hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2023 Cumartesi

“Travel does not exist without home....If we never return to the place we started, we would just be wandering, lost."

 


Sağ salim dönmeyi başardım. Bunu haber vermek istedim. Bu sefer saçmasapan bir şey yapmadan, kendime de başka bir şeye de zarar vermeden dönebildim. Tabi yine ufak tefek ya da orta boyutlu salaklıklar yaptım. Çünkü salaklıklar benim bir parçam. Ama en azından son seferindeki devasa salaklığı tekrarlamadım. Ki bu benim standartlarımda büyük bir başarı.

Pazartesi öğlene doğru, 11'de falan girdim eve. Sadece kendime bir demlik çay demleyip, iki üç bardak içebilene kadar ayık kalabildim. Sanırım bu çelik demlikte demlenmiş çay, bu ülke sınırları dışına çıktığımda özlediğim tek şey oluyor her seferinde. En Türk özelliğim de bu herhalde. Ya da tek. Bilemedim. Sarhoş gibiydim eve girdiğimde, çay demlemek refleks gibiydi. Öncesinde ne Seul'den İstanbul'a 10 saatlik uçuşta, ne de sonrasındaki Ankara uçağında uyuyamadım. Uyumayı beklemiyordum gerçi, benim normalim bu. Hiçbir araçta uyuyamıyorum. Şöyle bir hesap yaparsam, 30 Nisan'da Seul'de saat sabah 8'di uyandığımda (burada 30 Nisan gecesi 2). Önceki gece yan odada gergedanlar misali horlayan teyzeden ötürü çok da sağlıklı bir uyku da uyuyamamıştım zaten ama o kısımları detaylı anlatırım. O akşam 23:35'te uçağa bindim. Burada saat 17:35'ti. İstanbul'a indiğimde 1 Mayıs gecesi 4 falandı. Evde de bir iki saat uyanık kalabilmişsem, yaklaşık 35 saatlik uykusuzluktan sonra bu yaşlı ve minik bedenim şalteri indirdi.

Ertesi sabah 4'te uyandım tabi. 8'de de işe gittim. O kadar dünyanın öte ucundan gel, yarım gün dinlen işe git. Hayır bir de ofiste öylece oturabilsem, goygoy yapabilsem, iki çay içip ortalıkta dolaşabilsem. Direkt sabahtan oturdum çılgınca çalışmaya. Daha bir gün önce Myeongdong sokaklarında 72 milletten insanın arasında elimde şişe geçirilmiş kızarmış tavuk parçaları, davul çalanlara eşlik ediyor olduğum geldi bir an aklıma ama hiç de inandırıcı gelmedim kendime. Rüya görüyordum herhalde dedim, hayal etmiş olmalıyım dedim. Çünkü o kadar gün, o kadar kilometreyi ben yapmamışım gibi, her şey bıraktığım noktadaydı. Salı günü çalışmaktan da bitap düşmüş halde eve geldim, gene bayılmışım uykudan. Bugüne kadar her gün, iş yerinde manyaklar gibi çalışıp, eve girip yatağa attım kendimi. Bavulu bir ara olduğu gibi halının üstüne devirdim. Her akşam eve girince bir iki parça bir şey alıp yığının üstünden azaltmaya çalıştım ama olmadı. Evin her yerinde bir eşya yığını vardı bu sabah kalktığımda. Mutfakta adım atılmıyordu, banyoya zar zor yanaşabiliyordum. Her yerde bir şey var. Sabahtan beri bir yandan toplamaya, bir yandan temizlik yapmaya çalışıyorum. Bu saat oldu, halının üstünde evin bir ucundan öbür ucuna tek kişilik bir patika yol açmayı başarabildim.

Tekrar ediyorum, benim böyle 8-5 mesaili bir iş için uygun bir kişiliğim yok. Enerjim de yok. Benim evde yazı yazıp, sonra böyle bir kaç aylık gezilere çıkıp, geri gelip yine yazılarımı yazmam gerek. Neden zengin bir ailede doğmadım değil mi? Evet, ben de sorguluyorum bunu.

Neyse, döndüm, anlatacak çok şey var. Gösterecek çok şey var. Bu seferki seyahatten sonra döndüğümde diğerlerinden dönüşlerimdeki gibi hissetmedim, daha tuhaftı, hala daha tuhaf. Tek başına seyahat hem süper, hem değilmiş. İnsan daha birinden dönmeden öbürünü aklında planlamaya girişiyormuş ama oraya geleceğiz. Sadece şu lanet olası maaşlı işimden kurtulabilirsem azıcık, yazacağım.

16 Nisan 2023 Pazar

불안과 두려움

 Çarşamba akşamı uçağım var. Hatırlıyorsanız taa 7 ay önce bir bilet almıştım. Seul'e gidiyorum. Gezmeye. Mantıklı bakarsam sadece yıllık iznimden aldığım bir 10 günde, gidip tatil yapacağım. Evet, aslında tam olarak böyle. Ama benim kafamın içinde, benimle yaşamak çok zor. Böyle normal bir şeyi bile çılgınca büyük bir olaya çeviriveriyorum. 7 ay önceden bilet almamdan anlayabilirsiniz bunu.

Peki 7 ay önce almam bir işe yaradı mı? Tabiki hayır. Çünkü içimdeki o iki kişilikten biri, evin kapısından adımımı attığım anda hangi yöne kafamı çevireceğimden itibaren her bir saniyenin planını düşünmekle meşgulken diğeri, nasıl olsa 7 ay var ya ohoo ben o zamana her şeyi düşünmüş halletmiş olurum aç şu diziyi de izleyelim haydi diyor. Sonuç olarak dehşete kapılmış haldeyim. 72 saatten az kaldı uçağa binmeme ve bir dolu şey unutmuşum gibi geliyor, doğru düzgün plan yapamadım, nereye nasıl gideceğime karar veremedim, nerede ne yiyeceğim ne içeceğim oturtamadım. Dehşete kapılmış haldeyim. Korkudan anksiyete ataklarıma düştüm. 7 ay hemen geçti. Hemen geçmedi tabi ama hep işim vardı, hep çok meşguldüm, nasıl olabilir bu? Hele bu son birkaç hafta delirecektim. İş yerinde hala her an haldır haldır iş yapıyoruz, bir dakika boş kalıp da gün içinde böyle iş yerindeki iş dışında bir şeyler düşünemiyorum. Bırakın ilgilenebilmeyi, DÜŞÜNEMİYORUM. İki haftadır haftasonlarımda ara sınavlar vardı. Birkaç akşam biraz bir plan çıkarmaya çalıştım, aylardır rastladıkça bir deftere notlar alıyordum, onlara bakarak. İşin içinden çıkamadım. Tek başıma gidiyorum, niye tek başıma gidiyordum ki ben?! Her şeyi düşünmek zorundayım. Oysa ben her şeyi düşünmek zorunda kaldığım bir hayattan çok bıkmamış mıydım yahu? Çok korkuyorum. Uçağa binerken bir şeyleri kesin unutmuş olacağımdan mesela. Aaa ama şöyle bir belge lazımdı siz getirmediniz mi diyecekler diye. Önümde 7 ay vardı ama ben cahil cahil oturdum. Uçağa binebilsem bu sefer indiğimde aaa maalesef eksik getirmişsiniz size alamıyoruz ülkeye diyecekler. Bir şekilde pasaporttan güvenlikten geçsem şehre giden trene binemeyecekmişim gibi, çünkü ne telefon hattını alabileceğim ne paramı bozdurup, toplu taşıma kartından alabileceğim gibi. Orada öylece bavulumla, havalimanında eblek eblek dikilecekmişim gibi. Aşırı korkuyorum.

Bir yandan da her şeyi sal diyorum. Diyor yani içimdeki öbürü. Sal gitsin, halledersin, bir şeyi anlamadın mı dur bak düşün, olduğun yerde dikil, ne olacak. Her şeyi görmeye çalışma, her şeyi yapmaya çalışma. Tatilin bu sonuçta. Dinlenebilirsin, hiçbir şey yapmadan gökyüzüne bakabilirsin. Diyor. Ama işte, alıştığım şey bu değil ya. Şimdiye kadar hep koşturdum ya. Koşmak kanıma işlemiş. Kendim koşmasam, beynim neden koşturmuyoruz diye kendini yeyip bitiriyor. O kadar para veriyorum, o kadar yol gidiyorum bir daha ne zaman görebileceğim belli değil her şeyi görmeli, her şeyi yapmalıyım diyorum bir yandan da. Ama işte, yapmamalıyım aslında. Daha önce gittiğim gezdiğim her ülkede böyle yaptım. Sonuç ne oldu? Rezil rüsva bir halde gezdim. Kendimden zerre memnun olmadan dolandım durdum. Yılın 12 ayı harıl harıl çalışıyorum, işe gidiyorum, üstüne bir de kendime gezmeye gitme şansı yarattığım yerlerde eziyet ediyorum.

Bilmiyorum. Bu gitmeden önceki son yazım. Açıp bakıyorum da Amerika'ya gitmeden önceki yazdıklarıma, şu anki halim ile alakası yok. Tam 10 yıl sonra yine dünyanın bir ucuna gidiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Azıcık mutlu.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Mart Çetelesi

 George Philip Reinagle'in 1826 tarihli eseri - First Rate Man-of-War Driven Onto a Reef of Rocks, Floundering in a Gale

 Cumartesi sabahı kalktığımda şöyle düşündüm. İki hafta sonraki açıköğretim ara sınavlarına çalışmamı tamamladım, mutfak toplu sayılır, dolapta - en azından buzlukta - bir dolu şey var, abimlere hafta içi gelirim dedim, önceden verilmiş bir sözüm de yok...Ohh dedim içimden. Böyle inanılmaz bir rahatlama geldi. Bu iki gün, oturup, güneş vuran çalışma masama oturur, güzel güzel seyahat planımı çıkarırım, haritalara dalarım hevesle, incelerim de incelerim dedim. Çünkü nereden baksam bir süredir ilk defa bu kadar bir şeyler yapmaya mecbur olmadığım bir iki güne sahip olamamıştım. İçimde kendimin de inanamadığı bir mutlu rahatlık vardı.

Sonra mesaj geldi. Koordinatörümden. Ben ofise geçiyorum isteyen gelsin. E ama istemiyorum ne olacak dedim içimden. İstemiyorum ama gitmem gerekiyor ne olacak? Neyse detaya girip, yeniden moralimi de bozmayacağım ama sonuç olarak haftasonumu, o iki günümü, ofiste geçirdim. İki gündür bir yandan evdeki işleri koştur koştur yapmaya çalıştım, bir yandan da iş yerine koşturdum. İki arada bir derede ütü yaptım, çamaşır koydum yıkandı, hafta içine yemek yaptım. Benim dışımda ofise gelenler tamam belki benden daha çok çalıştı, belki değil kesinlikle geceli gündüzlü daha çok çalıştı o iki gün ama hepsi evlerine gittiğinde önlerine yemek hazır geldi, çayları kahveleri önlerindeydi, çamaşırları yıkanıp ütülenmiş, odaları toplanmıştı, bulaşıklarla uğraşmadılar. Ahh çemkirmeye geçmeyecektim güya. Bugün de sabah yataktan mesajlarla fırladım. Tüm gün sorunlarla uğraştık ofiste. Başım çorba. O kadar fazla oturduğum yerde koşturdum ki kulaklarım uğulduyor. Hani böyle hiç bir an sabit durup, söyle sakince nefesinizi dinleyemediğiniz günler olur ya öyle olduğu için. Oysa Nisan başladı. Mart gözden geçirmemi yapacaktım. Ama tabi 1 Nisan sabahı o mesaj geldiği için.

Mart ayında 7 yazı yazmışım. Hiç fena değil. Mart'a ders çalışarak başlamışım. 1 Mart günü öğle arasında yine bir kafede ders çalışıyordum mesela. Söylemekten utanıyorum ama büyük bir salaklıkla 9 ders aldım da bu dönem. Çok zekice bir düşünceyle dedim dönem başında kendi kendime, hızlı hızlı böyle alıp dersleri geçersem 4 yıldan önce bitirebilirim belki tarihi. Böylece 40 yaşıma gelmeden almış olurum diplomayı. Evet, önüne geçilemez zekam ve ileri görüşlülüğüm yine iş başındaydı. Böyle günlerce her gün, öğle arasında kitabımı defterimi toplayıp kütüphaneye ya da kafelere gittim. Azimle, hevesle ders çalıştım. Hava önceleri güzel gibiydi, hep bulutluydu gerçi. Ağaçlar tomurcaklanmaya başlamıştı ayın 10'u civarı. Kuşlar ötmeye başladı, ben yine ders çalıştım. Çılgınlar gibi o 9 derse çalıştım. Ayın 3.haftası annemlerin yanına gittim. Otobüste bile ders çalıştım. Köyde bir hafta hemen hemen her gün fırtına ve yağmur vardı. Bir gün açtı hadi hakkını yemeyeyim. İşe döndüğüm son hafta kar yağdı. Buz gibiydi. Gerçek BUZ.

Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim.

