dawson's creek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dawson's creek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Nisan 2015 Pazar

Dawson's Creek olmadan Hayatın Berbat Olduğunun 20 Kanıtı

2 sene önce Hollywood.com yayınladığında bir kenara kaydetmişim, ara ara üzgün olduğumda açıp daha da üzülmek için sanırım :) Yok hayır, güzel bir şey yapmışlar, o 2013'te Dawson's Creek'in bitişinin 10.yılı onuruna böyle bir liste hazırlamışlar DC bizimle olmadığından beridir hayatın berbat olduğuna dair. Ben de şimdi aynısını buraya azcık tercüme ederek (etmeye çabalayarak) koymak istedim. Ki hep beraber iç çekelim.
[Tüm resimler ve üst yazıları Anna Brand'in Hollywood.com'da 14 mayıs 2013'te yayınlanan "20 Reasons Life Sucks Without Dawson's Creek" yazısından alınmıştır:]

1-Çünkü bir daha hiçbir yatış pozisyonu bu kadar tuhaf/güzel olmadı:

2-Çünkü artık VHS filmleri kiralama dükkanları yok, tv dizilerinde bile. Ayrıca bu yelekler de:

3-Çünkü bu yüz ifadesi artık sosyal olarak kabul edilebilir değil:

4-Çünkü kimse artık tvde şiir okumuyor:

5-Çünkü artık erkekler Pacey'i rol modeli alamıyor:

6-Çünkü Grams'ten muhteşem tavsiyeler alamıyoruz artık:

7-Çünkü aşkını ilan etmek için duvarlara yazılar yazmak artık hoş karşılanan bir şey değil:

8-Çünkü kalplerimiz artık o "Joey de Pacey'i sevdiğini ona gösterdiği" için hissettiği heyecanı ve mutluluğu başka bir yerde bulamıyor:

9-Çünkü bahçıvan pantolonlar artık öyle sevimli görülmüyor:

10-Çünkü Joey ve Pacey'ninki gibi "ilk sefer"lerin gerçek hayatta var olduğuna hala inanıyoruz:

11-Çünkü yaz tatilleri başka hiçbir yerde Capeside'daki kadar güzel değil:

12-Çünkü mısır koçanlarını soymak artık seksi görünmüyor:

13-Çünkü balık tutmak artık erkek erkeğe eğlenilebilen bir spor değil:

14-Çünkü el yazısı mektupların hakikaten de günü kurtarabildiğini unuttuk artık:

15-Çünkü arkalarında tüy olan erkekleri HOB olarak tanımlamayı bıraktık (bu maddeyi çevirememiş olabilirim, çünkü dizide böyle bir şeyi hatırlayamıyorum):

16-Çünkü hiçbir zaman Jen ve Jack'ten daha mükemmel uyum içinde olan iki arkadaşımız daha olmayacak:

17-Çünkü Eddie'nin gülümsemesi artık uzak bir hatıra:

18-Çünkü hiçbir zaman bir daha Jen ölmeden hemen önce kızına o videoyu çekerken hissettiğimiz gibi hissedemeyeceğiz:

19-Çünkü insanların pencerelerine tırmanmak artık tamamen yasadışı:

20-Çünkü aynı değil, sadece aynı değil. Hiç fark etmez, aynı değil.

3 Aralık 2012 Pazartesi

That stupid fantasy

(Dawson's Creek'in 5.sezonun 5.bölümü Use Your Disillusion'da, Jen ve Tobey evin önünde Tobey'i götürmek üzere gelecek olan taksiyi beklemektedirler. Tobey ile Jack yeni ayrılmıştır, Jack Charlie diye birini bulmuştur çünkü. Jen bir iyilik yapıp en iyi arkadaşının bu eskisini yolcu etmek için onunla bekliyordur, Tobey gözleri yerde üzgün halde durmaktadır.)

