36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.
18 Ocak 2024 Perşembe
37 - "In the end she grew up of her own free will a day quicker than the other girls."
36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.
19 Ocak 2023 Perşembe
36
Resmi nereden almışım bilmiyorum, köşesinde minicik "Meggan" yazıyor. Çok teşekkürlerimi iletip Meggan'a, umarım burada böyle kullanmamın sakıncası yoktur diyorum:) |
36. Artık yaşım bu. Kendi kendime tekrar ediyorum. Alışabilmek için. Bundan sonra yaşım sorulduğunda söyleyeceğim sayı bu: 36. 32'den sonrasını hiç hayal etmemiştim ama işte buradayız. 36'da. İyi ki doğdum diyemiyorum (henüz, henüz o aşamaya gelemedim ama olacak) ancak kendimi tebrik ediyorum yine de. İçeride tam giderken doğabilmeyi ve bu yaşa kadar gelebilmeyi başardığım için.
Geriye dönüp bakınca ne saçma sapan, ne tuhaf bir yolculuktu diyebiliyorum artık. Ailem o soğuk kış günü ismime karar verirken hiç bunu düşünmemişlerdi eminim ama bir "yolculuğun" ismini bana vermiş olmaları sanırım hayatımın da nasıl olacağını şekillendirmiş. Bir gece yolculuğu olması gibi onun, benimki de çoğunlukla gecenin karanlığında, yıldızların aydınlattığı, Ay'ı pusulam olarak kullandığım bir hayat oluyor. Tıpkı o adımı veren yolculuğun, fiziken gidilemeyecek bir yolda, teoride oldukça yukarılara gerçekleştirilmesi gibi, benimkisinin de - ben henüz fark edemesem de - çok yukarıya, inanılamayacak büyülü bir mesafeye olmasını umuyorum.
Anlayabileceğiniz gibi bu sene o kör kuyulardaki depresyonumla girmedim yeni yaşıma. Bu da şaşırtıyor beni. Mutsuz olduğum uzun yıllar boyunca (tüm hayatım boyunca :p ) bana söylenen hep aynıydı: Kabullen, haline şükret, gerçekçi ol. Sinirden köpürürdüm. Kabullenmeyeceğim işte diye. Neyi kabullenecekmişim? Azcık böyle bir an bile kabullenecek gibi olduğumu fark ettiğimde kendimi sarsıp, kendime getirirdim. Sırf kabullen dedikleri için kabullenmeyeceğim hiçbir zaman diye. Son zamanlarda böyle bu tuhaf, belki daha normal(?!) halimin farkına vardığımda önce bir panikledim, laaan kabullendim mi yoksa diye. Hep dedikleri o, yaşın ilerledikçe kabullenirsin durumuna mı girdim yoksa diye ellerim titremeye başladı. Ama değilmiş neyseki :) Hala ben, benim. Bir şeyleri ya da onların dedikleri şekilde bir şeyleri kabul etmiş değilim. Hala onlarla aynı toprağa basmıyorum, üstümde peri tozu, yıldızları takip ederek bulutların arasında uçuyorum.
Sadece bir yolunu buldum. Kabullenme değil ama tüm bu karmaşamın arasında her iki tarafla - onların gerçek hayat dediği ile benim kafamın içindeki hayat - arasında yaşayabiliyor olmanın bir yolunu buldum. Bilerek değil. Onca yıl pestilim çıktıktan sonra, o kadar savaştıktan, yaralar alıp yataklara düştükten, uçurumlardan düştükten, kırılmadık kemiğim kalmadıktan, kafamın tepesinden ayak ucuma kadar yıkılıp yeniden inşa ettikten sonra nihayet, öyle kendi kendine, şu son birkaç zamanda, içimde öylesine beliriverdi.
Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak.
30'larımın ilk yarısı, tam bir savaş meydanıydı. Sanırım artık masaya geldik.
25 Ocak 2021 Pazartesi
3...4....
Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor. Lisede, belki de bu resim çizildikten aylar sonra aşırı anlamsız bir şey yüzünden küsüp, hayatım boyunca bir daha arkama dahi bakmadığım anlardan birini yaşamama sebep olan o zamanlarki en iyi dostlarımdan biri çizmişti. Resmin kenarına not düşmüş, 32 yaşında, dünyayı gezerken aynen böyle görünüyor olacakmışım. Neden o yaşı seçmiş, neden tam da öyle bir an seçmiş bilmiyorum. Büyük ihtimalle o da bilmiyor. Çizen insanlar genelde içlerinden öyle geldiği için çizer, onun da içine öyle doğmuş olmalı. Sabahtan akşama kadar okulda aynı sırayı, sonra akşam olunca gece yarılarına kadar dersanede de aynı sırayı paylaşınca aylarca, tüm o bik bik bik onu yapacağım bunu yapacağım orayı göreceğim şunu edeceğim diye bikbiklemelerimden kafasında böyle bir ben hayali oluşmuş olması çok normal şimdi geriye dönüp bakınca. Oysa 32 yaşımda, 2019 yılında, dünyayı gezmiyordum. O zamanlar o lise sıralarında aklımıza bile getirmeyeceğimiz bir şey olmuştum "bilgisayar mühendisi", çalışıyordum. Hem de düzenli bir işte, bir memur olarak. Ki yine o zamanlar biri dese bunu bana, yüzüne pıskırırdım. Oysa fen seçmiştim, 24 saat okulda, dersanede çılgınlar gibi fizik kimya matematik biyoloji testi çözüyordum. Neresinden yırtabileceğimi düşünüyordum bilmiyorum. Tam olarak hangi noktada "kendi hayatım" olduğunu düşündüğüm şeye geçebilmek için o keskin u dönüşünü yapabileceğimi düşünüyordum, hiçbir fikrim yok. Sadece inanıyordum, manyakça bir inancım vardı, o sınav geçecekti, benden istenen-beklenen şeyi okuyup bitirecektim ve padadadam! kendi hayatıma geçecektim. O kadar kolay, o kadar mantıklı görünüyordu. Çizgifilmlerde hani kalemle bir kapı çizerler de havaya, sonra o kapıyı açıp, istedikleri yere geçerler. Aynen öyle canlanıyor gözümde. Benden bekleneni, o yaşıma kadar tüm hayatım boyunca benden bekledikleri şekilde yaptığım her şeyle birlikte, gerçekleştirdikten sonra hadi bana eyvallah deyip, asıl benim olduğunu düşündüğüm hayata kapıyı çizip, gidiyorum. Hayalgücümün başıma bela olacağı hep gün gibi ortadaymış.
Yine geçmişe dönüp bakıyorum değil mi? Normalde zaten her günüm önceki yıllarımın kafamda dönüp durması şeklinde ilerlediği için, gece yattığımda önce tüm günüm, ardından dandanakan savaşına kadar tüm olaylar beynimde film gibi oynadığı için, son birkaç yıldır bu düşünüp durma işinden vazgeçirmeye çalışıyorum kendimi. Burada da o yüzden çoğunlukla geçmişi düşündüğüm, kendimi hırpalayıp durduğum yazılar yazmamaya çalıştım hatırı sayılır bir zamandır. Birkaç yıl önce başlayan ve hala üzerinde uğraştığım "büyüme" çabam bu. Ama bugünlük, sadece bu günlük, son bir kere daha geçmişe dönüp bakacağım. Çünkü biliyorum ki kafamda dönüp duran bir şeyi, en ufak düşünceyi bile yazmazsam, bir şekilde kağıdın ya da klavyenin üstüne dökmezsem, orada öylece dönmeye devam ediyor. Dönerken de beni delirtmeye tabi. En başından (küçüklüğümden yani, o başı kast ediyorum) hikayeler yazmaya başlamamın sebebi buydu zaten. Gün içinde, gece uyumaya çalıştığımda, rüyalarımda, habire filmler dönüyordu kafamda. Bazen masada yemek önümde saatlerce oturup kalıyordum, aklım bir hikayenin içinde o kadar gömülmüş oluyordu ki gerçeklikten kopmuş oluyordum. Hayal etmiyordum, kendileri öylece beliriveriyorlardı. Bilemiyorum belki daha ufak bir çocukken bile hayatımdan çok da memnun olmadığımdan (kabul ediyorum hep aşırı mutsuzdum), kafam kendini başka uydurduğu hayatların, maceraların içine atıyordu belki de. Ama yaşamam gereken bir hayat vardı - ne kadar nefret etsem de - ve yapmam gereken şeyler vardı, o yüzden devamlı o hikayelerin beynimi ele geçirmiş olmasına müsaade edemezdim. Bir noktada, kağıda geçirdiğimde beynimden çıktıklarını fark ettim. İşte o günden beri yazıyorum sanırım. Yazamazsam, deliriyorum. O yüzden şimdi de, bir an önce bu yazıyı yazmalıydım. Çünkü günlerdir kendi kendime konuşup, duruyorum. 34 yılın her bir anı aklımda dönüp duruyor. Yaşadığım her şeyi, yaşayamadığım her şeyi düşünüyorum, tartışıyoruz kendimle. Neler öğrendim, neleri öğrenemedim, nasıl başaramadım, neden başaramadım, neden bu kadar geç, neden bu kadar her şey bitti diye birbirimize dırdırlanıp duruyoruz kafamın içinde. Aman yarabbi o kadar her şey bitmiş gibi görünüyor ki...O kadar yolumu, rotamı, her şeyimi kaybetmişim gibi hissediyorum ki. Bir dizi izlemiştim tee ne zaman (2018'in yazında, şu dizi), anlatacaktım güya izledikten hemen sonra, yetiştirememiştim tabi herneyse, orada 17 yaşında bir kız kaza geçirip komaya giriyordu. 13 yıl sonra uyandığında, aklı anıları kişiliği 17 yaşındaydı hala, oysa birden kendini 30 olarak buluyordu. Diziyi izlerken karakterin hissettiklerini taa içimde hissetmiştim o zaman da, şimdi de öyle. Aynı şekilde hissediyorum çünkü, 12-13 yaşımda bir yerlerde donup kalmışım gibi, ondan sonra yıllar geçmiş ama ben o yılları hiç yaşamamışım da birden 30larımda uyanmışım gibi. Oysa şubatta 10 yıl olacak burada, Neverland'de yazmaya, anlatmaya başlayalı. Sadece burayı bile açıp bakınca aslında bir dolu yaşanmışlık, bir dolu hatıra olduğun görebiliyorum. Neler yaşadın diyorum kendime. Neler gördün. Nerelere gittin. Neler yaptın. Ne anılar biriktirdin, hepsi de acı verse de artık. Ne çok insanlar tanıştın, ne çok insanla ne çok şey yaşadın, hepsini düşünmek acı verse de. Ama aklımın içi, davranışlarım, hissettiklerim, tepkilerim, boyum bile (:p) 20 yıl öncesiyle aynı. Tıpkı dizideki gibi 20 yıl öncesinde bir gün komaya girmişim, buzluğa koyup dondurmuşlar aklımı gibi, pazartesi uyandım ve 34 yaşındaydım. Hala aynı düşünüyordum, aynı bakıyordum, aynı şeylerin hayalini kuruyordum. Bir yandan da kafamın içindeki diğer ben, bağırıyor bitti her şey, bitti bitti hayatın bitti diye tüm o 14 yaşındaki ben'e.
