Yeşillikler içindeki kasabasında bir dolu kardeşi ve sevgi dolu ailesiyle birlikte yaşayan, hayat dolu, enerjik, güleryüzlü Charlotte Heywood bir gün kardeşleriyle kırlarda koştururken yoldaki bir kazaya tanık oluyor. Bay ve Bayan Parker'ın at arabası ufak bir kaza yapınca Charlotte ve kardeşleri çifti kurtarıyor ve Heywood ailesi Parker'lara yardım ediyor. İki aile arasında güzel bir dostluk oluşması münasebetiyle Parkerlar Charlotte'u evlerine kalmaya davet ediyor. Evleri Sanditon isminde bir deniz kenarı kasabasında. Aslında burası yeni kurulmakta olan bir "seaside resort". İnsanların gelip, deniz havası alması, denize girmesi ve yeni yapılan evlerden satın alması için planlanan ve inşa edilmekte olan bir yer. Bay Parker da buranın mimarı gibi bir şey. Genç kızımız Charlotte küçük kasabasından çıkıp, yeni maceralara atılırken, yepyeni insanlarla da tanışıyor. Tabi aralarında Bay Parker'ın genç erkek kardeşi, yakışıklı ve karizmatik Sydney de var. Charlotte dahil olduğu bu alabildiğine renkli ve değişik ortamda kim bilir neler yaşayacak? (IMDb linki burada)
Itv kanalında 2019'un ağustosunda ve PBS kanalında bu senenin ocak ayında 1'er saatlik 8 bölüm olarak yayınlanan Sanditon'ın hikayesi böyle. Neredeyse 60lardan beri Britanya'da bu "period drama"ların senaryolarını yazıyor, Sanditon'ı da senaryolaştıran Andrew Davies. Bu yüzden senaryolaştırdığı pek çok şeyi izlemişim - 2008'deki Little Dorrit ve Sense&Sensibility, 2007'deki Northanger Abbey, 96'daki Emma, 95'teki (efsane) Pride&Prejudice. Yani aslında yazdığı şeyleri severek izlediğim için Sanditon'da da beklentim yüksekti ama biraz duralım, oraya geleceğim.
Sanditon aslında Jane Austen'ın 1818'inde temmuzunda bu dünyaya veda etmeden kısa bir süre önce, 1817'de sağlığı iyice kötülemeye başlamadan aylar önce yazmaya başladığı bir hikaye. 1817'de artık kalem tutup da yazabilecek kadar bile kendini iyi hissedemediğinde yazmayı bıraktığında ilk 11 bölümü tam olarak bitirebilmiş, 12.bölümün de bir kısmı varmış. Toplamda 24 bin kelimesini yazdığı kitap bu şekilde kalmış. Bu kadarlık kısmında ise bizim tv uyarlamasının yalnızca ilk bölümünün bir miktarını oluşturabilecek kadar malzeme yer alıyor. Düşünün tüm bir bölümün senaryosu bile Jane'e ait değil yani. İşte bu noktada aslında yazdıklarını beğenmiş olduğum Andrew Davies amca giriyor devreye. Ve birkaç başka senarist daha. Jane bu noktadan bu hikayeyi nereye götürmeyi düşünmüş olabilirdi, ne yazabilirdi, ne olmasını hesaplamış olabilirdi diye bir beyin fırtınası yapmış olmalarını bekliyoruz haliyle. Günahlarını almış olmayayım yapmış da olabilirler, zira 200 yıldır pek çok yazar bunu deniyor zaten. Sanditon'ı tamamlasak nasıl olurdu diye. Yine de dizinin senaryosu daha çok karman çorman bir Jane Austen kitapları birleşimi ile izleyiciyi nasıl şok ederiz'in bir çorbası olmuş durumda. Her bir yayınlanmış kitabından bir parça alıp, buradaki bir iki karaktere uygulamışlar. Geri kalanında araları olabilecek en "Austen olmayan" şekilde doldurmuşlar. Bunca yıldan ve bunca kitaptan (yayınlanmış 6 kitabını milyonlarca kez okumayı "bunca" olarak tanımlıyorum çocuklar) uyarlamadan sonra artık ben de bir Austen uzmanı sayılırım ve neyin Jane'in kaleminden çıktığını/çıkabileceğini, neyin çıkmayacağını çok iyi biliyorum. O kadar saçma sapan şeyler yazmışlar ki kendi başına bir dönem dizisi yapıyor olsalar belki (BELKİ) kabullenebilirdim ama bir Austen uyarlaması yapıyor olduklarını söylemeleri hakikaten cesurca. Grafik derecesinde s.. sahneleri, normal kötülük seviyesinden çok daha başka seviyelerde kötüler (psikopatlar diyeyim ben), kan bağları olmasa da kardeş sayılabilecekler arasında ens... hikayesi,...kafayı yedim izlerken. Ben ne izliyorum böyle diye.
