17 Ocak 2017 Salı

29'un vedası

20li yaşlarıma ait son gün bugün. Yarın sabah 8.30'dan itibaren tam olarak 30 yılı geride bırakmış olacağımı fark edince bugün, durup düşünmenin tam sırası dedim. Gerçi hep düşünüyorum, devamlı düşünüyorum, ne olacak benim bu halim diye düşünmediğim tek bir an bile yok ama bu düşünme farklı bir düşünme olsun. Şimdi, bugün, son bir kez, tamamını, tüm bir 30 yılı düşünüp, sonunda üstüne çizgiyi çekeyim, hesabı kapatayım, gitsin istiyorum. Ne tam huzurlu bir dönemindeyim hayatımın, ne de günlük güneşlik şu an. Aksine sabahtan itibaren milyonlarca sorunla boğuşarak geçirdim saatleri, hala daha bitmediler, ne yapacağımı bilmiyorum ama...işte. Oturup bir, etraflıca düşünüyorum.
Bu sayıya neden bu kadar önem yüklendiğini, yüklediğimi de bilmiyorum. Altı üstü sayı. İki ile başlamıyor da üç ile başlıyor. Ne olmuş? Ya da doğum günlerine, doğum günlerime olan bu anlamsız saplantı? Yıllardır burada her doğum günümde yazdığım iki üç saçma şeyle aslında hep bunu sorgulamışım ama hala aklımda. Belki gerçekten önemlidir, belki haklıyımdır bu kadar kafaya takmakta.
Ne yazacağımı bile bilmiyorum şu an. Hakikaten ne yazacaktım ben? Ne düşünüyordum?
Keşke bir uygulama, bir program ya da bir insan, bir şey olsa, şimdi tutsa elimden hadi bakalım şimdi şuraya adım at, sonra şuraya, şimdi şu insana şunu de, tamam o köşeden dön, şu dükkana gir, bunu al...falan diye yapmam gereken her bir adımı belirtse. Hiçbir şey için düşünmek zorunda kalmasam. Şimdi yanlış mı karar verdim, acaba doğru şeyi mi yaptım diye içim içimi yemez böylece. Hatta, en önemlisi, içinde bulunduğum bu sıfır çıkmazından nasıl çıkacağıma dair talimatları verseler düzgünce. Kurulum kullanım kılavuzu gibi hani. Tamam bu hayata geldiniz şimdi önce ürünü paketinden çıkarın, numaraları parçalardan ilkini ikincisine şekilde gösterildiği gibi monte edin, sonra şu düğmeye basın diye devam eden bir kılavuzum olsa. Çünkü inanın, hiçbir fikrim yok. Zerre fikrim yok ne yapacağıma dair. Tamamen ortada kalmış durumdayım. Hiçbir şey heyecanlandırmıyor, hiçbir şey yapmak için herhangi bir isteğim yok. Sadece yapıyorum. Ya çok daha önceden kararlaştırıldığı için ya da yapılması gerektiğini söyledikleri için falan yapıyorum. Hiçbir şeye dair umudum da yok. Ayy şöyle olsa ne güzel olur gibi şeyim kalmadı mesela. Neyi severim neyi sevmem, hiçbirinden emin değilim. Neyde iyiyim neyde kötüyüm, bilmiyorum. Yapabildiğim bir şey var mı bilmiyorum. Yapmayı becerebildiğim bir şeyler. Bakın abartmıyorum, samimiyetle, tüm içtenliğimle, içimden gelerek söylüyorum ki bu hayatta ne yapıyorum neden bu hayata geldim niye yaşıyorum şu an hiçbir fikrim yok. Çünkü durup bakıyorum kendime, yaptığım hiçbir şey yok.
Abim boşalt şu kafanı dedi, ben Roma'ya dönmeden hemen önce. Kafanın içindekilerin hepsini boşalt, temizle bir, rahatla, yepyeni bir sen olarak geri dön buraya dedi. Neyi boşaltacağımı bilmiyorum, çünkü zaten bomboş kafamın içi. Hiçbir şeye dair hiçbir fikrim yok. Zaten yıllardan beri, üniversitede delirdiğim o seneden beri hep aynı şeyi söylüyor: Değiş. Kafanı değiştir. Bunu da nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bilsem yapmaz mıyım.
Nereye gidiyor bu yazı? Oysa ne diyecektim.
En iyi yaptığım şey düzenlemek sanırım. Evet, evet, düzenlemek. Ama öyle etrafı düzenlemek gibi değil ya da düzen hastasıyım yok aman o simetrik dursun şu burda dursun o orada olacak gibisinden değilim. Ne zaman iyice sıkılsam ya da kafamın sesinden delirecek gibi olsam ya da yapmam gereken bir iş varsa ve zerre yapmak istemiyorsam, kaçmak için falan açıp bir şeyleri düzenliyorum. Mesele bilgisayardaki dosyaları, klasörleri tarih sırasına göre düzenliyorum. Kitaplıktaki kitapları yazarların soyadlarına göre diziyorum bazen, bazen de basım tarihlerine göre, belki denk gelir de bilgilerini bulabilirsem ilk yazıldıkları tarihlere göre. Dolaptaki giysileri renklerine göre, mutfaktaki tabakları bardakları desenlerine, boyutlarına göre. Hiçbir şey yapamazsam evi süpürüyorum. Eşyaları düzeltiyorum. İyi de yapıyorum bunları sanırım. Üşenmeden tüm kitapların yazarlarının hayatlarını okuyorum, kitabın ilk basımına bakıyorum, elimdeki basımı yapan yayınevinin bilgilerine bakıyorum, çevirmenin kim olduğunu inceliyorum araştırıyorum. Böyle böyle ne kadar anlamsız, saçma, hayatıma zerre katkısı olmayacak bilgi varsa buluyorum okuyorum, sonra gene üşenmeden ona göre düzenliyorum. Belki de kütüphaneci olmalıydım. Olmalıymışım ya da. Gerçi kütüphanedeki o çalışanların ne iş yaptığını tam olarak bilmiyorum, benimkisi sadece bir tahmin. Eğer bu tür bir şeyse işleri, harika olurmuşum oraya. Tüm gün kimse karışmadan düzenler dururdum. İnternet de varsa okur dururdum bilgilerini. Akşam da saatim gelince çıkıp, evime gider, ayaklarımı kalorifere dayar dizi izlerdim. Maaşım da yatıyor olurdu nasıl olsa, ne zengin edecek ne de aç bırakacak kadar. İzin günlerimde de tiyatroya giderdim, yeni bir yemek dener, eve dönerdim. Ohh mis gibi hayat. Hayal ederken bile içim ferahladı. Kimseye dokunmadan, kimse bana dokunmadan. Büyük büyük şeyler beklemeden, habire debelenmeden, o olacak bu olacak o olmadı bu olmadı diye boğulmadan, sıfır beklenti sıfır hayal kırıklığı dengeli mutluluk. Sürpriz yok, birden bire pat diye önüne bırakılan sorunlar yok, insanlarla uğraşmak yok, muhattap olmak yok, habire kendini geliştirmek zorunda kalmak yok. Mutluluğun formülünü buldum şu an gençler, sadece benim için yapılabilirliği yok, sorun o.
Sandra Bullock'un bir filmi vardı. Tren garında memurdu sanırım, trene bineceklere jeton satan gişedeki görevliydi işte. Yolcular para uzatıyor, o da jetonu uzatıyordu. Geliş saati çıkış saati belliydi, karışanı edeni yoktu, işinin tanımı, sınırları belliydi. Başka yapması gereken birşey yoktu, habire yeni teknoloji çıkıyordu da o öğrenmek zorunda kalmıyordu, kafasını - çok da kullanmasına gerek yoktu, sadece para üstünü hesaplasa yeterdi. Ne severdim o filmi. Tabi Sandra sonra kendine bir sürü dert buluyordu ama olsun. Ya da onun da hayali vardı yapamadığı ama öyle dünyayı ele geçirmek türünden olmadığı için, mutlu bir şeydi (Floransa'ya mı Paris'e bir yere gitmekti hayali sadece, tam gözümün önüne getiremedim araya Practical Magic'ten sahneler karışıyor zihnimde). Ne güzel filmdi be. Artık öyle filmler yok. Nerede o eski bayramlar gibi birşey oldu bu da ama vallahi bakın ciddiyim, artık romantik komediler öyle değil, biz de aynı değiliz tabi sanırım sorunun bir kısmı da bu.
Ne diyordum? İnanın bu yazı nereye gidiyor şu an bilmiyorum.
Yarın sabah kalktığımda tamamen farklı biri olur muyum acaba. Hani şu şey filmleri var ya ben onları çok severdim. Böyle iki kız kardeş mesela ya da anneyle kızı, birbirlerine gıcık olurlar. Bir sabah kalktıklarında birbirlerini bedenlerini değiştirmiş olarak bulurlar. Şimdi her biri diğerinin hayatını yaşamak zorunda kalır. Ya da bir kadın bir gün uyanınca kendini erkek bedeninde bulur ya da bir erkek, bir kadın bedeninde. Hatta en güzeli, yaşlı-orta yaşlı adam bir sabah uyanınca kendini liseye yeni başlarken bulur. Bayılırım bu filmlere. Ama sonlarını sevmem. Çünkü hep sonlarında aslında kendi bedenlerinin, kendi hayatlarının ne kadar da güzel olduğunu anlarlar veya kötü davrandıkları insanlarla empati kurar hale gelirler falan. Çok sinir bozucu.
