15 Ekim 2020 Perşembe

16 Bölümlük "Flower of Evil"


Dedektif Cha Ji Won ile kocası Baek Hae Song'un mutlu, gayet sevimli bir hayatları var. Baek Hae Song metalden takılar, eşyalar falan gibi şeyler yapıyor, metal sanatçısı mı deniyor öyle bir şey. Evlerinin hemen altında kendi atölyesinde hem yapıyor, hem satıyor. Valla bu Güney Kore dizilerindeki meslek çeşitliliğine her defasında şaşırıyorum. Artık şaşırmam herhalde dediğim noktada bile şaşırmaya devam ediyorum. Her defasında da aynı umutsuz düşünce döngüsüne düşüveriyorum onlar yüzünden. Dünyada ne kadar çeşitli işler, zanaatlar, neler neler var insanın yapabileceği ama biz niye hepimiz birden doktor-mühendis-avukat çorbasında boğulmaya çalışıyoruz diyorum. Niye boğuyorlar bizi diyorum? Kim boğuyor diyorum? Offf. Neyse şurada gayet başarılı bir dizi anlatacaktım ben. Bir rahat bıraksam ya kendimi.

İşte bu çiftimizin bir de anaokuluna mı ne giden bir kızları var. Yer aldığı her sahneyi çalan minik bir sevimlilik bombası kendisi. Böyle her şey normalmiş gibi görünen hayatlarında satır aralarında ufak tefek tuhaflıklar görüyoruz tabiki. Tüm tuhaflıklar bir noktada uç veriyor ve hikayeyi ilmek ilmek sökmeye başlıyoruz. Dedektif ablamızın ekibinin araştırdığı bir cinayet, seneler önceki dehşet verici bir seri katil davasına bağlandığında, metalci kocamızın geçmişi ve gerçek yüzü de önümüze serilmeye başlıyor. Suçluların peşinde bir dedektif, yanıbaşındaki, hayatını paylaştığı bir suçluyu ne zaman tanıyacak diye bu ilginç serüvene atlayıveriyoruz.



Orijinal dilindeki ismi "악의 꽃", "evil" ve "flower" kelimelerinden oluşuyor. Çevirince arabesk şarkısı ismi gibi oluyor ama aslında hikayenin mesajını çok da iyi veriyor: Kötülüğün/şeytanın çiçeği. Senaristin daha önceki hiçbir işini izlememişim, zaten bu da ikinci draması görünüyor. Ama var ya eğer hep böyle yazacaksa, her bir işini takip etmek gerek. Hakikaten çok heyecanlı ve ters köşeli bir hikayeydi bu. Boşlukları vardı, mükemmel değildi orası tamam. Eh hadi ama nasıl anlamaz olur mu ama canım öyle şey yemeyin bizi..diye diye ekrana doğru köpürten çok şey oldu. Ama öyle o kadar rahatsız edici değildi, genel anlamda hikayenin gidişatıyla, o heyecanla, macerayla zaten sürükleniyordu insan. Ters köşeler iyi noktadalardı, abartılı ya da zorlama değillerdi. Her bir karakterin, yan roller diyebileceğimiz rollerdekilerin bile hikayenin önemli bir noktasında, önemli bir köşesinde tamamlayacak bir görevi, genel hikaye için önemli bir amacı vardı.


Ama bu dizinin, bu 16 bölümlük hikayenin işlenişi ve çekimi bu oyuncular olmasa, bu kadar etkili olmayabilirdi. Sırlarla dolu geçmişe sahip koca rolünde Lee Joon Gi çok iyi. Ama özellikle - burası spoiler da olabilir benden günah gitti - kişilik değişimlerinde insanı şoka sokacak kadar iyi. Güney Kore dizilerinde şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla bir oyuncu iki ayrı karakteri oynarken ya da başka biriymiş gibi davranırken mutlaka saçını ve giyim tarzını değiştiriyorlar ki o farklılığı bize anlatabilmek için. Oysa LJG tamamen aynı kıyafetler içinde, tamamen aynı saç modeli ile hafızasını kaybedip, tamamen farklı bir insan oluveriyor. Görünüşte hiçbir değişiklik yokken, karşımızda bambaşka bir insan vardı. Rol yapmak değil bu bence artık, kendini bile inandırıyor büyük ihtimalle o kişi olduğuna kameralar çalışırken.


Yumuşak kalpli, sevdiği adamı sevgisine ikna eden, sevgisi için emek vermekten çekinmeyen, kendine de ailesine de sonuna kadar sahip çıkan dedektif rolünde Moon Chae Won'u ise izlemelere doyamadım desem yeri. LJG ile ikisini daha önce Criminal Minds'ta izlemiştim, o konudaki düşüncelerim şurada. Moon Chae Won'u ilk orada izlemiştim zaten, ondan sonraki dizisine (Mama Fairy and The Woodcutter (2018)) büyük hevesle başlayıp, ikinci bölüme bile geçememiştim. Oysa burada kadına birşeyler yapmışlar ya da kendisi mi yapmış, yoksa ışıktan mı çekimden mi, görüntü yönetmeninin gözünün güzelliğinden mi nedir çok başka, çok değişik bir güzellikle göründü gözüme. Dizi boyunca hem rolüyle hem her hareketiyle ışıl ışıldı.


Pek çok oyuncuyu da ilk defa izleme şansım oldu bu dizi ile. Gazeteci rolündeki Seo Hyun Woo'ya yazılan karakter ve hikayesi, metalci esas adamımız ile olan beklenmedik hikaye örgüsü kesinlikle dizinin en keyifli yanlarından biriydi. Polis merkezindeki dedektiflerimiz ayrı bir keyifti izlemek için. Ortamı doldurmak için değil, her birine tek tek bir kişilik verilmiş karakterlerdi ve onlara hayat veren oyuncular da rollerini yanmış, küçükmüş falan gibi hiç düşünmeden hakkıyla oynamışlardı. Onlardan biri olan Choi Dae Hoon'u bu sene her izlediğim dizide gördüm sanırım. Şu an hala devam eden Do You Like Brahms'da izliyorum ve önce de Crash Landing On You'da izlemiştim. Her birinde tamamen farklı, ilginç karakterleri oynadı. Kim Soo Oh ise alabildiğine sevimli, bundan sonra bir esas rol alması an meselesi bence.

Ama en en büyük şaşkınlığım, yeni tanışmam, Kim Ji Hoon ile oldu. Adam bu rol için doğmuş gibiydi, dahası normal hayatında da eski haline göre çok daha değişmiş olarak görünüyor olması da ilginç. Bu dizi biterken tamamen tesadüf eseri açtığım Flower Boy Next Door(2013)'da da karşıma çıktı. Arada 7 yıl var ama adam o zaman, şimdi olduğundan 20 yaş daha yaşlı görünüyor.

Son olarak bu hakikaten son zamanlarda izlediğim en keyifli maceralardan biriydi diyerek, kendi başına bile dinlendiklerinde süper olan ama yer aldıkları sahnelerde insanı uçuran iki şarkısıyla bitiriyorum dizinin.



Bu adamın sesi gerçek mi ya?

Yalnız gene bir şeyi öğk getirene kadar yaptığım bir dönemdeyim sanırım. Halihazırda haftalık izlediğim iki Güney Kore dizisini de bitirdikten sonra bu sene daha başka GK dizisi izlemeyeceğim. İçim dışım çekik oldu vallahi. Evde kendi kendime aigoo aigoo diyerek dolaşıyorum.
Neyse, bir dahaki Lee Joon Gi dizisinde buluşmak üzere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...