Daha geçenlerde okudum, araştırmalar sonucu ortaya konmuş bir gerçek var. İzlediğimiz filmlerin ve dizilerin hikayelerinin içine girebiliyoruz kısa bir süreliğine, izleme süremiz boyunca. Beynimiz izlediğimiz o "gerçekliği" kısa bir süreliğine de olsa kabul edebiliyor ki böylece izlerken hadi caaanım saçmalık öyle de şey olur mu gerçek değil ki bu diye habire dürtüklemiyor da o süre içerisinde rahat rahat izleyebiliyoruz. -Muşuz yani, bilim insanları öyle söylüyor. Yani beynimiz önünde bulduğu gerçekliği gerçek olmadığını bilse de kısa bir süreliğine kabul ediyor, oynat tuşuna bastığımızda ya da sinemada ışıklar söndüğünde beynimiz de bir tuşa basıveriyor ve tık! o anda izlediğimiz dünyaya ışınlanıyoruz. Bu duruma bir de isim vermişlerdi ama unuttum, neyse. Buraya kadar bilim insanlarının dediği her şey mantıklı, doğru da hatta. Hakikaten öyle yapıyoruz, yoksa oturup da hiçbir şey izleyemezdik. Benim merak ettiğimse o tuşa basıp, ışıkları geri açtığımızda neden bazılarımız hala o dünyada kalıyor, çıkamıyor?
Bunun için de bir diğer araştırmanın sonuçlarından yararlanıp bir miktar açıklama getirebiliyoruz sanırım. Beyinlerimiz bitmeyen ya da kötü olan şeyleri unutmuyormuş. Yani güzel bir şekilde sonuçlanan ve bizi tatmin eden bir cevapla yolcu eden durumları, olayları, insanları gönül rahatlığıyla unutuyoruz. Unutuyoruz deyince öyle pek bir acı oldu ama öyle unutmayı kastetmiyoruz, yani içimizde güzel bir yere, ona ayrılmış hoş bir yere yerleştirip, rahat ediyoruz demek gibi bir şey bu. Ama kötü sonuçlanan veya hiç sonuçlanmayan, bize istediğimiz cevabı mutluluğu sonucu vermeyen şeyleri ise bir türlü "let go" yapamıyormuşuz (Frozen'daki şarkı gibi okuyalım bu let go'yu :) ). Tekrar tekrar o şeye dönüyor, beynimizdeki o yeri ziyaret ediyor, kendimize işkence edip duruyormuşuz uzun lafın kısası. Bitmemiş bir resim gibi düşünün, maket, heykel, örgü, dikmeye başladığınız bir giysi, bestelemeye başladığınız bir şarkı, yazmaya başladığınız bir şiir, hikaye gibi. Bitirdiğiniz bir resmi güzelce çerçeveletip duvara asarsınız ve her gördüğünüzde size güzel duyguları verir, görevini yerine getirir. Oysa o bir türlü bitmeyen resmin önüne oturursunuz her boş bulduğunuzda, gece uykularınızdan uyanır karşısında bulursunuz kendinizi. Her defasında bir çizgi eklersiniz, bir fırça darbesi savurursunuz. Hep aklınızın bir köşesinde, elmanın içini kemiren kurt gibi durur, bir türlü gitmez. İşte sanırım bazı filmlerden, dizilerden, hikayelerden çıkamayışımızı da kısmen böyle açıklayabiliriz.
Bu noktada kocaman bir spoiler vermiş olma pahasına da olsa anlatmaya devam edebilmem açısından yazacağım, benim için Moon Lovers'ın bu kadar etkili olmuş olmasının sebebi bu büyük oranda. Sadece - psikolojik anlamda - ortada bırakmış olmasından değil tabi, hakkını da teslim edeyim mükemmel bir hikaye yazmış ve çekmişler. Tablo gibi görüntüler, müthiş müzikler eşliğinde ekranda süzülürken bir yandan da kendinizi hikayenin içine yakanızdan tutup çekilmiş halde buluveriyorsunuz.