Oysa tam da kendimi tanımaya başlıyordum. Bunca yıl sonra ancak kendimi tanımam gerektiğini anlamaya başlamıştım. Gerçekten ne olduğumu, ne olmadığımı görmeye başlamıştım. O kadar uzun zaman boyunca o kadar fazla soru sordum, o kadar fazla cevap aradım ki artık bulmuş olsam bile bir şey ifade etmiyor. Bulmadım tabi cevapları orası ayrı da, hani bulmaya doğru giden yolun başlangıcını gördüm diyebiliyorum. Oysa ne çok aradım. Neden bu kadar mutsuzum, neden bu kadar başaramıyorum, neden bu kadar elime yüzüme bulaştırıyorum diye okumadığım, araştırmadığım şey kalmadı. Tüm o zodyaklar, burçlar, yükseleni alçalanı, Çin'i Kelt'i, sayıları topla çıkar böl, psikoloji bunu diyor felsefe şunu diyor, reenkarnasyon, kitaplar kutsal kitaplar,...bir türlü asıl aradığım şeyi söyleyen yoktu. Neden böyleyim ve nasıl düzeltebilirim? Asıl benim olan hayata, o benim olduğuna inandığım hayata nasıl geçebilirim? Aksine, mesela burçların, doğduğum anda ve konumda yıldızların gezegenlerin oluşturduğu şeylerin söylediklerine hiçbir şekilde uymuyordum. Uymuyorum. Uymak isterdim ama uymuyorum. Hatta daha da ilginci, burçlarımın benim için söyledikleri, olduğumu söyledikleri şey olmayı çok isterdim, içimden olmak istediğim şeydi onların söyledikleri hep. Ama değilim, tam tersiyim. Hadi buyur buradan yak, bu nasıl olabilir? Böyle olmayı nasıl başarmış olabilirim? Tamam burçlara inanmayın, demeye çalıştığım o değil zaten. Bir açıklaması var mı diye baktığım şeylerin bile bu kadar ters çıkıyor olması da bir tuhaflık, çok büyük bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu? Varoluşumla ilgili koskocaman bir hata olmuş gibi. O kış günü, o hastanede doktorların kaybettik gözüyle bakmalarına rağmen doğmuş olmamda aşırı bir yanlışlık var gibi.
Yeni yeni anlamaya başlıyorum aslında yanlışlıkları. Böyle zar zor doğunca, sonra da habire hasta olunca, ufak çelimsiz bir kız çocuğu olunca habire korunarak büyütülüyorsunuz. Her şeyden korunarak, ailenin en küçüğü olarak üzerinize sevimli, akıllı uslu bir rol yükleniveriyor. Bana verilen rol böyleydi, herkes benden akıllı olmamı, çok çalışmamı, herşeyi olması gerektiği gibi yapmamı bekliyordu. Ne eksik ne fazla. Kurallara uy, fazlasını hayal etme ama azını da yapmana müsaade yok, sen zaten daha azını yapamazsın ki. O yüzden hep ortalama oldum. Bukowski'nin bir sözü var, "I wanted the whole world or nothing.". Ben de dünyayı istiyordum ama sadece elimdekiyle yetinmem gerekiyordu. Bu yüzden sonunda hiçbir şeyim olmadı. Olanı da kaybettim. Çünkü tüm dünyayı alacak bir insanı yetiştirebilecek bir ailede doğmamıştım, önümde o kadar kötü örnekler vardı ki...Sonunda annemin bir başka versiyonu haline geldiğimi fark ediyorum. Son birkaç yıldır bunu fark ettikçe daha da ürküyorum kendimden. Halbuki yıllar oldu artık annemle ve babamla yaşamıyorum. Oysa ne kadar ayrı kalırsam o kadar derine işlemiş şeyler su yüzüne çıkıyor. Hatta hatırlamadığım anneannemin bile davranışlarını aldığımı görüyorum anlattıklarında. Keşke o diğer insanlar gibi olabilseydim, hani benim en büyük rol modelim annem falan diye gururla anlatan. Aksine benim en büyük korkumdu bu, tüm çocukluğumu gençliğimi kapkara bir mutsuzlukla dolu bir evde, habire bağıran bir baba ve onun hörhörlerinden korkup sinen, ağlayan, kendine acıyan, ezilen bir annenin ortasında geçirdikten sonra. Bir videoda izledim, hani şu sıralar taktığım grup vardı ya onun videoların birinde işte, bir şeyler yapıyorlardı. Bir tanesi bitiremedi yaptıkları şeyi, diğerleri bitirdi ve acele ederlerken o şey dedi, bu tür şeyler için zaman ihtiyacım olduğunu biliyorsunuz. Gayet kendinden emin. Ukala veya kızgın bir şekilde değil, gayet ortada olan bir gerçeği ifade eder gibi. Ve yapmaya devam etti. Kendi hızında. Kendi bildiği şekilde. İçimde bir şeyler boğazıma oturdu. Hayatım boyunca annemle birlikte babamın hızına yetişmeye çalıştığımızı fark ettim. Annem, babamdan önce diğer herkes için acele etmişti, bir noktadan sonra babam için koşturmuştu. Ben de onunla birlikte. Tüm hayatımızı ona göre ayarlamıştık. Babam bugün markete gidelim dedi, kahvaltıdan hemen sonra aşağı inip arabaya oturur şimdi, haydi koşturalım. Gittiği yerden dönecek haydi yemek hazır olmalı, koşturalım. Erkenden yattı, aman ses yapmayalım. Uzun yola gidiyoruz, bir an önce gittiğimiz yere varmak istiyor aman arabayı durdurmayalım tuvalete varınca gideriz. Tüm bu koşturmanın ortasında hiçbir şeye dikkat etmemeye, hiçbir şeye önem vermemeye başlıyorsunuz. Diğer insanların önem verdiği, dikkat ettiği şeylere. Evden çıkarken güzel giyinmek veya saçını taramak veya makyaj yapmak gibi. Eve bir şey lazım olunca o şeyin güzel veya estetik görünmesi için uzun süre aramak, bakınmak, değerlendirmek, düşünmek taşınmak yerine bir şey lazım hemen alalım hah şu pratik şu ucuz diyerek koşturmak gibi. Tüm hayatımı babamın hızına yetişelim, aman kızmasın bağırmasın diyerek, her hareketimle onu memnun etmeye çalışarak geçirmişim gibi. Benimle gurur duysun, aman zayıf görünmeyeyim güçlü durayım. Yaptıklarımı takdir etsin, aman bir şeyler hissettiğimi anlamasın. Bir şeyler hissetme. Sakın duyguların olmasın. Aman sinirlenmesin, koştur. Neden bu kadar korktuğumu anlayamıyorum. Anlıyorum aslında, çocuksun korkuyorsun. Sonra yaşın büyüyor ama hala çocuksun. Korkuyorsun. Korkuyordum. Daha yeni yeni kendime hatırlatabiliyorum, amaaan kızsın nolmuş diye. Amaaan sinirlensin, ne olacak. Onun ne düşündüğünün ne önemi var? Onu memnun etmenin ne anlamı var? Kendime her defasında bunları hatırlatıyorum. Ve hiç kendi hızımda yaşayamadığım hayatıma dönüp bakıyorum. Benim de her şeyi kendime göre yapma şeklim, yapma hızım varmış. Her şeyi hemen düşünmek, hemen anlamak zorunda değilmişim. Yeni yeni görüyorum. Saçımın güzel görünüp görünmediğinin önemi varmış mesela, "ben" önem veriyormuşum. Buna önem vermemde hiçbir sakınca yokmuş.