Jane'in diğer kitaplarından aşırdıkları ve oraya buraya yamamaya çalıştıkları hikayeler ise alabildiğine sırıtıyor. Tam ekranda belirdiğinde ohaaa şimdiye kadar neredeydin be koçum dedirtecek kadar manyak bir Austen erkeğine dönüşmüş Theo James'in karakterine - Sydney Parker - doğru düzgün bir "karakter" yazamamış olmalarından mı en saçma sapan ve itici Austen "heroine"ne dönüştürdükleri bir Charlotte Heywood'dan mı bahsetmeli? İki ana karakter arasında bir P&P yaratmaya çabalamışlar ama hiçbir mantıklı tabana oturmuyor. Sydney durup dururken Charlotte'a bağırıyor, kükrüyor. Charlotte ise nereden çıktığı belirsiz bir ot gibi her şeyin içinde, her olayın ortasında beliriyor ve dahası herkes her şeyi düzelttiği ya da ne bileyim yardım ettiği için ona minnettar halde. Yolda rastlayıp, iki gün tanıyıp, evinize aldığınız bir genç kıza valla sen olmasaydın biz hiçbirimiz hiçbir haltlar yapamazdık iyi ki varsın Charlotteçuğum iyi ki evimizde aylardır bize masraf oluyorsun diye yerlere kapanıyorlar yani. Oysa Charlotte'un biz izleyici olarak hiçbir şeyini görmüyoruz, anlatamıyorlar çünkü. Dahası öyle bir karakter de çizmiyorlar. Sydney'i Charlotte'a aşık ediyorlar mesela (Charlotte'un Sydney'e aşık olmasını hiç sorgulamıyorum bile, Theo James'i o şekilde karşımda görsem ben nefes almayı bile unuturum yeminle), ama nasıl, neden, neye dayanarak hiçbiri yok. Hani pek de "dashing" bir Darcy olarak Matthew Macfadyen, Elizabeth'i görünce bir bakıp, şoka girip bir daha bir gözlerini kırpıştırıp bakmıştı ya yıllar evvel, hah işte, o minicik saniyede bile hep beraber anlamıştık mesela. Oysa bu hikayede hiçbir altyapı, nüans, hiçbir şey yok. Anca ooo merhaba sevimli Charlotte bu kumaş sence beyaz mı dedikten sonra, ehihih evet beyaz Sydney Bey diye cevap veren bir Charlotte'a karşı saniyesinde hörörörö sen ne bileceksin beyazı beyazmış hadi oradan bea sen ancak böyle beyaz dersin çekiiiil karşımdan bre gafil! diye böğüren bir Sydney'nin, bölümler sonra tutup da kıza "senin yanında en iyi halim oluyorum, senin yanında kendim oluyorum" diyerek aşık olduğunu belirttiğine şahit oluyoruz. Adamın en iyi hali - my best self dediği - bu bipolar böğüren haliymiş meğersem, ben anlayamamışım.
Tabi bunların yanında Jane'in bile yazmaya giriştiğine hala şaşırdığım şeyler de yok değildi. Dönemin artık değişen ruhuyla birlikte (Frankenstein'ın yazıldığı, kadın haklarının dillendirildiği bir dönemi kastediyoruz) Jane de ilk gençliğinde anlattığı veya 10 yıl önce yazdığı şeylerden farklı şeyler söylemeye başlamış gibi görünüyor. "Mulatta" olarak yazdığı farklı bir ten rengine sahip bir karakter yarattığını görüyoruz, deniz kenarı resortu kapsamında girişimciliğe, yeni ufuklara doğru yelken açan bir hikayeye giriştiğini fark ediyoruz. Bir 10-20 yıl daha yaşasa kim bilir neler yazacaktı, nelerden bahsedecekti dedirtiyor insana. Belki bu 6 kitaptakinden çok daha farklı bir Jane'e doğru evrilecekti kalemi, belki tanıdığımızdan çok daha farklı bir Jane'i de görecektik kitaplar boyunca. Bilemiyoruz. Maalesef. Kaderin var bir bildiği galiba.
Aslında ben bunu taa nisanda, o saçma sapan günlerimdeyken izlemiştim. Kalp çarpıntılarıyla boğuşup, uykusuz gecelerle, gecenin dördünde ambulansı aramalarla geçen o günlerde akıl sağlımı az buçuk da olsa korumamı sağlayan şey olmuştu yine de Sanditon. Tüm saçmalıklarına rağmen, umarım size de iyi gelir.
Ve Jane'e yakışan bir mutlu sona sahip olacak bir ikinci sezonun hikayesini hayal etmemizde hiçbir sakınca yok bence.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder