one tree hill etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
one tree hill etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Nisan 2012 Pazar

One Tree Hill'den Geriye Kalanlar

Öyle 50 dakikalık final bölümünü izlemekle, bir iki yazı yazmakla falan veda edip gidemeyeceğim belli OTH'ye, onu baştan söyleyeyim. Önümüzdeki günlerde, haftalarda böyle bir miktar duygusal olabilirim. Ara ara arşivlerimden en "geeky" ayrıntıları toparlayıp toparlayıp önünüze çıkarabilirim. Baştan anlaşalım, siz beni mazur görün, ben de bu duygu yoğunluğumu en dayanılabilecek, en eğlenceli, bilgilendirici hale getirmeye uğraşayım.
O yüzden şimdi bahsedeceğim şey OTH'nin karakterlerine hayat veren oyuncuların neler yapıyor oldukları, nerelere yöneldikleri ve OTH ayrıntıları ile ilgili yararlanılabilecek en iyi kaynaklar.
Bu, oyuncuların neler yaptıkları özellikle bana ilginç gelen bir konu, o sebeple açtım. Normalde o derece hayranları olduğum oyuncular değiller, zaten çoğunun ilk veya en önemli, tanındığı işi. Mesela ilk olarak Lucas Scott - Chad Michael Murray'den haber edeyim :
ah ulan Lucas Scott
CMM (çok uzun isim, ctrl-c/ctrl-p yapmayayım hadi) dizide bildiğimiz üzere basketbolcu olma-NBA'e gitme hayalleri içindeki bir ergenken babasından miras aldığı kalp rahatsızlığı sebebiyle sporu bırakması gerektiğini öğrenen ve bu yüzden bir şekilde kendini kitap yazarken bulan Lucas Scott'ı canlandırdı 6 sezon boyunca.
Lucas, basketbolun ardından oluşan büyük boşluğu yıllardır okuduğu kitaplardan da ilham alarak kendisinin ve arkadaşlarının yaşadıklarını anlattığı kitabı yazarak doldurdu. Böylece hayattaki amacını da bulmuş oldu, yazar oldu. Benim de Mark Schwann yazsa da esasında bu "An Unkindness of Ravens" kitabını, okunabilir diye düşündüğüm bir eser haline geldi sezonlar süresince bu kitap. Lucas'ı başarılı bir yazar haline getirip, ikinci kitabı "The Comet"ı yazmak için cesaretlendirdi. Barındırdığı sözler, cümleler de dizide pek çok yerde kullanıldı.
Peki CMM diziden ayrılıp ne yaptı? O da kitap yazmaya başladı. Daha doğrusu graphic novel denen türde hikayeler üretmeye, sitesinde yayınlamaya başladı. Prodüksiyonu, reklamı iyice belleklere soktuğuna karar verince de üretime, basıma geçti ve hatta geçtiğimiz ayları imza günlerinde geçirdi. Alın size karakterine fazlasıyla bürünmüş bir aktör.

