6 Kasım 2020 Cuma

Dante Gibi

Bugün marketten dönüyordum. Fileli bez torbama uzun baget ekmeğimi koymuş, koluma asmış, akşamüstü güneşinin son demleri arkamdan kovalarken, yokuştan aşağı yürüyordum. Kendi kendime de sırıtıyordum (maskelerin iyi yanlarından biri de bu oldu sanırım, salak saçma ifadelerle ortalıkta dolaşabiliyorum), tam bir romantik komediden fırlamışım gibiyim diyordum. Ya da sanki küçükken izlediğim o Meg Ryan'lı, Julia Roberts'lı filmlerden birinin bir sahnesindeydim, file torbasından ya da kese kağıdından fırından yeni çıkmış bagetin bir ucu fırlamış halde dükkanların önünden yürüyerek, eve doğru giden o görüntü aklıma tıpkı sabah kahvesini taşınabilir bardakta almış, gökdelenler arasında koşturan Manhattan insanı sahnesi gibi kazınmıştı çünkü. Gerçi benim üstümde klas bir etek takım yoktu ya da tasarımcı elinden çıkmış çizgi bir elbise de yoktu, önümden fırlamış göbeğimi zar zor kapatan fermuarlı polarım ve bacakları uzun geldiği için ayakkabılarımın üstüne kat kat yığılmış eşofman altımla, ayağımda tee ilk çalışmaya başladığımdaki o umutlu gençliğimle kesin trekkinglere vururum kendimi diyerek aldığım trekking ayakkabıları vardı. Umut. Evet sanırım kelime buydu. O sırıtışla yürürken de aynı şey oldu. Mutlu hayaller içinde Heidi gibi zıplayarak yürürken o anda da birden takıldım kaldım. İçinde olduğum durum yine birden kafama dank etti. O filmleri, o sahneleri izlerken içimde doğup, koskocaman olan o umut artık yoktu. O an onu fark ettim. Artık umutsuzdum. Umutsuzmuşum yani. Zaman zaman gelirdi bu, yalan yok. İlk defa oluyormuş gibi anlatmıyorum. Ama ilk defa bu kadar umutsuz olduğumu fark ediyorum. Üniversitede depresyona girdiğimde de, ilk işimden istifa etmeye doğru giden zamanlarda da yine depresyona gömüldüğümde de umutsuzdum doğru. Ama onlar hep böyle bir anda vurup, yıkan, sonra ufak tefek iteklemelerle geçiveren umutsuzluklardı. Şimdi öyle değil. Bunu da yaşıma bağlayasım geliyor ama. Hakikaten öyle galiba. Daha önceden umutsuzluğa düştüğümde hep bir şekilde önümde zaman vardı, daha yolum var diyebiliyordum. Daha hayatım bitmedi. Hala bir şeyler yapılabilen yaşlardayım. Diyebiliyordum. Oysa artık diyemiyorum. Bitti. Bir yaş vardı, bir sayı, hangisiydi bilmiyorum ama o yaştan sonra bitti sanki. O noktadan sonra artık hayatta bir şeyler yapabileceğimiz zamanı geçmiş oluyoruz. Kimse bana ay aman öyle deme yok caaanım can çıkmadan umut bitmez falan da filan da demesin. İnanılır yanı yok çünkü bunun. Herşey için belli zamanlar var, her şey için bize ayrılmış bir süre var. Yoksa doğup yaşayıp ölmezdik. Zamanlama diye bir şey var. Zamanı biz uydurmadık da. Güneşin etrafında dönüp duruyoruz. Bu yüzden umut edebilecek yaşı geçtim. You've Got Mail'de Meg Ryan'ın kahvesini alıp, sabah erkenden kitapçısını açmaya gittiği o sahnede yer alabileceğime dair umudum gitti. Then&Now'daki Demi Moore gibi karizmatik giysiler içinde ünlü bir yazar olarak çocukluk arkadaşlarımla buluşmaya gidebileceğim o sahnede olabileceğime diar umudum da yok artık. Ya da Stargate'teki Daniel Jackson gibi akıl almaz maceralara yol açan, beş parasız ama bilginin peşinde mutlu mesut savrulan bir arkeolog (Daniel filologdu filmde ama o kadar detaylara takılmayalım) olarak dünyada dolanıp duracağıma dair umutlarım da bitti. Yıllardır hevesle bir köşede tuttuğum hasır görünümlü kağıt rulosunu geçende açıp, eski dolabın içine kapladım. Boyası çıkıyordu artık dolabın, boyamasın diye. O kağıt rulosunu büyük romanımın taslaklarını yazacağım bir gün diye almıştım, görür görmez gözümün önünde belirmişti o kağıtlara bir dolu şey yazdığım. Kestim biçtim, dolaba yapıştırdım. Umut edebileceğim yaşı çoktan geçmiş olduğum gibi, korkacağım yaşa da gelmek üzereyim. 35'i görmeme 1 sene falan var bir iki ay eksik fazla. Oysa ortaokulda o kütüphane nöbetinde Cahit Sıtkı'nın kitabına rastladığımda, o satırları okuduğumda ne kadar da uzak görünüyordu. Hiç gelmeyecek bir yaştı. Hiç gerçek olamayacak bir yaştı. O zamanlar kütüphanede nöbet tutardık. Bir ilkokulun tek göz oda kütüphanesinde görevli olamayacağından biz öğrenciler nöbet tutuyorduk. Kütüphaneden gün içinde yararlanmak isteyenlerin yanında kütüphaneye göz kulak olmak için gün boyu orada duruyorduk. Haliyle bir ilköğretim okulunda gün içinde kütüphaneye kim gelecek, tüm gün orada oturuyordu nöbetçi olan. Kafasını dinliyordu bir günlüğüne, derslere girmiyordu. Benim durumumda bir dolu kitabı tüm gün kendine ayırmışlık oluyordu. Gerçi teneffüslerde sınıftakiler toplaşıp, yanıma geliyordu her defasında. Ben ohh ne değişik kitaplar buldum diye mutlulukla otururken, küldür paldır harala gürele içeri doluşuyorlardı. Şimdi dönüp bakınca insanlar beni seviyormuş diyorum. Hakikaten de seviliyormuşum. O kütüphanede tek başıma duruyor olmaktan mutluydum ama bir yandan da her 40 dakikada bir yanıma gelmeleri, benimle orada bulunmak istemiş olmaları da mutlu ediyordu. Gülümsüyordum. Seviliyordum. Sonra herkes gitti. Geri geldiklerinde artık tek sevdikleri ben değildim. Teker teker herkesi uzaklaştırdım ben de. Yok ettim. Çıkardım hayatımdan. Bütün çöküntülerimin sorumlusu bu sevgi olabilir mi diyorum bazen. Yıllarca başarısızlık zannetmiştim, başarısızlıkla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum oluşumdan demiştim. Ama belki de bu kadar fazla, bu kadar yoğun sevildikten sonra birden uçurumdan aşağı atılmış olduğum gerçeğini fark edememiş olabilirim. Böyle yıllardan sonra birden bildiğim yerden, bildiğim insanlardan tamamen farklı bir yerde kendimi bulunca, kimseye kendimi sevdirememişim. Nasıl sevdireceğimi bilememişim, çünkü daha önce hiç bunun için çabalamam gerekmemiş. Buraya nereden geldim? Umutsuzluğum.
Eskiden de her şey kötü değil miydi? Kötüydü. Depremler dünyamızı alt üst ediyordu, her gün savaş varmışçasına çatışma haberleri alıyorduk, bombalar patlıyordu,...ama her felaketten bir şekilde bu da geçecek, önümde çok yıllar var ve uzak bir gelecekte bunların hiçbirinin olmadığı bir hayatı yaşıyor olacağım diyordum. Diyebiliyordum. Çünkü hala zamanım vardı. O "uzak gelecek" için daha çok vakit vardı, o zaman geldiğinde artık bu felaketlerin hiçbirisi olmuyor olacaktı. Herşeyi düzeltebilmiş bir dünyada yaşıyor olacaktım. Oysa şimdi o uzak gelecekteyim, o hiç gelmeyecekmiş gibi düşündüğüm gelecek, bu zaman. O yaşlara geldim. Ve hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Görmeye devam ediyorum. Tüm kötülükler olmaya devam ediyor. Topyekün blockbuster bir felaket filminin içine düşmüşüz, savruluyoruz. İşte bu yüzden umudum, hiç geri gelmeyecek şekilde yok oldu. Bundan ötesi yok. Buradan daha ileride bir geleceği hiç düşünmemiştim. Ne yani 70 yaşımda Central Park'ta köpeğimle oyun oynadığımı, koşturduğumu mu hayal edecektim? 20li yaşlarımda, 30larımda artık çok güzel bir dünyada, hayallerinde yaşadığım filmler gibi bir hayatım olacaktı. Oysa yolun orta noktası bombok bir yere çıktı. Hiçbir şey değişmedi.

