önce yan ve karşı komşuların kapısını çaldırdım, sonra da alt komşunun. Ama üçü de evde yoktu nasıl şanssa. Sonunda saat 4'ten sonra şubeden almamı söylediler. Telefonu kapattıktan sonra aklıma ne gelsin? Ya kocaman bir paket gelmişse (evet bazen geliyor) ve ben geri dönerken onu almaya çalışırsam ne olacaktı? Çünkü geri dönerken kargo şubesi merkezle ev arasında kalıyor. Yani bindiğim otobüsten inip, karşıya geçip, paketi alıp, gene karşıya geçip, iş çıkışı saatinde otobüs bulup, kendim taşıdığım paketle eve dönmeye çalışacaktım. Gene zırlamak istedim. Ama sustum.
Neyse okula kütüphaneden aldığım kitapları bırakmaya uğramıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim, Beytepe bu mevsimde, tam da bu dönemde en güzel halini yaşıyor. Okulda olmak istediğim bir zaman varsa  zaman, kesinlikle bu zaman. Öğrenciler henüz gelmemiş oluyor, sadece tek tük kayda gelmiş çömezlerle anne-babalar oluyor etrafta. Birbirleriyle şakalaşan güvenlikler gölgede toplaşıp, oturmuş oluyorlar. Hocalar bile olmuyor. Güneş vuran yerlerde çok terlemiyorsunuz, gölgede üşümüyorsunuz. Çimenler yeni biçilmiş oluyor, kokusu burnunuzu doldururken gölge bir ağacın altına kıvrılabiliyorsunuz. Otobüsler, ringler, dolmuşlar rahat oluyor. İstediğiniz gibi taşıt bulabiliyorsunuz. Sessiz oluyor ağaçlıklı yol, sadece rüzgarın sesi kaşındırıyor kulaklarınızı. Herşey daha güzel görünüyor bu mevsimde Beytepe'de, herşey mümkünmüş gibi geliyor.
Okulda işim bitince bünyem de bitmişti. Hem kargo şubesine gitmem gereken saati getirememiş olduğumdan hem de kafamdaki o yarı kilom kadarlık paket görüntüsünü bu boş mideyle nasıl taşıyacağım sorununa mantıklı bir çözüm üretemediğimden, ev tarafı yerine ters yöne bindim ve cepa'ya gittim. AVM kendisi. Girip, kendime oburca bir burger king ziyafeti çektim. Oturup, ilk kez yemek görmüş gibi steakhouse burger'imi mideye indirdikten sonra da D&R'a girip, birkaç birşey aldım (Tabi bir de fantastik bölümünde aradığım kitabın gençlik-çocuk bölümünde olduğunu öğrenmem biraz utanç vericiydi.).
Elimde yeni kitaplar dergiler biraz mutluluk vermişken kargo paketi geldi aklıma. Yolun yarısında kös kös indim otobüsten. Paketim vardı, dedim şubedeki kadına. Ararken paketi bir yandan sordu bana, büyük bir paket mi bekliyordunuz siz diye. Yutkunduğumu görmemiştir umarım. Tam gözüm arkamdaki kocaman kolilere takılmışken kadın elinde bir test kitabı boyutundaki paketle önümde belirdi. O an ona sarılabilirdim, biliyorum. Altı Nokta Körler Derneği için sesli okuma yapmıştım, onun ikincisi için yeni bir kitap daha gelmişti yani. Sırıtarak yola çıktım ama sırıtışım, önümden geçip giden hıncahınç dolu otobüsleri, durmayan dolmuşları görünce suratımda dondu tabi.
Eve gelebildim sonunda. Mühim olan o değil. Mühim olan tüm bu anlattıklarımı tek başıma yapmış olmam. Tüm o yolları tek başıma, sallana sallana kat etmiş olmam. Tamam, telefonda 4 ayrı kişiyle konuştum bu sırada, bir dolu da insanla diyalog kurdum, aralarında yürüdüm, seyahat ettim, yemek yedim. Ama her adımda yalnızdım işte. Ailemin en yakın üyesi en az 6 saatlik karayolu uzağımdaydı (Hala öyleler). Ve ben sadece yalnızdım işte.
İşin kötüsü tüm bu yalnızlığıma rağmen bana tek koyan, neden elimde bir özel şoförle arabam olmadığı ve beni tüm yerlere taşımadığıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...