JustJared'dan.
Burada kitabın fan-fiction hali : http://www.fanfiction.net/s/4083188/1/An_Unkindness_of_Ravens
Bu CMM'nin resmi sitesi ve Everlast adının verdiği hikayeleri aynı adlı sekmede : http://www.thechadmichaelmurray.com/
Bu tüm gelişmeleri yazdığı twitter'ı : https://twitter.com/#!/chadmmurray
İkincimiz epik Peyton Sawyer'ı o hale getiren Hilarie Burton. Dikkatli gözler onu kabarık, kıvırcık saçlarıyla Dawson's Creek'in 5.sezonunda bir 2-3 dakikalığına hatırlıyor olabilir. Hilarie dizi devam ederken de başlattığı projesini devam ettirdi, iki arkadaşıyla birlikte Southern Gothic Productions adını verdikleri bir yapım şirketi işine el attı. Çok sevdikleri southern gothic tarzı kitapların hatrına bu ismi verdikleri şirket, OTH'nin fan-base'ini nasıl kullanırız'a en iyi örneklerden biri oldu. Hemencecik kurdukları blog'da yıllar içinde  podcastlerle, videobloglarla haberleri güncel tuttular.
El attıkları her filmle ilgili haberi başlangıcından itibaren yazdılar, aralara bol bol kendi günlük olaylarını, duygularını vs.de katıştırdılar. Yalnız bu sırada Hilarie boş durmadı, bir yandan White Collar adlı dizide konukluk etmeye başladı. Şu sıralar dizinin kadrolu elemanı olmuş durumda. OTH'de Red Bedroom Records'u kurarak kendi müzik prodüksiyon şirketini kuran Peyton'a karşılık Hilarie şirket işine filmlerden daldı yani.
Hilarie Burton'ın resmi sitesi olmasa da güncel bir fan sitesi mevcut : http://www.hilarie-burton.com/
Southern Gothic Productions : http://sogopro.com/
OTH'nin başından sonuna demirbaşı Haley James'i Bethany Joy Lenz (evet gene Lenz, geçenlerde Galeotti'likten de ayrıldı) zaten diziden önce başladığı şarkıcılık işini OTH'ye pek güzel katıştırmıştı sezonlar boyunca. OTH devam ederken hem oradan duyurup, hatırı sayılır bir kitle edindi, hem de albüm yapmaya devam etti. Ama tıpkı Haley gibi, Joy'a bu da yetmedi. Kendi blogunda düzenli yazılar yazıyor bir süredir. Blogdaki içerik genelde şunu yedim bayıldım, bu hafta bunu kombinledim giydim ay çok hoşum, şu arkadaşım şunu yaptı dinleyin, ay buna öldüm lüften görün, şuraya gittim geldim tarzında.
Ama bu da yetmedi ona. İki arkadaşıyla birleşip o da Hilarie gibi, Diamond Gothic adını verdikleri bir kitap projesine el attı. Önce blog-sitesi yapıldı kitabın. Baya hummalı bir tanıtım evresinden sonra her bölümü 3 yazardan birinin yazdığı kitap, HelloGiggles adlı sitede belirli aralıklarla yayınlanıyor. Genellikle bir-iki haftayı aşan aralıklarla yeni bölümün geleceği haberini veriyorlar, bölümün yayınlanmasının ardından da kritiğini yapıyorlar. Bu arada bu "gothic" olayına neden bu kadar takmışlar bilemedim, sanırım hepsinde bu güneyli hali var, gitmiyor.
Bethany Joy'un blogu : http://www.bjgofficial.com/
Bu da twitter'ı : https://twitter.com/#!/BethanyJoyLenz
Buradan Diamond Gothic'i okuyabilirsiniz (fena değil) : http://hellogiggles.com/diamond-gothic

Bahsedilebilecek derecede işler yapanlar şimdilik bu kadar. Son olarak bir de net üzerindeki en iyi OTH sitesini göstereyim, şimdilik dağılalım : http://onetreehillweb.net/