Tobey: What is that? 
Jen: What is what? 
Tobey: That stupid fantasy you have where the guy who broke your heart suddenly realizes he's made the biggest mistake of his life and he finds you wherever you are. He comes running up to you and he says: 'I can't live without you. You are my entire universe and if you don't take me back right now, I will never love anyone again'... Where does this fantasy come from? 
Jen: Movies, television, and that little place in your heart that harbors hope... He's going to regret this, you know? 
Tobey: Yeah maybe. Maybe not. The thing is we tell ourselves that to make ourselves feel better, but the truth is somebody always gets hurt worse in every breakup. This time it's me. Hold on to that Charlie. He seems like he could be a good egg. ....Really thought he'd come.

26 Ekim 2012 Cuma

because that’s who you are

You’re gonna get on this plane, Dawson. And you’re gonna go make movies, because that’s your dream. And you’re gonna be good to everyone along the way because that’s who you are. And if you ever get lost you remember… I love you too.
demişti Joey Dawson'a, 5.sezonun 23.bölümü ‘Swan Song’da.
Çünkü biz, Dawsonlar, ne hissedersek hissedelim, ne halde olursak olalım, her zaman insanlara karşı iyi davranırız.

The Swan Song by Within Temptation And The Metropole Orchestra on Grooveshark

17 Haziran 2012 Pazar

someone who can be a part of the life that you want for yourself

It’s really important for me that you be happy. So I want you to be with someone, whether it be Dawson or New York guy or some man that you haven’t even met yet. But I want you to be with someone who can be a part of the life that you want for yourself. I want you to be with someone who makes you feel like I feel when I’m with you. So, I guess the point to this long run-on sentence that’s been the last 10 years of our lives is just that the simple act of being in love with you is enough for me. So you’re off the hook.
demişti bir keresinde Pacey Witter, esasında tam olarak final bölümünde. Her zaman en doğru, en söylenilesi şeyleri söylerdi zaten Pacey.
Benim canım bu ara fena halde Dawson's Creek çekti.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Dawson's Creek Güzellemesi

Senelerden...Cnbc-e'nin Kanal E olduğu senelerden biriydi. Çocukluğum bir akşamüstünde gene, elime kumandayı almış, televizyonun karşısına geçmiştim. Malum kanalda bir sahneyi yakaladım, daha doğrusu o beni yakaladı. Bir nehir kıyısındaki iskelenin kenarına oturup, ayaklarını suya doğru sallandırmış iki genç insan. Kız olan önce erkeği terslerken, sonra başını onun omzuna koyuyor ve erkek de kolunu, ağlayan kızın omzuna atıp, güven veren tesellisine devam ediyor. Hayır, o kadar da etkileyici bir sahne falan değildi. Benim tepkim daha çok "ben bu çocuğu nerden tanıyorum ki" şeklinde bir beyin içi taramasıydı. Tabi o zamanlar bu izlediği-oyuncuları-ev-ahalisinden-kabul-etme saçmalığım henüz yeni gelişmeye başlıyordu. Sahne bittiğinde neyseki benim düşünme sürecim de tamamlanmıştı. Gördüğüm erkek insan, o yıllarda daha yeni izlediğim "Mighty Ducks" serisinin çocuk oyuncularından Joshua Jackson'dı. Filmi izlerken Charlie Conway karakteriyle herhalde baya ilgilenmiş olmalıydım ki o tek bir sahnede tanıyıp, durdurmamı sağlamıştı beynim görüntüyü.
Kanal E'deki Dawson's Creek izleyebilme serüvenim tabiki çok sağlıklı değildi. Liseye gittiğim dönemde artık yerleşmiş bir Cnbc-E vardı ve DC'nin de son sezonunu baya bir güvenle yayınlamıştı. Gene de o izleme de benim için pek yolunda gitti sayılmaz. Üniversite yıllarıma ulaştığımda aklımda bölük pörçük ama güzel anılarla, vurucu sahnelerle, bitmek bilmez felsefik diyaloglarla dolu bir DC vardı. Burda da yayınlanan diziler yavaş yavaş sezonlar halinde dvdlerde yayınlanmaya başlamıştı o senelerde. Güvenip, bekledim bir süre. Ama DC'yi kimsenin hatırlamadığını üstüne üstlük yeni neslin onun açtığı yolda başka başka dizilere doğru yol almış olduğunu anlamam uzun sürmedi. Araştırmalara giriştim. Youtube'da bölümler halinde düzenlemiş insanlar vardı (sağolsunlar, bir süre ordan izlemiş olabilirim). Ama yükleme işi hala biraz zordu. Sonunda alışveriş sitesinde (sanırım idefix'ti yanlış hatırlamıyorsam) 4 bölümün, birinci ve ikinci sezonların en popüler ikişer bölümünün, toplandığı bir dvd bulabildim. Koskoca DC'ye dair koskoca nette satın alabilmek için bulabildiğim tek şey bu dvdydi. "The Scare, Beauty Contest, The Kiss, His Leading Lady" den oluşan dvdyi sayısız kez döndürmem yeterli olmayacaktı tabi. Ardından gelen birkaç sene içinde, azimli bir çabayla 6 sezonu da indirip, izleyebildim.
Şimdi büyük ihtimalle nedir bu Dawson's Creek diyorsunuz. Haklısınız. Çoğu kişinin sevebileceği bir dizi değildi. Çoğu dizi izleyicisinin tercih edeceği de bir dizi olmayabilirdi. Ama henüz bu Lost, Smallville, One Tree Hill, Gilmore Girls gibi dizilerin olmadığı bir dönemde çıkmıştı ortaya Dawson's Creek. "Teenage Drama"nın çok da fazla temsilcisi yokken ortada, Kevin Williamson oldukça cesur bir işe kalkışmıştı. Bir saat boyunca 4-5 tane ufak sahil kasabası gencinin birbirleri arasındaki inandırıcı olamayacak derecede bilgece ve son sürat konuşmalarının, okul-aile dertlerinin, seks ve diğer ergen problemlerinin neredeyse Jane Austenvari bir ahlakçılık çerçevesinde anlatıldığı, sıfır aksiyonlu, bol dramalı bir diziyi kim izlerdi ki?
Ama öyle olmadı. Yayınlandığı dönemde DC, milyonlarca izleyiciye ulaştı. Milyonlarca genç-çocuk onunla büyüdü. Liseye yeni başlayan Dawson, Joey, Pacey ve Jen ile birlikte seneler geçirip, sonunda üniversiteye adım attı ve hayallerine kavuşmanın ne demek olduğunu izledi.
Benim de ilk gözağrılarımdan biridir DC ve -dalga geçebilirsiniz ama- ondan öğrendiğim pek çok şey vardır, aynen izlemeye layık bulduğum diğer tüm dizilerde olduğu gibi. One Tree Hill'in her birisi bir şarkı ismine sahip bölümlerinden önce DC'nin sahnelerinde çalan müzikleri dinledim ben. Bazen kafamı dağıtmak için bölümlerine sarıldım, bazen de kafamdaki karışıklığı gidermek için diyaloglarına sığındım. Yaşlarından başlarından büyük laflar etti hep karakterler ya da Dallasvari ilişkileri saçmaydı belki ama her gencin büyürken ihtiyacı olan o gençlik dizisi boşluğunu da tam olarak böyle işgal etmesi gerekiyordu zaten.
Peki bu 6 sezonluk hikayenin kahramanları nasıl mıydı? Onlar da şöyle:
Dawson Leery
Diziye adının veren başrol değil mi? Hemen hemen. Yani ilk başlarda yola öyle çıkmışlarsa da belli ki hikaye gelişimi olayı Joey Potter'a çevirmiş ama şu satırlarda meselemiz bu değil. Dawson dizinin düğüm noktası esasında. Herşey onun odasında başlar. Küçüklüğünden beri filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlı olan Dawson, delicesine yönetmen olmak ister. İdolü Steven Spielberg'tür. Hayatla ilgili tüm cevaplarını bir Spielberg filminde bulabileceğini düşünür. İki katlı evlerinin üst katındaki odasının camına bir merdiven dayalıdır. Çocukluk arkadaşı Joey, 6 yaşlarında olduklarından beri o merdivenden tırmanıp, geceyi Dawson'la film izleyerek geçirir. Dawson'ın annesi yerel tv muhabiri, babası da bir anlamda boş gezenin boş kalfasıdır. En iyi dostu Pacey'dir. Birlikte videocu dükkanında çalışır, harçlık yaparlar. Dawson elinde kamerası bu iki dostuyla festivallere yollamak üzere habire film yapmaktadır. Pacey ve Joey birbirlerine sinir olan iki tiptir. Ortak noktaları Dawson olmasa birbirlerinin saçını başını yolarlar o derece. Yine bir çekim yaptıkları günün ortasında Dawson'ların evinin yanındaki evde yaşayan yaşlı hemşire Evelyn'nin torunu gelir. Jen Lindley, tam da bir girl-next-door'dur.
Joey Potter
İşte 6 sezonun her bir bölümünde azimle oynamış, erkekleri birbirine düşürmüş, dostlukları bitirmiş, olayları arapsaçına döndürmüş zavallı Josephine. İsmi gibi, Little Women'ın Josephine'nine benzer. Uzun, sıska, kumral ve erkek fatma halinin altında, en iyi dostu Dawson'a gizli ama saf bir aşk besler Joey. Annesi uzun yıllar önce kanserden ölmüş, babası uyuşturucu satıcılığından hapse girmiş, bir siyahiden evlilik dışı hamile kalmış ablası Bessie ile Dawson'ların ve diğerlerinin yaşadığı nehir tarafının karşısında eski, tek katlı bir evde yaşar fakir ama gururlu Joey. Dersleri süperdir, okulda tam bir örnek öğrencidir, sanat insanıdır çok güzel resim yapar, gerektiğinde çıkarıldığı sahnede pek de güzel şarkı bile söyler. Üstüne üstlük ahlak timsalidir. 15 yaşına kadar eline erkek eli bile değmemiştir. Birçok kuralı vardır zaten. Dawson'a platonik aşkı dışında nerdeyse kusuru bile yoktur. Ama Dawson onu tamamen Pacey gibi görmektedir o ayrı. Paris'e gitme hayalleri vardır. Elinden gelse orada yaşar hep. Ama bu hayatından tek çıkış yolu, okulda çok başarılı olup, burs kazanıp çok iyi bir üniversiteye gitmektir. O da temelde buna uğraşır.
Pacey Witter
Hikayenin kanka-side kick-palyoça kontenjanı Pacey'ye ayrılmıştır. Ama Joshua Jackson onu öyle bir oynar ve Kevin Williamson da öyle sözler yazar ki, Pacey gençlik dizisi tarihinin mükemmel erkek profilini oluşturur sezonlar ilerledikçe, adeta kendi hikayesinin iplerini eline alır. Zaten toplamda 6 sezonluk hikayeye bakıldığında en çok o ilerlemiştir, en çok o yaşamııştır "hayatı iliğine kemiğine kadar". En dibe de vurur yeri geldiğinde, en tepeye de çıkar. Şerif babasının, bir düzine çocuk doğurmuş annesinin, kalabalık ailesinin gözardı ettiğidir ama hep. En iyi dostu Dawson bile hep kendi problemleriyle uğraşır, Pacey'yi pek dinlemez. Grubun salağıdır o, kaybedenidir, kız peşinde koşanıdır. Ama tüm bu tanımlamaları tek tek yerle bir eder Pacey, dizinin belki de en mutlusu, dahası onu en çok hak edeni olup çıkar.
Jen Lindley
New York'taki erken yaşta dağıtmış haliyle başa çıkamayan upper-east-side ailesi tarafından büyükannesinin küçük kasabadaki evine yollanan Jennifer, sarışın bomba rolüne uygun görülmüştür. Ama o da diğer karakterler gibi, içine atıldığı kalıpları yıkmak için yaratılmıştır. Hayatı görmüş geçirmiş yaşlı bir genç olarak, iyiliği, masumiyeti yeniden keşfeder. Sarışınlığını tamamen yıkar, cheerleader prototipini öldürme çalışmalarını Peyton Sawyer gelip el atana kadar başlatıp, belli bir yere getirmiş karakterdir o. Acayip müzik bilgisi vardır, zevki müthiştir. Ateisttir, en baba cümleleri o eder dizi boyunca. Ahlak timsali olarak gösterilmeye çalışılan Joey'nin yanında inatla edepsiz damgası basılmaya çalışır üstüne ama mesela tek bir erkekle bile öpüşmediği sezonlar geçirmiştir yeri geldiğinde. Herşeyi görünüş ve önyargı olarak bize sunmaya çalışan anlayışın aksine Jen Lindley beynini ve sivri dilini kullanır.
Jack McPhee
Devrimdir. Gençlik dizisi tarihinin belki de ilk açık gayidir. Homofobik zengin babası ve psikolojik tedavi gören histerik ablası Andie ile kasabaya sonradan gelir ve grubun temel taşlarından biri olur. Önce Joey'le çıkmaya başlayan sonra da gay olduğunu anlayan Jack ile bir gencin böylesi bir durumda yaşayabileceği tüm aşamaları izleriz böylece, hissederiz, anlarız. Ve en önemlisi Jack'in hikayesi çok özenli yazılmıştır, herşey kararındadır, dengelidir. Diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz dizi ilerlediğinde. O da kendini bulmaya çalışan bir gençtir en nihayetinde. Sadece biraz daha zor bir yoldan.
Andie McPhee
Sonradan dahil olup, iki sezondan sonra gider Andie. Ama hepp grupla olduğunu hissettiğimiz karakterlerdendir. Pacey karakterini hemen hemen yaratan kişidir. Jack'in ablasıdır ama en büyük erkek kardeşleri bir kazada ölünce anneleri delirmiş, babaları öfkeli bir insana dönüşmüş ve aileleri bir anlamda paramparça olmuştur. Zaten mükemmeliyetçi olan Andie de bu durumdan nasibini almış, okulun en zeki ama histerik öğrencisi olmuştur. Çok hassastır bünye olarak ama zehir gibi bir kafası vardır. DC'de gelişmeyen ama geliştiren karakterlerdendir.
Audrey Liddell
Ekibe pek sonra-5.sezonda- dahil olup ancak iki sezon kalabilen Audrey, DC'de görmediğimiz bir kontenjanı oluşturur: Zengin, hiperaktif ama sevgi açlığına rağmen ailesinden sadece para görebilen zavallı ihmal edilen içinde saf genç kız. Joey'nin üniversitedeki oda arkadaşıdır, dümdüz Joey Potter mantığına karşı hayatı, canlılığı, çılgınlığı temsil eder. Hikayesi daha neler neler doğurabilecekken maalesef dizi biter.
Esasında daha neler olduğunu da anlatmak istiyorum ama çok uzun yazıları kimse okumaz, değil mi? :D