4 yorum:

  1. Yazının diğer kısımlarına yorum yapmayacağım lakin, bir kısmına kesin yapmam lazım. Seviliyorsun. Kendini sevdirmek için çabalamana falan gerek yok, olduğun gibi seviliyorsun.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanırım koca evin içinde tek başıma dolanıp durdukça böyle hissediyor olabilirim ;)

      Sil
  2. Hiç de azımsanmayacak sıklıkta kendimi beverly hills 90210 daki gençlerle los angeles sokaklarında dolaşırken, new torktaki bir gökdelenin terasında verilen bir partide en güzel elbisemle arzı endam ederken, aynen elimde kahve, saçlarımı savura savura toplantılara koştururken hayal ederdim. Sonuncusu hariç halen hepsi hayal ama bir şans daha verilse 18 yaşıma dönmeyi çok isterdim. Çünkü 18 yaş,insanın tüm hayallerini gerçekleştirebleceğini en güçlü hissettiği yaş.
    Bu arada sevilmek demişsin ya...Bu kadar çok sevilen birinin sonradan sevilmemesi imkansız. Olsa olsa farkına varamamış olabilirsin. Belki çocukluğundaki sevgiyi şimdi fark ettiğin gibi, şimdiki sevgiyi de daha sonra fark edersin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ahh Beverly Hills ahh. Ben de az Brandan Walsh ile entelektüel muhabbetlere girdiğimi hayal etmedim yani :) Hele o gökdelen teraslarındaki partiler, haklısın :D Ama 18 yaşa pek katılamıyorum. Yani hayallerini gerçekleştirmek için en kötü nokta bence orası. Oraya gelene kadar bir şeyleri yapmış olmak gerekiyor diye düşünüyorum. Yoksa 18'de sanki bir uçurumun kenarında dikiliyoruz ve arkamızdan ittiriyorlar gibi. Bir şey düşünmene, karar vermene, çözüm bulmana zaman vermeden.
      Sevginin farkında olamamaya gelince...Bilmiyorum. Sanırım herkesin hayatına devam etmesini kabullenememiş olabilirim. Daha açık söylemek gerekirse hani How I Met Your Mother'da o birbirine o kadar yapışık yaşayan küçük grubun, her birinin evlenmesi, çocuk sahibi olması falan ile birbirinden koptuğunu izledik ya. Onca yılın, onca yaşadıklarının, dostluklarının, sevgilerinin hiçbir önemi kalmamış oldu. Tam olarak hissettiğim bu. Sadece evlenmek, çocuk yapmakla da değil, herkes bir şekilde hayatında farklı farklı aşamalar atlıyor. Arkadaş gruplarının dizileri 10 yıl bile sürse yine de bitiyor, final yapıyor. Benim sorunum o finalden ileri gidemiyor olmam.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...