4 Nisan 2012 Çarşamba

One Tree Hill'e veda ederken

Edebilir miyim onu da bilmiyorum ya. Hayatımın hemen hemen 7-8 senesinde vardı çünkü. 2003'te ABD'de ilk yayınlandığından en fazla bir yıl sonra bizde de Cnbc-e göstermeye başlandı. Lisede olduğumu hatırlıyorum çünkü, akşamları okuldan geldikten sonra tvnin karşısına geçip başlamasını beklediğimde. Hatta birkaç hafta boyunca Cnbc-e'de reklamlarını izledikten sonra ilk bölümü heyecanla bekleyip, daha da artan bir heyecanla da izlediğimi gayet net hatırlıyorum.
O kadar çok şey var ki söyleyebileceğim OTH ile ilgili, bana neler hissettirdiğiyle, bendeki yeriyle ilgili. Başka bir kıtada, başka bir dil konuşan, tamamen bambaşka bir kültürde ve yaşamdaki insanların tekrarlarla, klişelerle dolu abartılmış hikayeleri nasıl olur da bana böyle hissettirir diye düşünüyor olabilirsiniz. Anlam veremiyor, küçük görüyor, yargılıyor, bunalıyor bile olabilirsiniz. Ben de abartıyor olabilirim. Hiçbir derinliği olmayan uydurma ve yabancı bir dünyaya kendimi kaptırmış, dalmış gitmiş, onunla yaşamış da olabilirim. Ama yine de, söylenebilecek tüm olumsuz şeylere, getirilebilecek tüm mantıklı açıklamalara karşın, OTH'nin bir şekilde bana kattıklarını yadsıyamam.
Bir kere "zor zaman dizi"mdir OTH benim. Hani biz diziciler arasında vardır bu, bir sürü dizi görmüş geçirmişizdir ama bir tanesi, o tek bir tanesi, bizim için farkında olmasak da özeldir. En zor anlarımızda, en kötü olduğumuzda açıp birkaç sahnesini izliyorsak işte o zaman fark ederiz. Benim için OTH'nin böyle olduğunu ben de kötü zamanlarımda anlamıştım. İstemsiz bir şekilde, onca dizi arasından açıp ondan görüntüler izleyip, yatağa yalancı bir saadetle giriyordum.
Dizi izleme alışkanlığımı pembe dizilerle edinmiş olmamın etkisi de diyebilirsiniz buna. Dawson's Creek, Ally McBeal, Full House, Buffy The Vampire Slayer ve Angel'ın açtığı yol beni bir şekilde OTH'ye götürdü işte. Kanalda aynı zamanda The O.C. de başlamıştı mesela. Tamam onu da izledim aynı sadakatle. Onu da sevdim, o da çok güzel vakitler geçirtti bana. Ama olmadı, Seth'e, Sandy'ye, Ryan'a, Marissa'ya (ve hayır Summer'a değil, yoo ona kesinlikle değil) ayrı ayrı bayılsam da, aynı şekilde hissettirmedi Orange County'nin Noel'de bile 26 derece olan sıcaklığı.
Hikayelerle, kahramanlarla özdeşleştirdiğimizde severiz onları denir ya hani. Ondan desem ben de, OTH'nin bize, bizim yaşantımıza, en azından benim durumuma ne kadar uzak olduğunu söyledim. Gene de bir bağ kurmuş olmalıyım, birşeyleri kendimle ilgili görmüş olmalıyım. Bu özdeşleştirme durumu, sanırım, o yüzden direkt hikayeyle veya karakterle olmuyormuş. O hikayenin o karaktere ne yaşattığı, ne hissettirdiğiyle ilgiliymiş herşey. Ben de onlarla bağ kurmuş olabilirim, açıklaması bu.
Ki bu da beni Peyton Sawyer'a götürüyor. Götürdü yani 8 sene boyunca. OTH benim için biraz da Peyton'dı. Gençlik dizileri tarihinin görebileceği en ilginç, en istisnai kadın karakterine hayat verdi Mark Schwann. Depresif ponpon kızdı Peyton. Hayatında değişiklik istediğinde odasının duvarlarını boyardı farklı renklere. Odası eviydi, yuvasıydı. Duvarı boydan boya plaklarla dolu raflarla kaplıydı. Eski deri ceketini giyer, punk dinlerdi. Müzik, onun için herşeydi, yaşamdı, nefesti, yalnızlığının ortağı, sessizliğinin sesiydi. 6 sezon boyunca onun her defasında soğuk kalmasını, ısınmasını, güvenmesini, bağlanmasını, korkmasını, terk edilmesini, yalnızlığa düşmesini, tökezlemesini, yeniden ayağa kalkmasını ve sonunda her yine kendi yolunu bulmasını izledik, tekrar tekrar.