2 Ağustos 2011 Salı

Hem Gerçek Nedir ki?

İstiyorum, gerçekten istiyorum. İnanmak istiyorum.
Ama sonra Eddie'nin sesi geliyor aklımın gerisinden:
Dear Joey, as you know I'm not good at goodbyes. But I guess that's what it is. A real one this time. Because as much as I thought I wanted us to be together, I guess what I want more is to be one of those people who lives every moment of his life without indecision and without regrets. Someone who dares to disturb the universe without a thought to the consequences. And you're not one of those people, at least not yet. Maybe you'll prove me wrong about that one day. I hope you do. But who knows? Maybe people can't change. Maybe we're doomed to repeat the same mistakes over and over again no matter how hard we try. I always hope for a happy ending. How crazy is that? Take care of yourself.

Ve ses uzaklaşırken tekrarlıyor "I hope you do...I hope you do..."

5 Mayıs 2011 Perşembe

"Mind is a razor blade"

Bugün çiseleyen yağmurun kararttığı gökyüzü eşliğinde dersten eve dönerken otobüste sebepsiz yere aklıma şu sahne geldi:

(-Oh, Tanrım!Bu inanılmaz!
-Evet! Bu bir hayalinin gerçeğe dönmesi.
-Ee, yanında kimin olmasını istiyorsun?...Git.Tamamdır. Git.
-Hey! Güzel şut.
-Güzel bacaklar... birazcık sütün gibi.
-Görüşeceğiz.
-Görüşeceğiz....Hey, Peyton!Sensin.
- Ne?
-Hayallerim gerçeğe döndüğünde,yanımda olmasını istediğim kişi sensin.Sensin, Peyton.)
6 sene soluksuz,ardından bir sene de baştan sona izlemenin neticesinde beynim kendi anılarımmışçasına çeşitli sahneleri geri çağırabiliyormuş demek ki.
İlginçtir bu "tüm hayallerin gerçek olduğunda yanında olmasını istediğin kişi" konusu.Tam herşey işte şimdi oldu,dilediğimin de üstünde mutlu oldum dediğiniz anda gözünüzün buluştuğu kişi kim olmalıdır?Sadece çok sevdiğiniz,aşık olduğunuz,hayatınızın kilit anlarında yanınızda olduğunun farkına vardığınız kişi mi olmalı?Yoksa o andaki bakışlarınıza aynı bakışlarla karşılık verebilecek,sizin "o anınızı" aynı şekilde anlayabilecek olan kişi mi olmalı?Yani bir anlamda hayaller gerçek olduğunda yanınızda olmasını istediğiniz insan sizin için mutluluğun kaynağı olan mı yoksa o mutluluğu sırf sizin için önemli olduğundan dolayı kendi mutluluğuymuş gibi karşılayabilecek olan mı?
Bu noktada beynimin çağırdığı bir diğer görüntü de şu oluyor:Dawson's Creek'in 6.sezonunun ilk bölümü "The Kids Are Allright"ta tüm yaz görüşmemelerinin ardından Dawson,doğumgünü hediyesini vermek üzere Joey'nin yurt odasına geliyor ve şu lafları ediyor:
Hayallerimi gerçekleştirmenin bana yakıştığını söylemiştin ya?Bunu düşünüyordum ve sen olmasaydın hiçbir hayalimi yaşayamazdım herhalde.Kendimi sürekli gerçek üstü durumlar içinde buluyorum ve her seferinde beynimin arka taraflarında küçük bir ses "Joey beni görse ne düşünürdü?" diyor.Sanırım herkes kendisini zorlayan ve daha ileri gitmelerini sağlayan birine sahip.O kişi benim için sensin.Belki bu yaz konuşmamış olabiliriz.Kim bilir? Belki giderek daha da az konuşacağız.Ama itiraf etmeliyim Joey, bunu hissetmiyorum.Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin.Doğum günün kutlu olsun.
(Orijinali:You know what you were saying before, about how living my dream agrees with me? I've been thinking about that and I want you to know that I probably would not be living any dream at all if it weren't for you. I mean, more and more I keep on finding myself in these incredibly surreal situations and every time... I always kind of, in the back of my head just think, "what would Joey think if she could see me right now?" You know, I guess everyone has someone who challenges them and makes them shoot for something just beyond their reach. You're that person for me. So, yeah, maybe we didn't talk this summer, and who knows, maybe we'll find ourselves talking less and less as time goes on and life gets more and more in the way, but... I gotta say, Jo, I don't feel it. 'Cause you're with me everywhere I go. Happy birthday.)
Hayallerin gerçek olduğunda bunları gerçekleştirmeni sağlayan biri de olmalı yani.Onun varlığı bu hayalleri gerçek kılmalı,sen bile inanmazsan o inanmış olmalı.Sırf "senin hayallerin" oldukları için onlara değer vermiş olmalı.Nereye gitseniz,ne yapsanız,kafanızın içinde,mantığınızın gerisinde bir yerlerde sesini duyduğunuz biri olmalı.
O hayalleri sırf bu kadar olağanüstü,sırf bu kadar "başarılmış" yapan da onları "o" kişiyle paylaşacak olduğunuzu bilmek bu durumda.Ama bu da şunu düşündürtüyor:Mutlu olduğunuzda,herşey gerçekleştiğinde yanınızda birini istiyor musunuz?Mutluluğun göğsünüzü yırtarcasına sizi aşıp,havalara fırlattığı o durumda olduğunuzu hayal ettiğinizde yanınızda birinin olduğunu görebiliyor musunuz?Gözlerinizi kapayıp,o ana gittiğinizde ilk kimi görüyorsunuz?O ilk saniyede,delicesine mutlu olduğunuz o ilk saniyede size aynı şekilde taşan bir mutlulukla baktığını gördüğünüz kişi kim?
Sanırım ufak çapta mutlu hissedince kendimi aklıma geldi sadece.
"Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin."

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...