Önceki gece uzun zaman sonra ilk defa rüya gördüm. Kabustu gerçi ama olsun, rüya. İskeleye bağlı duran bir geminin içinde durmuşum, iskelede dikilen kuzenimin ve arkadaşlarının fotoğrafını çekiyorum, onlar da poz veriyor. Neden ben de iskelede durmuyorum, orası rüya mantığı zaten. Hayır bir de kuzenim vermiş elime makineyi, onların fotosunu çekmemi istemiş. Anlayacağınız yine hayır diyemediğimden b.ka battığım bir durumdayım. Sonra birden gemi sarsılmaya, iskeleden uzaklaşmaya ve batmaya başladı. İçerisi de bir yandan su dolarken sırt üstü düştüm. Ayaklarıma bir şeyler dolandı, ayaklarım sıkıştı. Yüzüm suyun üstünde, gözlerim tavana bakıyorken gemi önce yan yattı, sonra alt üst olmaya başladı. Ben debelenip, kurtulmaya, suda doğrulmaya çalıştım. Neden kıyıdaki hiç kimse beni kurtarmaya gelmedi? Neden geminin içinde başka kimse yoktu? Debelendim, debelendim...En son ayaklarımı bacaklarımı biraz olsun kurtarabilip, oynatabilmiştim ki uyandım. Rüya tabirlerine bakınca bunlar bu ara karar vermeyin anlamına geliyor gibi görünüyor. Kötü kararlar olurmuş. Oysa hayatımın o kadar karar vermediğim, o kadar karar vermekle karşı karşıya olmadığım bir zamanındayım ki...Bence bilinçaltımın karar vermekle alakası olmadığı çok belli. Benimkisi daha çok kendini sırt üstü düşmüş, batıyor gibi hissediyor. Ve yine tüm bunlar - rüyanın başında kuzenim ve arkadaşlarının fotosunu çekmeye evet demiş olmam gibi - kendi iradem dışında, başka insanlar yüzünden oluyormuş gibi hissediyor. Herhalde yani. Sanırım öyle düşünüyor bilinçaltım.


“Yes, but it’s, you know—every year, you’re all, ‘March! This is going to be great! Start of spring!’ But it’s definitely not, right? Because there will be a weird, freak snowstorm, and it’s like winter’s started all over. Unexpected things happen in March.”

16 Mart 2023 Perşembe

We were in that in-between place, the twilight between childish things and grown-up things.

 


Dün ofise birlikte çalışılan firmalardan birinden bir kadın geldi. Daha önce görmüşüm ama hatırlamıyordum. İlk defa muhabbet etme ve benim açımdan tanışma fırsatımız oldu. Alabildiğine dışa dönük ve konuşkan, girişken bir insandı. Konuşmaya başladığımızda içimden kocaman bir his dürtüyordu, dişinde kesin bir şey var. Çünkü o girmeden hemen önce bir şeyler yemiştim. Ama işte bir türlü elim aynaya gitmedi. İçimdeki ses dürtüp durdu, elimi bir şey tuttu. Dişimde bir şey olduğuna dair o kocaman hisle konuşmaya gülüşmeye devam ettim. Sonunda kadın gittiğinde lavaboya gittim. Lavabodaki boy aynasında kendime baktım. Dişimde kocaman bir şey duruyordu. Üstüme başıma baktım, teneffüsün bitiş zili çalmış da bahçedeki tek kale maçtan apar topar fırlayıp, sınıfa girmişim gibi duruyordum. Sabahları uyanamadığım için saçlarımı hafta başından beri taramıyorum, kafamın üstünde ve yüzümün etrafında gevşek bir lastikten fırlayan bir püsür şeklinde sallanıyor. Ayağımda tozdan siyaha dönmüş spor ayakkabılar var. Lastikli bir kot pantolon ve kolları büyük gelen bir hırka. Saçımı taramadığım gibi yüzümü de yıkamıyorum. Sabahları evden fırlayarak çıktığım için aynaya bakmıyorum, kaşlarımın ortası Frida gibi. Az önce konuştuğum kadını düşündüm. Büyük ihtimal benim yaşlarımda. Şıkır şıkır görünüyordu. Saçları güzelce bağlanmış, yüzünde doğal bir makyaj var. Giysileri düzgün, yani 30lu 40lı yaşlarındaki bir kadından bekleyebileceğiniz normallikte ve güzellikte. Neşeli bir şekilde konuşuyor, kendini açıklıkla ve rahatlıkla ifade edebiliyor, mutlu ve sağlıklı görünüyordu. Gerçekten temelde, böyle core seviyesinde bir terslik olmalı bende. Çünkü bir işim var, bir maaşım var, faturalarımı ödeyebiliyorum, dışarıda bir şeyler yiyebiliyorum, tüm gün bilgisayarın başındayım dünyayı görebiliyorum, dünyayı kendi gözlerimle de gördüm, 10 ülkede 18 ayrı şehir gördüm, yüzlerce insanla tanıştım, bir dolu okula gittim çok ayrı alanlarda çok ayrı derslere girdim. Beynimde birbirinden bağımsız bir dolu bilgi var. Ama yine de 36 yaşında normal bir işe sahip, normal bir şekilde yaşayan bir kadın gibi giyinemiyorum, görünemiyorum, konuşamıyorum. Az önce ağzımın bir tarafına bir beypazarı kurusu attıktan sonra iş arkadaşıma bir şeyler anlatmaya başladım. Bir yandan çiğnemeye çalışıp, bir yandan hörül hörül sesler çıkardığımı fark ettiğimde geç olmuştu. Ben ne yapıyorum yahu diye içimden bir şey bağırırken susup, geri yerime geçtim.

Akşam tvyi açmıştım çamaşırları düzeltirken. Bir dizinin orta yerine denk geldim. Adam, kadını bir yemeğe götürüyor. Sonra başka bir "davet"e gidiyorlar, sonra başka bir sahnede kadın ofisinde oluyor falan gibi şeyler. Aklıma gelen şuydu, lan şimdi durup dururken mesela, bir böyle yemeğe gitmem gerekse giyecek bir şeyim yok. 30 küsür yaşında, kendi başına yaşayabilen bir insanım ama herhangi bir akşam yemeğine, ne bileyim öyle bir davete, normalde bir şirket ofisine çalışmaya gidebilecek gibi bile görünecek bir halim yok, giysim de yok. Bunca parayı neye harcamışım, neye harcıyorum o halde? Başımı çevirince kitap rafında duran Hermione asasıyla göz göze geldim o anda. Sonra duvara yaslanmış tahta kılıçla selamlaştım.

Geçen gün T. dedi ki seçimde sandık görevlisi olalım. İçimde, bu cümleyi ilk duyduğumda oluşan ilk düşünceler şöyleydi: Kim ben mi benim yaşım yetiyor mu olabiliyor muyum bana yaptırırlar mı bu AMCALARIN TEYZELERİN yaptığı bir şey değil mi?! Sonra ne düşündüğümün farkına varıp, kendi kendime içimden tekrarladım, ulan sen de artık o teyzelerdensin. Hala nasıl geliyor biliyor musunuz? Sanki gidip, ben sandık görevlisi olmaya geldim dediğimde olmaz çocum sen daha küçüksün deyip eve geri göndereceklermiş gibi.

Yaşam koçu mu bulmam gerekiyor, stil danışmanı mı, ayurveda uzmanı mı, artık ne menem bir şeyler bilemedim.

14 Mart 2023 Salı

"Where the fear has gone there will be nothing.Only I will remain."

 

Bu videoda anlatılanlar hayatımın yaklaşık ilk 30-32 yılını çok güzel özetliyor. İlk 20 yıl neden ama böyle oluyor neden böyle diyerek geçirdim. Sonraki 10 yıl herhalde ben de böyle tuhaf insanım, tuhafım demekten ulan bende bir sorun var çözemiyorum'a uzanan yolculuğumun sonu birkaç ay içinde tamam be yetti artık diyerek hayatımdaki herkesten kurtulup, hiçbir canlı ile iletişime geçmemek evresinden sonra gelen aydınlanmanın sonucu bu videoda acayip açık bir şekilde görülüyor.

Hiçbir şeyi beğenmeyen, her şeyi (ama her-bir-şeyi) eleştiren, her an neye bağırıp parlayacağını bilemediğim bir babadan ölümüne korkarak ve tüm hayatı, tüm varlığı bana bağlıymış da en ufak bir ters hareketimle dağılıp gidecek diye diken üstünde, bakmaya kıyamadığım bir annenin arasında büyümenin sonucunda hayatımın ilk 30 yılını tam da bu videoda anlatıldığı gibi, bir "people pleaser" olarak geçirdim.

O, herkesi hayatımdan çıkarıp, sonra yavaş yavaş hayata geri dönme aşamasından beridir de başarmaya çalıştığım buydu. Kendimi düzeltmeye, bu anne ve baba ile büyümenin yol açtığı hasarı düzeltmeye çalışıyorum. Çok az yol alabildim ama en azından yol alıyorum.

Çok büyük sorunlara sahip her insanın her birinin evlenip, çocuk yapmış olması ne kadar acı değil mi?

17 Şubat 2023 Cuma

YAŞ ETTİ...12 - “Even the darkest night will end and the sun will rise.”

 Neverland'in 12.yaşındayız pek sevgili kayıp çocuklar. İçimden hiçbir şey yapmak ya da yazmak gelmiyor olsa da en azından bunun için gelmeliyim dedim buraya. 12 koskoca yıl. Söyleyecek hem çok şeyim var, hem de bir o kadar yok. O kadar çok anlatmışım gibi geliyor ki artık sanki ne anlatıyorum acaba diyorum bazen.

“Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

diyerek başladığım bu yolculukta ilk seneyi devirmemizi bir filmden bir alıntı ile kutlamışım mesela:

Yaşamlarımıza tanıklık edecek birine ihtiyacımız var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Söylemek istediğim şu, hangimizin hayatının gerçek bir anlamı var?

İkinci yaşında Neverland'in 81 kişiymişiz, öyle yazmışım. 

Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

demişim o sene. Bu da yine ciğerime işleyen bir filmden meşhur bir alıntıydı. Üçüncü sene delirdiğim seneydi. Dördüncü yaşta,

Sorularım, sorularım öyle çok sorum var ki hepsine bir cevap bulmaya çalışırken aslında Neverland'i kurarak bir yardım çağrısı yapıyormuşum, onu fark ediyorum. Çok başarısız olduğum bir konu daha çünkü bu, yardım istemek. Şunca yıldır hiçbir şey için yardım istememekte direnen, kendi gururuna kibrine gömülmüş bir insandım, çok zor oluyor bundan sıyrılmak. Sessizce bir yardım isteğiydi belki de bu. Sorularım var, yolum çok meşakkatli, bu yolculukta benimle yürür müsünüz, arada dinlenmek için size konuk olabilir miyim, sizin sorularınıza ben de kafa yorabilir miyim?
Cevabınız evetse, ben buradayım Neverland'de, ikinci yıldızdan sağa sapıp sabaha kadar dümdüz devam ettiğinizde yolunuz hep buraya düşecek. Burada korsan gemilerine yakalanabiliriz, burada tek bir güneş tek bir ay yok, burada deniz kızlarının Ariel'le alakası yok bizi paramparça edebilirler, burada kaybolabiliriz, burada zamanın geçtiğini saatlere bakıp göremeyiz çünkü burada saat tiktakları da yok. Burada kayıp çocuklarız, kılıçlarımız bellerimizde, perilerimiz tepemizde; burada hiç büyümeyiz. Burada, dışarıda olan her dehşete, dünyanın her kirine rağmen biz sadece sorularımıza cevaplar arıyor olacağız.

diye kocaman bir umutla ve azimle yazmışım. O sebepsiz yere ara ara ortaya atılan saçma umutluluk halimin kendini gösterdiği belli.
Beşinci yaşı kutlamam gereken gün ise yine tıpkı bu yaşadığımız günler gibiymiş. Türkiye denen bu cehennem çukuruna yaşamak için gönderilmiş olmamızın ironisine şokla bakakaldığımız bir başka günmüş.

Oysa diyecektim ki bugün size "olley 5.yaşını kutluyoruz Neverland'in olley". Sabahın köründe kalkıp yemekler yaptım, off yine çok yoruldum bugün yeğenime bakmaktan diyecektim. Okulda dersler başladı ama ben böyle bu haftayı salladım, gittim İtalyanca kursuna yazıldım haftada üç akşam ona gidiyorum pek keyifli diyecektim. Hatta bu akşam kurstan dönene kadar bekledim bir şey yazmadım, hadi şimdi kutluyoruz obaa diyecektim.
Ama olmadı.

yazmışım. O kadar çok yaşadım ki böyle günleri, böyle zamanları bu ülkede...Artık inanın hangi zaman daha kötüydü, hangi felaket daha acıydı karar da veremiyorum, hatırlayamıyorum da. Sanki yaşamak zaten hep bir felaket filmiydi bizim için bu ülkede. Hatırlayamıyorum artık o kadar felaket gördükten sonra hangisi hangisiydi, ne zaman ne olmuştu. 
O yüzden sonraki senelerde, yaş 10 edene kadar kutlama yapmaktan vazgeçmişim gibi görünüyor. 2021'de şöyle kutlamıştım:

Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.