Bu yüzden OTH benim için Peyton'ın müziği, çizimleri de demekti. Belki de müziği en iyi kullanan diziydi. Her bölüm ayrı bir güzellikteki bir şarkını ismini taşıdı, her sahne inanılmaz müthiş parçaların özenle çekilmiş videoları gibiydi. Müzik hakkında bildiklerimin yüzde ellisini OTH'den öğrendim ben (dudak bükmeyin, hakikaten iyidir bu konuda).
Aynı zamanda edebiyat hakkında bildiklerimin de. Senaryoların görüp görebileceği en sinir, en kaypak, en ne hissettiğini bilmeyen, en ayran gönüllü erkeği Lucas Scott'ın tek bir takdir edilesi yönü vardı; çok kitap bilir, çok kitap okurdu. Onun ve zaman zaman diğerlerinin seslerinden bölüm açılışlarında ve kapanışlarında ne sözler işittik, ne alıntılara dumur olup kalmadık ki. Her bölüm yeni bir yazar, yeni bir kitap keşfederdim. Her bölüm, düşünmeye sorgulamaya sebep olan sözler çınlatırdı aklımı.
Gerçekten, abartmıyorum. Kötü şeyler söylemiyordu OTH. Saçma şeyler de söylemiyordu. Tamam en salak saçma "script"lerden birine sahipmiş gibi görünebilir, ona birşey demiyorum zaten. Ama bunu anlatış ve sunuş şekli, her hafta o 40 dakikayı mıhlanmış gibi izlemeye sebep oluyordu. İnsanın gelişimine şahit olduk OTH'de. Kendini beğenmiş, şımarık, züppe basketbol takımı kaptanının her kararını ailesinin iyiliği için alan, hayatta ne istediğini bilen, sevdikleriyle yetinebilen, önemli olanın bu olduğunu anlayan, mantık ve ahlaksal olarak hep en doğru kararları veren aşık bir aile babasına dönüşünü izledik. Kavga edip duran ve ona hiçbir şekilde ilgi göstermeyen bir ailede büyümenin verdiği duyguyla dışarıda kendini ilgi çekmeye zorlayan, sadece gününü gün edip, partilerde dağıtan okulun seksi kızı, ponpon kızların kaptanının kendine ve sevdiklerine değer vermeyi öğrenmesini, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmesini, yalnızlığını sevgisiyle boğabilmesini izledik. Ve dizi tarihinin en gerçek duygulara sahip karakterlerinden biriyle, Dan Scott'la tanıştık. OTH'nin hikayesini başlatan bir anlamda oydu. İki ayrı kadından iki ayrı çocuk sahibi olup olayları karıştıran oydu. İkisine de bir şekilde zarar veren, hayatları mahveden hep oydu. Dan Scott bu hikayenin kötü adamıydı belki ama o her şeyi sırf gerçek duygulara sahip olduğu için yaptı. Abisini kıskandığı için hırslandı, hırslandığı için basketbolda zirveye yürüdü, hatasını sevdiği kadınlardan ve çocuklarından çıkardı.
Harika anlar yaşatmakta da üstüne yoktu OTH'nin. Harika anlar ve onların oluşturduğu doğa-dışı (!?) olaylar. En az Tsubasa'nın golleri kadar heyecanlı geçen, dram, trajedi, entrika dolu basketbol maçları vardı, yangınlar, kumsal partileri, psikopat katiller, 16 yaşında evlenen gençler, 16 yaşındayken üniversiteli kız arkadaşının doğurup ona bırakıp kaçtığı bebeğine babalık etmeye çalışan gençler, kendi kardeşini vurup öldürenler, kendi oğlunu boğmaya çalışanlar, birbirine yumruk yumruğa giren kızlar, mafyayla anlaşıp bahis tutturmak için maçı satanlar, kalp ilacını almadan maça çıkanlar, limuzinle köprüden uçanlar...hepsi vardı, hepsi yaşandı.
Bugün, bu akşam bitiyor bu hikaye. Biz yataklarımızda son saatlerimizi geçirirken 5 nisan sabahında, orada çok uzakta, başladığı yerde 4 nisan akşamıyken daha, bitecek. Büyük bir heyecanla vurulup, yıllar geçtikçe gelişen, büyüyen, daha büyük heyecanlar yaşatan bir dost gibi, iyi zamanları, kötü zamanları yaşadık OTH ile. İkimizde büyüdük sonunda, değiştik, anladık herşeyi. Ne kadar güzel olsak da birlikteyken, artık birbirimizden öğrendiklerimizle ayrı yollara gitme vakti geldi.
Hoşçakal One Tree Hill.