Hikayemiz günümüzde güneşli bir günde başlıyor. Herkes ailesiyle, arkadaşlarıyla, sevdikleriyle güzel bir göl/deniz kenarı gibi bir sayfiye yerinde günün keyfini çıkarıyorken 25 yaşındaki Go Ha-Jin harap bir halde bir köşede oturmaktadır. Sevgilisi pisliğin teki çıkmış, işinde hiçbir şey yolunda gitmemiş, hayatı tamamen dibe vurmuştur. Kendi kendine tüm hayatının bittiğini düşünüp, kahrolurken bir çocuğun önünde suya düşüp, boğulmaya başladığını görür. Önce şaşkınlıkla ne yapacağını bilemez, çocuğun düştüğünü başka kimse fark etmemiştir. Sonunda çocuğu kurtarmak için suya atlar (ki bu noktada ben neden bir Gryffindor değilim de Ravenclaw'um çok net anlamış bulundum, ben orada suya atlayacağıma bağırır çağırır insanları toplar onların çocuğu kurtarmalarını sağlardım, atlayınca bağırdım açıkçası kızım manyak mısın ne atlıyorsun diye, neyse). Bu sırada insanlar da fark eder ve Go Ha-Jin çocuğu suda bulup, yukarı uzatır. Ama tam da o anda güneş tutuluyordur ve evrenin mistik güçleri devreye girer, daha az önce keşke uyusam da yüzyıllarca binlerce yıl uyanmasam diye içinden geçiren kızımızı suyun daha da dibine çeker ve gözlerini geri açtığında kendini 941 yılında Goryeo Hanedanlığı zamanında bulur. O zamanda yaşayan Hae-Soo isminde 16 yaşındaki bir kızın bedeninde uyanır ve hem hanedanın 9 prensi hem de ülkenin ileri gelen ailelerinin arasındaki taht ve güç mücadelesinin tam ortasında yer almaya başlar.
Dizi Güney Kore'de 29 ağustos-1 kasım 2016 tarihleri arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış. Böyle bizdeki gibi muhteşem yüzyıl kösem sultan bağdat fatihi iv.murad gibi bir satır ismi olmasının sebebi de bir uyarlama olması. Scarlet Heart isimli 2 sezonluk Çin dizisinden uyarlanmış. Ki o dizinin hikayesi de Çin bir yazarın Tong Hua'nın 2005'te internette yayınlanan romanı "Bu Bu Jing Xin"den uyarlamaymış.
|
Goryeo Krallığı 918-1392 |
Şimdi bu noktada dizinin hikayesine dalmadan önce Kore/Güney Kore tarihinden bir miktar bahsetmek gerekiyor (bayılıyorum tarihten bahsetmeye, anlatmaya, bir sürü detayla boğmaya ama ne yapayım, beni üniversitede tarih hocası yapmayan kader utansın:( ). Goryeo Krallığı 918 yılında Kral Taejo tarafından kurulmuş. Şöyle kabaca bir karşılaştırmalı kronoloji verirsem belki hepimizin kafasında canlanır: Goryeo kurulurken ve dizideki kızımız zaman yolculuğu yaparken burada Anadolu'da Bizans İmparatorluğu var, onun komşuları Ermeni ve Gürcü krallıkları kendilerini ilan etmeye başlamış, aşağıda Arap emirlerinin yönetimleri var. Aya Sofya'nın kubbesi çöküyor ve yeniden onarılıyor. Avrupa'nın ortasında Kutsal Roma İmparatorluğu kurulmuş, Venedikli denizcilerse çoktan cumhuriyetlerini kurmuş, denizlerde dolanmakta. Haa bizim at sırtındaki Türk boyları nerede bu sırada derseniz, Karahanlılar ve Gazneliler olarak uğraşıp duruyorlar.
Bu Goryeo Krallığı bugünkü Kore'ye Kore dememizi sağlayan krallık. İlk kralı Taejo (ki dizide de başladığımız kral o) kendinden önce büyük ailelerin yönetimi altında bölünmüş bir halde olan ülkeyi birleştirmiş. Bunu da yalnızca sefer yaparak gerçekleştirmemiş, kafasını kullanmış, siyaseti tüm hayatına yedirmiş. Gitmiş sınırları içinde ne kadar önemli aile varsa hepsinden bir kadınla evlenmiş ve her aileden bir prens doğmuş. Böylece isyan çıkarabilecek, bağımsızlık isteyebilecek ordusu olan her bir aileye yönetimde söz vermiş gibi yapıp, kendini merkeze oturtmuş. Tabi bu sistemin de çok büyük bir sıkıntısı var. Mevcut kraldan sonra tahta hangi prens geçecek? Kral Taejo bunun için en büyüklerini veliaht prens ilan etmiş ama ortada bu kadar çok prens ve arkalarında da bu kadar çok güçlü aile olunca isteyen veliahtı yerinden edip, veliaht olabilme hakkını görmeye başlıyor kendinde. İşte bizim hikayemiz de tam bu noktada başlıyor.
Böyle baktığımızda dizinin anlattığı dönem ve olaylar oldukça ilgi çekici ve aksiyon, entrika dolu. Oldukça heyecan verici bir şekilde de ilerliyor zaten. Oyuncuların performanslarından bahsetmeden önce özellikle aksiyon sahnelerinin güzelliğini belirtmem gerekiyor. 4.prens Wang So'nun tek başına bir tapınağa daldığı bölümü tekrar tekrar açıp izliyorum (ah keşke ben de öyle dövüşmeyi öğrenebilsem, manyak bir şey o bölüm). Prensler, suikastçiler, isyancılar vb. arasında gerçekleşen tüm dövüş sahneleri ayrı birer sanat eseri olmuş. Tüm bu sahnelerdeki ses ve müzik detayları ise sanırım etkilerini pekiştiren en büyük elementler. Hele 4.prensin ve onu getirenlerin tam güneş tutulması sırasında at üstünde krallığın başkentine doğru gelişini gösteren bir iki dakikalık bir sekans var ki müziğiyle, renkleriyle, çekimiyle her şeyiyle siz de onlarla birlikte gaza gelmiş dört nala at sürüyor gibi oluyorsunuz (tekrar tekrar izlediğim sahnelerden biri daha).
|
esas kızımız Hae-Soo |
Oyunculara gelirsek, ilk olarak her şeyin suçlusu kızımıza çemkirip rahatlayayım istiyorum. 20 bölüm boyunca izlediğimiz Hae-Soo en başlarda çok sinir bozucuydu. Zaman zaman abartılı çıkışları varken çoğunlukla tepkisiz oynadı. Senaryo veya yönetmen ona böyle demiş olabilir, kim bilir ama mimiklerinin tepkisiz görünmesi demek gözlerinle, vücut dilinle dahası enerjinle bir şeyleri anlatmaya çalışmaman demek değildir. Senaryoda olan şeyleri gerçekten hissedebilen bir oyuncu bunu ekrandan bize de aktarabilir, konuşamasa, hareket edemese bile. Hikaye ilerledikçe kızımız da büyüdü ve bu tepkisizliğinin içindeki anlık saçma çıkışları da kayboldu, artık tamamen donuk bir şekilde oynamaya başladı. Çünkü sanırım karaktere bir olgunluk çöksün demişler ve o da o zaman ben de donarım demiş. Etrafındaki oyuncular ve hikayenin bize anlattıkları, müzikler, makyajlar, atmosfer olmasa esas kızımızı oynayan oyuncunun bize pek bir şey hissettiremeyeceği açık. Ama bu haliyle yine de ortaya idare eder, hikayenin içinde bir şekilde yuvarlanıp giden bir performans ortaya çıkarmış durumda. Oysa ki canlandıran oyuncu (ki Lee Ji-Eun sahne ismiyle IU diye bir şarkıcı) tam da karaktere uygun bir görüntüde, ufak tefek, çelimsiz, saf ama sevimli bir görüntüde. Azcık da oynayabilseymiş şahane olurmuş.
|
ah be Wang So |
Prensler ise resmen döktürerek dolanıyor 20 bölüm boyunca. Sırf buradaki karakterin kişiliği ve o karaktere hayat verebilme şeklinden dolayı dizi boyunca esas kızımız gibi adım adım benim de aşık olduğum 4.prens Wang So'yu canlandıran Lee Joon Gi tam anlamıyla kendisi tarih yazıyor. O tarihi kostümler bile onun üzerinde bir başka duruyor, saçma sapan peruklar olduğunu bilmemize rağmen kafasında saçları, maskesi her şeyi bir ayrı karizmaya dönüşüyor. Çünkü oyuncu Lee Joon Gi'den delicesine bir enerji fışkırıyor. Tüm o nefretini, yalnızlığını, sevgiye aç masum bir çocuğun üstüne geçirdiği o zırhını, çok istese de duygularını belli edemeyişini hepsini öyle bir güzel anlatıyor ki. Hikayeyle birlikte o "kurt köpeği" halinden yavaş yavaş nasıl sıyrıldığını, yaralarını aşkıyla sarıp sarmaladığını, o kadar kuvvetine rağmen yine de olan biten her şeyi o kadar da değiştiremediğindeki o saf çaresizliğini onunla birlikte yaşıyoruz. Bu artık bence tamamen başka seviye bir oyunculuk. Çünkü dizi dışında tamamen bambaşka bir insan gibi görünüyor Lee Joon Gi, tabiki sokakta birlikte top koşturmadığımız için en "kendi" halini bildim demiyorum ama internette yansıttığı haliyle kendisi gayet neşeli, eğlenceli, kıpır kıpır ama bir yandan da çok zarif, işine acayip düşkün, manyak derecede disiplinli ve çalışkan bir insan gibi görünüyor. Özellikle dans ve dövüş sanatları konusundaki yeteneklerine şapka çıkartılmayacak gibi değil (Resident Evil'ın son filmini görmüş müydünüz?!). Şarkıcılığı, yaptığı müzik hiç benlik olmasa da o konuda da çalışkanlığını ve azmini takdir etmek gerekiyor. Wang So karakterine aşık etti beni, gerçekte kendisineyse hayran bıraktı "insan" olarak.
|
soldan sağa:14-10-8-esas kızımız-4-13-3 |
Lee Joon Gi'ye hayranlığımı da sayfalarca ifade ettikten sonra diğer prenslerden söz edebilirim. Dizide tabiki hikayeyi karmaşıklaştırmamak adına kral Taejo'nun nerdeyse sayıları 25'i bulan prenslerinden bazıları ile karşılaşıyoruz: Saf ve iyi niyetli abilerin abisi ama kara bahtlı Veliaht prens Wang Mu, cadaloz annesinin elinde büyümese belki de iyi bir insan olacak olan ama bu halde tüm kötülükleri üstlenen 3.prens Wang Yo, demin bahsettiğim 4.prens Wang So, iyi ve bilgili bir adam olmasının yanında aslında annesi ve entrikacı kız kardeşinin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayan sessiz 8.prens Wang Wook, sinsi bakışlarıyla olaylara karışmaz gibi görünüp aslında saman altından her şeyin içine eden kenafir yüzlü 9.prens Wang Won, dünyalar şapşiği hiç büyümeyen 10.prens Wang Eun, böyle bir entrika ortamında doğmasa müziği ve sanatıyla dünya üstünde cenneti yaşayacak olan bu acıları hiç hak etmeyen yumuşak bakışlı 13.prens Baek-Ah, ortamın en küçüğü ama en haylazı habire üstü başı dağıtıp ortalıklarda dövüş arayan ama iyi niyetli 14.prens Wang Jung.
Hepsi de canlandıran oyuncuların gayet güzel performanslarıyla akıllarda yer ediniyor.
|
bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin? |
Bir dolu şey söylemek istiyorum. Neden böyle bittiğini, beni niye bu kadar etkilediğini saatlerce tartışmak istiyorum. Aslında diziyi izlerken neden böyle yaptığını beni ve izledikten sonra neden öyle bir hale soktuğunu kısmen de olsa en başta anlattığım bilimsel gerçeklere dayandırabiliyorum. Ama diğer kısmı da sanırım hikayeden dolayı. Yani öyle bir noktada başlıyor ki esas kızın hikayesi, direkt içselleştirmeme sebep oldu ilk dakikalardan. Hepimizin düştüğü bir durumda buluyoruz onu. Hayatı en dibe vurmuş bir halde ne yapacağını bilemez şekilde dizlerini kendine çekmiş, kafasını dizlerine koymuş, bir çıkış yolu arıyor ama yok. O noktada bir mucize oluyor ve hakikaten de bir çıkış yolu açılıyor ama tam da hayal ettiğimiz veya tercih edebileceğimiz şekilde değil. Çünkü kendini ortasında bulduğu dünya, dibine vurduğu öbür dünyadan kat be kat daha tehlikeli aslında. Yine de içindeki umut kırıntısıyla, yaşam azmiyle tutunuyor bu yeni dünyaya. Gayet ilişki kurabileceğimiz bir hikaye bu aslında. Ama beni kötü eden, bu kadar içime oturan kısımlar da buradan sonra başlıyor. Bu yeni dünyada esas kızımız adım adım çok güzel bir yaşam kuruyor bir nebze de olsa.
|
herkes bir aileyken |
En başta, ilk bölümler süresince tüm prens kardeşler ve kızımız derininde şimdiden taht kavgaları, entrikalar kök vermeye başlamış olsa da yüzeyde çok güzel bir şey oluşturuyorlar. İşte o ilk bölümlerde hikayenin insana hissettirdiği o duyguların sonraki bölümlerde ilerledikçe kağıttan bir kule gibi tek tek yere indiğini, o dünyanın o karakterlerin tek tek savrulduğunu izledikçe kahroluyorsunuz. Eğer en baştaki o hallerini onlarla birlikte yaşamamış olsanız belki bu kadar etkilemeyecek. O şeyleri onlarla birlikte hissetmemiş olsanız belki olayların geldiği hale bu kadar içiniz acımayacak. Ama hikaye her yeni açılan katmanıyla birlikte sağlı sollu geçiriyor tokatları. En başında o kadar mutlu hissetmemiş olsak sonrasında da mutsuzluğumuzun acımız bu kadar derin olmayacak belki de. Her seferinde şimdi iyi olsun artık dediğimiz noktada hikaye üstümüze gelmeye, acı eşiğimizi zorlamaya devam ediyor.
Bilmiyorum sevgili kayıp çocuklar, vallahi bilmiyorum. Belki ben abartıyorum ama böyle de bir hikaye izledim, hayaletinden kurtulamıyorum.