Üzerinden 3 yıl geçti. Hala bekliyor, bekletiyor beni bu mutluluk. Aksine, sanki en kötüsü hah bu işte dediğimiz noktanın da üstüne çıkmaya çabalıyor gibi görünüyor hayat. Ben de Frodo gibi tekrar ediyorum kendi kendime, keşke benim zamanıma denk gelmeseydi keşke keşke diye.


“I wish it need not have happened in my time," said Frodo.
"So do I," said Gandalf, "and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”

13 Şubat 2023 Pazartesi

내 마음을 잃고

 Aklımı kaybetmemeye çalışıyorum. Durup durup kendimi ikna etmem gerekiyor, çıldırma diye. Aklına sahip çık. Sokaklarda çığlık atarak koşturmamak için kendimi kuvvetle tutmam gerekiyor. Aklımı yitirmek üzereyim. Bu günleri unutmamam için yazmam gerek. 10 yıl, 20 yıl sonraki ben için yazıyorum. Bir pazartesi sabahı uyandım, kahvaltı masasına geldiğimde annem elinde kumanda, tvyi açmış, bak neler olmuş biz hiç fark etmemişiz dedi. Temelde uyuyordum, kulağımda tvden gelen seslerle. Depremin şiddeti çalındı kulağıma, sanırım şoka o noktada girdim. Hazırlanıp, evden çıktım, servise bindim. Herkes normaldi, her şey normalmiş gibi davranıyorlardı, muhabbet ediyorlardı, gülüyorlardı. Kafam suyun içinde gibiydi. O saatte daha kimse haberleri duyamamıştı ki. İş yerine geldim, haberleri açtık. Yine de tam olarak anlayamadık. Regl ağrılarım tutmuştu, bu haftayı izin alayım dedim. Zaten bir dolu iznim vardı. Sabah izin formunu yazdım, izin aldım. Salı'dan itibaren tüm hafta işe gelmeyeceğim diye sevindim. Sonra öğlen oldu. Öğle arasında dışarı çıkmadım, zaten geri kalan günlerde gelmeyeceğim, elde iş bırakmayayım dedim. Öğle arasının bitmesine yakın telefon çaldı. Ankara'nın bir başka yerindeki bir personel aramıştı, tam sorunu anlatıyordu ki masam da ben de sallanmaya başladık. Odanın diğer ucundaki arkadaşıma baktım, o da şaşkındı ve sallanıyordu. Elimde telefon, telefonun karşı ucundaki personel hala derdini anlatıyor. Büyük ihtimalle çünkü Ankara'nın o bölgesi sallanmıyordu. Abi deprem oluyor kapatıyorum ben diyorum hala konuşuyordu. İki katlı bir devlet kurumu binasının giriş katında, Ankara'da, dakikalarca çılgınca sallandık. Onu panik halindeki eşi aradı, dışarı fırladı. Ben sallanmanın bitmesini bekledim. Annem evde panik yapmıştır diye onu aramaya çalıştım. Annemler evde hiç sallanmamıştı mesela. Annem deprem oldu deyince şaşırdı. Telefonu kapatıp, binanın önüne baktım. O zaman insanlar dışarı çıkmaya başlamıştı yeni. İçeri girip, masamda oturdum. Ne yapacağımı bilemedim. Dışarısı buz gibi. Diğer iş arkadaşım geldi odaya, onunla oturmaya başladık. Maillere falan baktık. Hala durumun vahametinden haberimiz yoktu. Yarım saat geçti. Çöp kovasını boşaltmak için gelen abi siz hala ne oturuyorsunuz dedi. İki buçukta servisler kalkacak, herkes dışarı çıktı dedi. Sabah yataktan kalktığımdan beri boş boş bakıyordum, ona da boş boş baktım, algılayamadım. Sonra bir baktık, cidden herkes çıkmış gidiyor. Servis alanında servisçiyi aradım, onu bekledik, geldi. Pazartesi öğleden sonra eve geldim. Bunca yıl sonra ilk defa, deprem olduğu için devlet kurumlarındaki personeli eve gönderdiler. Haftanın geri kalanında izinli olduğum için evdeydim. Annemler otobüs bileti almıştı, cumartesi köye geri döneceklerdi. Cumartesi sabahı onları otobüse bindirdim, evlerine döndüler. Cumartesi T'nin doğumgünüydü, o da depremden beri nöbete kalıyor, geceli gündüzlü. Tüm gece çalıştıktan sonra cumartesi sabahı 10'da eve gelmişti. Akşamüstü çıktık, evin ilerisinde bir pastaneye oturup, çay içtik. Doğumgünü kutlaması bu ortamda böyleydi. Hafta boyunca mal gibi baktım etrafa. Boş gözlerle. Kafam suyun içinde. Hiçbir tepkim yoktu. Pazartesi sabahı yataktan kalktığımdan beri böyleyim. Bir hafta oldu. Zombi gibi dolaşıyorum. Tepkisiz. İçeridense kendi kendimi bir arada tutmaya çalışıyorum. Delirme. Çıldırma. Aklını kaybetme.

1 Şubat 2023 Çarşamba

Ocak - Keeper of the Gate

 

Mermerden tanrı Janus büstü, Vatikan'daki Museo Chiaramonti'den.

Ocak ayını hakikaten hiç sevmiyorum. Son birkaç yılda daha da sinir bozucu oldu zaten. Ailemin büyük çoğunluğunun doğum gününü kutlamam gereken bir aya dönüştüğünden olabilir bu. Kutlama yapmanın nesi kötü diyebilirsiniz ama olay, sevdiğiniz insanların doğmuş olmasını kutlamaktan çıktığı için kötü zaten. Her sene Ocak ayında bir dolu hediye almak zorunda kalmak, aldıklarının hiçbir şekilde beğenilmemesi, karşındaki hiçbir şekilde memnun edememek, memnun etmek zorunda hissettirilmek, istemediğin halde bir dolu değişik insanla sosyalleşmek zorunda bırakılmak...diye uzayıp gidiyor. Ben sırf istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalmamak, istemediğim şeyleri hissetmek zorunda kalmamak için 30 yıllık geçmişimi silip, tanıdığım herkesi bırakmışım, bunlar gelip beni nelerle uğraştırıyor. Aileye psikolojik olarak uzaklaştırma emri çıkaramıyor muyuz?

Sırf bunlar yüzünden kendi doğum günümden de nefret eder hale geldim. İstemiyorum ya. Ocak'ta doğmuş olmak istemiyorum. Kendime yeni doğum günü ilan edemez miyim? Mayıs'ta doğdum ben. Öyle kabul ediyorum. O zaman kutlayacağım. Neyse, Ocak nasıl geçti, onu gözden geçirecektim.

3 kitap bitirdim sayabilirim sanırım. Aslında Jane Austen'ın Sanditon'ını okuyordum yeni yıl başlarken. O yüzden onu yılın ilk kitabı sayabilirim tamam. Her sene Peter Pan'i yeniden okumaya karar verdim, o yüzden bu seneye onunla başladım gibi diyebilirim. Bu okuyuşumda çok daha farklı şeyler gördüm, daha önce fark etmediğim şeyler fark ettim. Buna sevindim çünkü nihayet değişiyorum, gelişiyorum demek bu. Ayrıca artık eskisi kadar kötü hissettirmedi hikaye. Peter Pan'in hikayesi bana şu yaşıma kadar hep alabildiğine üzücü, depresyona sokucu bir hikaye gibi gelirdi. Özellikle sonunu okuyamazdım, içim daralırdı, boğulur gibi olurdum hüzünden. Peter'a da sinir olurdum maceralar boyunca, gıcık şey diye diye. Bu sefer öyle olmadı. Hem Peter'la eğlendim, hem de kitabın sonunu okuyabildim. Yine sevmiyorum sonları, orası ayrı. Bundan herhalde başladığım hiçbir şeyi bitirememem, hiçbir şeye doğru düzgün bir veda edememem.

Ardından geçen Kasım'da aldığım Özlem Genç'in Ortaçağ Avrupa Tarihi kitabını okudum. Türkiye'de Ortaçağ üzerine böyle kitapları bulamıyordum daha önce. Çünkü burada genelde Selçuklular veya tamamen İslam tarihi konusunda çalışıyorlar gibi görünüyor üniversitelerde (önyargı da olabilir benimkisi cahillik de, ama şimdiye kadar gördüğüm buydu). O yüzden sevinçliydim kitaba denk geldiğimde. Üstüne bir de içinde en sevdiğim konular olunca (takvimler, kelimelerin kökenleri, pek çok şeyin nereden çıktığının hikayesi gibi) keyifle ve mutlulukla okudum.

Hiç film izlemedim Ocak'ta. The Crown'ın 5.sezonunun 5 bölümünü izleyebildim. Bu sezonu zorla izliyorum. En heyecanlı olacağını düşündüğüm sezonun kendini izlettiremiyor olması da ayrı ilginç Baygınlıklar geçiriyorum bölümlerin sonunu getireceğim diye. O yüzden devamını izler miyim, temizlik yaparken yemek yaparken falan mı izlerim bilemiyorum. Yeni başlayan dizilerin en azından ilk bölümlerine bakıp, izlenir mi diye karar verdiğim oldu. Ama onlarda da geride kaldım. The Last of Us'a başladım hevesle, ikinci bölümde benlik olmadığına karar verip bıraktım. Midem bulanıyor çok çabuk. That '90s Show'a baktım, onların yerine ben utandım. Geçen senenin sonunda That '70s Show'a başlamıştım en baştan zaten, onu izliyorum arada keyifle. Lisedeyken aralama aralama, bir oradan bir buradan şeklinde izlemiştim. Şöyle en başından güzelce bir izleyeyim dedim. Teen Wolf'un filmini bekliyordum heyecanla, henüz ona da vakit olmadı. Onun yerine yeni başlayan Wolf Pack'e baktım ki aslında 12 yaşında olsam izlenirmiş. Bu yaşımda gitmiyor. Onu izlerken düşündüm de Teen Wolf'u da şimdiki aklımla ve beğeni duygumla yeni görsem ona da aynı tepkiyi verebilirdim ama tamamen başka bir zamanda başka bir kişilikle izlediğim için şu an kalbimdeki yeri çok başka. Yapacak bir şey yok. Lying Life of Adults'a bakayım dedim, daha ilk bölümde kayboldum. Mayfair Witches'a baktım, ilk bölümün sonlarına doğru onun için de kurtadamlı dizi için hissettiğim şeyleri hissettim. Hatta daha da kötüydü, izlenmiyordu.

Güney Kore dizilerinin yeni başlayanlarından 두뇌공조 - Brain Cooperation'a baktım bir bölüm, oldukça komik ve eğlenceli görünmesine rağmen bıraktım. 남이 될 수 있을까? - Strangers Again'e baktım yine bir bölüm. O da bence çok iyi olmuş ama uygun bir zaman değildi bu hikayeyi izlemek için. 대행사 - Agency dizisine başladım ve heyecanlı bir hikaye gibi göründü, iki bölüm izleyebildim şimdilik. Vakit buldukça devam etmek istiyorum. 일타 스캔들 - Crash Course In Romance dizisi ise herhalde bu seneye keyifle başlamamı sağlayan hikaye oldu. İki başrol de daha önce hiç izlemediğim isimler olduğu için hiçbir beklentim yoktu diziden, oo kesin izlemeliyim ya da ooo çok güzel olacak diyerek açmamıştım. Hatta kesin bir 10 dakika sonra kapatırım diyordum ki 5 bölüm izledim ve bu günlerdeki mutluluk kaynağım oldu.

Bu arada açıköğretimin final sınavları vardı. Aldığım 6 dersin 3'ünden geçebildim sadece. 2 sınava girmedim zaten. O kadar umutsuzdu Osmanlıca ve Tarih Metodu. Girdiklerimden de Orta Asya Türk Tarihi'nden kaldım. Orta Asya tarihi ben ilköğretim ve lisedeyken tarih dersinde en fazla bir iki sayfa olarak kendine yer bulurdu. Pek çok ismi, olayı, tarihi bu derste ilk defa gördüm ki aslında çok normal, Tarih bölümü okumak istememin sebebi buydu zaten. Bilmediklerimi öğrenmek. Ama sabahtan akşama kadar işe git, sonra akşamları baygın yatarken bir dönemde 6 derste birden ilk defa gördüğün şeyleri öğrenmeye çalış derken yaşlı ve yorgun beynim kendini pencereden dışarı fırlatmış olabilir. İlk defa görmediğim şeyler de vardı tabi, abartmış olmayayım. Hellen ve Roma Tarihi dersinde bildiğim şeyleri hatırlamaya çalıştım çoğunlukla mesela. Eski Anadolu Tarihi'ndeki konuları hemen hemen tamamen yüksek lisans derslerinde görmüştüm. Bunlar arasında İslam Tarihi ve Medeniyeti'nden geçmiş olduğum için acayip seviniyorum. İslam tarihindeki şeylerin yüzde doksanını da ilk defa görüyordum çünkü.