30 Eylül 2011 Cuma

Random Thoughts diyeceğim ben buna,siz anlayın

Hani tam da sabahları uyandığınızda yatağın içinin vücut ısınıza denk düşmüş, ılık mı ılık olduğu ama yatağın dışının ürpertici bir serinlikle elinizi, kolunuzu, burnunuzun ucunu karşıladığı; kafanızı kaldırıp pencerenin dışında grisinden koyu mavisine sarısına çeşit çeşit bulutlarla kaplı, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzünü görüp, yataktan bir türlü kalkamadığınız, kalkmamak için kendinize bahaneler yaratmada usta olduğunuz mevsim var ya...Hah işte tam o mevsimdeyiz şu an. Fark etmişsinizdir. Sabahları ve akşamları donmak, gündüzleri de güneş gören bir yerdeysek bunalmak suretiyle ortalarda dolandığımız mevsim de diyebiliyoruz tabi buna. Bir yandan her görüntüsüne, her hissettirdiğine bayıldığım mevsime (sonbahardı ismi herhalde) doğru giderken havanın hali, bir yandan da üşümekten nefret ettiğimi hatırlıyorum ben kendimce. Bu hangi mevsim insanısın, efendime söyleyim hangi mevsimi daha çok seversin türü soruların cevapları bu yüzden, benim için diğer pek çok konuda olduğu gibi çift kişiliğe uygun bir şekilde. Üşümekten nefret ederim, sıcağa bayılırım, hiç şikayet etmem ama kurşun gibi gökyüzünden yağmur boşandığı zaman tüm renklerin daha canlı hale geldiğine inanırım, içim müthiş fikirlerle dolar.
Mevsime uygun şarkılar dinlemeye başladılar, orada burada. Evet eylül de bana hep "A Lonely September"ı düşündürür ve hayır, soğuk ya da sonbahar-kış bana hüzünlü gelmiyor. Gene de içimde inanılmaz bir Coldplay dinleme isteği var. Her zaman dinleyip de, bir köşede hep var olduklarından dolayı asla öyle obaa dedirtecek gruplardan değillermiş gibi gelen gruplar-insanlar vardır ya, Coldplay benim için onlardanmış. Yeni anladım. "Fix You"nun, "The Scientist"in, "Clocks"ın ve diğerlerinin içimdeki yerinin farkında değilmişim. Şimdi yeni albümle birlikte dönüp, her birşeyi bir kez daha dinleme, doyasıya tatlarına varma vakti. "Home, home, where i wanted to go" diyorum ayrıca.
Şarkılardan bahsetmişken, Switchfoot'un da yeni albümü çıktı sanırım "Vice Verses" diye. İlk kez Haley ve Nathan'ın ilk öpüştükleri sahnede duymuştum ben "Dare You To Move"u. O sahne ve o ikisinin aşk hikayesi bu kadar etkiliyse, nerdeyse tamamı Switchfoot sayesindedir zaten. Jon, Chad, Jerome,Tim ve Drew hep çalsın, söylesin.(http://www.switchfoot.com/)
Bir de kafamı karıştıran şarkılar var. Geçen François De La Rochefoucauld'un (ki kendisi 17.yy.da yaşamış Fransız bir yazarmış gayet sırma saçlısından) şu sözüne rastladım önce : "True love like ghosts, which everyone talks about and few have seen." Ardından şu ara ciddi ciddi taktığım The Civil Wars'un Poison&Wine şarkısını dinledim, şöyle diyorlardı : "I don't love you but i always will.". Beynimdeki karmaşa merkezinin tetiklendiği bu cümleyle, hemen Paolo Nutini'nin No Other Way'de dediklerini hatırladım : "Cause i love you girl, i don't want you, i need you.". Birini sevmediğinizi ama hep seveceğinizi söyleyebiliyorsunuz, birini sevdiğinizi ama onu istemediğinizi sadece ona ihtiyaç duyduğunuzu da söyleyebiliyorsunuz. Tabi bu arada 400 yıl önce biri de durumu çözmüş, gerçek aşkı somut olarak bulamazsınız, sadece hayali dolaşır ortalıkta diyor. Kafam harbiden karıştı.
Joseph Delaney'nin bu Wardstone Günlükleri serisi var ya Tudem'in gençlik kitapları serisine dahil olarak yayınlanan, Ben Barnes'ın bir sonraki projesi olduğunu öğrendiğim için geçen gidip serinin ilk kitabını aldım "Hayaletin Çırağı" onu okuyorum şimdi. Evet çocuk kitabı gibi, evet çok kolay yazılmış ve evet, ürkütücü. Arka kapakta karanlık basınca okumayın uyarısı var, buraların en kuralcı insanı olarak ben uydum tabiki. Gündüzleri, bol güneş ışıklı otobüs-dolmuş yolculukları esnasında okuyorum. Şimdilik pek iyi kitap, bitince yazacağım.
Keira Knightley bir sonraki Anna Karenina olacakmış, haberi aldım. Öyleyse bir sonraki kitabımız da Anna Karenina olsun. Ruslardan hiç hoşlanmıyorum ama ilk cümlesi "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." olan bir kitabı nasıl okumaz ki insan?
"Hayaller, Takıntılar ve Diğerleri" blogunda okudum bugün, "The Music Never Stopped" filmini. İzlemem gerek, bir sonraki filmim de o olsun.
Bu arada ders seçimlerimi yaptım bugün bir de. Hep karmançorman bir şekilde boşa kürek çekiyormuşum gibi gelen yüksek lisansın ikinci döneminde, sanırım sadece 3 dersle paçayı sıyırabileceğim. İlk dönem onca uğraşıp da kapı gibi bir B2 aldığım dersi göstermeyen pis sistem, sana sesleniyorum bir de. Sarah Connor'ın olurum senin, John Connorlar koyarım karşına, T2011ler gelse "Hasta la vista baby!" dedirtir, ona göre.
Okulun başlamasını, derslerin olacak olmasını içten içe sevenlerden olduğum için de ayrıca kötü hissediyorum. Pottermore sağolsun bir isim koydu bize, yalnız olmadığımızı gösterdi gerçi. Ravenclaw evinin üyeleriyiz biz. Doğuştan böyleyiz. Korkuyorum kendimden, Freaks&Geeks'in bir bölümünde gizli öpüşme dolabına girdiklerinde şımarık kızın Hoverchuck'a dedikleri geliyor aklıma, "Hep kendi kendine çok güzel, heyecanlı bir hikaye anlatıyormuşsun içinden gibi, bu yüzden yüzünde hep mutlu bir ifade var.". Geek ve Nerd terimlerini biliyor musunuz bilmiyorum ama ben resmen Hoverchuck gibi oluyorum bu durumda, özellikle de gözlüklerim burnumun üstündeyken. Freaks&Geeks'i de özledim ben. O altın değerindeki 18 bölüme sarılıp, Bad Reputation söyleyesim geliyor.
Özlemek demişken, bu Royal Wood'un "A Mirror Without"ı beni çok kötü yaptı. Son cümlesi ve onu söylerkenki sesi...Onunla bitireyim lafımı.
I think i miss you even more...Demiştim Random Thoughts diye.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