Ahh buraya nereden geldik? Offf. Korkaklığıma kadar geldik mi? Tüm bunlar korkak bir ben yaratıyor işte. Korkarak, sinerek büyüyünce o kadar korkuyor oluyorsunuz ki mücadele ruhu falan kalmıyor ortada. Hiçbir şey için mücadele etmiyorum ben mesela. Şu Martian(2015) diye bir film vardı ya hani yine Matt Damon'ın kurtarıldığı. Onu sinemada izlerken boğulacak gibi olmuştum. Ben öyle bir durumun saniyesinde kendimi yere atıp, boylu boyunca uzanıp ölmeyi beklerdim çünkü. Zorluk gördüğüm her noktada bırakıveriyorum ben. O kadar korkuyorum ki her şeyden, başarısızlıktan, bir yerimin acımasından, dalga geçilmekten, eleştirilmekten, bağırılmaktan, karşı çıkılmasından, her şeyden, hiçbir şeyi denemiyorum o yüzden. Denemeden her şeyden vazgeçiyorum. Hiçbir şeyin peşinden koşmuyorum, nasıl olsa elde edemeyeceğim diye. Hayallerimin hiçbirini neden yapamadığımı anlıyor musunuz yani? Ben hayatım boyunca hiçbir şeyin peşinden azimle, sabırla, vazgeçmeden ilerlemedim. Çok istedim, orası ayrı. Bazı şeyleri aşırı istedim, o kadar istedim ki yokluklarından canım acıdı. Ama o acıya rağmen bile, peşlerinden azimle gidemedim. Çünkü durduğum yerde acı çekmek, yolda ilerleyip acı çekip başarısız olacak olmamın acısından daha iyi geliyordu. Korkuyordum. Hiçbir şey için mücadele etmedim. İstediklerimi başaran, istediklerini başaran insanları izliyorum ya şimdi, izliyoruz ya hepimiz. Senelerce hepsini kıskanmakla geçirdim zamanımı. Beddua etmekle, haset etmekle geçirdim. Hiçbiri hak etmiyordu o şeyleri, nasıl gelmişlerdi oralara? Sinirden çatlıyordum. Oysa "çalışmanın" önemini yeni anlıyorum. O hakir gördüğüm, inşallah her şeylerini kaybederler diye beddualar ettiğim internetteki insanların her birinin bir şekilde bir şey için aşırı çalışmış olduğunu anlıyorum. Benim bildiğim, anladığım şekilde çalışmak olmasa da sonuçta bir şeyin peşinde çaba göstermiş olduklarını görüyorum. Benim bu tek boyutlu hayat algımla bildiğim tek şey çalışmak, ders çalışmak, işinde çok çalışmak falan ya hani, başka bir çaba türünü bilmiyorum. Oysa oturup, en güzel selfieyi çekmek için saatlerce, günlerce elinde telefon kendi fotoğrafını çekmek de bir çabaymış. Sonuçta bir hedefin var ve onu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapıyorsun. İşte ben yapmıyorum. Korkuyorum, gururuma yediremiyorum, yapmıyorum. Tüh aslında tam da çok çalışmanın önemini anlamışken yaşımın geçmiş olması...
18 Ocak 2018 Perşembe
18 Ocak
Oğlu Christopher Robin'in yanına ayıcık Winnie'yi, domuzcuk Piglet'i, kaplan Tigger'ı, eşek Eeyore'u, kanguru Roo'yu, Tavşan'ı, Baykuş'u ve tüm diğerlerinin hikayesini bize armağan eden adam A.A.Milne gibi umarım ben de bir gün herkesin ruhuna dokunabilecek böylesi bir şeyler yapmış olabilirim.
O yüzden,
Promise me you'll always remember: You're braver than you believe, and stronger than you seem, and smarter than you think.
17 Ocak 2017 Salı
29'un vedası
Bu sayıya neden bu kadar önem yüklendiğini, yüklediğimi de bilmiyorum. Altı üstü sayı. İki ile başlamıyor da üç ile başlıyor. Ne olmuş? Ya da doğum günlerine, doğum günlerime olan bu anlamsız saplantı? Yıllardır burada her doğum günümde yazdığım iki üç saçma şeyle aslında hep bunu sorgulamışım ama hala aklımda. Belki gerçekten önemlidir, belki haklıyımdır bu kadar kafaya takmakta.
Ne yazacağımı bile bilmiyorum şu an. Hakikaten ne yazacaktım ben? Ne düşünüyordum?
Keşke bir uygulama, bir program ya da bir insan, bir şey olsa, şimdi tutsa elimden hadi bakalım şimdi şuraya adım at, sonra şuraya, şimdi şu insana şunu de, tamam o köşeden dön, şu dükkana gir, bunu al...falan diye yapmam gereken her bir adımı belirtse. Hiçbir şey için düşünmek zorunda kalmasam. Şimdi yanlış mı karar verdim, acaba doğru şeyi mi yaptım diye içim içimi yemez böylece. Hatta, en önemlisi, içinde bulunduğum bu sıfır çıkmazından nasıl çıkacağıma dair talimatları verseler düzgünce. Kurulum kullanım kılavuzu gibi hani. Tamam bu hayata geldiniz şimdi önce ürünü paketinden çıkarın, numaraları parçalardan ilkini ikincisine şekilde gösterildiği gibi monte edin, sonra şu düğmeye basın diye devam eden bir kılavuzum olsa. Çünkü inanın, hiçbir fikrim yok. Zerre fikrim yok ne yapacağıma dair. Tamamen ortada kalmış durumdayım. Hiçbir şey heyecanlandırmıyor, hiçbir şey yapmak için herhangi bir isteğim yok. Sadece yapıyorum. Ya çok daha önceden kararlaştırıldığı için ya da yapılması gerektiğini söyledikleri için falan yapıyorum. Hiçbir şeye dair umudum da yok. Ayy şöyle olsa ne güzel olur gibi şeyim kalmadı mesela. Neyi severim neyi sevmem, hiçbirinden emin değilim. Neyde iyiyim neyde kötüyüm, bilmiyorum. Yapabildiğim bir şey var mı bilmiyorum. Yapmayı becerebildiğim bir şeyler. Bakın abartmıyorum, samimiyetle, tüm içtenliğimle, içimden gelerek söylüyorum ki bu hayatta ne yapıyorum neden bu hayata geldim niye yaşıyorum şu an hiçbir fikrim yok. Çünkü durup bakıyorum kendime, yaptığım hiçbir şey yok.
Abim boşalt şu kafanı dedi, ben Roma'ya dönmeden hemen önce. Kafanın içindekilerin hepsini boşalt, temizle bir, rahatla, yepyeni bir sen olarak geri dön buraya dedi. Neyi boşaltacağımı bilmiyorum, çünkü zaten bomboş kafamın içi. Hiçbir şeye dair hiçbir fikrim yok. Zaten yıllardan beri, üniversitede delirdiğim o seneden beri hep aynı şeyi söylüyor: Değiş. Kafanı değiştir. Bunu da nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bilsem yapmaz mıyım.
Nereye gidiyor bu yazı? Oysa ne diyecektim.
En iyi yaptığım şey düzenlemek sanırım. Evet, evet, düzenlemek. Ama öyle etrafı düzenlemek gibi değil ya da düzen hastasıyım yok aman o simetrik dursun şu burda dursun o orada olacak gibisinden değilim. Ne zaman iyice sıkılsam ya da kafamın sesinden delirecek gibi olsam ya da yapmam gereken bir iş varsa ve zerre yapmak istemiyorsam, kaçmak için falan açıp bir şeyleri düzenliyorum. Mesele bilgisayardaki dosyaları, klasörleri tarih sırasına göre düzenliyorum. Kitaplıktaki kitapları yazarların soyadlarına göre diziyorum bazen, bazen de basım tarihlerine göre, belki denk gelir de bilgilerini bulabilirsem ilk yazıldıkları tarihlere göre. Dolaptaki giysileri renklerine göre, mutfaktaki tabakları bardakları desenlerine, boyutlarına göre. Hiçbir şey yapamazsam evi süpürüyorum. Eşyaları düzeltiyorum. İyi de yapıyorum bunları sanırım. Üşenmeden tüm kitapların yazarlarının hayatlarını okuyorum, kitabın ilk basımına bakıyorum, elimdeki basımı yapan yayınevinin bilgilerine bakıyorum, çevirmenin kim olduğunu inceliyorum araştırıyorum. Böyle böyle ne kadar anlamsız, saçma, hayatıma zerre katkısı olmayacak bilgi varsa buluyorum okuyorum, sonra gene üşenmeden ona göre düzenliyorum. Belki de kütüphaneci olmalıydım. Olmalıymışım ya da. Gerçi kütüphanedeki o çalışanların ne iş yaptığını tam olarak bilmiyorum, benimkisi sadece bir tahmin. Eğer bu tür bir şeyse işleri, harika olurmuşum oraya. Tüm gün kimse karışmadan düzenler dururdum. İnternet de varsa okur dururdum bilgilerini. Akşam da saatim gelince çıkıp, evime gider, ayaklarımı kalorifere dayar dizi izlerdim. Maaşım da yatıyor olurdu nasıl olsa, ne zengin edecek ne de aç bırakacak kadar. İzin günlerimde de tiyatroya giderdim, yeni bir yemek dener, eve dönerdim. Ohh mis gibi hayat. Hayal ederken bile içim ferahladı. Kimseye dokunmadan, kimse bana dokunmadan. Büyük büyük şeyler beklemeden, habire debelenmeden, o olacak bu olacak o olmadı bu olmadı diye boğulmadan, sıfır beklenti sıfır hayal kırıklığı dengeli mutluluk. Sürpriz yok, birden bire pat diye önüne bırakılan sorunlar yok, insanlarla uğraşmak yok, muhattap olmak yok, habire kendini geliştirmek zorunda kalmak yok. Mutluluğun formülünü buldum şu an gençler, sadece benim için yapılabilirliği yok, sorun o.
Sandra Bullock'un bir filmi vardı. Tren garında memurdu sanırım, trene bineceklere jeton satan gişedeki görevliydi işte. Yolcular para uzatıyor, o da jetonu uzatıyordu. Geliş saati çıkış saati belliydi, karışanı edeni yoktu, işinin tanımı, sınırları belliydi. Başka yapması gereken birşey yoktu, habire yeni teknoloji çıkıyordu da o öğrenmek zorunda kalmıyordu, kafasını - çok da kullanmasına gerek yoktu, sadece para üstünü hesaplasa yeterdi. Ne severdim o filmi. Tabi Sandra sonra kendine bir sürü dert buluyordu ama olsun. Ya da onun da hayali vardı yapamadığı ama öyle dünyayı ele geçirmek türünden olmadığı için, mutlu bir şeydi (Floransa'ya mı Paris'e bir yere gitmekti hayali sadece, tam gözümün önüne getiremedim araya Practical Magic'ten sahneler karışıyor zihnimde). Ne güzel filmdi be. Artık öyle filmler yok. Nerede o eski bayramlar gibi birşey oldu bu da ama vallahi bakın ciddiyim, artık romantik komediler öyle değil, biz de aynı değiliz tabi sanırım sorunun bir kısmı da bu.
Ne diyordum? İnanın bu yazı nereye gidiyor şu an bilmiyorum.
Yarın sabah kalktığımda tamamen farklı biri olur muyum acaba. Hani şu şey filmleri var ya ben onları çok severdim. Böyle iki kız kardeş mesela ya da anneyle kızı, birbirlerine gıcık olurlar. Bir sabah kalktıklarında birbirlerini bedenlerini değiştirmiş olarak bulurlar. Şimdi her biri diğerinin hayatını yaşamak zorunda kalır. Ya da bir kadın bir gün uyanınca kendini erkek bedeninde bulur ya da bir erkek, bir kadın bedeninde. Hatta en güzeli, yaşlı-orta yaşlı adam bir sabah uyanınca kendini liseye yeni başlarken bulur. Bayılırım bu filmlere. Ama sonlarını sevmem. Çünkü hep sonlarında aslında kendi bedenlerinin, kendi hayatlarının ne kadar da güzel olduğunu anlarlar veya kötü davrandıkları insanlarla empati kurar hale gelirler falan. Çok sinir bozucu.
Sanırım bir de en iyi film-dizi izleyebiliyorum. Yapabildiğim şeylerden biri de bu herhalde. Oturup tüm gün izleyebiliyorum, tüm gece de. Oyuncuların, yönetmenlerin, müzikleri yapan insanların, kostümcünün falan çetelesini tutuyorum kafamda. Farkında olmadan. Eğer böyle bir tanımı olan bir meslek de varsa, sanırım onu da kaçırmışım elimden.
Eleştiride iyi değilim ama. Yorumlamada falan. Birisiyle karşılaşınca kilo mu vermiş saçını mı değiştirmiş tam oturtamıyorum. Sadece bir şey olmuş sana oluyorum, sende bir şey var. Yani bir değişiklik var kafama çınlayan ama öncesinde de o kadar "gözümle" bakmamışım ki şimdi de gözümle algılamıyorum o değişikliği. Evet bir de bunu fark ettim bu yaşımda. Gözümle bakmıyormuşum ben. Çoğu şeyi hissederek algılıyorum, bende yarattığı karşı histen dolayı algılıyorum. Misal birlikte gittik bir yere, biriyle tanıştık. Bir on beş dakika oldu olmadı, adam gitmek durumunda kaldı. O on beş dakika boyunca bende anlam veremediğim bir ilginçlik oluyor, adamı sevmemiş oluyorum, bir rahatsız olmuş oluyorum, içimi bir şeyler tırmalıyor ama anlam veremiyorum. Sonra sen de dönüp bana diyorsun ki ben bu adamı hiç sevmedim çünkü şöyle bakıyordu böyle söylüyordu öyle düşünüyormuş falan. Hah diyorum, tamam işte demek ki haklıymışım. Ben sadece somut bir zemine oturtamıyorum yani. O yüzden birinden hoşlanmadığımda beni dinleyin, beni ciddiye alın. O an görmeseniz bile, yüz yıl görmeseniz bile, o yüz yıl size bir zararı dokunmasa bile, bu insanda beni rahatsız eden bir şeyler var dediğimde gardınızı alın. Çünkü muhakkak ki o insan kötüdür. Bir şekilde içinde bir Sith vardır, kendi bile farkında olmayabilir ama ben bilmişimdir.
Tabi bir demediklerim var, diyemediklerim. Hissedip de kendime bile söylemekten çekindiklerim. Her görüştüğümde zihnimde tuhaf bir tat bırakanlar. Yıllarca seviyorum caaanım, sevimli insan dediklerim. Dediğiniz, dediğimiz. Ama bir türlü anlamdıramadığım. Sonra da o kötülüğü ortaya çıkanlar. Ya da aslında gerçek benlikleri ortaya çıkanlar ve benim ah ulan ama ben nasıl diyecektim ki dediklerim.
Ki bu da diğer sorunuma, en önemlisine getiriyor konuyu. Burada da defalarca dert yandığım şeye. İnsanlara karşı çıkamamama, düşüncelerimi belirtememe, düşüncelerimi savunamama, hakkımı hiçbir koşulda arayamama, habire gülümsememe, yine de gülümsememe ve tamam olur dememe. Kocaman bir korkak oluşuma. Jim Carrey'nin Yes Man diye bir filmi vardı, çok da eski değil. Her şeye hayır diyen bir adamdı Jim, sonra her şeye evet demeye başlayınca hayatı çok daha heyecanlı mutlu güzel falan oluyordu işte, ana fikri buydu. Onun tam tersiyim. Hiçbir şeye hayır diyemeyen sefil insan, ben. Bugün de Jim Carrey'nin doğum günü. Peki ben bu bunu niye biliyorum? Neden aklımı böyle şeyler işgal ediyor? Bunun gibi bilgilerin işime yaradığı bir nokta yok, hayatımı biraz bile olsa iyileştiren bir yanı da yok. Sana ne Jim Carrey'den. İsmini bile bilmene gerek yokken..Ama biliyorum işte. Saçmalıklardan bir tanesi daha.
Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse.
20li yaşlarımın son gününü nasıl geçirdiğime de bakın hele. Kucağımda laptop, gökyüzünü izliyorum. Kafamda devasa bir sorun (Allah kahretsin seni yapı kredi!). Kimseyle konuşacak havada değilim, gülümsemeyi geçtim, suratımı düzgün tutacak bir havada bile değilim. İyi misin...Değilim. Hiç iyi değilim. Sadece bu gece gözümü kapamak ve yarın sabah açtığımda tamamen başka bir evrende, tamamen başka biri olarak uyanmak istiyorum. Yarın için yapmak istediğim tek şey bu. Olur mu? Yapabilir miyiz?