6 Ocak'ta ilk kar yağdı sayılır. Kuru kuru az biraz atıp, kayboldu. Bir de dün yağdı işte. Bu iki kar arası çoğunlukla sonbahar gibiydi.

Doktorumu bulup, gittim sonunda bir de. Eylül'den beri regl olmuyordum. Korka korka, ulan gene kesin bende bir şeyler bozuldu diye düşünerek gittim. Ama bir şey yokmuş. Yani ben de şaşkınım. 3 aydır regl olmuyordum ama doktorum sorun yok dedi. Önce Tarlusal isminde bir ilaç verdi, 5 gün sabah akşam içtim. 5 günden sonra 10 gün içinde regl olacaksın dedi doktor, oldum. Sonra testlerimi yaptı, yine doğum kontrol ilaçlarından birini verdi normal bir döngüde regl olabilmem için. Bundan sonra bu ilaçla devam edeceğim gibi görünüyor.

Nisan'daki Seul seyahatim için gezi planlamasına başladım. Kafam çorba oldu. Bir yandan aşırı mutlulukla bakıyorum haritaya, bir yandan çoook fazla düşünmek gereken şey var olduğu için umutsuzlukla geri bırakıyorum plan yapmayı. İki gün boyunca devamlı aklımda planlama vardı mesela, zombi gibi gezdim. Başka hiçbir şey düşünemez olduğumu görünce dur dedim kendime. Nisan'da geçireceğim 10 gün için şu an yaşadığım hayatı yaşamıyor gibiydim. Abartma huyum çok fena.


“The truth was I knew, after all those flat January days, that I deserved better. I deserved I love yous and kiwi fruits and warriors coming to my door, besotted with love. I deserved pictures of my face in a thousand expressions, and the warmth of a baby's kick beneath my hand. I deserved to grow, and to change, to become all the girls I could be over the course of my life, each one better than the last.”

19 Ocak 2023 Perşembe

36

Resmi nereden almışım bilmiyorum,
köşesinde minicik "Meggan" yazıyor.
Çok teşekkürlerimi iletip Meggan'a,
umarım burada böyle kullanmamın sakıncası yoktur diyorum:)

36. Artık yaşım bu. Kendi kendime tekrar ediyorum. Alışabilmek için. Bundan sonra yaşım sorulduğunda söyleyeceğim sayı bu: 36. 32'den sonrasını hiç hayal etmemiştim ama işte buradayız. 36'da. İyi ki doğdum diyemiyorum (henüz, henüz o aşamaya gelemedim ama olacak) ancak kendimi tebrik ediyorum yine de. İçeride tam giderken doğabilmeyi ve bu yaşa kadar gelebilmeyi başardığım için.

Geriye dönüp bakınca ne saçma sapan, ne tuhaf bir yolculuktu diyebiliyorum artık. Ailem o soğuk kış günü ismime karar verirken hiç bunu düşünmemişlerdi eminim ama bir "yolculuğun" ismini bana vermiş olmaları sanırım hayatımın da nasıl olacağını şekillendirmiş. Bir gece yolculuğu olması gibi onun, benimki de çoğunlukla gecenin karanlığında, yıldızların aydınlattığı, Ay'ı pusulam olarak kullandığım bir hayat oluyor. Tıpkı o adımı veren yolculuğun, fiziken gidilemeyecek bir yolda, teoride oldukça yukarılara gerçekleştirilmesi gibi, benimkisinin de - ben henüz fark edemesem de - çok yukarıya, inanılamayacak büyülü bir mesafeye olmasını umuyorum. 

Anlayabileceğiniz gibi bu sene o kör kuyulardaki depresyonumla girmedim yeni yaşıma. Bu da şaşırtıyor beni. Mutsuz olduğum uzun yıllar boyunca (tüm hayatım boyunca :p ) bana söylenen hep aynıydı: Kabullen, haline şükret, gerçekçi ol. Sinirden köpürürdüm. Kabullenmeyeceğim işte diye. Neyi kabullenecekmişim? Azcık böyle bir an bile kabullenecek gibi olduğumu fark ettiğimde kendimi sarsıp, kendime getirirdim. Sırf kabullen dedikleri için kabullenmeyeceğim hiçbir zaman diye. Son zamanlarda böyle bu tuhaf, belki daha normal(?!) halimin farkına vardığımda önce bir panikledim, laaan kabullendim mi yoksa diye. Hep dedikleri o, yaşın ilerledikçe kabullenirsin durumuna mı girdim yoksa diye ellerim titremeye başladı. Ama değilmiş neyseki :) Hala ben, benim. Bir şeyleri ya da onların dedikleri şekilde bir şeyleri kabul etmiş değilim. Hala onlarla aynı toprağa basmıyorum, üstümde peri tozu, yıldızları takip ederek bulutların arasında uçuyorum. 

Sadece bir yolunu buldum. Kabullenme değil ama tüm bu karmaşamın arasında her iki tarafla - onların gerçek hayat dediği ile benim kafamın içindeki hayat - arasında yaşayabiliyor olmanın bir yolunu buldum. Bilerek değil. Onca yıl pestilim çıktıktan sonra, o kadar savaştıktan, yaralar alıp yataklara düştükten, uçurumlardan düştükten, kırılmadık kemiğim kalmadıktan, kafamın tepesinden ayak ucuma kadar yıkılıp yeniden inşa ettikten sonra nihayet, öyle kendi kendine, şu son birkaç zamanda, içimde öylesine beliriverdi.

Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak.

30'larımın ilk yarısı, tam bir savaş meydanıydı. Sanırım artık masaya geldik.

2 Ocak 2023 Pazartesi

Mona Lisa'yı Anlatmak

Leonarda da Vinci ve sanatı, hayatı hakkında Mona Lisa'dan yola çıkarak aşırı iyi bir anlatım olmuş bu. Keyifle izledim. Keşke Louvre'daki o nefes alınmayan kalabalığın içinde 10 km öteden, önünden geçmeden önce izleyebilmiş olsaydım. Müzede insan kalabalığının arasından görmeye çalışırken hiç de büyütülecek bir şey gibi görünmüyor insana çünkü. Öyle uzakta, minicik bir çerçeve.

29 Aralık 2022 Perşembe

2022'nin Çetele Tablosu

 Saçma sapan bir yılın daha sonuna geldik çocuklar. Başında uzmanlık tezi ile uğraştım, sonrasında uzmanlık sınavı ile kabus dolu günler geçirdim. Göbeğimle, hazımsızlıkla, midemle uğraştım durdum. Covid ile tanıştım, hem de onca yıl başarıyla kaçındıktan sonra. Akrabalar çok zararlı çocuklar. Neredeyse iki ayın birini sınava çalışarak, diğerini de hastalıkla boğuşarak evde geçirdim. Sonrasında da aylarca hastalıklardan hastanelerden kendimi kurtaramadım.

Ne kadar saçma olursa olsun yine de sonuna gelmişken, biraz daha, az biraz daha bir şeyleri halletmişim, bir şeyleri yoluna koyabilmişim gibi hissediyorum. Bu iyi. Artık biraz da olsa insanlara bağırabiliyorum. Sinirlendiğimi belli edebilmeye başladım az buçuk. Hala salakça şeyler yapmaya devam ediyorum tabiki, onda iyileşme yok. Karşı çıkmam gereken bazı şeylere, arada bir karşı çıkabiliyorum. Artık herkese kendimi sevdirmeye, iyi davranmaya, sevimli olmaya çalışmayabiliyorum. Baya zamandır ağlamamı durdurabiliyorum kendi kendime. Hala olmam gerektiğini düşündüğüm yerde değilim, yaşamam gerektiğini düşündüğüm hayatı yaşamıyorum ama yaşadığımın içindeki ufak anlardaki mutlulukları görebiliyorum.

Seneye başlarken azimliydim halbuki. Ocak'ta gayet planımı yapıp, doğumgünümü İzmir'de geçirmiştim. Güya o geziyi dönünce yazacaktım hemen bloga. Nerdeee? Bloga Şubat ayının ikisinde bir yazı ile başlamaya niyetlenmiştim sonra. Taslak olarak duruyor hala öylece. Çin yılının başlangıcıydı Şubat'ın biri. Kaplan yılına başlarken gaza gelmiştim çünkü ben de bir Kaplan burcuyum Çin astrolojisine göre. Ama bitememişti o yazı. Bir dolu bir şeyler anlatacaktım, bitirememiştim. "Bu yıl 이민년 yılı olarak isimlendiriliyor. Kara Kaplan'ın Yılı. Kaplan güçle, bilgelikle, bağımsızlıkla ve meydan okumayla ilişkilendiriliyor. Kötü ruhları savuşturan kutsal bir hayvan kaplan. Kaplan yılı, önemli izler bırakacak büyük değişikliklerin olduğu ve beklenilenden çok daha fazlasına kavuşulduğu bir yıl olarak geçer. Benim gibi Kaplan Yılı'nda doğanlar için ise zorlayıcı bir yıl olacağı anlamına geliyor çünkü geleneğe göre doğduğun yılın havyanı yine geldiğinde o yıl çok zorlanıyoruz. En son Kaplan Yılı olan 2010'da mezun olmaya, sonunda istediğim bölümü okuyabilmeye ve iş bulmaya çalışıyordum. Ondan önceki yıl olan 1998'de ortaokul birdeydim ve yeni bir sınıfta, hayattaki yerimi bulmaya çalışıyordum. Ayrıca 60 yıllık element döngüsüne göre de Su Kaplanı Yılı. Yani sezgilerimize güvenmemiz gereken bir yıl var önümüzde. Bu işi bırak git kafe aç diyorsa sezgileriniz yani, dinlemeniz gerekiyor olabilir (Bir Ateş Kaplanı olarak bana nasıl bir etkisi olur onu henüz bilemedim ama kısmet)." diye yazmışım. Şimdi bakınca aslında bitiriş cümlesi bile yazdığım bir gönderi olmuş, neden yayınlaya basmamışım bu haliyle bile bilemedim. Şimdi bassam olur bence :)

Şubat'ı nasıl geçirdiğim, Mart'ın 8'inde yeni bir yazı yazarken belli oluyor: Berbat. Psikologla zerre işe yaramayan görüşmelerimden ve K-pop dansı kursuna gidip, moralimi daha da bozmamdan bahsetmişim. Mart'ın 11'inde Ghost Doctor'u anlatmışım. Hemen ertesi gün, bir son yaptıklarım türünde bir şeyler yazmışım, okuduklarımdan izlediklerimden bahsetmişim. Berbat Şubat'ın ardından üstüme birden bire sebepsizce gelen bir her şeyi yaparım hissinin çöktüğü birkaç günden biriymiş. Mart'ı 30'unda, zamanın azlığından yakınarak bitirmişim.

Nisan'da bir müzikal - Gangster - , iki de dizi - Rookie Cops ve A Business Proposal - yazarak yol etmişim. Gangster gerçekten iyi ki izlemişim dediğim bir müzikaldi, şu an bunca ay sonra aklıma getirdiğimde ne kadar keyif aldığımı hatırlıyorum sadece.

Mayıs'a 6'sında köyden döndüğümü haber vererek başlamışım. Geçen sene kışın gelmesi çok uzun sürdükten sonra, gitmesi de bir o kadar uzun sürmüştü. Korkarım bu sene de öyle olacak. Mayıs'ın başında hala hava berbattı mesela. Azimle youtube kanalıma video yapmaya çalışıyormuşum gibi görünüyor ama o konuda bir yeniden düzenleme yapacağım youtube'da, başka planlarım var. 8'inde Uncharted filmini yazmışım, ahh çok eğlenceliydi o film. Abimle izlemiştim. Ne güzel günlerdi. 9'unda Mayıs planlarımı yazmışım, Açıköğretim finalleri ve uzmanlık sınavı varmış aman yarabbi! 27'sinde o sınav olduktan sonra her şey sarpa sarmıştı zaten de neyse. Mayıs'ın 12'sinde Doctor Strange in The Multiverse of Madness filmini yazmak üzere lafa başlamışım ama o da yarım bir şekilde taslaklarda duruyor. Mayıs'a gerçekten büyük umutla başlamıştım. Çünkü sonunda o sınavı geçtikten sonrası için çok acayip büyük planlar yapmıştım. Hayatımı süper hale getirecektim, o kadar yükselmiştim ki Haziran'da sınav sonucu açıklandığındaki çakılmam bu yüzden çok pis oldu.

Haziran'ın 20'sinde nihayet kendimi toplayıp, yazmışım. Toplamak demeyelim de ağlamak için buraya gelebilmişim. Haziran boyu evdeydim. Bir dolu kanuna çalıştım. Her sabah kalkıp, masanın başına geçip kanun çalışıyordum. Öğleden sonra yemek yapıp, yiyip, akşamüstleri belki biraz yürümeye dışarı çıkıyordum. Psikolojimin çok kötü olmasının dışında aslında güzel bir yaşama biçimiymiş :) 27'sinde biraz iyi olmuşum gibi görünüyor, izlediğim şeylerden bahsedebilmişim. Şimdi ikinci sezonunu izlemeye başladığımız Alchemy of Souls'un ilk sezonu yayınlanıyormuş vay be. 29'unda bir söz paylaştıktan sonra Haziran'ı kocaman bir evde ders çalışıp işe gitmediğim saçmalık olarak yol etmiştim.