If you wanna be my lover, you gotta get with my friends


En salak, saçma, kontrolsüz hallerinizi görmelerinde hiçbir sakınca bulmadığınız insanlar var mı? Ya da yanlarında durup dururken herhangi bir şekilde aklınıza gelen birşeyden bahsetmeye başlayabildiğiniz, sadece öylesine hiçbir şey konuşmadan sessizce - ama birlikte -durabildiğiniz, yanlarında en tuhaf-en çirkin-en salmış hallerde olmaktan zerre kadar çekinmediğiniz, en sıkıcı-en bunaltıcı durumlarda veya yerlerde bile bir şekilde birlikte kendi eğlencenizi yaratabileceğinizi bildiğiniz, oturup saatlerce oturduğunuzu bile fark etmeden saatlerce konuşabileceğiniz veya hiç konuşmasanız da birbirinizden sıkılmış olduğunuzu düşünseniz de karşılıklı oturmaktan vazgeçmediğiniz-vazgeçmenin aklınıza bile gelmediği, her bir bakışınızın-suratınızın aldığı her bir ifadenin ne anlama geldiğini bilen-anlayan, tüm geceyi uykusuz geçirip sabahın 4'ünde "Eric Forman'ın bodrumundaki yuvarlak masa konuşmaları" tarzında en sosyolojik-felsefik-psikolojik muhabbetleri ettiğiniz, uzun yorucu saatler boyunca ödev-rapor-proje yaptıktan sonra deliler gibi dans ettiğiniz, en saçma kahkahaları gözlerinizden yaşlar fışkırana kadar birlikte attığınız insanlar var mı?
Benim var.

20 Haziran 2011 Pazartesi

One Tree Hill'den Edebiyat Listem

Geçen gün ajandamı karıştırırken elime geldi. Çizgili bir A4'e gayet masum bir şekilde başlık atmışım OTH Book List diye. Altına da otuz küsür yazarı ve bazılarının yanında da eserlerinin isimlerini sıralamışım. Yanlarına, üstlerine, altlarına koyduğum işaretlerden ve aldığım notlardan da anladığım kadarıyla birkaç seneden fazla bir geçmişi var.
O noktadan sonra da hatırladım bu listeyi hazırladığım zamanı. O müthiş hastalıklı takıntılı halimle 6 sezon OTH hatmedişimin üzerinden - Peyton ile Lucas bebek Sawyer'ı da alıp, Comet'e atladıktan hemen sonra, Rory Gilmore'un okuma listesi türünden bir liste Tree Hill için de niye olmasın diyerekten yola çıkmıştım. Tabi bu heves, ikinci sezonun sonuna kadarki bölümler için ancak sürebildi. Çünkü her bölümde yapılan alıntıların, edilen diyalogların ve bahsedilen kitapların-kişiliklerin sonu yoktu. Elimde 33 ismin yer aldığı bir liste uzanıyor şimdi. Bense baktıkça hüzünleniyorum. Zavallı harddiskimin bozulmasıyla elimden kayıp giden o doktora tezi misali OTH klasörümü özlüyorum.
Ve bir o kadar da üzülüyorum tüm o şarkılara, diyaloglara, sahnelere, alıntılara...Emeklerime. Evet en çok da emeklerime. Bu OTH, Lost, Legend of the Seeker, Merlin, Northern Exposure, Freaks&Geeks, Dawson's Creek ve Xena klasörlerine harcadığım zamanı ve çabayı okula harcasaymışım, şimdiye beş kere doktora yapmış olurmuşum, ona üzülüyorum.
Neyse tüm bunlardan da birşeyler öğrenmemiş değilim sonuçta.
Bahsi geçen liste, saygılarımla:
1-William Shakespeare (Julius Ceaser)
2-Ayn Rand (Atlas Shrugged[Bizdeki ismi Atlas Silkindi])
3-Ernest Hemingway (For Whom The Bell Tolls[Bizdeki ismi Çanlar Kimin İçin Çalıyor] )
4-David Mack (Kabuki Scarab)
5-Edward Estlin Cummings
6-John Steinbeck (Of Mice and Men [Fareler ve İnsanlar], The Winter of Our Discontent [Mutsuzluğumuzun Kışı])
7-Dr.Seuss (The Cat in the Hat-bir çocuk kitabı,Türkçe'sini göremedim)
8-F.Scott Fitzgerald (The Great Gatsby [Muhteşem Gatsby])
9-Antoine de Saint-Exupery (The Little Prince [Küçük Prens])
10-Edmond Rostand [Cyrano de Bergerac-tiyatro oyunu bu.]
11-W.Somerset Maugham (Of Human Bondage[Şehvet Düşkünü ya da Hayatın Esiriyiz ya da Hayat Hüzünleri])
12-T.H.White (The Queen of Air and Darkness-The Witch in the Wood [White'ın Once and Future King beşlemesinin ikinci kitabı bu, son kitap Book of Merlyn'in İngilizce'sine rastlamışlığım var kütüphanelerde ama bu ikincinin bırakın Türkçesini İngilizcesini bile görmedim])
13-Katherine Anne Porter
14-Oliver Wendell Holmes
15-Nathaniel Hawthorne
16-Tennessee Williams
17-Charles Bukowski
18-Arthur Conan Doyle (The Hound of Baskervilles [Baskervillerin Laneti-evet böyle çevirmişler ben de inanamadım], The Final Problem)
19-Joseph Conrad
20-Stephen King
21-Douglas Adams
22-George Bernard Shaw
23-Mark Twain (Tom Sawyer)
24-Henry David Thoreau
25-Henry Wedsworth Longfellow
26-Ralph Waldo Emerson
27-William Ernest Henley
28-Robert Louis Stevenson
29-Ida Scott Taylor
30-Aldous Huxley (Brave New World [Cesur Yeni Dünya])
31-Henry Louis Mencken
32-Henry James
33-George Elliot