Sanırım bir de en iyi film-dizi izleyebiliyorum. Yapabildiğim şeylerden biri de bu herhalde. Oturup tüm gün izleyebiliyorum, tüm gece de. Oyuncuların, yönetmenlerin, müzikleri yapan insanların, kostümcünün falan çetelesini tutuyorum kafamda. Farkında olmadan. Eğer böyle bir tanımı olan bir meslek de varsa, sanırım onu da kaçırmışım elimden.
Eleştiride iyi değilim ama. Yorumlamada falan. Birisiyle karşılaşınca kilo mu vermiş saçını mı değiştirmiş tam oturtamıyorum. Sadece bir şey olmuş sana oluyorum, sende bir şey var. Yani bir değişiklik var kafama çınlayan ama öncesinde de o kadar "gözümle" bakmamışım ki şimdi de gözümle algılamıyorum o değişikliği. Evet bir de bunu fark ettim bu yaşımda. Gözümle bakmıyormuşum ben. Çoğu şeyi hissederek algılıyorum, bende yarattığı karşı histen dolayı algılıyorum. Misal birlikte gittik bir yere, biriyle tanıştık. Bir on beş dakika oldu olmadı, adam gitmek durumunda kaldı. O on beş dakika boyunca bende anlam veremediğim bir ilginçlik oluyor, adamı sevmemiş oluyorum, bir rahatsız olmuş oluyorum, içimi bir şeyler tırmalıyor ama anlam veremiyorum. Sonra sen de dönüp bana diyorsun ki ben bu adamı hiç sevmedim çünkü şöyle bakıyordu böyle söylüyordu öyle düşünüyormuş falan. Hah diyorum, tamam işte demek ki haklıymışım. Ben sadece somut bir zemine oturtamıyorum yani. O yüzden birinden hoşlanmadığımda beni dinleyin, beni ciddiye alın. O an görmeseniz bile, yüz yıl görmeseniz bile, o yüz yıl size bir zararı dokunmasa bile, bu insanda beni rahatsız eden bir şeyler var dediğimde gardınızı alın. Çünkü muhakkak ki o insan kötüdür. Bir şekilde içinde bir Sith vardır, kendi bile farkında olmayabilir ama ben bilmişimdir.
Tabi bir demediklerim var, diyemediklerim. Hissedip de kendime bile söylemekten çekindiklerim. Her görüştüğümde zihnimde tuhaf bir tat bırakanlar. Yıllarca seviyorum caaanım, sevimli insan dediklerim. Dediğiniz, dediğimiz. Ama bir türlü anlamdıramadığım. Sonra da o kötülüğü ortaya çıkanlar. Ya da aslında gerçek benlikleri ortaya çıkanlar ve benim ah ulan ama ben nasıl diyecektim ki dediklerim.
Ki bu da diğer sorunuma, en önemlisine getiriyor konuyu. Burada da defalarca dert yandığım şeye. İnsanlara karşı çıkamamama, düşüncelerimi belirtememe, düşüncelerimi savunamama, hakkımı hiçbir koşulda arayamama, habire gülümsememe, yine de gülümsememe ve tamam olur dememe. Kocaman bir korkak oluşuma. Jim Carrey'nin Yes Man diye bir filmi vardı, çok da eski değil. Her şeye hayır diyen bir adamdı Jim, sonra her şeye evet demeye başlayınca hayatı çok daha heyecanlı mutlu güzel falan oluyordu işte, ana fikri buydu. Onun tam tersiyim. Hiçbir şeye hayır diyemeyen sefil insan, ben. Bugün de Jim Carrey'nin doğum günü. Peki ben bu bunu niye biliyorum? Neden aklımı böyle şeyler işgal ediyor? Bunun gibi bilgilerin işime yaradığı bir nokta yok, hayatımı biraz bile olsa iyileştiren bir yanı da yok. Sana ne Jim Carrey'den. İsmini bile bilmene gerek yokken..Ama biliyorum işte. Saçmalıklardan bir tanesi daha.
Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse.
20li yaşlarımın son gününü nasıl geçirdiğime de bakın hele. Kucağımda laptop, gökyüzünü izliyorum. Kafamda devasa bir sorun (Allah kahretsin seni yapı kredi!). Kimseyle konuşacak havada değilim, gülümsemeyi geçtim, suratımı düzgün tutacak bir havada bile değilim. İyi misin...Değilim. Hiç iyi değilim. Sadece bu gece gözümü kapamak ve yarın sabah açtığımda tamamen başka bir evrende, tamamen başka biri olarak uyanmak istiyorum. Yarın için yapmak istediğim tek şey bu. Olur mu? Yapabilir miyiz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...