Sinir bozucu sınavı atlatıp, zar zor geçtikten sonra soluğu anne evinde almıştım. Temmuz'da bayram tatili için köye gitmiştim. 13'ünde hevesli bir şekilde yazdıktan sonra tepetaklak olmuştum zaten. Covid oldum, annemler de oldu, köydeki çok zor hasta günlerin ardından kendimi, kendi evime atabildikten sonra 24'ünde durumu anlatabilmişim. Haziran'ın ardından bu sefer de Temmuz'u evde, hasta yatarak geçirdim. Allahım hala hatırlayıp, çok kötü oluyorum. Boğazımın acısı aklıma geldikçe gene ağlayasım geliyor. Aynı gün şu Persuasion filmi saçmalığını da yazmışım, ıyy. Temmuz'un son günlerinde nihayet dışarı çıkabilmişim, evden haftalar sonra çıkabildiğimin ertesi günü, 31 Temmuz'da yazmışım. Tam o sıralar blogun adını taşıyan instagram sayfasını da açmıştım (@neverlandhikayeleri).

Ağustos'ta da 3 yazı var. Her ay 3 gönderi yapmayınca rahat etmiyormuşum gibi olmuş. 7'inde The Lost City filmini anlatmışım, eğlenceliydi. 13'ünde bu sefer yaz okulu sınavlarını geçirip, gelmişim. Evet bu sene, nihayet ikinci bir diploma almış oldum. İki senelik, açıköğretim ama en azından mühendislik laneti dışında bir şey! 28'inde yazdığımda halim aşırı da kötü değilmiş, umutlu görünüyorum o satırlara bakınca şimdi.

Bu iyi halle Eylül' başlamışım. Tam 8 gönderi var, vaay bana. Eskisi gibi bir ay başlangıcı yazısı yazmışım, aferin bana. Eylül tamamen izlediklerimi anlatmakla geçmiş gibi görünüyor. 4'ünde Downton Abbey:New Era filmini yazmışım. 6'sında hayattaki tesadüflerden (?!) bahsetmişim. 17'sinde ise nihayet, Mayıs'ta izlediğim Alchemy of Souls'un ilk sezonunu yazabilmişim. 25'inde Partner Track'i anlatmışım ki ruh sağlığım için izlediğim bu guilty pleasurelardan biri o. 27'sinde maceralı dostumuz Caravaggio'dan bahsedip, Eylül ayını iki diziyle bitirmişim. Shooting Stars ve Law School'u 30'una sığdırabilmişim. Aferin kız sana :) 

Yalnız Ekim'i hatırlayınca şimdi gene sinirim bozuldu. Eylül'de o kadar yükselmiş, o kadar motive olmuştum ki Ekim'in ilk günlerine terminatör gibi girmiştim. Her sabah erkenden kalkıp spor yapıyordum, yediklerime dikkat ediyordum. Sağlığım yerindeydi. 5 gönderi var Ekim'de, çoğunluğunda kötüye giden sağlığımı ve halimi anlatmışım. Ekim'in içine edilmişti ziyadesiyle. Ekim'deki o kırılmadan sonra zaten Kasım'ı da yemişiz, tek bir gönderi var, yazı bile değil.

Aralık'ta ise nihayet bir şekilde kendimi toparlayabildim sayılır. Son yıllarda yarım bıraktığım dizileri bitirmeye çalıştım, başlayıp ortalarında bıraktığım kitapları okumaya çalıştım. Tarih bölümüne başlamıştım ya açıköğretimde, onun ara sınavları vardı. Ama kafam fena değil gibi. Önemli olan bu. Dönüp bakınca ne kadar salak saçma bir yıl olursa olsun, kendime bir dolu şey öğrettiğimi görüyorum. İnişi çıkışı bol bir yıldı bir de. O kadar dibe vurup, geri çıktım ki bir topun üstünde oturmuşum da zıplayarak yol alıyormuşum gibi. Ne kadar yol aldığım meçhul gerçi.

Önceki senelerin nasıl bitirdiğime göz gezdiriyorum da şöyle bir, 2011'de Neverland'e ilk başladığım yıl mesela hevesim belli oluyor. Dan Brown'ın Kayıp Sembol'ünü yazmışım. 2012 biterken, şimdi hayal gibi gelen o Amerika yolculuğuna gitmeden önceki son sözlerimi söylemişim:

Bir anlamda bir yeni yıl yazısı da olduğundan bu, değişmiş olacağımın yanında istediğim değişiklikleri de ne bileyim bu klasikleşmiş yeni yıl beklentilerini de söylemem yerinde olur sanıyorum. Önümüzdeki yılı ben keşif yılı olarak geçirmek istiyorum. Bundan önceki 25 yılı hep koşturma-başarılı olmaya çalışma-kafamı suyun üzerinde tutabilme yılı olarak yaşadım. Bu seferkinde keşfetmek istiyorum, kim olduğumu, sınırlarımı, hedeflerimi, hayallerimi, hayatımı, içimde ne varsa, dışımdan ne geliyorsa hepsini. Şimdiye kadar hep böyleyim, şöyleyim, ona göre davranmam gerek, ben buyum ben şuyum, öyle olmam gerek diye yaşadım. Böyle devam edemem. Aslında ne olduğumu görmem, bulmam gerek. Belki de hep o sandığım kişi değilim, sanıp da olmak için kendimi yırttığım kişi değilim. Ya da belki oyum ama yanlış tarafından bakıyorum. Farkına varmam gerek, emin olmam gerek. Zannettiğim, öyle olmasını umduğum, öyle olmasını istediğim şeyleri olmaya çalışmaktan kurtulmam gerek. Sevdiğim şeyleri neden sevdiğimi bulmam, hatırlamam gerek. Hırslarımdan, hasetliklerimden, kötülüklerimden, saflıklarımdan, zaaflarımdan kurtulmam gerek. Bunlardan kurtulabilirsem ancak, tam bir bütün olacağım çünkü. Eğer kurtulabilir de, kim olduğumu, ne olduğumu bulabilirsem işte o zaman gerisi için, hayat için, gerçekten yaşamak için hazır olacağım. Ben tam olmadıkça, tüm parçalarımı bir araya toplayıp fazlalıklardan kurtulmadıkça başka bir insana da hazır olamayacağım çünkü.
Geri geldiğimde, 26 olacağım.

Bu satırları yazan ben miyim, hem de 25 yaşındaki ben miyim diye bir baktım uzun süre. O zaman bunları mı düşünüyormuşum? İlginç. Neyse. 2013'ün sonunda yazdığım en son yazı ise şimdi okumaya bile dayanamadığım bir halde, şurada. O veda yazısının ardından senenin ortasına kadar geri gelmemiştim sanırım. 2014'ün Aralık'ında en son "Umarım çok güzel olur. Umarım." yazmışım. İstifa dilekçemi vermiştim çünkü, ahh ne umutlar ne umutlar.2015'i bitirirken ise "Sonraki aylarda tam olarak ne yaptığımı hatırlayamıyorum, ne çok mutlu ne çok mutsuz bir değişik araftı belki de benim için. Hala öyle gerçi. Hayatımda bundan sonra neyin, ne zaman, nasıl olacağını bilmiyorum. Tamamen ortadayım. Eylülden beri halimi biliyorsunuz zaten. Böyle yeni gelen bir yıl için içimden geçenler sadece artık cevapları bulabileceğim bir yıl olması, artık -sancısız- büyüyebildiğim bir yıl olması, bu dünyada - artık hangisiyse bu- yerimi bulduğum, gerçekten mutlu olduğum yere yerleşebildiğim bir yıl olması." demişim. Vallahi senelere baktıkça sinirim bozuldu. Her yıl aynı şeyler. Hay allahım ya. 
2016'nın son yazısını ise bir kitaptan almışım, "Hayat bazen, dün gece bıraktığın yerden başlamaz.
Yanında güçlü olmak zorunda olmadığımız insanlara ihtiyacımız vardı, o kadar.
Gidenler rahat uyur. Arkasını dönüp gidenler, yön değiştirenler, gözünü kapayabilenler... Seninse daha fazla zamana ihtiyacın vardır... Daha fazla ayık kalıp meseleyi kavraman, kendine anlatman, sonunda da kabul etmen gerekir. Olanı çabuk unutup yine aynı hatayı yapma ihtimalin hep vardır. Tek silahın tekrarlardır. Günün ortasında midenin ortasına ağrısı saplandığında bir yerlere kapanıp tekrarlaman gerekir, yolun ortasında kafanı duvara dayayıp bağıra bağıra tekrarlaman gerekir. Aynı yolları tekrar tekrar kat edip, biraz sonra yeniden unutana kadar, aynı sonuca ulaşman gerekir. Bu yüzden kaybedenler, kimsenin sifonunu çekmediği benzinlik tuvaletlerini, anlatacak çok şeyi olan arkadaşları, en çok da geceleri kullanırlar...
Bu yüzden herkesin bir yöntemi vardır. Herkesin farklı bir tekrarı... Ama yöntemine sadıktır herkes. O da yeniden doğmak için yapıyordu bunu. Tekrar ve tekrar ölüyordu. İşte bu yüzden sen de O’na benziyorsun.
Bu hikâye, olmasa da olurların, olsa da fark etmezlerin hikâyesi... Bu hikâye önemsiz şeyler yaşayanların, anlatacak bir şeyi olmayanların hikâyesi. Muhabbetlere katılamayacak kadar sıradan şeyler yaşayanların hikâyesi. Benim hikâyem. Senin hikâyen. Ki zaten, her şeyi biliyorsun..." Şaka gibi. Bunlar nasıl manyak satırlar böyle. Okuyunca şimdi yeniden, beynimden vurulmuşum gibi oldu. Unutmuşum oysa.
2017'nin son günü, tüm seneyi işsiz ve evde kendimle, Güney Kore dizileriyle geçirdikten sonra, Goblin'den bir sahneyle veda etmişim. 2018'i bitirişim biraz şimdiki gibi olmuş, tüm seneye dönüp bir liste çıkarmışım ne kadar okudum izledim diye. O senenin başında bu şimdiki işime başlamıştım, cebime yeniden para girmeye başladığı ve evden çıkabildiğim için iyi sayılırdım. 2019 sanırım benim için bir şeylerin değişmeye başladığı, kişilik ve ruh olarak bir şeylerin değişmeye başladığı, sancılarla dolu bir yıldı. Bunun üzerine daha sonra, daha ayrıntılı bir şekilde konuşmak istiyorum ama şimdilik baktığımda 2019'un son günlerinde izlediklerimi anlatıp, gittiğimi görüyorum. 2020'yi de Wonder Woman 1984 felaketini anlatarak bitirmişim. 2021 biterken de "Her şey düzelecek." demiştim.
Şöyle yapalım mı o halde? Bu yazıyı böyle burasına kadar okumaya üşenmeden hala buradaysanız, şöyle bir şey diyeceğim. Bloggerda artık profillerimize baktığımızda kendi yazdığımız blogu göremiyoruz ya hani. Yanlış oldu bu cümle bir dakika baştan alıyorum. Beni takip eden biriyseniz ve blog yazıyorsanız, eskiden, çook eskiden, profilinize girdiğimde o blogu görebiliyordum. Uzunca süredir göremiyorum. Bu yüzden şimdi eğer Neverland'i takip ediyorsanız ve sizin de düzenli yazdığınız bir blogunuz varsa, yorumda aşağıda, yazabilir misiniz adresini? Takip etmiyorsanız da sorun yok, yine yazın. Bu da böyle bir yıl olsun :)



4 Aralık 2022 Pazar

약속하다

Çok çok güzel.
Ama nereden kaydettiğimi hatırlamıyorum.
Kimin olduğunu da bilmediğimden...
Sadece teşekkür ederim.

 Neredeydim? Nerede kalmıştım? Off vallahi buranın hayatımı belgelediğim yer olması gerekiyordu ama yetişemiyorum ki. Belgelemem gerekiyor çünkü böylece yaşanmamış olmayacaktı, yaşamamış olmayacaktım. Hafızamızı yitirebiliyoruz, anılarımızı kaybedebiliyoruz ama ürettiklerimiz, eninde sonunda yaşadığımız anlamına geliyor. Blogger veritabanının da silinmeyeceğine güveniyorum şimdilik, değil mi sevgili Google?

En son canhıraş Kasım'ın ilk gününde bir şey atabilmiştim. 29 Ekim'de yazdığımda güya defterime plan çıkarmıştım, yıl bitene kadar her gün bir yazı yazacaktım. Böylece anlatmak için biriktirdiklerimi bitirebilir, temiz bir sayfa ile yeni yıla başlayabilirdim. Geldiğimiz nokta ise bu. Bir ay geçmiş, ben ancak kafamı çıkarabiliyorum.

Annemler kışı geçirmek için benim yanıma geldi. Aslında bu güzel bir şey. Ama kendime vakit ayırmak ya da kendi işlerime bakmak için pek de güzel değil. Şimdi dışarı çıktılar da o yüzden yazabiliyorum. Tıpkı ortaokuldayken geceleri herkes yattıktan sonra, el fenerini alıp, yorganın altına girip, günlüğüme yazdığım zamanlardaki gibi. Gülüyorum ama komik değil. Tüm hayatım saklanarak geçmiş. Kendimi saklayarak. Gerçekte ne yaptığımı, ne düşündüğümü, nasıl hissettiğimi, nasıl biri olduğumu saklayarak. Bu yılla birlikte 35.yaşım da bitiyor ama ben hala çeşitli şekillerde kendimi gizlemeye devam ediyorum. Bir gün kendimi olduğum gibi, düşündüğüm gibi, hissettiğim gibi herkese - aileme bile - göstermekten çekinmeyeceğim bir duruma gelebilmiş olacağım diye umutla yaşıyorum işte.

Bu arada şöyle bir düşündüm de Ekim'in başında gayet iyi başlamıştım hayata ya. Tam her gün böyle evde pilates yapmaya başlamıştım sabahları kalkıp. Erkenden kalkıp, spor yapıyor, işe gidiyordum. Böyle bir iki hafta geçirmiştim, sağlıklıydım da, kafam da ferahtı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Abim bir gece arayıp, biz hastanedeyiz, sen gelip küçüğe bakar mısın dedi. Hah işte o noktadan itibaren her şey alt üst oldu. Takıntılı mıyım diye ben de kendimi eleştiriyorum ama hakikaten bunun takıntıyla alakası yok. Resmen direkt tarih o. O gece tiyatroya-gösteriye gitmiştim, eve mutlu gelmiştim, yatağa mutlu girmiştim. Sonrasında bu zamana kadar işte aylardır belimi doğrultamadım.Sağlığım bozuldu. Midem mahvoldu. Bağırsaklarım mahvoldu. Ateş basmaları başladı, regl olmuyorum aylardır. Baş ağrılarım başladı, hala boynum ve başım kötü. Doktor doktor gezdim. Ne plan yaptımsa bozuldu. Bence abartmıyorum bunu bu sefer. Tamam kardeşim ve ailesi, seviyorum falan ama onlarda bana kötü gelen bir şeyler var. Bir enerji, bir şey. Anlayamadığım ama beni çok kötü etkileyen bir şeyler var. Allah kahretsin ki uzak olamıyorum. Yani çok iyi olsunlar, keyifleri, mutlulukları, huzurları her şeyleri olsun ama aramızda kilometreler olsun ve böyle ayda bir kere falan telefonda görüşelim. Nolur ya? Ben şöyle dünyanın öbür ucunda, mutlu mesut yaşayayım ya, nolur?

Evrene yüksek öncelikli mesajlarımı ve dualarımı da gönderdiğime göre tamam, Ekim'in sonunda kalmışım anlatmaya oradan devam edeyim. 22 Ekim'di sanırım, Kore Kültür Merkezi'nin kuruluş yıldönümü etkinliğine gitmiştim. 23'ünde evde güzelce ders çalışıyormuşum (Açıköğretimde Tarih okuyorum ya onun için). O hafta işe gittim, bu tamam. Güneş tutulmasının olduğu haftaydı, heyecanlıydım, mutluydum. Böyle şeyler, biliyorsunuz, sevdiğim şeyler. 25'inde iş yerinde bir o yana bir yana koşturup güneş tutulmasını izlemeye çalıştım. Keyifliydi. 26'sında doktor randevularım vardı. Onlardan bahsetmişim "나는 아프다" yazımda. 26'sı çarşamba gününü uzun uzun anlatmışım. 27'si perşembe sabahı kötü olmama rağmen işe gitmiştim. Perşembe öğleden sonra yine kötü olunca - ateş falan - eve gitmiştim.28'i cuma da zaten yarım gündü, hiç gitmemiştim, evde baygın yatıyordum. O akşam yazmışım o yazıyı, buraya kadar anlatmışım detaylıca.

29'unda cumartesi günü, yataktan kalkabildim. İyi hissediyordum. Ohh dedim geçti. Neyse bu saçma sapan şey üzerimdeki, geçti. Evi topladım, kendimi topladım. Ekim'imin içine etti bu kötü enerji ama tamam, Kasım başlıyor, buna iyi başlayıp, iyi geçireceğim. En başta dediğim gibi film yazdım buraya, plan çıkardım. Ertesi gün kalkıp yazacağım yazıyı düşünerek ve yapacaklarımı hayal ederek mutlulukla yattım. Ama gecenin bir yarısı öldüresiye bir baş ağrısıyla uyandım. Normalde benim şöyle baş ağrılarım olur. Tatil sabahıdır, hafta içi kalktığım saatte uyanırım. Ama olmaz derim, madem tatil yat. Yatmaya devam ederim, biraz dalarım, birkaç saat sonra hafif bir ağrıyla uyanırım. Boynum ve ensemin arkası tutulmuş gibi olur. Başımın üstüne doğru hafif bir ağrı yapar. O anda kalkmam gerekir yataktan, yoksa ağrı daha fena yapar. Gün içinde de kaybolur o ağrı. Bazı günler geçmek istemez, gün ortasında bakarım ağrıyor, bir tane ağrı kesici içerim, bir saate geçer. Gene öyle bir ağrıydı o gece de ama bu sefer sabahı beklememişti. Gecenin ortasında uyandıracak kadar kötüydü. Yatakta oturdum, otururken bir derece hafifliyordu. Güneş doğana kadar oturdum yatakta. Kalktım sonra bir şeyler yiyeyim diye ama midem çok feci bulanıyordu. Bir şeyler atıştırdım, gece hap içmiştim gene içtim. Ağrı hafiflemedi. Tüm gün, o pazar günü bir yatakta bir kanepede oturup, bulanan midemle birlikte ağrıyan başımın geçmesini bekledim. Öyle bir ağrıyordu ki hiçbir şey, başka hiçbir şey düşünemiyordum. Ağrı kesici içmeye devam ettim ama geçmedi. Tüm gün oturup, acı çektim. Başımı yastığa koymayı bırakın, bir yere değdirince bile acıyordu ve ağrısı artıyordu. Ama öyle bir durumda insan yatmak istiyor, zaten tüm gece uyumamışım bayılacak gibiyim. Azap gibi bir pazar günü geçirdim, akşama doğru biraz hafifler gibi oldu ya da hayal ettim bilmiyorum, çünkü artık ayakta uyuyordum. Yatakta yastıkları dik tutarak yattım, biraz uyuyabilmiştim ki gece yine ağrıyla fırladım. 30'unu 31'ine bağlayan gece yine kabusa uyandım yani. Sabaha karşı, o ağrıyla arabaya atladım, acile gittim. Yol boş olduğu için şanslıydım, kendimde değildim çünkü. Acilde serum taktılar haliyle. Ama bundan nefret ediyorum. Bunun için işte ölecek gibi olsam bile acile gitmek istemiyorum. Serum takıldığı zaman tüm bedenim böyle içeride böcekler dolaşıyormuş gibi oluyor. Acayip bir huzursuzluk içindeyken o rahatsız yatakta uzanmak zorunda kalıyorum. Hareket etmem gerekiyor, kolumda serum olduğu için edemiyorum.  Üşümeye, titremeye başlıyorum, üstümü örtemiyorum. Serum yemekten nefret ediyorum. Bir de telefonu arabada unutmuşum. Yattığım yerde hem biyolojik olarak hem de psikolojik olarak huzursuzum. Sabah olacak annem arayacak ve bulamayacak diye. 7 buçuk muydu neydi çıktım herhalde hastaneden. Tüm vücudumda böcekler dolanırken. Başımın ağrısı da ufak ufak devam ederken. Doktor çok güçlü bir ağrı kesici yaptık dedi ama. Bir de bırakmıyorlardı beni. Geçmediyse şöyle yapalım, böyle yapalım diye. Gitmem lazım diyorum, telefonumu almam, işe gitmem lazım. Valla pazartesi sabahı işe gittim. 31 Ekim günü. Çok bir şey hatırlamıyorum, başım ağrıyordu ama sanki evin dışında olmak, etrafımdaki insanlar olması, muhabbet ediyor olmam falan iyi gelmiş gibiydi.

Ertesi gün, 1 Kasım'da dedim tamam bu ağrı geçmiyor, doktora gideyim. Nörolojiye. Gitmez olaydım. Doktora anlamaya çalıştım, bakın şöyle haftalar yaşadım, böyleydim. Kendisi biraz ürkütücü ve niyeyse tuhaftı. Benim anlattıklarımı hem dinliyor hem dinlemiyor gibi. Detaylı da muayene etti ama benim anlattıklarımın bir önemi yok gibiydi. Zaten öyle bir hali vardı ki sesimi çıkarmaya korktum. Beynimin bir şeylerini çektirdim o gün. MRG ile BT yazıyor. Sonuçlar çıkınca gösterdim, dedi ki bunlar temiz görünüyor ama bu ağrılar bizi korkutan türden ağrılar. Bu yüzden şunu şunu da çekeceğiz, onlar da temiz çıkarsa omuriliğinden su alacağız, damarların tıkalı olabilir, bunları çektirirken sana eşlik edebilecek birileri var mı onlara haber ver, bak bunlar acil hemen bakmamız lazım. Ne anlatıyor bu diye öylece bakakaldım. Yani bu yaşıma kadar her yerimden şüphe ettiğim, hasta zannettiğim oldu. Ama beynimden - yarım akıllı olmam dışında - şüphe etmemiştim. Nasıl yani diye içimden doktora bakmaya devam ettim. Haydi git yaptır diyerek yolculadı beni, odadan çıktım, tamam peki diyerek dümdüz asansöre bindim, hastaneden çıktım.

Hastaneden Kızılay'a kadar olan yolda yürümeye başladım. Ölüyorum herhalde dedim içimden. Buraya kadarmış. Cey'i aradım, onunla konuştum. Annemi aradım, iyiyim bir şey yokmuş bir şey vermedi dedim. Kızılay'a gittim, gaz yüklemem gerekiyordu, hastaneden çıkınca planım oydu normalde. Ama o durumda gaz niye yükleyeceğim diye düşündüm. Şu an hayatla, yaşamakla ilgili herhangi bir çaba göstermeme gerek var mıydı ki? Su içmeme gerek var mıydı, nefes almam gerek var mıydı? Derbeder bir halde yürüdüm. Gaz yüklerken de ayrı sorun çıktı. O haldeyken ben, makine paramı yuttu. Müşteri hizmetlerini aradım, bir dolu uğraştım. Titreyerek terliyordum, metronun altında doğalgaz yükleme kiosklarının başında uğraştım. Bir çantam düşüyordu, bir montum düşüyordu, bir yandan sucuk gibi terliyordum. 1 Kasım 2022 çok güzel bir gündü.

Neyseki o akşam bir dolu telefon konuşması sonrasında kendime gelebildim. Burnuma ve alnıma su kaynatıp, içine bir bitki yağım vardı ondan damlatıp, buharını tuttum. Başıma beremi geçirdim, yatağımı salona taşıdım. Televizyonu açıp, dikkatli bir şekilde uzanıp, yastığımı değiştirip, yattım. Günler sonra ilk defa birazcık da olsa uyuyabildim. 2'sinde ve 3'ünde işe gittim. O geceler de ağrım daha iyiydi. Hatta öğlenleri dışarı çıkıp, bir yerlere gittik. Kafamda tüm gün bere ile gezdim, evde de işte de. 5'i cumartesi önce bir kafeye gidip, ders çalıştım. O sabah da başım ağrıdı ama yılmadım. Üstüne o gün akşama doğru yine abimlere gitmek zorunda kaldım. Psikolojik olarak yine aşırı zorlayıcı bir gün geçirdim onlar yüzünden. Bana ne yaptıklarını cidden anlayamıyor olmaları çok acı. Neyseki pazar günü Tuğba'yla biraz dolaştık, hava ılıktı. Biraz detoks gibi oldu, kitap aldım iki tane. Pazartesi'den itibaren biraz daha normalleşebildim. Ay tutulmasının olduğu haftaydı, biz göremedik gerçi ama. The Crown'a başlayabildim mesela, gerçi sadece başlamış oldum, birinci bölümü izleyebildim. Hala duruyor. Darmaduman diye bir dizi başladı fox'ta, onu izledim falan.