Evet ben bir manyağım.Farkındayım.Üzülüyorum da kendime.


17 Nisan 2017'de güncelleme: Dostlar vatandaşlar romalılar kayıp çocuklar! İş bu listenin gördüğü ilgi üzerine 6 yıl sonra dosyayı yeniden açmaya karar verdim. Çünkü yukarıdaki hali hakikaten içler acısı, çok üstün körü ve o zamanlar öyle bozulan göçen giden elektronik cihazlarımdan kurtarabildiğim bilgilerle ortaya koyuverdiğim şekliydi. O yüzden bu sene başından itibaren adım adım bu listeyi yeniden oluşturuyorum. Hem yıllar oldu ki OTH'ye dönmeyeli, bir yolculuk olacak benim için. Her bölümü - ilkinden başlayarak - bu sefer "edebiyat" gözüyle izliyorum. Aşağıya bu şekilde damla damla oluşan yeni listeyi başlatıyorum.
Sezon 1 Bölüm 1:
1-John Steinbeck - The Winter of Our Discontent-->Nehir kenarındaki sahada Skillz, Lucas'a bu aralar hangi kitabı okuyorsun diye sorar, Lucas bu kitabı söyler.
2-William Shakespeare - Julius Caesar-->Annesi Lucas'a pek de güzel, eski bir basımını hediye eder Karen's Cafe'de.
Sezon 1 Bölüm 2:
3-Ernest Hemingway-->Bölüm boyunca edebiyat dersinin konusu Hemingway'dir.
4-Ayn Rand - Atlas Shrugged-->Basketbol takımında bocalayan Lucas'a insanlık yapıp, manen yardım eli uzatan Jake Jagielski, kütüphanede Lucas'a bu kitabı önerir. Adamsın Jagielski!
5-David Mack - Kabuki Scarab (Peyton yatağında okur.)
Sezon 1 Bölüm 3:
6-E.E.Cummings-->Bu bölümdeki edebiyat dersinin konusu da E.E.Cummings'tir.
Sezon 1 Bölüm 4: Bu bölümde maalesef hiçbir atıf yok.
Sezon 1 Bölüm 5:
7-John Steinbeck - East of Eden-->Bölüm sonu "voiceover"ında kitaptan bir cümleyi duyarız.
Sezon 1 Bölüm 6:
8-John Steinbeck - Of Mice and Men-->Bölüm sonu "voiceover"ında kitaptan bir cümleyi duyarız.
9-Dr.Seuss (Theodor Giesel) - The Cat in The Hat: Pickerington takımının oyuncuları kendilerine bu kitaptaki karakterlerden isim seçmiş.