18 Ocak 2016 Pazartesi
18 Ocak
Aa hayır bunalımda değilim, öyle bir ruh hali içinde yazmıyorum bunları. Sadece boş bir hal. Daha önce de dedim ya, kocaman bir boşluk varmış gibi içimde. Üzüntü, kızgınlık bile yok. Ağlamak uygun düşer bu duruma diyorum mesela kendi kendime ama o bile gelmiyor içimden. Bomboş. Sanki bu yaşadığım son senenin içinde birileri bir elektrik süpürgesi tutmuş da hüüp diye çekivermiş içimi gibi. Bomboş.
Belki sabah uyandığımda herşey başka olur. Kim bilir.
18 Ocak 2015 Pazar
18 Ocak
Harry, Acayip Wendelin hakkında yazmayı bitirdi, durup yine dinledi. Karanlık evin sessizliği sadece azman kuzeni Dudley'nin uzaktan gelen homurtulu horultusuyla bozuluyordu. Saat çok geç olmalıydı. Harry'nin gözleri yorgunluktan kaşınıyordu. Belki de bu kompozisyonu ertesi gece bitirirdi...
Mürekkep şişesinin kapağını kapattı, yatağının altından eski bir yastık kılıfı çekip aldı, fenerini, Sihir Tarihi'ni, kompozisyonunu, tüy kalemiyle mürekkebi içine koydu, yataktan kalkıp hepsini yatağının altındaki gevşek bir tahtanın dibine gizledi. Sonra ayağa kalktı, gerindi ve yatağının yanındaki komodinin üstünde duran ışıklı çalar saatin kaçı gösterdiğine baktı.
Gecenin biriydi. Harry aniden midesinde tuhaf bir sarsıntı hissetti. Farkına bile varmadan tam bir saattir on üç yaşındaydı.
(Üç doğum günü kartı, bir mektup, bir Cep Sinsioskopu, bir Süpürge Bakım Seti ve pek eğlenceli bir Canavar Kitap'la karşılaştıktan sonra...)Çalar saate baktı. Sabahın ikisi olmuştu.
Hogsmeade belgesi hakkında ertesi sabah uyanınca üzülmeye karar veren Harry yeniden yatağına gitti ve kendisi için yaptığı, Hogwarts'a dönene kadar kaç gün kaldığını gösteren çizelgede bir günü daha karalamak için uzandı. Sonra gözlüğünü çıkarıp, gözleri açık, yüzü üç doğum günü kartına dönük, yatağa uzandı.
Ne kadar sıra dışı olursa olsun, Harry Potter o anda herkesin hissettiklerini hissediyordu: Ömründe ilk kez, o gün doğum günü olduğu için mutluydu.
Ben de mutluyum. Bugün doğum günümdü çünkü. 28 yıl önce soğuk bir İzmir sabahında başladığım yolculuğun bu noktasında, ben de bir gece vakti durmuş, uzağımdaki dostlarımdan gelen doğum günü mesajlarını okuyor, benim için yaptıkları videoları izliyorum ve Harry ile aynı şeyleri hissediyorum. Diğer günlerden hiç bir şekilde farklı geçmeyen bu gün, doğum günüm olduğu için gene de mutluyum.
19 Ocak 2013 Cumartesi
bugün - aslında dün - benim doğumgünümdü
21 Ocak 2012 Cumartesi
Sihir
Bacakları titriyordu. Sendeleyerek öne doğru yürüdü ve yine yatağın üzerine oturdu. Gözlerini ellerine dikmişti, başı dua okuyormuş gibi öndeydi.
"Farklı olduğumu biliyordum," diye fısıldadı kendi titreyen parmaklarına. "Özel olduğumu biliyordum. Her zaman biliyordum bir şey olduğunu."der sonradan o dünyanın gördüğü en büyük kara büyücü haline gelecek olan Tom Riddle. Sırf bu tepkisi, duruma karşı ortaya koyduğu bu hisleri yüzünden yargılanır Tom bir anlamda. İlk kitapta, Harry Potter ve Felsefe Taşı'nda fırtınalı bir gecede, denizin ortasındaki kayalık kulübede Hagrid, 11 yaşına henüz girmiş Harry'ye aynı şeyleri açıkladığında o bunun tam tersi bir tepki verdi, "Hagrid, galiba bir yanlışlık yaptın. Ben büyücü olamam." diyerek şaşkınlık içinde kaldı diye, Harry beyaz taraf olan olurken Tom siyah taraf olur.
Ben bunu bir türlü kabul edemedim. Potter yolculuğumuz devam ederken, 6.kitapta o satırları okuduğumda benim hissettiğim pek çoklarının düşündüğü - hatta belki onu yazarken Rowling'in de anlatmaya çalıştığı - gibi Tom'un ne kadar kötü biri olduğunun daha o anda belli olduğu değildi. Ben bunun çok mantıklı, çok anlaşılaşılabilir bir tepki olduğunu düşünmüştüm. Hatta aynısı bir durumda benim de verebileceğim bir tepki gibiydi. Evet evet tamamen öyleydi. O anda tam da küçük Tom gibi hissetmiştim. Tamam belki fazlasıyla dürüst bir tepki bu, şaşırmış gibi yapmaktansa, evet biliyordum özel olduğumu demek. Ama zaten hep umduğunuz, içten içe istediğiniz ve gerçek olması için her şeyinizi verebileceğiniz bir mucize gerçekleştiğinde niye şaşırasınız ki? "Biliyordum." dersiniz değil mi? "Özel olduğumu biliyordum çünkü buna inanıyordum. Herkesten önce 'ben' inanıyordum."
Aslına bakarsınız Harry de inanıyordu bence bir parçasıyla buna. Onunla tanışmamızdan önce ve sonrasında da pek çok sefer, 30 temmuzun artık yerini 31'ine bıraktığını belirten saatte, dakikada her yıl yeni bir yaşa girmesini kutluyordu kendi küçük, çoğu zaman acıklı yöntemleriyle. Kendi kendine saatini kontrol edip, "İyki doğdun Harry" diyordu. Yine hiç kimsenin hatırlamamış olmasını, kutlamamış olmasını, hiç bir hediye almamış ve pasta yememiş olmasını düşünüyordu gecenin karanlığında. Üzülüyordu. Sadece yalnız olmasına, hatırlanmamış olmasına üzülmüyordu bence ama. Özel olduğuna dair inancının zedelenmesine, yara almasına üzülüyordu bir parçasıyla. Sağ Kalan Çocuk'tu, Seçilmiş Kişi'ydi ama özel değildi kimse için. Öyle düşünüyordu o anlarda.
Sanırım benim için de bu yüzden bu kadar önemli oldu hep doğumgünlerim. Özel olduğumu düşünmemim, hissetmemin, inanmamın en kolay yoluydu çünkü. Dünyaya gözlerinizi açtığınız o günde, o tek bir günde herşeyin sizin için olduğuna inanabilirsiniz. Güneşin sizin için doğduğuna, günün sizin için uyandığına, insanların her bir köşeden sizin o inanılmaz varlığınız için kutlamalar yaparak çıkacağına inanabilirsiniz. Hayatınız boyunca başka hiç bir gün hissedemeseniz bile o gün, özel olduğunuzu bilirsiniz.
Ya da - bizim gerçekliğimizde - istersiniz. Bunu sadece isteyebilirsiniz. Umabilirsiniz. Ben kendimi bildim bileli öyle umdum mesela. Bir gün ak sakallı, boncuk gözlü bir profesörün gelip "Sen bir büyücüsün. Özelsin. O yüzden artık kendi dünyamıza girme vaktin geldi." demesini bekledim. Arkadaşları çağırıp, kalabalık kutlamalar yapmanın amacı buydu. Pastalara mum koymanın, fotoğraflar çektirmenin, hediyeler beklemenin amacı buydu. Özel olduğumu biliyordum, inanıyordum ama bir şekilde diğerlerinin bunu bana bildirmesine, hissettirmesine ihtiyacım vardı.
Çünkü kendimi bildim bileli hep çok büyük hayallerim vardı. Olur olmaz şeyler istiyordum, gerçek olamayacak şeyler, gerçek yapamayacağımız şeyler. Daha da büyük şeyler istiyordum, daha da fazlasını bekliyordum. Yıllar geçiyordu ve her doğumgünüm, artık birşeylerin yanlış gitmekte olduğunu, birşeylerin kaybolduğunu ve çoğu şeyin gerçekliğini yitirmekte olduğunu hatırlatan birer mezar taşı gibi karşımda dikilmeye başlıyordu. Her doğumgünümle birlikte, inancım da sönmeye başlıyordu. O özel olduğuma dair sarsılmaz inancımı yıkmaya çalışıyordu artık doğumgünlerim. O aşamada o günden nefret etmeye başladım işte. Yaşlandığıma falan aldırdığım yoktu, beni deli eden yılların geçiyor olduğunun, bir yılın daha bomboş geçtiğinin yüzüme vurulmasıydı. Bir yıl daha geçmişti benim için, o büyük şeylerin gerçekleşmesine bir milim bile yaklaşamamıştım. Daha da nefret ettim. Öfkelenmeye başladım. Lanetler etmeye başladım.
Bir zaman sonra öfkenin yerini durgun bir acı aldı. Artık sadece acı duyuyordum. Üzülüyordum kendi kendime. İnanmıyordum artık. İstiyordum ama inanamıyordum. Sadece vakit bir şekilde geçsin diye bekliyordum.
Bu da geçti. Bir zaman daha sonra artık doğumgünleri ve doğumgünlerinin kutlandığı günler ortaya çıkmaya başladı. Tüm dünyanın değil belki ama insanın kendi dünyasının insanları ortaya çıkıp, özel olduğunu hatırlatmaya başlıyordu. Öyle bir aşamaya geçtim artık. Yine nefret ediyorum doğumgünlerimden, yine öfkeleniyorum ama bunun üzerine, bir yandan da ne kadar şanslı olduğumu ya da sevmek konusunda ne kadar doğru olduğumu hatırlatan insanlar gelip sarılıyor, sarmalıyorlar o günde. İşyerinde daha düzgün görünmem için pantolonlar alıyorlar, en sevdiğim renkte kazaklar - yelekler alıyorlar, kendimi temiz tutayım diye en sevdiğim kokuyu taşıyan kremler - duş jelleri alıyorlar, yüzümü güldürüyorlar, sabahın 6'sında deli gibi ağlatan mailler yazıyorlar, tam da aklımdan geçirdiğim kitapları alıyorlar, mutlu olmam için kitaplar alıyorlar ve içlerine kendi elleriyle yaptıkları zarflara koydukları mektuplar yazıyorlar. Öyle satırlar yazıyorlar ki, soğuk bir gece vakti, bir belediye otobüsünde boğazınızı düğüm düğüm ediyorlar, size kendinizden de çok inanıyor olmaları göğsünüze kocaman bir taş oturtuyor. Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun. Kendi bilincizin Dumbledore'u, Hagrid'i çıkıyor karşınıza ve "sen sihirlisin, özelsin." diyor. Ve bu yüzden onca yılı boşuna geçirmediğinizi görüyorsunuz. Sihre sahip olduğunuzu biliyorsunuz. Onu elle tutabiliyor, gözle görebiliyorsunuz.
Çarşamba günü doğumgünümdü benim. Yine. Ama bu sefer belki de, gerçekten, boşa geçmediğini düşündüm 25 yılın. O sihre sahip olduğumu anladım. 25 yılda bu kadarına sahip olabilmişsem, bundan sonra hepsine de sahip olmamam için hiç bir sebep göremedim. Şimdi değil ama bir gün, o bir zamanlar içimde olan büyük hayalci gibi, tüm dünyanın da varlığımı kutluyor olması düşüncesine - yeniden - inanmakta bir sakınca yoktu belki.
İyki doğdum.
So many books, so little time
Mesela. En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...
-
Joo Seo Yeon kızımız bir lisede beden eğitimi öğretmeni. Aynı lisede öğretmen olan Kim Mi Kyung'la tee ortaokul döneminden kankalar...