O hafta perşembe cumayı yıllık izinden aldım, önceki yıldan kalanlardan. Haftasonu kuzenimin kınası olduğu için Ordu'ya gitmek zorundaydım. Bu biraz sıkıntı yaratmadı değil ruh halim üzerinde ama neyse. Cuma gidip, pazar döndüm. Dönerken annemlerle birlikte döndük. 18'i cuma günü yine yollardaydık, bu sefer de düğün için İzmir'e gittim. İzmir'deki haftasonumu anlatmayı ve bir ton yakınmayı çok isterim ama vaktim kısıtlı şu an. Ah ulan şunları günü gününe oturup anlatsan böyle olmayacak. Resmen şeye döndü, sevgili günlük bugün kalktım tuvalete gittim ödev yaptım yattım. Off neyse, yıllık izinden kalan üç günü de almıştım, 21-22-23'ünde izinliydim. 21'inde eve döndük. Düğün yüzünden kaçırdığım dünya kupasına yetişmeye çalışmakla geçti birkaç gün. Çok güzel maçlar izledim, Biraz da ders çalıştım. 24'ünde işe gittiğimde iş iyiydi. Ama 25'i cuma günü tüm gün sorunlarla uğraştım iş yerinde. 26'sı cumartesiye iyi başlamıştım. Kahvaltıya çok sevdiğim bir yere gittik, güzel güzel yedik. Ama sonra yine geldi kötü enerji. Abimler çocukları bize bıraktı. Ertesi gün ancak öğleden sonra gittiler.

Bu geçtiğimiz hafta da iş yerinde işlerle uğraşmakla geçti. Annem burada olduğu için en azından sağlıklı ve düzenli besleniyorum sanırım. Göbeğim biraz iyi gibiydi son bir hafta. Ama işte kendimi durdurabilsem her dışarı çıkıp bir şeyler yiyelim diyenle koşmasam süper olacak. Sadece bağırsaklarım ve midem için de değil, en son gelen kredi kartı faturam ödeyemeyeceğim boyuttaydı. Maaşımdan çoktu. Ekstreyi gördüğümde elim ayağım boşaldı, beynim buz kesti. Önümüzdeki 3-4 ay hiçbir şey harcamadan tüm maaşlarımı bu borca yatırmam gerekiyor. Hiç bu kadar saçma bir duruma düşmemiştim hayatımda. İşsiz oldum, maaşsız oldum, başka bir ülkede devletin verdiği ufacık parayla kaldım ama bu kadar saçmalamamıştım. Bir de Nisan'da Seul'e gideceğim ya, güya ona para biriktirecektim her ay kenara ayırıp. Oradaki otel paramı bile ödeyemeyeceğim bu gidişle. Annemler gelmese büyük ihtimalle evde sadece ekmek yiyecektim. Bu sefer abartmıyorum. Mali olarak mahvolmuş durumdayım.

Neyse ne diyecektim? Bu haftasonu vize sınavları var. Kendime eziyet etmek için gerçekten çok uğraşıyorum gibime geliyor. Sırf harç parasını yatırdım, ona üzülüyorum diye çalışıyorum. Niye ben de işimi kabullenip, normal bir hayat sürmüyorum anlamıyorum. Her gün işe git, gel güzelce evde otur kitap oku dizi izle. Haftasonları alışveriş yap, kendini süsle püsle, tiyatroya git, konsere git. Niye habire bir şeylere yetişmeye çalışıyorum, niye habire olduğum yerden daha ilerisine gitmeye çalışıyorum? Niye habire en yükseği hedefleyip, başka bir şey olmaya çalışıyorum? Niye habire bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum? Niye habire başka bir hayatı elde etmeye çalışıyorum? Niye habire yazmaya, çok iyi bir yazar olmaya çabalıyorum? Niye okullar bitirip, tarihçi olmaya çalışıyorum? Niye instagramda iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorum? Niye youtube videoları yapmaya çalışıyorum? Niye zayıflamaya, güzelleşmeye çalışıyorum? Niye çok zengin olmaya, çok başarılı olmaya çalışıyorum? Niye habire dünyayı ele geçirmeye çalışıyorum? İşe gidip gelsem, istediğimi yesem, hiçbir şey düşünmesem, kendimi habire zorlamasam ittirmesem öylece dizi izlesem, arkadaşlarımla takılsam olmuyor mu ya? Neden sadece yaşamıyorum?

4 Aralık 2022. Bundan tam 2 yıl sonra hala hayalimdeki, kafamın içindeki o görüntüdeki ben olamamışsam, o hayata kavuşamamışsam, kendimi öldürebilecek kadar cesarete sahip olmam için dua edin.

1 Kasım 2022 Salı

Jane Austen'ın Yaşadığı Evler

 Yine uykusuz bir gecenin sabahında iş yerindeyim. Odada başka kimse olmayacağı için geldim. Öğlende nörologa gideceğim. Evde kombiyi açamıyorum, gaz bitti. Karta gaz yüklemem gerek ama evin yakınındaki gazmatik kioskunu kaldırmışlar. Midem bulanıyor, bir simidin yarısını yiyebildim. Neyse ki annemin şekeri yokmuş, doktor öyle demiş, sadece insülin direnci çıkmış. Az önce konuştum. 

Aklıma geldi, bu aşağıdaki videoları bir süre önce izlemiştim. Sizin de görmek isteyeceğinizi düşünmüştüm. Zamanı şimdiymiş.



28 Ekim 2022 Cuma

나는 아프다


 Kafamda bir dolu düşünce, dönüp duruyor. O yüzden mantıksal olarak bir arada duran bir şeyler yazamayabilirim. Her gün eve giderken diyorum ki bu akşam bir şeyler yaz. Yazabilirsin. Eve girdikten sonraki ilk bir saat içinde bu his tamamen yok oluyor gerçi. Yazmayı geçtim, hiçbir şey, elimi bile kaldıramıyorum. Sabah evden çıkıp işe gelmek, tüm ruhumu  sömürüyor gibi hissediyorum. Onca yıl okula gittiğim zamanları düşünüyorum. Bir sürü derse gir, çık, bir dolu ödev proje hazırla, oradan oraya koştur, habire çene yarıştır, tüm gün sokaklarda dolan, bazı geceler sabahla. Ama yine de o zamanlar her şeyi nasıl olup da yapabiliyormuşum? İzlediğim dizinin filmin haddi hesabı yoktu. Şimdi sadece sabah çıkıp işe geliyorum ve bilgisayarın başında oturuyorum. Temelde yaptığım bu. Ama ruhum çekiliyor sanki. Yaşlılıkla bir alakası olamaz değil mi? Umudun tükenmesiyle ilgisi var bence. Üniversitedeyken en azından umudum var olmuş olmalı. Tamam şimdi buradayım ama oyunun bu seviyesini atlattıktan sonra yeşil çimenler var diyordum. Oysa şu an olduğum noktadan sonrası yok. Bu nokta en yanlış yer ve buradan sonrası ölüm. Ölmek değil ama öylece yok oluvermek istiyorum. Birden puf diye, hiçbir şey hissetmeden. Bundan sonra bir şey olacağı yok çünkü. Ara ara gelen pollyanna perileri aklımı karıştırdığında heyoo heleloyoo diye geziniyorum ama gerçekte aslında hiçbir şey olmayacağını biliyorum. 35 yaşımı da bitirmek üzereyim, bundan sonra memur olmaktan kurtulabilir miyim? Bu ülkeden kurtulabilir miyim ki?

Kafamın içi böyle olduğu için açıp, şarkılarda cevap arıyorum. Küçüklüğümden beri yaptığım bir şey, içinden çıkamadığımda içinde olduğum durumun, rastgele bir şarkı açıp, ne çıktığına bana ne dediğine bakıyorum. Yazıya başlamadan hemen önce açtığımda da Riptide çıktı. İlk duyduğumda aa ne güzel şarkı demiştim seneler önce. Ama o kadar çaldı, o kadar duydum ki artık böyle her gün yemekhanede çıkan soğumuş yemek gibi geliyor. 2013'te çıkmış. Hakikaten artık zamanı algılayamıyorum. Her gün, elimden kum taneleri gibi etrafa çılgınca savrularak geçiyormuş gibi geliyor. Wikipedia şarkı için coming of age love story diyor. Ne demeye çalışıyor o zaman müzik perileri bana şimdi? Vance Joy benimle yaşıtmış. Başka hiçbir şarkısını bilmiyorum, duymadım bile. Uzun yıllar futbol oynadıktan sonra şarkı söylemeye başlamış. Riptide'ın kendisi mutlu bir şarkı aslında, dinleyen herkese de mutluluk veriyor gibi görünüyor. Ama bana hüzünlü geliyor. Haa hatırladım. Bu hüzün hissi yüzünden dinlemeyi bırakmıştım. Melodisi akarcasına güzel geliyordu ama sözleri beni üzüyordu. Zaten her şey üzüyor beni. Üzgün şeyleri izleyemiyorum çünkü üzücüler. Mutlu şeyleri de izleyemiyorum çünkü o mutluluğa heves ettiğim için daha kötü üzülüyorum. Riptide da böyle. Zaten sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum, yani ne dediklerini biliyorum ama ne demeye çalışıyor, ne anlatıyor anlamıyorum.

Cuma gecesi yine midem ağrıdı. Aslında tee önceki haftasonundan ötürü oldu olan her şey. Önceki hafta cuma akşamı Başkent Kültür Yolu kapsamında sergilenen müzikallerden birine (müzikal mi denir onu da bilemedim de değişik bir şeydi), Elektronika'ya gitmiştim. Her şey güzeldi, eve geç geldim, haftasonu ohh bana kaldı mis gibi evden çıkmam yatarım BTS'in Busan konserini izlerim, kendime gelirim diyordum, çünkü hafta içi yukarıda anlattığım gibi eve gelip ölü gibi bayılıyorum. Ve aylardır bekliyordum bu konseri. Canlı yayınlanacak ve bedava izleyebilecektim. O cuma gecesi mutlulukla, huzurla girdim yatağa. Ama gecenin birinde telefon çaldı. Abim. Büyük yeğenimi hastaneye götürmüşler, küçüğüne bakabilir miyim diye çağırıyor. Şimdi kendimi böyle bedenimden çıkıp, yukarıdan izlediğimde, böyle olaylara bir film izliyormuşum gibi dışarıdan baktığımda, diyorum ki bundan daha doğal ne olabilir? Çok mantıklı, çok normal bir şey bu. Gecenin bir yarısı, zor bir durumdalar ve kardeşleri de yardım ediyor. Gelip de dışarıda hiç tanımadığım biri anlatsa bunu bana, e tabiki onlar yardım isteyecek kardeş de edecek çok normal derim. Ama huup yukarıdan ruhum bedenimin içine geri dönüyor ve durup bakıyorum, olayın içindeyim, ölmek istiyorum. Abimlerle ilgili herhangi bir şeyi duymaya dayanamıyorum. İstemiyorum diye çığlık çığlığa bağırmaya başlıyor içimde bir şeyler. Ellerimle kulaklarımı kapatıp, etrafta çığlık atarak koşturmak istiyorum. İstemiyorum. İs-te-mi-yo-rum. Hiçbir şey. Kötülüklerini istemiyorum hayır, onlara bir şey olsun, üzülsünler ya da mutsuz olsunlar da istemiyorum. Sadece onlar öyle başka bir paralel evrende mutlu mesut yaşasınlar istiyorum. Ama ben hiçbir şekilde var olmamayayım, yok olayım istiyorum. Dayanamıyorum, dayanamadığım için istemediğim için kendime daha çok sinir olup, bu sefer daha da kötü hissediyorum. Sen ne kötü bir insansın niye böyle düşünüyorsun diye.

O gece yataktan fırlayıp pijamalarımla, yağmurlu havada araba sürdüm gece vakti. Tüm gece onların evinde bir de uyuyamadım köpekten ötürü. Sabah 9'da geldiler hastaneden. Gram uyku uyumadım. Tam 12'de konser başlayacaktı. Kahvaltı yapıldı, çocuklar bir türlü bırakmadı derken, o uykusuzlukla ve yorgunlukla yine araba sürdüm öğlen trafiğinde ve tam 11:58'de evden içeri girebildim. Hemen bilgisayarı açtım, ev buz gibi. Üstümde pijama, kafam başım yataktan ve yoldan gelmiş, doğru düzgün kahvaltı edememişim çünkü uykusuzluktan midem bulanıyor. Bir de üstüne canlı yayın uygulaması çöktü. İnternetten kaçak link ararken halının üstünde buz gibi yerlerde aç bilaç süründüm durdum su bile içmeden. Konser bittiğinde ben de bitmiştim, kendim için bir keyif, bir eğlence, bir mutluluk, huzurlu bir zaman geçirme olacak olan şey, sonunda benim dışımdaki nedenler yüzünden kocaman bir eziyete dönüşmüş oldu. Haftalardır evde kendim yemek yapıp yiyorum kuralımı bozmaya karar verip, tamam ulan bu durumda bari kendime bir güzelliği hak ettim dedim. Keşke demeseydim. Yemeğin yanında bulgur pilavı geldi. Yememeliydim. O gün yemedim de. Ama akıl sağlığım o kadar kötü ki iradem daha kötü. Ertesi gün kalan bulgur pilavını önüme alıp, bir kaşık attım ağzıma. Daha ilk kaşıkta nasıl olabilir diyebilirsiniz ama oldu. Film sahnesi gibiydi. Daha ilk kaşık bulgur mideme indiği anda bir yanma hissettim, soluk borum tıkanır gibi oldu, gözlerimi tabaktan kaldırıp dimdik karşıya baktım, yutkundum. Tüm beynim, tüm bedenim o anda bırak tabağı yeme derken, yemeye devam ettim. Çünkü, bilmiyorum. Sadece kötüyüm. Sadece kendime de kötülük yapmak istiyorum. Sadece saçma sapan şeyler yapıyorum. Kocaman bir bulgur pilavını yedim o gün.

Sonraki hafta boyunca boğazımda bir bilye var gibiydi. Karnım yine şişti. Kötüydüm ama en azından midem ağrımıyor diye düşünüyordum. İradem yine kanepenin altına kaçtığı için birkaç gün de üst üste dışarıda yedim. Sonunda en büyük salaklığı da perşembe günü yaptım. Günlerdir dışarıda yediğim için dolapta öylece kalmış olan tavukla taze fasülyeyi yedim eve gelip. Üstüne de birkaç tane incir tatlı gibi olur dedim aldım elime incir tabağını ama dedim ya kendimi yiyerek öldürmeye çalışıyorum. Aldığım incirlerin hepsini yedim tek oturuşta. Perşembeyi cumaya bağlayan gece, üç buçukta ağrıyla uyandım. Daha önceki iki seferde de mide ağrısı çok kötüydü ama bu sefer ölümden daha kötüydü. Tir tir titreyerek, odamla banyo arasında kusarak, öğürerek, ağrıdan ikiye katlanmış olarak, inleyerek ağlayarak saatler geçirdim. O gece, hayatımın en uzun gecelerinden biriydi. Ambulans çağırmaya bile mecalim yoktu, bir ara ağrıdan bayılacağım zannettim. Keşke bayılabilsem de hissetmesem artık diye dua ettim. Ama bayılmadım ve ağrı da geçmedi. Bir yandan lavaboya bir yandan klozete, tüm bir hafta boyunca yediklerimi çıkardım durdum. Bir hafta boyunca içimde kaldıklarını, o gece çıkarırken bütün halinde gördüğüm için hepsini, biliyorum. Geçen senenin sonundan itibaren bende bir şeyler feci bozuldu. Bunu ocaktan beri diyordum ama artık eminim. Yediğim şeyleri öğütmüyorum. Sonunda çıkarabildiğimde ise hepsini çıkaramıyorum, çıkanlar da öğütülmemiş çıkıyor. Karnımda basketbol topuyla yaşamaya devam ediyorum. Midem de ara ara böyle kendini ağrı ile ortaya koyuyor. Ama gelin görün ki gastroentrolog, hiçbir şeyin yok sadece çok yiyorsun diyor.

O yüzden çarşamba gününe yine şansımı denemeye karar verdim. Bu sefer bir devlet hastanesinin dahiliyesinden randevu aldım. Bir de tabi dermatologun roaccutane tedavisi sonrası verdiği merhemi kullanma sürem de bittiği ve hitler bıyıklarımın izleri gene de geçmediği için dermatologumdan da randevu aldım. Çarşamba öğleden sonra işe gitmem, güzelce doktor randevularımı hallederim diyordum. Evrenin benim için çok başka planları varmış. Çarşamba sabahı kalktığımda leyla gibiydim, ateşim vardı. Durup dururken. Öncesinde hiçbir şey yokken. Herkes tişörtle gezerken ben ağustos bittiğinden beri palto giyerken. 3 haftadır kombiyi son gaz yakarken. Sinirden bayılacaktım bu sefer de. O halde arabayı çıkarmayı göze alamadım. Mecburen servise atıp kendimi, işe gittim. İşyerinde öğlene doğru boğazım da acımaya başladı ama gene fena sayılmazdım. Çünkü sabah evde birkaç tane hap içmiştim. Öğlende çıkıp önce dermatologa gittim. Bıyık izlerimin daha yüzeyde göründüğünü söyledi. Bu yüzden önce kremlerle geçirmeye çalışacakmışız. 3 tane krem verdi, her akşam yatmadan bir saat önce sürüp, bekleteceğim. Ocak'ın sonuna kadar deneyeceğiz, bir ilerleme olmazsa...Unuttum yine. Off ya her seferinde doktorun yanına girdiğimde ses kaydı açayım diyorum unutuyorum. Çünkü dediği her şeyi unutuyorum. Kendisine de diyorum, ben unuturum not alayım diyorum, yok ben yazıyorum şimdi buraya kağıda sana vereceğim diyor. Şu an yazdığı kağıda bakıyorum ve Ocak'ın sonu için ne demişti bilmiyorum. Sonra bir de Nisan sonu dedi ama ona ne dedi onu da hatırlamıyorum.

Oradan çıkarken kafam iyice ağırlaşmıştı. Ateşimin yeniden yükseldiğini titreme nöbetlerimden anlayabiliyordum. Ama pes etmeyeceğim diye inat ettim. Hazır şans bulmuşum uzun zaman sonra Korelee'ye gidip, şöyle burnumda tüten lezzetlerinden yiyecektim. Bir çarşamba öğleden sonrası, saat 13:30-14:30 arasında neyseki önünde sıra yoktu. Madem hastayım, menünün yenilerinden tavuk çorbasını deneyeyim dedim. Açgözlülük edip bir de sotteok sotteok istedim. Seottok'un ilk şişi gayet iyiydi, geri kalan iki şişi yememeliydim. Ama üstte de dedim ya, kafamda irade, mantıklı düşünme diye bir şey kalmadı. Tavuk çorbasını bitiremedim. Ateşim iyice yükseldi. Gene de kendime sinirlenerek dahiliye randevuma gitmek için çıktım. Şehrin öbür ucunda, eve gidip arabayı mı alsam dedim. Ama mecalim yoktu. Doğru kararlar veremiyordum. Zombi gibi Güvenpark'a yürüdüm, arada yolun kenarında bulduğum yerlere çöktüm. Kafam o kadar hülyalıydı ki yoldan bir taksi çevirmeyi bile düşünmedim. Doktor randevuma gitmeliyim diye tekrar ederek, yürüdüm. Hastaneye giden dolmuşa bindim. Önce oturdum, zor nefes alıyordum. En azından hastaneye kadar biraz kendime gelirim diye düşünmüştüm. Tabiki hamile biri bindi ve yer verdim. Ayakta bayıldı bayılacak 1 saat yol gittim.

Hakikaten kendime bunları nasıl yapabildiğime inanamıyorum. Sırf bunun için halbuki bu hayata katlanıyorum. Yani öğrenciyken, ailemden harçlık alırken katlandığım sefil hayatı bir daha yaşamamak için sırf bu nefret ettiğim işi yapıyorum. Sırf para için, param olursa artık içine doğduğum sosyal sınıftan kurtulabileceğimi düşündüğüm için bu tiksindiğim hayata tamam diyorum. Ama yine de, ne yaparsam yapayım, kendimi o sefilliğin içinde buluyorum. Tüm gençliğim boyunca her defasında kendime söz vermiştim, bir daha böyle otobüste dolmuşta sürünmeyeceğim, bir daha böyle bir şey yemek istediğimde cebimde para yok diye vazgeçmek zorunda kalmayacağım, bir daha böyle sırf param ucuzuna yettiği için beğendiğim değil de gram hazzetmediğim giysileri giymeyeceğim. Sırf bunlar için her sabahın köründe buz gibi havada kendimi dışarı atıp, o işe gidiyorum. Ama gelin görün ki yine kendimi sefalete düşürüyorum.

Dahiliyeci de pek bir şey bulamadı bu arada. Mide ağrılarım ya da şişen göbeğim için irritabl bağırsak sendromu olabilir dedi, bir şurup ve bir hap verdi. Bunlar 15 gün içinde işe yaramazsa, gastroentrolojiye yeşil kayıt mı ne açıyorum dedi, ona gidebilirmişim. Doktordan çıktıktan sonra asıl sefaletim başladı. Şehir hastanesinden herhangi bir toplu taşıma aracıyla çıkabilmek mümkün değil. Durakta beklemeye başladım herkesle, gelen otobüslerin hepsi dolu geliyor. Nerede dolduklarını bilmiyorum. Ortalık hindistan gibi, herkes birbirini eziyor. Bu arada bir de Tuğba'ya söz vermişim tiyatroya geleceğim diye, ona yetişmem gerekiyor, ayakta duramıyorum, otobüs dolmuşa binemiyorum, taksiler dolu. Yolun ortasına kendimi boylu boyunca atacaktım. Vallahi. Yeter artık bu hayat bana göre değil çıkışımı istiyorum diye bağıracaktım. Ateşten titreye titreye, hastanenin etrafında yürümeye başladım. Bu otobüsler nerede doluyorsa orada bekleyeceğim diye. Her yerim ağrıyor, kafam suyun içinde gibi, yürümeye ve geçen otobüslere bakmaya devam ettim. Gene de bulamadım nerede dolduklarını. Kafam önüme düşmeye başladığı bir yerde bindim bir tanesine. Ama ayakta. Ama salamura vaziyette. İnsanlarla o kadar yapışıktım ki iyi dedim en azından yere düşmem bayılırsam. Gene de Odtü'nün oraya geldiğimde ölecek gibiydim, kendimi attım otobüsten. Metroya binip, Kızılay'a öyle vardım sonunda.

Ama bitmedi. O çarşamba günü, bitmek bilmedi. Tuğba'yla buluştum, bir saat pizzacıya yürüdük. Yine neden taksiye binmediğimi anlayamıyorum, çünkü yürümeyi geçtim nefes alacak halim yoktu. Pizzacıdan çıktık, bir bardak çay azcık gözlerimin önündeki sis perdesini aralayınca dedim bir kafede bir bardak daha içip, en azından tatlı birşeyler yersem mutlu da olurum. Sonunda tiyatro salonunda koltuğuma oturduğumda sanırım ruhum bedenimden ayrılmıştı. Bir buçuk saat ara vermediler. Burnum tamamen tıkandı, nefes alamıyordum ama başımı dik tutmak zorundaydım. Sonunda ara verdiklerinde çıkmak istedim. Eve gitmek istedim. Yatağıma uzanıp, huzurla ölmek istedim. Oyun da aşırı iyiydi, Tuğba'ya çok mahçup hissettim.

Gene de perşembe sabahı işe gittim. Çünkü önceki cuma da midem ağrıdığı için gitmemişken kendimi ayıp olur diye gaza getiriyordum. Hem de gece yatmadan önce o kadar çok hap yuttum ki sabah ayakta durabiliyordum. Belki de bir günlük bir şeydi, iyileşmiş olabilirdim dedim. Perşembe günü, dün öğle yemeğinden sonra ateşim yeniden fırladı. Ofisteki sandalyemde zangır zangır titreyerek uzandım. Sonra oda arkadaşım gelip, arabayla eve bıraktı. Dün akşam eve geldiğimden beri yataktayım. Ara ara ateşim yükseliyor, titriyorum. İlaçları içiyorum körlemesine, sonra düşüyor. İyi hissedip kalkıp yiyecek bir şeyler alıyorum, yedikten sonra bir süre daha iyi oluyorum. Sonra yine kafam bulanıyor, yatakta baygın yatıyorum. Tüm gece bilgisayar göbeğimin üstünde Run BTS izledim. Arada halüsinasyon görmüş bile olabilirim ateşten. Bir de dün akşam kendimi yatağa attığımda nefes aldıkça kaburgalarım acımaya başladı. Tüm gece böyle azcık derin nefes alsam sağ tarafım boynumdan omzuma oradan kaburgalarıma doğru acıdı. Bugün şimdi gün boyu da hapşıramadım. Tam geliyor, hapşıracağım, birden acıyla kaburgalarımı tutuyorum, o anda hapşırık geri kaçıyor.

Midemin ağrıdığının ertesi günü Kore Kültür Merkezi'nin kuruluş yıldönümü etkinliği vardı. Oraya gittim. Etkinliğin ortasında ağrımaya başlarsa diye korkarak. Orada üşüttüm galiba ya. Duş almam gerekiyordu evden çıkabilmek için, leş durumdayım. Duş alıp, oraya gittim. Etkinlik de bahçedeydi. Gerçi gündüz güneşli bu aralar ama ekim ayında açık hava sonuçta. Baya üşüdüm, en son ısıtıcının dibine yapışıp, konseri oradan izlemeye başladım (Kingdom konseri vardı). Ama o kadar buz gibi olmuştum ki konserin yarısında çıkmak zorunda kaldım. Zaten orada olduğum sürece aklımda devamlı düşüncelerin dolanmasına engel olamamıştım bir de. Gençler ne güzel dedim, yeni nesil nasıl böyle bakımlı, kendine dikkat ediyor diye ağzım açık bakakaldım. Kendi neslimin o yaşlardaki halini gözümün önüne getirdiğimde ne kadar perperişan geziniyormuşum dedim. Bir de tabi yine o geç kalmışlık hissi, ben ne yapıyorum hissi, ben her şeyi kaçırdım hayatım bitti hissi yüreğime gelip çöreklendi. Halbuki oraya da mutlu olmak, keyifli zaman geçirmek için gitmiştim.

Bir şeyler daha anlatacaktım, aklımdaydı. Off her şeyi biriktirince böyle oluyor. Artık hasta olmak istemiyorum ya. Kafaca da bedence de.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...