5 Mayıs 2011 Perşembe

"Mind is a razor blade"

Bugün çiseleyen yağmurun kararttığı gökyüzü eşliğinde dersten eve dönerken otobüste sebepsiz yere aklıma şu sahne geldi:

(-Oh, Tanrım!Bu inanılmaz!
-Evet! Bu bir hayalinin gerçeğe dönmesi.
-Ee, yanında kimin olmasını istiyorsun?...Git.Tamamdır. Git.
-Hey! Güzel şut.
-Güzel bacaklar... birazcık sütün gibi.
-Görüşeceğiz.
-Görüşeceğiz....Hey, Peyton!Sensin.
- Ne?
-Hayallerim gerçeğe döndüğünde,yanımda olmasını istediğim kişi sensin.Sensin, Peyton.)
6 sene soluksuz,ardından bir sene de baştan sona izlemenin neticesinde beynim kendi anılarımmışçasına çeşitli sahneleri geri çağırabiliyormuş demek ki.
İlginçtir bu "tüm hayallerin gerçek olduğunda yanında olmasını istediğin kişi" konusu.Tam herşey işte şimdi oldu,dilediğimin de üstünde mutlu oldum dediğiniz anda gözünüzün buluştuğu kişi kim olmalıdır?Sadece çok sevdiğiniz,aşık olduğunuz,hayatınızın kilit anlarında yanınızda olduğunun farkına vardığınız kişi mi olmalı?Yoksa o andaki bakışlarınıza aynı bakışlarla karşılık verebilecek,sizin "o anınızı" aynı şekilde anlayabilecek olan kişi mi olmalı?Yani bir anlamda hayaller gerçek olduğunda yanınızda olmasını istediğiniz insan sizin için mutluluğun kaynağı olan mı yoksa o mutluluğu sırf sizin için önemli olduğundan dolayı kendi mutluluğuymuş gibi karşılayabilecek olan mı?
Bu noktada beynimin çağırdığı bir diğer görüntü de şu oluyor:Dawson's Creek'in 6.sezonunun ilk bölümü "The Kids Are Allright"ta tüm yaz görüşmemelerinin ardından Dawson,doğumgünü hediyesini vermek üzere Joey'nin yurt odasına geliyor ve şu lafları ediyor:
Hayallerimi gerçekleştirmenin bana yakıştığını söylemiştin ya?Bunu düşünüyordum ve sen olmasaydın hiçbir hayalimi yaşayamazdım herhalde.Kendimi sürekli gerçek üstü durumlar içinde buluyorum ve her seferinde beynimin arka taraflarında küçük bir ses "Joey beni görse ne düşünürdü?" diyor.Sanırım herkes kendisini zorlayan ve daha ileri gitmelerini sağlayan birine sahip.O kişi benim için sensin.Belki bu yaz konuşmamış olabiliriz.Kim bilir? Belki giderek daha da az konuşacağız.Ama itiraf etmeliyim Joey, bunu hissetmiyorum.Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin.Doğum günün kutlu olsun.
(Orijinali:You know what you were saying before, about how living my dream agrees with me? I've been thinking about that and I want you to know that I probably would not be living any dream at all if it weren't for you. I mean, more and more I keep on finding myself in these incredibly surreal situations and every time... I always kind of, in the back of my head just think, "what would Joey think if she could see me right now?" You know, I guess everyone has someone who challenges them and makes them shoot for something just beyond their reach. You're that person for me. So, yeah, maybe we didn't talk this summer, and who knows, maybe we'll find ourselves talking less and less as time goes on and life gets more and more in the way, but... I gotta say, Jo, I don't feel it. 'Cause you're with me everywhere I go. Happy birthday.)
Hayallerin gerçek olduğunda bunları gerçekleştirmeni sağlayan biri de olmalı yani.Onun varlığı bu hayalleri gerçek kılmalı,sen bile inanmazsan o inanmış olmalı.Sırf "senin hayallerin" oldukları için onlara değer vermiş olmalı.Nereye gitseniz,ne yapsanız,kafanızın içinde,mantığınızın gerisinde bir yerlerde sesini duyduğunuz biri olmalı.
O hayalleri sırf bu kadar olağanüstü,sırf bu kadar "başarılmış" yapan da onları "o" kişiyle paylaşacak olduğunuzu bilmek bu durumda.Ama bu da şunu düşündürtüyor:Mutlu olduğunuzda,herşey gerçekleştiğinde yanınızda birini istiyor musunuz?Mutluluğun göğsünüzü yırtarcasına sizi aşıp,havalara fırlattığı o durumda olduğunuzu hayal ettiğinizde yanınızda birinin olduğunu görebiliyor musunuz?Gözlerinizi kapayıp,o ana gittiğinizde ilk kimi görüyorsunuz?O ilk saniyede,delicesine mutlu olduğunuz o ilk saniyede size aynı şekilde taşan bir mutlulukla baktığını gördüğünüz kişi kim?
Sanırım ufak çapta mutlu hissedince kendimi aklıma geldi sadece.
"Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin."

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...